YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
66065029c890a
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 5 8 8
Bugün : 9858
Dün : 16551
Bu ay : 405066
Geçen ay : 338123
Toplam : 22731016
IP'niz : 3.93.162.26

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

PKK ile barış tuzağı!

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç bazı şartlar gerçekleşirse “Apo’nun ev hapsine çekilebileceğini” yumurtlamıştı.

Arınç’ın sözlerini Leyla Zana’nın ve Şerafettin Elçi’nin açıklamalarıyla birlikte okuduğunuzda “silahların susması” yönünde çok önemli adımlar atılmakta olduğunu hissedip sevinenler yanılmaktaydı; çünkü, “silahları susturma” kılıfı altında “PKK’yı siyasallaştırma ve Özerk Kürdistan’ı masa başı oyunlarıyla kurdurtma” kararını kimlerin aldığını ve Türkiye’ye nasıl bir tezgâh kurgulandığının farkına varılmamaktaydı.

Oh ne güzel “silahlar susar, Apo ev hapsine çıkarılırsa, “Kürt hakları” konusunu daha rahat bir ortamda tartışma imkânı da doğar” sanıp umutlananlar aldanmaktaydı; çünkü Leyla Zana’nın ABD yetkilileriyle görüşüp talimat aldıktan, yani Leyla Zana Amerikalı Siyonist patronlarıyla fikir zinası yoluyla gebe kaldıktan sonra bu radikal(!) açıklamaları yaptığını ve tabi hangi şeytanlıkların tasarlandığı hesaba katılmamaktaydı.

“En azından Kürtlerin “haklarını” inkâr edenlerin elinden “silah” mazereti alınacakmış… Daha “normal” bir zeminde konuşulacakmış.. ve en önemlisi insanlar ölmeyecek ve kan akmayacakmış”!?

Hatırlanacağı gibi Sn. Recep T. Erdoğan ABD Yahudi Lobilerinden CESARET madalyası almıştı. Şimdi de ABD Başkanı İsrail Cumhurbaşkanına “Özgürlük Nişanı” takmıştı. Bu arada Şimon Peres’le Recep Erdoğan madalya kardeşi mi olmuşlardı?

ABD Başkanı Barack Obama, ülkesinin en yüksek sivil nişanı olan “Özgürlük Madalyası’nı” kurulduğu günden bugüne binlerce Filistinliyi katleden İsrail’in Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e takmıştı. Bunca masumun kanına giren iki lider utanmadan barıştan, işgal ettikleri ülkelerde akan gözyaşlarına aldırmadan özgürlük ve huzurdan dem vurmuşlardı. Kan kardeşler törende birbirlerini yere göğe sığdıramazken, Obama’nın “İsrail’in güvenliği müzakere edilemez” sözleri acaba Obama’nın yakın arkadaşı(!) Recep T. Erdoğan’da hangi duyguları uyandırmıştı?

Törende “En yakın dostlarımızdan biri İsrail devletidir” diyen Obama, İsrail’i kastederek ”Aramızdaki bağlar asla kırılmaz” ifadesini kullanmıştı. Konuşmasında Peres’e yönelik övgü dolu sözler sarf eden Obama, ”Barış savaşçısı” olarak nitelediği Peres için “Bir ülkenin güvenliğinin sadece silahlarının gücüne değil, aynı zamanda eylemlerinin doğruluğuna da bağlıdır. Pers bize bunu kanıtlamıştır” diyerek, masum ve mazlum Müslüman katliamını meşrulaştırmıştı.

İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres de konuşmasının hedefine İran’ı almıştı. “İran halkı düşmanımız değil, asıl tehdit haline gelen, İran’daki mevcut yönetimdir” diyen Peres, İran tehdidine son verilmesi gerektiğini vurgulamıştı. Siyonist Katil Obama’ya ise: ”Sayın Başkan, bu acil tehditle mücadele için bir küresel koalisyon oluşturulması için çok çalıştınız. Haklı olarak, ekonomik yaptırımlarla başladınız. Tekrar haklı olarak, tüm seçeneklerin masada olduğunu haykırdınız. Sizi ve politikanızı desteklemekten şeref duyarız” diyerek Obama’ya övgüler yağdırmıştı.

“Hayallerimiz ve rüyalarımız aynı”

Madalya takdim töreninde konuşan ABD Savunma Bakanı Yahudi Leon Panetta ise: “İsrail’in güvenliği ve savunması söz konusu olduğunda ABD tüm gücüyle İsrail’in yanındadır. Hayallerimiz ve rüyalarımız aynıdır” diyerek ayarlarını ve amaçlarını ortaya koymuşlardı.

Ortalık toz dumandı!

1- Şike davası ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadesinin alınmak istenmesinden sonra Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) mercek altına alınmış ve resmen kontrol edilmeye çalışılmıştı.

2- ÖYM’lerle ilgili Hükümetin başlattığı son çalışma, siyasi dengeleri sarsmaya başlamıştı.

3- Başlatılan bu çalışma Hükümet içindeki görüş ayrılıklarını iyice gün yüzüne çıkarmış, Kabine üyeleri ve iktidar partisi sözcülerinden farklı sesler çıkması herkesi şaşırtmıştı.

4- HSYK kararnamesi ise bu tartışmaları daha da kızıştırmıştı. Savcıların yerlerini değiştiren Yaz Kararnamesinin bu derin çatlağı tetiklediği anlaşılmaktaydı.

5- Balyoz, Şike ve Ergenekon gibi sembolleştirilen davalara bakacak yeni Özel Yetkili Savcıların kimlerden oluşacağı sorusu ise gelmekte olan tsunaminin habercisi konumundaydı.

6- Cumhurbaşkanı Gül’ün görev süresini 7 yıl olarak belirleyen ve yeniden seçilmesinin yolunu açan Anayasa Mahkemesi kararı da, derinden yürütülen adı konmamış hesaplaşmanın bir raundu olarak algılanmıştı, çünkü Recep T. Erdoğan’ın Başkanlık umutlarına en azından limon sıkmıştı!?

Hillary Clinton’dan Suriye kışkırtması

Suriye’de yaşanan şiddet olayları giderek daha da vahim bir hal alırken, olası savaş senaryolarına da her geçen gün bir yenisi katılmaktadır. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’le birlikte katıldığı programdaki açıklaması, Türkiye’nin ABD tarafından kışkırtıldığını ortaya koymaktadır. Clinton, Suriye güçlerinin son günlerde Halep çevresinde yığınak yaptığını ve bunun, “stratejik ve ulusal çıkarları” açısından Türkiye için bir “kırmızı çizgi” sayıldığını vurgulamıştır. Bu açıklama Türkiye’nin kırmızı çizgilerini artık ABD mi belirliyor yorumlarına yol açmıştır.

Oysa AKP Türkiyesi, “komşularla sıfır sorun” politikası çerçevesinde öteden beri süregelen “kırmızı çizgilerini” çoktan çiğneyip atmıştı. Kıbrıs’ta, Annan Planı’na onay vererek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni az daha Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’ne kurban etmekten son anda kurtulan Türkiye, terör örgütüyle masaya oturma noktasına taşınmıştı. Irak’ın toprak bütünlüğünü savunma noktasından Kuzey Irak’ta kurulan bölgesel yönetimi tanıma konumuna yanaşmıştı.

ABD’deki düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü’nde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’le birlikte konuşmacı olarak katılan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Suriye güçlerinin son iki gün içerisinde Halep çevresinde yığınak yaptığına dair bilgi edindiklerini belirterek, bunun, “stratejik ve ulusal çıkarları” açısından Türkiye için bir “kırmızı çizgi” olabileceğini açıklaması: Türkiye’yi AKP mi yoksa ABD mi yönetiyor? sorumuza haklılık kazandırmıştı.

Suriye politikası nedeniyle Rusya’ya sert eleştiride bulunan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Rusya’nın Esad rejimine askeri helikopter gönderdiğini söylerken, her nedense Türkiye’ye tam 4 milyarlık füze satışını hiç gündeme taşımamıştı. Evet, Suriye üzerinden 3. dünya savaşı çıkarılacak, 28 İslam ülkesi BOP çerçevesinde parçalanıp Büyük İsrail’e zemin hazırlanacak ve Siyonist Yahudi silah fabrikatörleri yine trilyonlarca dolar kazanacaktı!

Suçu Netanyahu’ya yıkma böylece Türkiye ile İsrail’i barıştırma çabası

İsrail devlet denetleyicisi Micha Lindenstrauss’un kaleme aldığı, 153 sayfalık raporda, İsrail askerlerinin Mavi Marmara gemisine saldırmasıyla sonuçlanan karar alma sürecinin hatalı ve yüzeysel tartışmalara yol açtığı vurgulanmıştı. Raporunda, “Başbakan Binyamin Netanyahu’nun yönettiği ve denetlediği karar alma sürecinde esaslı ve belirgin düzensizlikler bulunduğunu belirten Lindestrauss, “Başbakanın karar alma süreci, üst düzeydeki siyasi, askeri ve istihbarat yetkililerinin, Türk flotillasının (gemi donanımının) diğer flotillalardan ayrı olduğunun farkında olmalarına karşın, düzgün, eşgüdümlü ve belgelenmiş bir takım çalışması olmadan gerçekleşti” ifadesini kullanmıştı. Bu arada söz konusu raporun aslında hak hukuk tanımayan İsrail eylemlerini aklamaya yönelik olduğu gözlerden kaçmamıştı. Söz konusu kanlı saldırının faturası sadece Başbakan Netanyahu’ya kesilerek Türkiye ile İsrail devletini barıştırma çabası sırıtmaktaydı.

Suriye bahanesi ve BOP hedefiyle bölge İsrail çıkarlarına göre yeniden yapılandırılmaktaydı!

Suriye’de yaşanan olayların faturası Lübnan’da çıkmaya başlamıştı. 16 yıl süren iç savaşın ardından yaralarını sarmaya çalışan Lübnan şimdi de Şii-Sünni çatışmalarıyla gündeme taşınmıştı. Halk olası bir iç savaş korkusuyla kara kara düşünürken, Lübnan sokakları giderek daha fazla karışmaktaydı. Başkent Beyrut tam bir barut fıçısıydı.

Suriye’de yaşanan çatışmalar sonunda Lübnan’a da sıçradı. 1975 – 1991 yılları arasında yaşanan iç savaşın açtığı yaraları henüz daha saramayan Lübnan’ın yeniden bir iç savaşa sürüklenmesi felaket olacaktı. Lübnan şimdi de Şii-Sünni çatışmalarıyla boğuşmaktaydı. Başkent Beyrut tam bir barut fıçısıydı. Bu durum en fazla İsrail’in işine yaramakta, çünkü Lübnan’ın içinde bulunduğu karışıklıktan yararlanarak Filistin mücadelesini daha rahat bastıracaktı. İşbirlikçiler eliyle Lübnan’ı karıştıran İsrail Suriye’deki karışıklığın da mimarıydı.

Şii-Sünni çatışması başlatılmıştı

Ortadoğu da yaşanan olayları değerlendiren Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Tayyar Arı: “Bölge planlı bir şekilde Şii-Sünni çatışmasına doğru çekiliyor. Lübnan kozmopolit bir yapıya sahip bir ülke buda İsrail’in oyununu kolay oynamasını sağlıyor. Olası bir iç karışıklık İsrail’in işine yarıyor. İsrail karışıklığı bahane ederek Lübnan’a müdahale etmeyi planlıyor.

Eğer Lübnan da iç karışıklık başlarsa yani Şii Sünni çatışmasının çıkması demek, bölgenin tümünü sarması demektir. İran, Irak, Suriye gibi ülkelerde bu kıvılcımlardan nasibini alabilir. Bu da çok tehlikeli bir durumu ahzediyor. Türkiye’de bu iç karışıklardan nasibini alabilir. Bölgede yaşanabilecek her türlü kaostan İsrail faydalanmaya çalışıyor. Önce karışıklığı çıkarıyor sonrada müdahale ediyor” saptamaları oldukça anlamlıydı.

Lübnan kırılgan bir yapıya sahip bulunmaktaydı

Necmettin Erbakan Üniversitesi Ortadoğu Uzmanı Prof. Dr. Birol Akgün: “Ortadoğu da yaşanan iç çalkantılar kronik çatışmalardır ve uluslar arası konjektürel sistemden ayrı sanmak yanılgıdır. Soğuk savaş döneminde olduğu gibi ülkeler arasında dönemsel bloklaşmalar kışkırtılmaktadır. Ortadoğu da kırılgan bir yapıya sahip olan Lübnan da daha önce yaşandığı üzere tekrar bir iç çatışmanın altyapısını İsrail ve ABD hazırlamaktadır. Mezhepler arası veya dinler arası yaşanabilecek bu çatışmadan İsrail faydalanacaktır. Ortadoğu coğrafyasında fitne kazanını kaynatmak isteyenlerde vardır. Bu fitneyi çıkaracakların başında elbette İsrail vardır.

Lübnan’da 1975 – 1991 yılları arasında yaşanan iç savaştan İsrail kârlı çıkmıştır. Lübnanlılar birbirlerini boğazlaması İsrail’in katliamlarına zemin hazırlamıştır. Lübnan’da iç savaş koşullarını tırmandıran İsrail, 15 Mart 1978 gecesi 25.000 kişilik bir orduyla Lübnan’a saldırıp İsrail askerleri Litani Nehri’ne kadar ilerlemiş. Dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Mordechai Gur, Lübnan’ın güneyinde 6 millik bir güvenlik şeridi oluşturduğunu açıklamıştır.

İsrailliler bu saldırıyla önemli bir su kaynağı olan Litani Nehri’ne ulaşmış olurken Lübnan’ın yüzde 10’unu da işgal altına almıştır.

İsrail Filistin halkının topraklarına zorla el koymaktaydı!

Negev Arapları Yüksek Yönlendirme Komitesi yaptığı açıklamada, İsrail’in bu kanunla Filistinlilere ait 800 bin dönümlük araziye el koyacağı ve 30 bin Filistinliyi zorunlu göçe tabi tutacağını açıklamıştı. Komite, bu kanun teklifinin ‘Büyük Felaket’ anlamına gelen, yaklaşık 800 bin Filistinlinin İsrail’in kuruluşuyla beraber zorunlu göçe tabi tutulmalarının günü olan ‘Nakba Günü’nün 2’ncisi olacağını belirterek, Negev halkının bunu asla kabul etmeyeceğini vurgulamıştı.

İsrail’in, 1948’den itibaren toplam 12 milyon dönüm olan Negev bölgesinin 11 milyon dönümünü işgal ettiği ve Filistinlilere kalan yaklaşık 1 milyon dönümlük arazinin 800 bin dönümüne de el koymayı istediği anlaşılmakta, BM, NATO ve Türkiye’nin sesi çıkmamaktaydı.

Malatya’daki on binlerce dönüm mera arazilerini, yoksa İsrail’in taşeron firmaları mı almıştı?

Mayıs ayının başında ‘Malatya’da neler oluyor?’ ‘Köylüler Ayaklandı’ haberleri ile kamuoyunun gündemine taşınan on binlerce dönüm mera arazisinin ihale yoluyla satışına ilişkin haberlerden sonra, ihaleyi alan firmalar nedense bir türlü açıklanmamıştı. Kamuya açık bir ihale sonrası meraları alan firmaların açıklanmaması akıllara ‘yoksa yabancı firmalar ve İsrailli ortaklarla ilişkisi olan şirketler mi ihaleyi aldı’ sorusu akılları karıştırmıştı.

Malatya’da 25 mera arazisinin ihale yoluyla 49 yıllığına satışından sonra gündeme gelen ve bir türlü kamuoyu ile paylaşılmayan firmalara ilişkin akıllarda soru işaretleri giderek artmaktaydı. Bilgi edinme kanunu kapsamında ihale sürecine ve firmalara ilişkin sorular ise yanıtsız kalmıştı. Yasal süresi 15 gün olan iki adet sorumuzun cevaplanma tarihi üzerinden 10 gün geçmesine rağmen firmalara ilişkin hala bir veri ortaya çıkmamıştı.

Malatya Gıda, Tarım ve Hayvancılık İl Müdürlüğü İl Mera Komisyonu’nun aldığı karar gereğince Akçadağ ilçesi Yağmurlu köyünde 8 mera parseli, Ilıcak köyünde 3 mera parseli, Battalgazi ilçesi Şişman köyünde 1 mera parselini, Yeşilyurt ilçesi Kuşdoğan köyünde 2 mera parselini, Doğanşehir ilçesi Reşadiye köyünde 2 mera parselini, Dedeyazı köyünde 2 mera parselini ve merkez Samanköy’de 2 mera parselini ıslah etmek koşulu ile öncelikli olarak hayvancılık yapan veya hayvancılık işletmesi kurmak isteyenler ile gerekli ıslah işlemlerini taahhüt eden gerçek ve tüzel kişilere ihale yapılmış, geçtiğimiz mayıs ayında yapılan ihalede bu bölgeler şirketlerin kullanımına açılmıştı.

Irak’ta Maliki muamması…

Irak’ın yeni Saddam’ı olarak da anılan Başbakan Nuri el Maliki’yi düşürmek için başlatılan girişim tam bir muammaya dönüşmüş bulunuyor. Ülke ve bölge dinamiklerin ve süper güçlerin de oldukça etkili olduğu bu yeni süreçte, Maliki üzerinden ciddi anlamda bir hesaplaşma yaşanıyor. Ortaya çıkacak yeni siyasi tablo, hiç kuşkusuz, Bağdat kadar Ankara, Tahran, Şam ve hatta Erbil’i de oldukça yakından ilgilendiriyor.

Türkiye’nin Haşimi krizi üzerinden, Irak’ta ve Ortadoğu’da (Suriye-Lübnan Şii hattı ağırlıklı) nasıl bir oyun oynandığını deşifre etmesi ve bu süreçte İran’ın ön plana çekilmesi, hiç kuşkusuz beraberinde bölgede yeni ittifak ve işbirliği süreçlerinin de önünü açıyor.

Bir diğer ifadeyle, İran’ın Maliki üzerinden Türkiye’yi çevreleme siyaseti ve Suriye krizini derinleştirici etkisi, Ankara’yı ve onun arka planını harekete geçirmiş bulunuyor.                          

Nitekim bu bağlamda Ankara ile Irak içi dinamikler arasında, özellikle de Erbil hattında yaşanan diplomatik hareketlilik, PKK terör örgütü ile mücadelede işbirliği arayışlarında kendisini gösteremeyen karşılıklı anlayış ve arzuyu ortaya koyması bakımından da oldukça dikkat çekiyor.

“Arap Baharı”nda Suriye krizinden ayrı tutulan Irak’ın; bu kapsamda sürecin içerisine defacto bir şekilde daha erken dâhil edindiği gözleniyor. Bu da hiç kuşkusuz doğrudan doğruya Maliki yönetiminin iktidarının sonu anlamına geliyordu ki, toplanan 172 imza ile beklenen adım atılmış oluyor.

Fakat asıl kriz bundan sonra yaşanacağa benziyor, özellikle de Irak iç siyasetindeki kaypak zemin ve zayıf İttifak ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda…

Nitekim bunun ilk somut işareti gelmekte gecikmiyordu. İran’ın etkin bir şekilde devreye girmesi ve içerideki Şii liderlerin sürece dâhil olmasıyla birlikte, Ankara-Tahran arasında son dönemde Mollalara daha yakın bir duruş sergileyen Irak Cumhurbaşkanı Talabani, farklı bir tutum sergilemeye başlıyordu.

Hatırlanacağı üzere, 3 Haziran’da basına düşen haberlerde Irak’ta Maliki hükümetinin düşürülmesi için gerekli 172 milletvekili imzasının toplandığı, imzaların, Cumhurbaşkanı Celal Talabani tarafından bir saat içinde Meclis Başkanı Usame en-Nuceyfi’ye iletileceği belirtiliyordu. Fakat Talabani, Maliki tarafından gönderilen bir heyetle yaptığı görüşme sonrası bu imzaları Meclis Başkanı’na iletmediğini, dolayısıyla bu haberlerin gerçeği yansıtmadığını dile getiriyordu. Bir diğer ifadeyle, Ortadoğu’nun “tilki” siyasetçilerinden biri olarak literatüre geçmiş bulunan Celal Talabani, bir kez daha işi yokuşa süren bir görüntü sunuyordu.

Bunun dışında Iraklı Şii gruplar içerisinde başlayan tartışmalar da burada Maliki’nin siyasi geleceği üzerindeki belirsizliği daha da derinleştiriyordu. Tahran’ın devreye girmesiyle birlikte Şii grupların bir kısmı daha yüksek bir sesle, Maliki’nin devrilmesinin Irak’ta Şiilerin gücünü kıracağını ve Irak (Arap) milliyetçisi olarak ön plana çıkan Şii lider Mukteda el Sadr’ın bölücü bir rol oynadığını dile getiriyordu.

Benzer şekilde, süreçten güçlenerek çıkan Barzani faktörü de, Kürtler arasındaki ihtilafı daha da derinleştirmişe benziyordu. Özellikle de Maliki’nin gitmesi ile Cumhurbaşkanlığı koltuğunu kaybedecek olan Talabani’nin KYB bağlamında yaşadığı bir takım sorunlar-hesaplar ile birlikte Irak siyasetindeki (buna Kuzey Irak bağlamı da dâhildir) gelecek adına yaşadığı bir takım endişeler ağırlıklı olarak ön plana çıkıyordu.

Burada İyad Allavi faktörünü de göz ardı etmemek gerekiyor. Laik kimliğiyle ön plana çıkan Şii lider Allavi’ye karşı olan tavır, özellikle Irak siyasetinde egemen geleneksel laiklik karşıtı anlayışa sahip olan grupları rahatlıkla bir araya getirebileceğe benziyordu.

Dolayısıyla, Maliki krizinde; Barzani-Allavi-Mukteda el Sadr üçlüsünün belkemiğini oluşturduğu ittifak, çok da sağlam bir zemin üzerinde durmuyordu. Üstelik Maliki sonrası kimin geleceği sorusuna verilemeyen cevap da, burada işin tuzu-biberini oluşturuyordu. Bu da krizin farklı bir seyir alabileceğine yönelik endişeleri haliyle daha da artırıyordu.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, bugün itibarıyla krizde iki güçlü olasılık ön plana çıkıyordu. Meclis’teki oylamada 172 parmağı bulamamak, dolayısıyla da hesaplaşmayı sandıklara bırakmak, ya da her şeye rağmen Maliki’yi devirip devre dışına çıkarmaktı. Burada, hiç kuşkusuz, düğmeye basanların kararlı tutumları kadar İran ve içerideki dinamiklerin ortaya koyacakları performans da süreçte belirleyici olacaktı. Fakat burada sorulması gereken asıl soru: Türkiye’nin Maliki sonrası nasıl bir Irak politikası planladığıydı. Bir diğer ifadeyle düne kadar Allavi’ye destek veren (Talabani’nin tabiriyle yanlış ata oynayan) Türkiye’nin, bundan sonrası için kime, kimlere nasıl oynayacağı, karanlıktı.”[1]

Eh, yine herhalde ABD’nin AKP’ye tavsiyeleri doğrultusunda davranılacaktı. Ancak AKP Türkiyesi bir kez daha yanılmış, iktidardan düşmesini arzuladığı Maliki, yine yerinde kalmıştı. Çünkü Cumhurbaşkanı Celal Talabani, son anda kıvırıp Maliki’den taraf tavır takınmıştı.

Kürdistan resmi haber ajansı RUDAW köşe yazarı Rebvar Kerim NTV canlı yayına katılıp, Celal Talabani’nin “AKP ile PKK’yı barıştırmak için arabuluculuk çağrısı yaptığını” açıklamıştı. Oysa aynı Talabani, Türkiye’nin hoşlanmadığı Maliki’ye sahip çıkmıştı.

Bu arada İran’ın Irak ve Suriye politikası da kafa karıştırıcıydı. Evet, Irak’a ve Suriye’ye emperyalist odakların müdahalesine elbette karşı çıkılmalıydı; ama sadece Şiilik taassubu ve taraftarlığıyla Suriye ve Irak’taki zulümlere tepkisiz kalmak ta izan ve vicdanla bağdaşmazdı.

Evet; “İran’ın Suriye’yle imtihanı” zorlaşmaktaydı

Önce İran’ı ele alalım: Şubat 1979 devrimi hâlâ hafızalarımızda tazeliğini koruyordu. Ayatullah Humeyni’nin gerçekleştirdiği devrim, anti-emperyalist karakteri, halka dayalı olması ve İslami yönetimi benimsemesi nedeniyle 20. yüzyılın en önemli olaylarından biri olarak kabul ediliyordu. İlk seçim yapılıncaya kadar olan süre için geçici olarak atanan mühendis Mehdi Bazergan hükümetini hariç tutarsak tüm cumhurbaşkanları seçimle işbaşına geliyordu. İlk Cumhurbaşkanı Ebul Hasan Beni Sadr’ın Sosyalist olmasına rağmen seçilmesinde bir problem yaşanmıyordu. Hatta Komünist Tudeh Partisi’ne dahi müsamahalı davranılıyordu. Bu özellikleri nedeniyle İran, dünyadaki ezilen toplumlarda önemli bir karşılık buluyordu. Tabi devrimden rahatsız olanlar ve endişeye kapılanlar da oldu. Bu değişim emperyalistlerle işbirliği yapmakta olan, ülkelerini baskıyla yöneten krallar, emirler başta olmak üzere halkı Müslüman olan tüm ülke yöneticilerini derinden sarsıyordu. Devrim sonrası İran’da çok hayati gelişmeler yaşanıyordu. İşte o günlere damgasını vuran olaylardan bazıları:

– 4 Kasım 1979’da, devrimciler ABD Büyükelçiliği’ni basıyor; 52 Amerikalıyı rehin alıyor ve Başkan Jimmy Carter’ın karizması fena halde çiziliyordu.

-28 Haziran 1981 Cumhur-i İslam Partisi binasına yapılan sabotajda devrimin önemli teorisyenleri ve yeni dönemin önde gelen devlet adamı Dr. Behişti ile birlikte önemli görevlerde bulunan 72 kişi hayatını kaybediyordu. Bu tarihten bir gün önce de şu anki rehber Ali Hamaney’e Ebu Zer Camii’nde bombalı saldırıda bulunuldu. Hamaney bu saldırıdan ağır yaralı olarak kurtulmuştu.

-2 Eylül 1981 İran’ın ikinci Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recai ve Başbakan Muhammed Cevad Bahoner bombalı bir suikasta kurban gidiyordu.

-İran’da birçok sanayici, işadamı, siyasetçi, sivil ve askeri bürokrat çeşitli nedenlerle tutuklanıyor, idam ediliyor veya önceden ülkeyi terk ediyordu. (Bu alanlarda büyük boşluklar doğuyor, yerleri hemen doldurulamıyordu.)

-Irak lideri Saddam Hüseyin, ABD ve Batılı ülkelerin desteğiyle 22 Eylül 1980’de İran’a savaş açıyordu. (Bu savaş sekiz yıl sürüyor ve iki milyon insan bir hiç uğruna hayatını kaybediyordu.)

-20 Ağustos 1988 yılında imzalanan ateşkes anlaşmasıyla savaş sona eriyordu.

-İran, 15 Haziran 1997 yılında D-8’lere kurucu üye oluyordu; 2009 yılı Nisan ayında Başbakan Erbakan’ı önemli konularda istişarelerde bulunmak üzere ülkelerine davet ediliyordu.

İran’da rejim, içeride ve dışarıda karşılaşmış olduğu bunca kargaşaya rağmen ayakta kalmayı başarıyor, hatta belki krizlerden güçlenerek çıkıyordu.

İran, ambargolara boyun eğmiyor, dünya sisteminin karşısına dikiliyor, nükleer çalışmalarını askıya almıyor, kendi uzun menzilli füzelerini üretiyordu. Otomotiv ve diğer sanayi dallarında önemli mesafeler kat ediyordu.

Bu günkü İran coğrafyası Erdebilli Şeyh Safiyüddin’e dayanan, dördüncü nesilden Şeyh Cüneyd’le irtibatlandırılan mezhep değiştirip Şeyh Haydarla güç kazanan, Haydar’ın oğlu Şah İsmail’in kurduğu Safaviler’e (1502) uzanıyordu. Safavilerle ülkemiz arasında o dönemlerde zaman zaman ciddi gerginlikler yaşanıyor, ancak 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndan bu yana Türkiye ve İran iki dost ve kardeş kalmayı başarıyor ve iki ülke sınırı o tarihten beri değişmiyordu. 1736’da yönetimi devralan Afşarlar’ın ilk yıllarında Safaviler dönemindeki ibadetsiz katı mezhepsel anlayış önemli oranda yumuşatılıyor ve bu günküne yakın bir çizgiye geliniyordu.

1796’da yönetime hâkim olan Kaçarlar zamanında özellikle Sultan Abdülhamit’in mevkidaşı olan Nasreddin Şah döneminde karşılıklı önemli adımlar atıldı. Pehlevi hanedanını (1925-1979) hariç tutarsak (Safaviler, Afşarlar ve Kaçarlar) her üç hanedan da Türk Boylarına mensup oldukları biliniyordu. Şah İsmail’le başlayan ibadetsiz mezhep anlayışından Afşarların ilk yıllarında başlattıkları geniş çaplı İslami tartışmalarla sonunda ibadet yapan çizgiye tekrar dönülüyordu. Sultan Abdülhamit’in İran’ı da İslam Birliği çalışmalarına dâhil etmesiyle daha bir yakınlaşma yaşanıyor, İmam Humeyni’nin fetvasıyla da artık cemaatte diğer Müslümanlarla birlikte saf tutulmaya başlanıyordu.

Son dönemde İran yönetimiyle diğer Müslümanlar arasında yaşanan bazı tatsızlıklar kafa karıştırıyordu. İlk hayal kırıklığı 2 Şubat 1982’de Hafız Esad’ın yaptığı Hama Katliamı’na İran’ın destek çıkan açıklamalarıyla yaşanıyordu. O günden bu güne gelinceye kadar bu hatayı tamir edecek herhangi bir adımın atılmamış olması İran yönetimiyle diğer Müslümanlar arasında önemli bir açı farkının doğmasına neden oluyordu. Şu sıralarda benzer bir ilişkinin eli kanlı oğul Esad’la da devam ediyor olması ise İran adına başka bir talihsizlik olarak tarihe geçeceğe benziyordu. Yaşananlardan hareketle İran hakkında oluşan kanaat belli: İran yönetimi siyasi ve mezhebi diplomasiyi İslam kardeşliğinin üstünde tutuyordu. Bu nedenle oluşan açı farkı artarak devam ediyordu.

Diğer bir komşu ülke olan Irak’ta -işgalcilerin eliyle- cumhurbaşkanı ve başbakanlık makamlarına terör eylemleri bilinen kişilerin taşınması ve bu konuda da açık bir işbirliğinin sabit olması akılları iyice karıştırıyordu.

Bir yandan yerli işbirlikçilerle aynı safta durup öte taraftan emperyalizme karşı mücadele etme anlayışı nasıl bağdaşıyordu? Suriye imtihanından sonra Irak imtihanı da İran’ın başını fazlasıyla ağrıtacağa benziyordu.”[2]

Tekrar vurgulayalım ki, Irak’a ve Suriye’ye, İsrail ve ABD isteği istikametinde askeri müdahaleye elbette karşı olmak gerekiyordu. Ama bu Irak’ta açıkça bölücülük ve Sünni düşmanlığı yapan Maliki’ye ve Suriye’de kendi halkına zulmeden ve hiçbir ciddi değişim ve düzelme belirtisi göstermeyen Beşşar Esad’a destek çıkmaya gerekçe olmuyordu!

AKP Türkiye’yi nereye sürüklüyordu?

Hayrullah Mahmud Özgür’ün şu iddiaları neden hala yanıtsızdı?

Ak Masonlar ve/veya Gül’ün derin sır’rı?!

Gülen Camia’sının “ifşa” edilmemiş “giz”li Mason üyeleri kimlerden oluşmaktaydı ve Üzeyir Garih neden devre dışı bırakılmıştı?

AKP & Gülen iktidarında Masonlar hangi görevde ve hangi hizmetlerde bulunuyorlardı?

AKP’nin ve/veya Gülen Camiası’nın ünlü “giz”li Mason’ları niye hiç araştırılmazdı?

Çevik Bir, Abdullah Gül, Mason yoldaşı mıydı?

AKP’nin iktidara geliş sürecinde “Mason” Üzeyir Garih neden gizemli bir suikasta uğramıştı?

Evet, Masonlar, ser verip sır vermemeleri ile ünlü karanlık ilişkiler takımıdır… Kimi zaman adları küfür yerine kullanılmaktadır. 1999’da kapılarını medyaya açıp, binanın içindeki tefruşatı gösterip toplumun havası alınmıştı. Son olarak adları emekli Orgeneral Çevik Bir’in katıldığı bir toplantı ile Masonlar gündeme taşınmıştı. Şimdi de Üzeyir Garih cinayeti sonrasında İshak Alaton’un “Üzeyir, dul bir kadına 10 bin dolar yardım edecekti” sözleri konuşulmaktaydı. “Dul kadına yardım yok mu?” sözlerinin Masonlar arasında şifreli bir yardım çağrısı olduğu, Alaton’un da tehlikede olduğuna dikkat çekmeye çalıştığı iddiaları vardı. Alaton, bu iddialara şiddetle karşı çıkarken Masonlarla ilgili birçok soru sorulmaya başlandı… Masonluk nasıl bir yapılanmadır?.. Mason olmak insana ne gibi özel imkanlar sağlamaktadır?..

Büyük Üstad Demir Savaşçın, 1927 Aksaray doğumlu olup Ankara Gazi’de liseyi bitirmiş. Hukuk mezunu. 1952 yılından bu yana da avukattır… Evli ve iki oğlu bir kızı vardır. İzmir’de yaşıyor. 1975 yılında da Mason olmuş… Masonluğun birçok kademesinden geçtikten sonra şimdi en üst mertebeye ulaşmıştır. Ona göre:

“Artık toplum Masonluğu anlamaya kavramaya çalışıyor. Toplum bilinçlendiği oranda Masonluk tanınmış oluyor. Bundan 4-5 yıl önce Prof. Sair Erman kardeşimiz, bir televizyon kanalında Abdurrahman Dilipak kardeşimiz ile karşı karşıya geldi. Yalnız Dilipak o programdan ayrılmak zorunda kaldı.”

Radikal dinci kesimden nasıl bir tepki geldi?

Ankara’da da mabetler (Mason Locaları!) açıldı. Orada da kutsal kitaplar mevcut. Mesela orayı ziyarete Sayın Fehmi Koru geldi. Kitaplara baktılar. Ankara’daki görevli kardeşlerimizle görüştüler ve memnun oldular. Masonluğu bu denli tanımadıklarını dile getirdiler.

Masonlar için bir sivil toplum örgütü tanımlaması yapanlar var. Bu tanım doğru mudur?

Bu noktanın altını önemle çizmeliyim. Masonluk bir sivil toplum örgütü değildir. Masonluk belli bir eğitim sonucu kazanılan bir nevi olgunluk, mütekamil’iyet (olgunlaşma) sürecidir. Ama Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği, her dernek gibi bir açıdan da sivil toplum kuruluşu sayılabilir. Ama Masonluk böyle değildir. (Yani o farklı ve karanlık ilişkiler içerir.)

Siyasette ve iş dünyasında Masonlar aktif midir?

Bazı derneklerde şöyle der, “din ile siyasetle uğraşmaz” diye. Ama (masonluk) bizatihi dinin ve siyasetin içindedir. Ama bizim dernekte kesinlikle ve kesinlikle din, siyaset, ırk vb tartışması görülmemektedir. Ama (Mason Localarının) yetiştirdiği kimseler A Partisi’nde, B Partisi’nde olabilir. O bizi hiç enterese etmez. Ama iyi bir insandır, olgun bir insandır. Biz kendimize hakaret edenleri dahi eğitmeye çalışırız. Eleştirileri hoşgörü ile karşılarız. Bütün amaç budur. Bir vatandaş olarak hepimiz Türkiye’nin AB’ye girmesini benimseriz. Zaten bu ulu önder Atatürk’ün şiarıdır. (Yalan ve uydurma bir iddiadır. M.Ç.)

Üzeyir Garih, dul bir kadına yardım mı edecekti?

Üzeyir Bey çok iyi bir Mason’du. İyi bir Mason olarak yaşadı ve öldü. Ve kendisi gerçekten de bir ‘Dul kadın’a yardım ediyordu.

Kime?

Bunu açıklayamam. Bu konuyla ilgili başka bir şey söyleyemem.

Son toplantınıza Çevik Bir de katıldı. Çevik Bir’i siz mi davet ettiniz?

Ben Sayın Çevik Bir üzerine kurulmak istenilen senaryoları tasvip etmiyorum. Bu konuda yetkili Haluk kardeşimdir. Orgeneral Bir olarak değil, Çevik Bir olarak aramızdaydı.

Masonluk gizli bir topluluk mu?

Masonluk gizli değil, sadece üyelerine açık bir topluluktur. Üyesi olmayanlara ise kapalıdır. Masonluğun gizli bir topluluk olarak addedilmesinin nedeni, üyelerinin çok eski zamanlardan bu yana kullandıkları işaretlerdir. Oysaki Masonluğun ülküsü ve ilkeleri bir sır değildir. Masonlar arasında sır olarak kabul edilen tanışma işaretlerinin ise, sadece sembolik anlamları vardır.

“Tüm Masonlar’ın savundukları görüş bu üç dinin bittiği yönündedir.”

Yazar Aytunç Altındal, Masonlar’ın kapılarını açmalarını şöyle yorumluyor: Yeni dönemin dini olarak Masonluğu görüyorlar

Türkiye Masonları, 90. yıl kutlamalarıyla birlikte, kamuoyunu şaşırtarak, ‘kalın perdelerini açtılar’ ve kendilerini tanıttılar. İnternette siteleri bile olan Masonlar’ın bu gizlilik perdelerini aralamalarını Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal, şöyle değerlendirdi:

Şimdi Masonlar birçok kitap yayınladılar. Artık açık yayın yapıyorlar. Artık bunu halka açma vakti gelmiştir diyorlar. Çünkü yeni dönemin, Masonluğu yaymak için uygun olduğunu düşünüyorlar. Yeni dönemin dini olarak Masonluğu görüyorlar.

Masonluk dünyada insanların yaşama tarzını değiştirmeye yönelik bir hareket. Bu yaşam tarzını değiştirirken de bu üç dinin bittiğini ve bunun yerine gelmesi gereken anlayışın, dini bir anlayış değil, laik bir anlayış olması gerektiğini söylüyor. Masonlar bunun da nötr bir anlayış olduğunu savunuyorlar.

Araştırmacı-Yazar Altındal, feminist hareketlerin de Masonluğun etkisi altında olduğunu iddia ediyor. Ve iddiasını şöyle dile getiriyor: “Son gezimde Vatikan’a da uğradım. Yeni Papa’nın kim olacağı tartışılıyor. Her kesim etkili olmaya çalışıyor. Burada öyle bir grup var ki, şaşırırsınız. Eczacılar Birliği, ilaç üreticileri. Yeni Papa kalkıp da, ‘Doğum kontrolü olmalıdır’ dediği vakit, günde fazladan 320 milyon hap satabilecekler. Yeni Papa’nın bu fetvayı vermesi yeterli.”

“Son 50 yıldaki feminist hareketlere baktığımızda bunların arasında ilaç üreticileri olduğunu görüyoruz. Diyorlar ki, ‘Ana çocuk sağlığı adı altında kadına bir şey satabilmemiz için onu laik bir alana çekmemiz lazım.’ Hindusu, Müslümanı, Yahudisi, Katoliği neyse. Onun için birçok paneller düzenliyorlar. Önde kadın var, arkada ise görünmeyen bir sponsor. Ya da çok agresif bir kadını köşe yazarı yaptırıyorlar. Bu yeni değerleri savunması için. Masonlar’ın en başarılı oldukları bir başka alan da belli kavramları kamuoyuna mal etme çabalarıdır. Karizma bunlardan bir tanesidir. Hoşgörü, tolerans, diyalog. Bunlar için ayrı tarikatlar kurmuşlardır.”

Altındal, “ABD Anayasası’nı yazan 13 kişiden 12’si Mason’dur” dedikten sonra ortaya ABD doları ile ilgili şöyle bir iddia atıyor:

“1 ABD dolarını elinize alıp baktığınızda şunları görürsünüz. Bir piramit ve onun üstünde küçük bir piramit. Onun içinde de küçük bir göz vardır. O Ra’nın gözüdür. Yani Tanrı Ra’nın gözü olarak sembolize edilmiştir. O göz, piramitin üzerine iner gibidir. Ve ‘Gökyüzünde her yerde kâinatın yüce mimarı size izliyor’ diye yazar. Üstünde Latince bir cümle vardır: ‘Novos ordo sekularım!’

Yani, ‘Yeni dünya düzeni’ diye yazar. İşte yeni dünya düzeni ilk defa o dönemden sonra tarihe girmiştir.”

33 derecelik meşakkatli yol

Masonlukta, 1’inci derece ‘çırak’lıktan 33’üncü derece ‘hâkim genel müfettişliğe’ kadar uzanan bir yol geçilmektedir. Bir Mason’un 33’üncü dereceye yükselebilmesi için bütün aidatlarını ödemek şartıyla asgari 81 ay gerekmektedir.

İşte, 33 derecelik yol çıraklıktan başlıyor

Masonluktaki dereceler?!
1. Derece: Çırak
2. Derece: Kalfa
3. Derece: Usta (Not: Sn. Başbakan’ın “ustalık dönemine geçtim” sözlerini bir daha düşünmek lazımdı. M.Ç.)
4. Derece: Ketum Üstat
5. Derece: Mükemmel Üstat
6. Derece: Sır Kâtibi
7. Derece: Nazır8. Derece: Bina Emiri
9. Derece: Dokuzlar’ın Seçilmiş Üstadı
10. Derece: Onbeşler’in Seçilmiş Üstadı
11. Derece: Yüce Seçilmiş Şövalye
12. Derece: Üstat Mimar
13. Derece: Solomon Krallığı’nın Şövalyesi14. Derece: Yüce Üstat (Kutsal Kubbe Büyük Seçilmişi)
15. Derece: Doğu Şövalyesi (Kılıç Şövalyesi)16. Derece: Kudüs Prensi
17. Derece: Doğu ve Batı Şövalyesi18. Derece: Salipverdi Şövalyesi (Güllü Haç Şövalyesi)19. Derece: Büyük Pontif (Yüce İskoçyalı)
20. Derece: Düzenli Locaların Büyük Saygıdeğer Üstadı
21. Derece: Prusya Şövalyesi22. Derece: Lübnan Prensi (Krali Balta Şövalyesi)23. Derece: Sır Sandığı Başkanı
24. Derece: Sır Sandığı Prensi
25. Derece: Tunç Yılan Baş Şövalyesi
26. Derece: İskoçyalı Papaz (İnayet Prensi)27. Derece: Kudüs Tapınağı’nın Hakim Amiri28. Derece: Güneş Şövalyesi29. Derece: Saint Andre Büyük İskoçyalısı
30. Derece: Seçilmiş Büyük Kadoş Şövalyesi
31. Derece: Büyük Müfettiş Kumandan
32. Derece: Kutsal Sır Yüce Prensi
33. Derece: Hâkim Büyük Genel Müfettiş

Abdurrahman DilipakIn (Akit gazetesi yazarı): “Masonluk aristokrat, hiyerarşik kapalı bir toplumsal modelde etkin ve başarılı olabilir. Bana kalırsa Masonlar yeni bin yıla ayak uydurma çabası içindedir” sözleri, acaba iltifat içerikli bir itiraf mıydı?

Büyük Üstat Demir Savaşçın, açıklamasında ‘Prof. Sair Erman kardeşimiz ile Dilipak bir televizyon kanalında karşı karşıya geldi. Dilipak programdan ayrılmak zorunda kaldı’ demişti. Ancak, Dilipak ‘Böyle bir programa katılmadım’ sözleriyle sanki kendisini aklamaya çalışmıştı.

“Masonlar bazen yer üstüne çıktılar, bazen de yeraltında sürdürdüler faaliyetlerini. Eğer dikkat edilirse, yer üstüne çıkış dönemleri Türkiye’nin zayıf olduğu dönemlerdir. Beni asıl düşündüren şu, dün Atatürk tarafından bir gecede kapatılan Mason locaları bugün nasıl oluyor da Atatürkçü olduklarını iddia eden kişiler tarafından teşvik ve takdir ediliyor? İşte bunu anlamıyorum. Yoksa Atatürkçüler değişime mi uğradı?”diyen akit yazarı ve iktidar yalakası Hasan Karakaya, niye acaba AKP içindeki etkin masonları hiç gündeme taşımazdı?

Ve… Son olarak;

Abdullah Gül, “Mason”luğa katılmış mıdır?

Eğer “Mason” ise kaçıncı dereceye ulaşmıştır?

“Mason”luğa ilk olarak nerede, ne zaman, kimin tavsiyesi ile adım atmıştır?!

Eğer Mason ise Türkiye’nin 1 Numaralı koltuğunda oturan Gül’ün ‘üstad’ı kim olmaktadır? Emirleri kimden (hangi ülkeden) almaktadır?!

Müteveffa Üzeyir Garih, BOP Eş Başkanı Erdoğan AKP’sinin Türkiye de iktidara taşınma sürecinde, radikal Yahudi düşmanlığını körükleyeceği için mi karşı çıkmıştır?

BOP operasyonu “Final” bağlamında, hem dünyada hem de içinde yaşadığımız coğrafyada yaşanan Yahudi nefretinin perde arkasında Garih’in öngörüsünün haklılık payı var mıdır? [3]

İsrail & İran arasında sıcak bir nükleer savaşın yaşanma arifesinde olduğumuz bir süreç’te, tarih Garih’i haklı mı çıkaracaktır?

Parti olarak MHP’li olduğu söylenen Üzeyir Garih, AKP’ye, Erdoğan’a karşı olduğu için mi diğer Siyonist odaklarca haklanmıştır!? Oysa, Üzeyir Garih’in MOSSAD’la ilgisi ve Fetullahçılara özel desteği hala konuşulmaktadır.

Çünkü AKP, 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulmuş, Üzeyir Garih ise 25 Ağustos 2001’de devre dışı bırakılmıştır. Bunlar birbiriyle alakalı mıdır? Üzeyir Garih MHP’li iken ortağı ve mason locasını kapattığı için Atatürk düşmanı İshak Alaton’un koyu AKP’li olmasının altında ne yatmaktadır?



[1] Mehmet Seyfettin Erol, Milli Gazete

[2] Sadrettin Karaduman, Milli Gazete

[3] Hayrullah Mahmud, SABAH, 10.09.2001

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Milli Çözüm Dergisi

Milli Çözüm Dergisi

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

ÖZEL YAZILAR

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx