YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
66225a6f3f4e2
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 3 2
Bugün : 6301
Dün : 26845
Bu ay : 458181
Geçen ay : 453014
Toplam : 23237145
IP'niz : 18.191.254.106

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 İstanbul’dan işadamı Yalçın Gözübüyük kardeşimiz telefonla şu rüyasını aktarmıştı: (31.08.2012)

Rüyamda Erbakan Hocam 32. Gün programına katılmış oluyor. Masanın sağ tarafında Mehmet A. Birand sol tarafında da Erbakan Hocam oturuyor. Erbakan Hocamın sesini duyuyorum, ancak rüya biter korkusuyla yüzüne bakamıyorum. Daha sonra dayanamayıp Hocamı görmek istiyorum ve başımı kaldırıp yüzüne dönüp seyrediyorum. Hocam 50 yaşlarında, sevinçli ve güler yüzlü vaziyette konuşuyor, o esnada bana diyor ki; “sana bir görev veriyorum; Uhud Savaşını araştır, bu savaştaki en önemli olayı tespit et ve Hocana anlat”. Ben de o an içimden “Ben hangi Hocama anlatayım? Hocam olarak size biat etmişim” diyorum. O da memnun olarak dişleri görünürcesine gülümsüyor ve kalbime şunlar ilham ve işaret ediliyor: “Ben sizin fikri ve manevi Hocanızım, ama zahiri ve fiili Hocanız Ahmet Akgül’dür!” Sonra sağıma birisi oturuyor ve masaya 2 tane iskambil kâğıdını ters koyuyor. O an Erbakan Hocam o kâğıtları alıp hiç bakmadan ters çevirerek ikisini birden birleştiriyor ve “şöyle yaparsanız şöyle sonuç bulur” şekline bir yorum yapıyor. Onlar da, hayret nasıl bildi? diye şaşkınlık içerisinde kalıyorlar.

Bunun üzerine “Uhud Savaşı ve ibretli sonuçları” ile ilgili, camiamız ve okurlarımızı aydınlatacak bir yazı hazırlamamız kanaati oluştu. Çünkü bu Aziz Hocamızın manevi bir uyarısı oluyordu.

Bu dünya “Hak” ile “Batıl”ın mücadele meydanıdır ve savaş bu imtihan hayatının kaçınılmaz parçasıdır.

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün sonuna kadar (her türlü) kuvvet ve besili atlar (savaş tankları) hazırlayın” (Enfal: 60)

“(Yeryüzünde) Fitne (zulüm düzeni, haksızlık ve ahlaksızlık sistemi) kalmayıncaya kadar onlarla çarpışın-savaşın” (Bakara: 193)

“Allah elçisini hidayetle ve Hak dinle gönderdi ki, diğer bütün (batıl) dinlere (ve zalim düzenlere) galip ve hâkim kılsın” (Fetih: 28)

gibi yüzlerce ayet ve hadis, kıyamete kadar savaş ve savunmanın gerekliliğini haber ve emir buyurmaktadır. “Komşularla sıfır sorun palavraları” zalim ve kâfir güçlerle, Siyonist ve emperyalist ülkelerle “stratejik ortaklık politikaları” tam bir safsata ve toplumu aldatma sahtekârlığıdır. Çünkü dünya durdukça Rahmanilerle Şeytanilerin, Müminlerle kâfirlerin, iyilerle kötülerin kavgası ve kapışması mutlaka yaşanacaktır. Zalim ve kâfir güçlere kuyruk olanların, “ılımlı ve uyumlu İslam” saptırmacısıyla Dini şuuru ve cihat ruhunu yozlaştıranların: “İslam’da sadece savunma harbi vardır. Peygamberimiz asla saldırı savaşı yapmamıştır” gibi uydurmaları, Müslümanları uyuşturmaya yönelik asılsız iddialardır. Bu kiralık figüranlara “ya hu, Hz. Peygamber SAV ta Suriye-Bizans sınırındaki Tebük’e, Mute’ye neyi ve hangi savunma niyetli ordu çıkarmıştı? İran, Mısır, Anadolu, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika ve Asya hangi savunma harbiyle kazanılmıştı?” diye sorduğunuzda apışıp kalmaktadır. Yoksa başta Fetullahçılar, bütün bu din tahribatçıları “1400 yıldır Müslüman hükümdarların ve Osmanlıların, Emperyalist hesaplarla ve haksız olarak başka ülkelere saldırdıklarını” mı anlatmaya çalışmaktadır?

Mademki, imtihan hayatının doğası icabı savaş kaçınılmazdır, öyle ise son Peygamberin “savaş hukuku” konusunda da en mükemmel örnekleri, zafer ve yenilgi durumunda nasıl davranılması gerektiğini bizzat yaşayarak göstermesi ve en adil ve asil tavrın insanlığa öğretilmesi lazımdı ve zaten Efendimiz de bunu yapmıştı.

Bugün Erbakan’ın İslam Birliği ve tarihi D-8 girişimine ateş püskürüp, ama “Yeni Osmanlı Projesi” kılıflı BOP projelerine ve İsrail’in dünya hâkimiyeti hedeflerine dört elle sarılanların… Aynı dönemde Başbakan yardımcılığı yapan, ama ne hikmetse bunu daha yeni açıklayan Abdullatif Şener’in TV’lerdeki itirafıyla, “Hamas lideri Halid Meşal’ı, İsrail’le uyuşmaya ikna etmek ve ılımlaştırmak için yine Siyonist Yahudi merkezlerin teklif ve talimatıyla Türkiye’ye çağıran”, ama halkımıza “İsrail karşıtı ve Hamas hamisi kahraman” rolü oynayan Recep T. Erdoğan’ların İslam’ın gerçeğini anlamasını da, gereğini yapmasını da beklemek saflıktır.

Uhud Savaşı ve sonuçları:

Mekkeli azgın ve sapkın müşriklerin kesin hezimetiyle sonuçlanan kutlu Bedir savaşı üzerinden on üç ay geçmişti ve Mekke ile Medine arasında bir huzur ve uyuşma ortamı ihtimali henüz zayıftı. Gururları ezilen ve Ebu Cehil gibi liderlerini kaybeden Kureyş kâfirleri intikam hırsıyla yanıp tutuşmaktaydı. Bu arada Medine’de, Müslümanlarla Yahudiler arasındaki münasebetler gergin bir hal almış ve bir Yahudi heyeti sırf Kureyşlileri bir intikam savaşına sürüklemek için tahriklerde bulunmak üzere Mekke’ya yollanmıştı. Muhakkak ki bu heyet Mekkelilere, Müslümanlara karşı destek olacağı teminatını da aktarmıştı. Bu durum, Mekkelilerin hazırlıkların hızlandırmalarında etkili olmuş ve Hicrî 3. yılın Şevval ayında Müşrik müttefiklerden, paralı askerlerden ve bizzat Mekkelilerden müteşekkil 3.000 kişilik bir ordu, Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Resulüllah şehre kapanmak ve muhasarayı savunma harbi ile karşılamak görüşünü ileri sürdü ise de henüz genç yaştaki kumandanları, açık bir meydanlıkta düşmana bir taarruz harbi ile karşılık verilmesi taraftarıydı.[1] Bunun üzerine, Mekkeli saldırganlar, Medine’nin kuzey-batı tarafına karargâh kurmuş bulunduklarından Resulüllah da şehrin kuzey bölgelerine doğru yürüyüşe geçip karargâh kurmuşlardı.

Hz. Peygamberin ordusu Medine ile Uhud arasında bir yere gelince, münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl kendi adamları ve taraftarlarıyla birlikte ordunun üçte biri kadar bir toplulukla ayrılıp; “O (Resulüllah’ı kastediyor) rey ve görüş sahibi olmayan delikanlıların sözünü önemsedi de beni dinlemedi. Şuracıkta biz, kendimizi ne diye öldüreceğimizi bir türlü anlayamadım?” diyerek geri dönmek üzere ordudan kaytarmıştı.

Abdullah bin Haram onların arkasından yetişerek, “Allah’ı severseniz, Resulüllah’ı yardımsız bırakmayınız” diyerek yalvarmıştı. Fakat Abdullah bin Ubey bin Selûl de, “Bilsek ki savaş olacak, mutlaka sizinle gelirdik” diyerek onu atlatmışlardı. Buhârî, Zeyd bin Sabit (RA)’den şunları aktarmaktaydı:

“Müslümanlar kendilerinden ayrılıp giden bu kişilerin durumu hakkında anlaşmazlığa kapılmıştı. Bir grup, “onlarla savaşalım” derken, diğer bir grup da; “bırakalım onları” diyordu. Bu konuda Cenâb-ı Hakk şu ayeti indiriyordu:

“Siz hâlâ niçin münafıklar hakkında -Allah onları kazandıkları bunca günahlar yüzünden tepesi aşağı getirdiği halde- iki zümre (bölük) oluyorsunuz? Allah’ın saptırdığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, artık onun için hiçbir yol bulamazsın.”[2]

Bunun üzerine Sahabe-i Kirâm’dan bazıları, Yahudilerle aralarında yardımlaşma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi teklif ediyordu. Resulüllah (SAV) da: “Biz şirk ehlinden birine karşı diğer şirk ehlinden vardım isteyemeyiz”[3] buyuruyordu.

Ertesi sabah Uhud dağına kadar yol alınıyor ve burada, Uhud dağının geride çıkışı olmayan boğazlarından birine yerleşilip savaş düzenine giriliyordu..

Aralarındaki anlaşma maddelerine göre Medineli Yahudilerin, şehri müdafaa etmek için Müslümanlar safında yer almaları gerekiyordu; fakat onların ekserisi, “bu anlaşmanın bir Cumartesi günü akdedildiğini” bahane ederek çarpışmalara katılmayı reddediyordu. Bununla beraber az sayıda savaşçıdan müteşekkil bir Yahudi birliği çıkageldi ise de Resulüllah onların bir takım maksatlı kimseler olduklarından şüphelendiğinden Müslüman karargâhına girmelerine izin vermiyordu. Tam yedi yüz Müslüman askeriyle o, 3000 nefer askere ve 200 atlıdan teşekkül eden kuvvetli bir de süvari birliğine sahip düşmanı tek başına göğüslüyordu. Resulüllah’ın şehir dışında kurduğu sevk’ul-ceyş (hareketli ve hücum etkili askeri strateji) pek etkili oluyor, düşman süvari kıtalarının yarısından fazlası, kendi yaya kıtalarını koruma mecburiyetiyle onların yanında saf tutmak zorunda bırakılıyor, hareketsiz vaziyete düşürülüyordu. Diğer yarısı ise, Uhud dağının etrafından dolaşarak Müslüman kıtalarının arkasına sarkmak suretiyle uzun bir yol kat ediyor ve fakat stratejik önemi büyük bir tepe üzerine yerleştirilmiş Müslüman okçular sayesinde buna muvaffak olamıyordu. Hz. Peygamberimizin üstün bir Nübüvvet ferasetiyle, özellikle seçerek üzerine yayıldıkları arazi, Müslümanların kendilerinden dört misli daha büyük sayıda düşman kuvvetine karşı koymaya imkân sağlıyordu. Harbin ilk safhasında, Müslümanların hücumları altında bunalan düşmanın kaçmaya başladığı görülüyordu. Düşman süvari kıtalarının harekâtını engelleyen Müslüman okçu birlikleri (rummât), işte tam bu kaçış başladığı anda maalesef asıl fonksiyonlarını unutup görev yerini terk ediyordu. Gerçekten de Resulüllah’ın sıkı sıkıya onlara verdiği tembih ve talimat şöyleydi:

“Kuşların cesetlerimizi didiklemeye başladığını görseniz bile, bulunduğunuz yerleri asla terk etmeyiniz!”

Okçuların başında bulunan kumandan onları geri çevirmeye çok çalıştı ve kendisi görev yerinde kaldı ise de bu okçuların büyük kısmı, panik halinde kaçan düşmanı yağmalamak üzere yerlerinden ayrılıyordu. İşte bu durum, her şeyin alt-üst olmasına yetiyor: Düşman süvarisinin tetikte bekleyip duran ikinci yarısı henüz müşrik olan Halid bin Velid komutasında, yeniden hücuma kalkıyor ve Müslüman savaşçılarının arka saflarına kadar sarkıyordu. Arkalarından kendilerini kuşatan bu müşrik süvarilere karşı kendilerini müdafaa etmek üzere Müslüman savaş kıtaları mecburen çark edip geri dönmek durumunda kalıyordu. Asıl önem ve ağırlığı üzerinde taşıyan düşman birlikleri üzerinde kurulan baskı böylesine gevşeyiverince bu defa kaçan müşrik askerleri toparlanıp mukabil bir hücum başlatıyordu. İki “ateş” arasında kalan Müslüman birliklerin durumu birden bire bozuluyordu. İşte bu karışıklık esnasında düşman askerlerinden biri, Resulüllah’ı katlettiğini haykırarak etrafa duyuruyordu. Bu, Müslümanların savaşı kaybetmesi anlamına geliyordu ve çaresizlik içinde birçokları kendi canlarını kurtarmak üzere etraf tepelere sığınıyordu. Gerçekte ise, Allah’ın Resulü yaralanmış ve hatta bu haliyle, düşman tarafından gizlice açılıp üstü kamufle edilen çok sayıdaki çukurlardan birine de düşmüş bulunuyordu. Ancak aralarında birkaç kadın da bulunan bir avuç kahraman sahabe, savaşı bırakmayıp sürdürüyor ve Resulüllah’ı savunmayı başarıyordu. Daha fazla bir şey yapamayacağını gören düşman, savaşın cereyan ettiği meydandan kuvvetlerini çekmeye başlıyordu. Müslümanlar, aralarında Resulüllah’ın amcası Hamza da bulunan 70 şehit veriyordu.[4]

Böylece hem bu seçkin sahabeler (RA) imtihanı kazanıp en yüksek rütbe ile Allah’a kavuşuyor, sonsuz cennet mutluluğuna ulaşıyordu; hem de “Hamza gibiler yanında olmasa, Muhammed yalnız ve yardımsız kalıp yılgınlaşır ve etrafındakiler dağılır” diye düşünenlerin yanıldıkları ve bu Dinin Allah’ın nusret ve inayetiyle başarıya ulaştığı kesinlik kazanıyordu.

İslam ordusunu birbirlerini tanıyıp irtibat kurmaları ve düşmandan ayırmaları için Hz. Peygamber S.A.V. tarafından öğretilen gizli parola olan “Emit, emit! (Yani öldür, öldür!) şeklindeki parolayı bile, o dağınıklık ve yılgınlık halinde unutan sahabelerin bir kısmı, birbirlerine saldırmaya başlıyordu. Günümüzde Milli Görüş gömleğini çıkaran ve asli söylemini bırakanların şaşkınlığı bize o günleri hatırlatmakta ve hele İbni Selül’ün 300 kişiyle cepheden ayrılıp Müslümanları yalnız bırakmalarına benzeyen nice hıyanetlere şahit olunuyordu.

Bu savaşta kadınlar seçkin bir durum kazanmış ve her iki tarafta da önemli rol oynuyordu. Tam savaşın başında, müşriklerin birbiri arkasına sancaktarlarını kaybetmeye başlaması üzerine korkularından kimse yere düşen sancağı alıp kaldırmaya cesaret edemez duruma düşülüyordu. İşte böyle bir sırada Ehâbiş kabilesine mensup müşrik bir kadın olan Amra, sancağı kapıp savaşın sonuna kadar onun muhafızlığını yapıyordu. Müslüman şair Hassan, bunun üzerine Ehâbiş kabilesinden devşirilen Mekkeli paralı askerler hakkında şu hicviyeyi söylüyordu:

“Harisi’lerin kızı orada olmasaydı, siz köleler gibi çarşıda satılığa çıkarılırdınız…”[5]

Müslüman tarafa gelince: Onlar arasında yer alan kadınlardan biri olan ve Nesibe Hatun olarak tanınan Ümmü Ümare tam bir erkek gibi savaşıyor ve elde ettiği sonuçlarla Resulüllah’ın takdir ve övgüsüne mazhar oluyordu. Tamamen başka çeşitten bir yiğitlik, Dînâr kabilesine mensup Medineli bir Müslüman olan ‘Amr’ın kızı Hind’de görülüyor: Savaştan sonra Müslüman birlikler Medine’ye döndükleri sırada ona; kocası, babası, kardeşi ve oğullarının savaş alanında şehit düştüğünü haber verdiklerinde o hala ısrarla şu suali soruyordu:

“Resulüllah’a ne oldu? O nasıl?!”

Kendisine Efendimizin (SAV) sağ ve salim olduğu bildirilince ve hakikaten de Onu bizzat görünce de, duygularını şu beyitle dile getiriyordu:

“Mademki Sen hayattasın Ey Nebi; diğer bütün felâketler artık bana vız gelirdi!”[6]

Asıl savaşla ilgili durumlara gelince: Birkaç sahabe’nin yardımıyla Resulüllah düştüğü derin çukurdan çıkıyor ve uhud dağına doğru tırmanıyordu. Bu dağın doğu yamacı, hala hacıların hürmetle ziyaret ettikleri yerlerden birisi oluyordu. Yavaş yavaş Müslümanlar mutlu haberi öğreniyor ve bu mağaranın önünde toplanmaya başlıyordu. Düşman taraftan silâhlı bir kıt’a, bu toplaşmaya saldırmak için niyetlendi ise de burada gerçekten Resulüllah’ın bulunduğundan haberi olmadığından, kendilerine yüksekten isabetli ok ve taş atışlarında bulunan bu bir avuç Müslüman üzerinde pek fazla ısrar etmeyip çekilip gidiyordu. Ebû Sufyân son olarak savaş alanında bir kere daha dolaştıktan sonra o da ayrılıyordu. Bu arada gitmeden evvel mağaradakilere doğru yaklaşıp onlara bağırarak şu suali sormuştu:

“Muhammed yaşıyor mu?”

Resulüllah bu suale bir mukabelede bulunulmamasını emir buyuruyordu. Ebû Sufyân devamla:

“Ebû Bekr yaşıyor mu, Ömer hayattı mı?” diye sesleniyordu.

Müslümanlardan hiç bir cevap alamaması Üzerine sözlerine şunları ilave ediyordu:

“Tabii bütün onlar öldüler. Putumuz Hubel’e hamdü senalar olsun!”

Bunun üzerine Ömer daha fazla sükûtu muhafaza edemiyor ve onun sözlerini inkâr için tekbir ve şehadet getirip yüksek sesle haykırıyordu. Ebû Sufyân, Ömer’in sesini tanıyor ve Resûluliah’ın da hayatta olduğunu öğreniyor ve hatta bu karşılıklı konuşmayı dinlediğini de hissediyordu. Bu durum üzerine Ebû Sufyân sadece şunları söyleyip ayrılıyordu:

“Bu gün, bir başka güne bedeldir: Uhud Bedr’in (öcüdür); Hanzele (İbn Ebî Âmir), (oğlum) Hanzele’ye mukabildir, isterseniz gelecek yıl Bedr’de aynı gün benimle tekrar karşılaşmak üzere geliniz!”[7]

Bunları söyledikten sonra, o sırada tamamen müdafaasız kalmış bulunan Medine’yi yağma etmeyi aklına getirmeksizin kumandası altındaki askerî birliklerle beraber Mekke’ye doğru uzaklaşıyordu. Acaba bu durum, sadece bir muhakeme hatası ve yılgınlık sonucu muydu? Yoksa o sırada Ebu Süfyan, paralı askerlerinin çekilip gitmelerine izin vermiş olduğu için mi o da alanı terk etmeye mecbur olmuştu? Belki de Müslümanların son anda teşkil ettikleri bu direnme gücü ile tek başına baş edemeyeceğini anlamış bulunuyordu. Ya da Ebu Süfyan şahsiyet ve karakterinin yüksek vasıflarını takdirle karşıladığı bu çocukluk arkadaşına (yani Resulüllaha) (SAV) karşı hâlâ yakınlık hisleri mi taşıyordu? Ve bu arada bizzat Resulüllah’ın şahsına karşı bir kin beslemediğinden esasen elde etmiş bulunduğu zaferle mi iktifa etmek istiyordu? Veya sabahleyin paralı askerlerinin gevşekliği sebebiyle kaybettiği savaşı ve onların zayıflığını görmüş ve onlarla birlikte sonucundan emin olmadığı yeni bir savaşa girmekten mi sakınıyordu? Acaba Müslümanlar lehine talihin ters dönmesi halinde hiç de beklemedikleri şekilde elde ettikleri bu zaferin berbat olup ellerinden çıkıp gitmesinden mi korkuyordu? Bu çeşit suallerin hiç birine dair bilgimiz yoktur. Her hâl ü kârda Ebû Süfyân’ın bu davranışı akıllı ve kararlı bir komutanın tavrına benzemiyordu.

Bu arada daima ihtiyatlı bulunan ve herhangi bir şaşırtıcı manevraya mukabele durumunu koruyan Resulüllah, düşmanın girişebileceği yeni harekât hakkında bilgi toplamak üzere bir gözcü çıkarıyor ve düşmanın develerine binip atları da yedeklerine almış vaziyette yüz geri bir yürüyüşe geçtiği haberini alıyordu. Hz. Muhammed (SAV) bu durumu şöyle açıklıyordu:

“Uzun bir yolculuğa çıkma niyeti taşıyorlar; şayet Medine’ye hücum etmek isteselerdi atlarına binerlerdi”[8]

Resulüllah gazilerin yaralarını sardırıyor, şüheda cenazelerinin gömülmesine katılıyor, namazlara ise ayakta değil de oturduğu halde imamlık yapıyor ve kısa zaman sonra da Medine’ye doğru yola çıkıyordu. Düşmanın bu ani çekilişine bir mana verememekle beraber, onların pişman olup geri dönebilecekleri ihtimalini düşünerek takip edilmesi gerektiği kanaatine varıyordu. Bu düşüncesinde isabetsiz değildi; fakat bu değerlendirme üzerine aldığı tedbirler karşısında düşman başlattığı çekilme harekâtını devam ettirme durumunda kalıyordu ve müşriklerin arasındaki paralı askerler de yeni bir ödeme yapılmaksızın hayatlarını tehlikeye sokmaya hiç yanaşmadıklarından, Mekke’ye dönmekten başka çareleri kalmıyordu.[9]

Ma’bed bin Ma’bed el-Huzaî, -henüz müşriklerden idi- Mekkeli askerlerin yanlarından geçerken müşrikler Uhud’da kazandıkları başarının gururu, sevinci ve şamatası içinde bulunuyor ve Müslümanların işini bitirmek için tekrar Medine’ye dönmeyi müzakere ediyorlardı. Safvan bin Ümeyye ise onları bundan vazgeçirmeye uğraşıyordu. Ebû Süfyân, Ma’bed’i görünce: “Ey Ma’bed! Geriden, geldiğin yerden ne haber var?” diye sordu. O da: “Yazık size! Muhammed’le ashabı, şimdiye kadar bir benzeri daha görülmemiş sayıda asker toplayıp peşinize çıktılar. Size olan kızgınlıklarından dolayı ateş püskürüyorlar! Onlar da size karşı bir benzeri daha görülmemiş bir kızgınlık var!” diyor ve Yüce Allah da bu sözlerle müşriklerin kalplerine büyük bir korku düşürüyordu. Onlar da hemen Mekke’nin yolunu tutarak, süratle kaçıyordu. Resulüllah (SAV), Hamraul-Esed’de pazartesi, salı ve çarşamba günlerini geçirip sonra Medine’ye dönüyordu.[10]

Bu arada şunu hatırlatalım ki Hıristiyan keşişi olan ve Medine reisliğine oynayan Ebu Amir isimli hain, Resulüllah’ın Medine’ye Hicret edişi üzerine planları bozulmuş ve Mekke’ye yerleşmek maksadıyla vatanı olan Medine’den ayrılmıştı. İşte bu Uhud savaşına o da Mekkeli müşriklerle birlikte katılmış, onları Müslümanlara karşı kışkırtmış ve savaş alanında üzerleri kamufle edilen tuzak çukurlarını o açtırmıştı. Savaşın başlarında Müslüman ordu birliklerine iyice yaklaşarak, Resulüllahı terk edip O’nu yalnız başına bırakmaları çağrısı da yapmıştı. Pek tabiidir ki onun bu çağrısına sadık sahabeler uymamıştı.[11]

Medine’ye döndüklerinde Yahudiler ve münafıklar Müslümanların başına gelenlere sevinçlerini göstermeye başlamıştı. Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arkadaşları, Müslümanlara:

“Eğer siz bizi dinleseydiniz, sizden öldürülen kişiler öldürülmezdi” diyorlardı. Resulüllah’la ashabının arasını açmak için her yola başvuruyorlardı. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, Yahudilerin ve münafıkların uydurdukları yalan haberlerin asılsızlığını açıklamak, Uhud savaşında meydana gelen olayların hikmetini beyan buyurmak için Âl-i İmran suresinde şu ayet-i kerimeleri indiriyordu. O ayetler: “Hani sen, müminleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erkenden, evinden ve ailenden ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten, her şeyi bilendir” ayetiyle başlıyor, “Kendileri evlerine oturup kardeşlerine: “Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi” dediler. De ki, Eğer doğru sözlü iseniz, ölümü kendinizden savın”[12] ayetiyle sona eriyordu.

Alınacak ibretler ve hikmet mesajları:

Ashabı Kiram için beklenmedik bir hayal kırıklığı ile sonuçlanan Uhud savaşı her asırdaki Müslümanlar için önemli dersleri özünde barındırıyordu. Bu savaşta Müslümanlara: düşmanla yaptıkları mücadele ortamında, zafere nasıl ulaşılacağını, hezimet ve dağılma tehlikelerinden nasıl korunulacağını öğreten pratik dersler öğretiyordu:

1- Yakinen biliyoruz ki, Resulüllah danışma ve dayanışmayı gerektiren her işte, ashabıyla müşavereye başvuruyordu. Fakat burada, Bedir Savaşı öncesinde vuku bulan müşaverede göremediğimiz ayrı bir özellik bulunuyordu. Hz. Peygamber (SAV), Ashabının önceki görüşlerinden vazgeçip, pişman olmalarına ve uygun gördüğü takdirde Medine’de kalmasını arzulamalarına rağmen; savaş hazırlığını bitirip, zırhını giydikten sonra, düşmanı karşılamak için Medine dışına çıkmakta kararlı davranıyordu. Hâlbuki Resulüllah (SAV) müşavere anında Medine’de kalma fikrine meylediyordu veya öyle görünüyordu.

Buradan anlaşılıyor ki, savaş için gerekli hazırlığı yaptıktan sonra ve Resulüllah (SAV) silahını alıp zırhını kuşandıktan sonra, artık işi yeniden münakaşa etmenin, istişare ölçülerini aştığını göstermek istiyordu. Özellikle de, müşavereyle birlikte, o kadar büyük bir sebat isteyen savaş kararlarında, yine savaş için gerekli hazırlığı yaparak Ashabının yanına çıktıktan sonra Resulüllah’ın, Medine dışında vuruşmayı ertelemesinden, bir irade zaafı ve bocalama anlamı çıkacaktı. Çünkü bu kararsız tavırlar anlamsız korku ve endişeden kaynaklanırdı. Bunun için, Hz. Peygamber (SAV) kavminin şamatasına ve kendi aralarındaki ithamlara aldırmaksızın kesin tutumunu belirten bir ifade ile onların sözüne: “Bir peygambere zırhını giydikten sonra, düşmanlarıyla savaşmadan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz” diyerek kararlılık sergiliyordu.

Evet, Lider konumundaki bir zatın, gerekli istişarelerden sonra, akli ve vicdani bir kanaate varıp, artık kararını açıkladıktan sonra, yapılan baskı ve itirazlar sonucu, o kararını geri alması bir zafiyet ve acziyet alameti sayılacak, ona duyulan itimat ve itibar sarsılacaktır. Ancak Uhud öncesi, Efendimiz Aleyhisselam, Zaten Medine’de kalıp savunma harbi yapmak taraftarıdır. Öyleyse neden böyle davranmıştır? Bizim kanaatimiz, Hz. Peygamber Efendimiz:

a) Hem böyle durumlarda hangi tavırların lazım, hangi davranışların yanlış olduğunu fiilen öğretmek üzere, ilahi kader senaryosunda mükemmel bir rol oynamaktaydı. Çünkü

“O, asla kendi hevasından konuşmayan (hikmetsiz iş yapmayan)”

“Ve sadece vahyolunana uyan” bir makamdadır. (Necm: 3-4)

b) Hem de, emre itaatsizliğin ve cihat ibadetinde dünyevi gayretler gözetmenin cezasını bizzat yaşayarak ashabına ve ümmetine göstermesi takdir edilmiş bulunmaktaydı.

c) Ayrıca, ileride imanla şereflenecek Halid bin Velid gibi, özünde büyük liyakat cevheri taşıyan ve hala müşrikler arasında bulunan birçok zevatın, Bedir’de kırılan guruları biraz okşansın ve İslam’a olan katı nefret duyguları yumuşatılsın diye ilahi kader onlara geçici bir başarı tattırmıştı” diyen Bediüzzaman’ın bu hikmetli yorumları, kaderin cilvesine ayna tutmaktaydı.

2- Bu savaşta münafıkların hali iyice açığa çıkmıştı, bu da doğaldı. Çünkü bu savaşın gaye ve hikmetlerinden biri de müminleri, aralarına katılmış bulunan münafıklardan arındırmaktı. Bunun arkasında da Müslümanlar için büyük faydalar saklıydı. Nitekim sonunda durum onların yararına tecelli etmiş olacaktı.

3- Hz. Peygamber (SAV), bu savaşta Müslümanların sayısının azlığına rağmen, gayrimüslimlerden yardım istemeye razı olmamıştı. İbn Sa’d’ın Tabakat’ındaki rivayetine göre, Resulüllah (SAV) şöyle buyurmuşlardı: “Ehli şirkten birine karşı, diğer ehli şirkten yardım istemeyiz.”[13] Müslim de şu hadisi aktarmaktaydı:

Resülüllah (SAV) Bedir günü, kendisiyle birlikte savaşmak için arkasından gelen bir adama: “Sen Allah’a inanıyor musun?” diye sordu. O da: Hayır, deyince, Resülüllah (SAV): “Öyle ise hemen geri dön. Ben ebediyyen bir müşrikten yardım istemem” buyurmuşlardı. Ulemadan büyük bir çoğunluk, buna binaen; savaşta kâfirlerden yardım istemenin caiz olmadığı görüşüne taraftardı. Bu hususta İmam-ı Şafiî, diğerlerinden ayrılarak şöyle buyurmuşlardı: “Devlet başkanı, kâfirin Müslümanlar hakkında iyi niyetli ve emanet sahibi olduğuna kanaat getirirse ve o andaki ihtiyaç, kâfirden yardım istemeyi de gerektirirse, yardım istenebilir. Aksi halde olmaz.”[14]

4- Resulüllah’ın, ashabının saflarını düzene koyarken, onlara savaş vaziyeti aldırırken, Müslümanların arkalarına gerekli muhafızları yerleştirirken ve okçulara savaş meydanındaki arkadaşlarının durumunu nasıl görürlerse görsünler; kendisinden bir emir almadıkça, kesinlikle yerlerini terk etmemelerini emrederkenki halini düşünerek diyoruz ki; bütün bunlar O’nun savaş anında gösterdiği askeri maharetidir. Resulüllah (SAV) savaş plânlarını ve taktiğini hazırlayıp uygulamakta, yani askeri kurmaylıkta önde gelmektedir. Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ O’nu bu sahada nadir bir dehayla desteklemiştir. Ancak biz biliyoruz ki, bu deha ve maharet, elbette O’nun semavî risâlet ve nübüvvetinin arkasından gelir. Resulüllah’ın savaş tekniğinde ve diğer işlerinde, oldukça mahir ve dâhi olmasını sağlayan şey, Nübüvvet ve Risâlet merkezidir. Nitekim aynı merkez O’nun her türlü zelle ve sapmadan uzak ve masum olmasını gerektirmiştir.

Resulüllah (SAV)’in özel olarak okçular için, genel olarak da ashabı için yaptığı o tarihi tavsiyelerin terkinden alınacak bir ibaret de, okçuların bir kısmının Resulüllah’ın direktiflerinden çıkmaları sonucu yaşanan hezimettir. Sanki Resulüllah (SAV), daha sonra meydana gelecek olan bu olayın perde arkasını, Nübüvvet feraseti veya Allah’tan gelen bir vahiyle görmüştü de, birtakım tavsiye ve emirlerle onu izhar ve Ashabını önceden ikaz ediyordu. Sanki Hz. Peygamber, ashabına hitaben: nefislerindeki düşmana, nefislerinin arzularına ve nefislerinde bulunan ganimet ve mal tutkusuna açık bir uyarıda bulunuyor ve canlı bir tatbikat yaptırıyordu. Neticesi ne olursa olsun, bu manevra büyük bu fayda ve mana ifade ediyordu. Bazen menfi bir netice müspet neticeden daha fazla yarar sağlıyordu.

5- İyi düşününce Müslümanlarla düşmanları arasında devam eden bu savaşın iki devrede sürdüğü anlaşılıyordu:

Birinci devre: Bu bölümde Müslümanlar görev konumlarına ve komutanlarından aldıkları buyruklara sahip çıkıyordu. Bunun semeresi ise, Müslümanlar zafere doğru ilerlerken müşriklerin saflarında hezimet beliriyor, üç bin kişinin kalbini korku sarınca, hemen yerlerini terk edip, arkalarına dönüp kaçmaya başlanıyordu. Şu ayeti kerime işte bunu açıklıyordu: “Andolsun ki Allah size verdiği sözde durdu. O’nun izniyle kâfirleri kırıp biçiyordunuz…” (Al-i İmran: 152)

İkinci Devre: Bu devrede ise Müslümanlar nöbet ve görev yerini izinsiz terk ediyor, kaçan düşmanların işini bitirmek, bırakılan eşyaları ve malları ganimet olarak devşirmek için müşriklerin arkasından koşmaya başlıyordu. Özellikle okçular üstlendikleri dağın tepesini bırakıp mal ve ganimet peşine düşüyordu. Belki de onlar şöyle düşünüyordu: .Demek ki, Resulüllah’tan aldıkları emirler sona ermiş bulunuyordu. Bu anlayışla da, onlar yerlerini terk etmek için Resulüllah’tan izin gelmesini bekleme ihtiyacını duymadan, tepeden inmeye karar veriyordu. Bu onların bir içtihadıydı. Ama başlarındaki komutan Abdullah bin Cübeyr ile birkaç arkadaşı onların bu içtihadına karşı çıkıyor ve uyarıyordu. Fakat onlar ganimet almak için arkadaşlarına katılmaya koşuyordu. Peki, bunun neticesi, yakalanan zafer, hezimete dönüşüyordu.

Müşriklerin kalplerini saran bu korku, yeni bir atılıma dönüşüyordu. Kaçmak üzere olan Halid bin Velid için de birdenbire hile ve tuzak yolları açılıyordu. Daha önce tahkim edilmiş olan tepeyi muhafızlardan ve nöbetçilerden boşalmış görünce kafasında aniden askerî bir fikir şimşek gibi parlıyordu. Yanındaki müşrik askerlerle birlikte dağın arkasını dolaşır dolaşmaz, aşağıya inmeyip tepede kalanları hemen şehit ediyordu. Ardından Müslümanları arkalarından ok atarak bozguna uğratıyordu. Gördüğünüz gibi, bu sefer de korku Müslümanların gönlünü kuşatmaya başlıyordu. Şu ayet-i kerime de savaşın bu bölümüne işaret ediyordu:

“Andolsun ki Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip yılgınlık gösterdiniz, verilen emir hususunda çekiştiniz ve isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı, kimi âhireti istiyordu. Derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. Andolsun ki Allah sizi (zafiyetinizden dolayı) bağışladı. Allah’ın inananlara nimeti boldur.”(Al-i İmran: 152)

Bakınız, bu hatanın vebali ne kadar büyük, neticesi de ne kadar ağır yük oldu; İslâm ordusunda az sayıdaki kişilerin hatası, hepsinin başına ne kötü bir akıbet getiriyordu. Hatta o vebalin neticesinden, Resulüllah (SAV) bile kurtulamıyor, ne çetin durumlara düşüp katlanıyordu. Kâinatta Allah’ın kanunu budur. Bu ordunun içinde Resulüllah’ın bulunması bile, o kanunun işlemesine engel olamıyordu.

6- Bu savaşta, Resulüllah’ın birçok eziyetlere uğradığını, başının yaralandığını, kesici dişinin kırıldığını, kanın yüzünde iz yaparak aşağıya doğru aktığını ve birçok meşakkatlere katlanıldığını görüyoruz. Bunların her biri, Müslümanların, komutanlarının emirlerinin dışına çıkmalarından ve dünyalık heveslere kapılmalarından dolayı meydana gelen hatanın sonuçlarından bazılarıydı. Fakat Müslüman ordunun saflarında Resulüllah’ın öldürüldüğü haberinin yayılmasındaki hikmet daha başkaydı.

Müslümanların Resulüllah’a ve O’nun kendi aralarında bulunmasına olan düşkünlükleri, kendileri için bir kuvvet kaynağıydı. Öyle ki onlar, Resulüllah’ın ayrılığını bile tasavvur edemiyorlardı ve ondan sonra kendileri için bağlanılacak bir kudreti akıllarından bile geçiremiyorlardı. Böyle olunca da, Resulüllah’ın vefat olayı, onlar için akla getirilmeyen bir olaydı. Sanki onlar, akıllarından bunun hesabını siliyorlardı. Şüphesiz ki onlar, Resulüllah’ın gerçek ölüm haberi ile bu uykularından uyanmış olsalardı, ebetteki bu haber onların yüreklerini hoplatır, inanç dünyalarını sarsıntıya uğratır ve birçoklarının gönlünde O’nun yüceliğini yıkardı.

İşte bu savaştaki büyük askerî dersler arasında “Resulüllahın öldürüldüğü” şeklindeki yalan haberin yayılması, Müslümanların inanç ve iradesini deneme olması bakımından insanı dehşete düşüren bir hikmet ve ruhi eğitim hedefi gözetiyordu. Çünkü Müslümanların ta baştan beri nefislerini alıştırmaları gereken bir konuda denenmeleri ve disiplinize edilmeleri gerekiyordu. Yani Resulüllah aralarından çekilince, tabanları üzerine geri dönmemelerinin gerektiği öğretiliyordu. Bu gerçeğe alışıp olgunlaşsınlar diye böyle takdir ediliyordu. Müslümanların çoğunun, Resulüllah’ın öldüğü şeklindeki haberi duyunca gösterdikleri yılgınlık ve şaşkınlığı açıklamak için de şu ayet-i kerime nazil olmuştu:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmişti. Şimdi O, eceliyle ölür veya öldürülürse, siz ökçelerinizin üzerine gerisin geri mi döneceksiniz? Kim böyle ökçeleri üzerinde arkaya dönerse, elbette Allah’a hiçbir şeyle zarar vermiş olamaz. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Al-i İmran: 144)

Resulüllah, fiilî olarak Refîk-i A’lâ’ya kavuştuğu gün bu dersin müspet neticesi ortaya çıkacaktı. Şu Uhud şayiası hakkında inen Kur’an ayeti, Müslümanları uyandırmış ve onları mutlak hakikate hazırlamıştı. Müslümanlar bu şuura ererek, üzüntülü kalpleriyle, Resulüllah’ı ebedî yolculuğa uğurlamıştı. Sonra dönüp, kendilerine bırakılan emanete sarılmışlardı: O emanet, Allah uğrunda cihat, İslâm’a davet ve hakkı hâkim kılma davasıydı. Müslümanlar artık daha kararlılıkla, Allah’a olan tevekküllerinde ve akidelerinde daha sağlam bir bağlılıkla cihat ve davet emanetini yerine getirmeye çalışacaklardı.

7- Bu savaşta Muhacirler ve Ensar’ın ilkleri ve ileri gelenleri pek büyük fedakârlıklar göstermişlerse de harp ve darp ile pek de ilişkisi ve tecrübesi olmayan ashabın çoğu büyük bir çaresizlik sergilediğinden, İslam ordusu dağılmış, hatta Peygamber Efendimiz bir aralık yalnız kalmıştı. Bunun üzerine Kureyşiler, Hazret-i Peygamber’in üzerine hücuma kalkışıp etrafını sarmışlardı. Ashabın fedakârları ise diğer koldan hücum edenlerle uğraşıyorlardı. Peygamber Efendimiz dudağından ve yanağından yaralanmış, zırhının iki halkası kopup yüzüne batmıştı.

İmam-ı Ali’nin yetişmesi üzerine saldıranlar kaçmıştı. Ardından müşrikler den bir fırka tekrar Hazret-i Nebi’ye hücuma kalkmıştı. İmam-i Ali bunlara da karşı koyarak reislerini öldürmüş, diğerlerini kaçırmıştı. Sonra yine bir fırka ile saldırdılar. Hz. Ali onları da, reisleri Hişam’ı öldürerek dağıtmıştı. Da sonra sıra ile gelen birçok fırkaların reislerini ve en cesur fertlerini kılıçtan geçirerek Resulullah Efendimizi korumaya çalışmış, yedi sekiz defa Hazret-i Nebi’nin hayatına kastedenleri bozguna uğratmıştı.

Kureyş’in artık şiddet ve saldırılarına devam etme takati kalmamış ve Ashabı Kiram da Cenabı Nebi’nin yanına koşmaya fırsat ve vakit bulup toparlanmıştı.[15]

Hz. Ali gibi, 23 yaşında bulunan ve zırhını giydiğinde Peygamber Efendimizi andıran ve zaten, müşriklerce Hz. Muhammed sanılarak hücuma uğramaktan ve kolu kanadı doğranıp şehit olmaktan, yani Resulüllahın yerine kurban olmaktan yüksek bir manevi zevk duyan İslam sancaktarı Mus’ab b. Ümeyr ve Nesibe Hatun olarak bilinen kahraman hanım sahabiyeler vücutlarını Kâinatın Efendisine siper yapmışlardı. Zaten Resulüllah SAV “Ben kendisine ana babasından, evlatlarından, hanımından, diğer bütün insanlardan daha sevgili ve değerli olmadıkça ve bu uğurda canı dahil her şeyini fedaya hazır bulunmadıkça hiçbiriniz hakkıyla iman etmiş sayılmaz” (Hadis, Buhari ve Müslim) buyurmuşlardı.

Aynı yüksek fedakârlığı, Hicret esnasında, Resulullah zannıyla param parça edilme ihtimaline karşı, Efendimizin cübbesini giyinip yatağına uzanan Hz. Ali bizzat gösterip, bu sevgisini kanıtlamış ve yine “Hz. Musa’ya inanıp tabi olmaları halinde, Firavun tarafından kol ve bacaklarının çaprazlama koparılmaları, idam edilip asılmaları ve her türlü makam ve menfaatten mahrum bırakılmaları tehdidi karşısında “senin hükmün ancak bu dünyada geçer. Biz hakikati bulduk ve senden korkmuyoruz” diyen mümin sihirbazlar ortaya koymuşlardı. İşte bu en yüksek ve örnek gayreti İslamiyet, velayet ve veraseti Nübüvvet ve reisi Ehlibeyt makamında hiç kimse Hz. Aliye (RA) ulaşamayacaktı ve Hak davanın her asırdaki Alileri, gafiller ve cahillerce dönemin delileri sayılacaktı. Ve zaten Allah aşkına ve dava hatırına deli divane olmadan velilik (Allah’ın dostluğuna ve yakınlığına erişmeklik) imkânsızdı.

8- Resulüllah’ın ashabıyla birlikte Medine’ye döner dönmez, tekrar düşmanı takip etmek için Medine’den çıkmaya hazırlanması; Uhud savaşının bize vereceği en önemli dersler arasındaydı. Yani hiçbir yenilgi müminleri yılgınlığa atmamalıydı. Çünkü “Allah hezimet ve galibiyet dönemlerini insanlar arasında sıra ile dönderip dolaştırmaktaydı”[16] Ve yine zaferin ancak sabırla ve kutsal gayeyi hedef yapmakla elde edileceği gerçeği de şüpheye imkân bırakmayacak şekilde açığa çıkmaktaydı.

Resulüllah (SAV), daha dün savaşta kendisiyle birlikte bulunan Ashabına; ağır yenilgi ve yaralar aldıkları, büyük acılar ve sıkıntılar yaşadıkları, üstelik henüz evlerinde dinlenip şaşkınlık ve perişanlığı üzerlerinden atamadıkları halde; toplanıp düşmanı takip etmeden Sahabenin dağılmasına ve kâfirlerin cesaretlenip yeniden hücuma kalkışmasına fırsat tanımamıştı. Ve Sahabei Kiram bu vaziyette bile hemen Resulüllah’ın ardına düşüp, henüz kafalarında zafer sarhoşluğunun ateşi yanan müşrikleri takibe çıkmışlardı. Tabii ki bu sefer aralarında ganimet veya dünyevî bir maksat taşıyan kişiler bulunmamaktaydı!?

30 Ağustos Zaferi nasıl kazanıldı ve Atatürk’ün ilham kaynağı?

Yunan ordusu Afyon’u bir nevi girilmez hale getirmiş, mayınlı tel örgüler, topçu mevzileri ve makineli tüfek nöbetçileriyle savunmasını güçlendirmişti. Eskişehir-İzmir demiryolu ile Mudanya deniz iskelesi ellerindeydi. İstihbarat ve gözetleme yapan bir sürü keşif uçağı ve tam dört bin zırhlı kamyonla lojistik üstünlüğe sahipti. Başta İngiltere tüm Haçlı Avrupa ve Amerika onları desteklemekteydi. 280 bin kişilik Yunan ordusuna karşılık, Türk askeri birlikleri 180 bin kişiydi.

Mustafa Kemal dahice ve bazılarına göre delice bir saldırı planı hazırladı. 90 (doksan) bin kişilik 1. ordumuz, 30 bin kişilik Yunan özel karargâh birliğine ani bir yarma harekâtı başlatacak, onlar şaşkınlık ve perişanlık içinde kuşatılınca, böylece bunların cephedeki 230 bin kişilik Yunan ordusuna takviye yolları tıkanacaktı. Tam bu sırada 80 bin kişilik 2. ordumuz ise 230 bin kişilik Yunan ordusuna saldıracak, onlar arkadan takviye beklerken Türk ordusunca sarıldığını gören, hem önden hem cephe gerisinden bu ani baskınla çözülen ve panikleyen Yunan ordusu için yenilgi kaçınılmaz olacaktı. Mustafa Kemal hem 1. Ordu komutanı Nurettin Paşa gibi bazı komutanların zafiyet hatta art niyetlerinin yol açtığı eksikleri-gedikleri tamamlayacak, hem de bu dahiyane planla Yunanlıların ve tabi arkalarındaki Haçlı Avrupa ve Amerika’nın hesaplarını boşa çıkaracaktı. Daha sonraları birçok vesile ile ve özellikle Hz. Peygamberimize dil uzatmaya yeltenenlere Atatürk, bu üstün savaş stratejileri ve taktikleri konusunda, örnek aldığı ve hayran kaldığı yüce şahsiyetlerin başında İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in geldiğini vurgulayacak; Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarındaki Nübüvvet ferasetinden kaynaklanan yüksek strateji ve harp siyasetini, ayrıntılarıyla aktaracaktı. Hatta fazlasıyla pervasız ve tedbirsiz davrandığı için kendisini uyaran korumasına Atatürk, gür bir sesle: “Uhud Savaşında Hazreti Resulüllah düşmana yalnız gitti. Neyine güveniyordu? Neye sığınıyordu? Hazreti Allah’a değil mi? Ben de Allah’a sığınıyorum. Rahat bırak beni!..”[17] diye çıkışmıştı.

Ve özellikle hatırlatalım ki, Büyük Taarruz öncesi bütün orduya, su bulunmazsa toprakla teyemmümle, ama mutlaka gusül abdesti aldırılıp Kur’an ve dualar okutularak, İslam inancı ve şehadet heyecanıyla düşmana saldırılmıştı. Çünkü İslam, Aziz Milletimizin birlik ve dirlik mayası, şehitlik duygusunun ve sonsuz hayata ve huzura ulaşma arzusunun yegâne kaynağıdır.

 



[1] İbn Hişam, s. 558 ve müt.

[2] Buhârî, Sahih: 5/31; Nisa suresi, ayet: 88.

[3] İbn Sa’d, Tabakatül-Kübrâ: 3/80; İbn Hişâm, es-Siyre: 2/65.

[4] İbn Hişâm, s. 555-638 ve muk. ed. s. 607

[5] A.g.e, s. 571; Makrizi, s. 125-26

[6] Makrîzî, I, 147; Muhabbar, s, 404

[7] İbn Hişâm, s. 582-83; “Hanzele, Hanzele’ye mukabildir” cümlesi, Câhiz’in “Osmâniyye” adlı kitabında kayıtlıdır

[8] İbn Hişâm, s. 583

[9] İbn Hişâm, s. 589-90

[10] Bkz: İbn Sa’d: Tabakat, İbn Hişam: Siyret, Taberi Tarih

[11] A.g.e., s. 561-62

[12] Al-i İmran suresi, ayet: 121-168.

[13] Bazen şöyle denilebilir: Müslümanlarla birlikte savaşa katılmaları teklif edilen bu kişiler, ehl-i kitap olan Yahudilerdir. O halde Resûlüllah (s. a.v.) onları ehl-i şirk olarak nasıl isimlendirmiştir? Cevab: Onlara şirk Tabirinin izafe edilmesi, Allah’ın Zat’ı, sıfatları ve iman hakikatleri konusundaki taşkınlık ve sapkınlıkları nedeniyledir.

[14] Bkz: Mugni’l-Muhtâc: 4/221.

[15] Bak: Kısası Enbiya, Ahmet Cevdet Paşa, c. 1, sh. 137)

[16] (Al-i İmran: 140)

[17] H. Galip Hasaan Kuşçuoğlu, http://www.galibi.com/Userfiles/Html/hicap.htm

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
2 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
İsmail Ata

Uhud Savaşından Alınan Dersler ve Ahir Zaman
Allah razı olsun. Hakikat penceresinden bakmanın farkı bu olsa gerek. Yıllardır tarihi olayları özellikle Siyer-i Nebi’yi olaylar ve tarihsel akış içerisinde anlatan fakat dinleyende hep bir boşluk-eksik kalma hissi uyandıran anlatımların sığlığı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Yani olaylara oluş şekli, süreci ve çıkarılacak derslerin yanında Hakikat ve hikmet nazarıyla bakmadan o eksiklik doldurulmuyor. Uhud Savaşı dersinde bunu daha iyi tahayyül etmiş olduk. Feraset ve basiretinize kurban. Allah razı olsun.

kimyager

kayna
Allah Razı olsun çok güzel.

ÖZEL YAZILAR

YORUMLAR

Son Yorumlar
2
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx