YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6621167524c5d
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 3 0
Bugün : 18765
Dün : 32103
Bu ay : 443800
Geçen ay : 453014
Toplam : 23222764
IP'niz : 18.116.40.177

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Amerika ve İsrail İran'a karşı harekete geçme hesap ve planları içindeyken Türkiye'nin Vaşintong'a destek verip vermeyeceği sorusu önem kazanıyor. Ankara'nın, İran'ın nükleer silah elde etmesinden orta vadede rahatsız olmasını gerektirecek ihtimaller hesaba katılsa bile, bunu ön plana çıkarmanın doğru olduğu söylenemez. Ama Türkiye'nin Washington Büyükelçisinin: "Türkiye'nin bundan rahatsız olduğunu" dile getirmiş olması manidar. Dışişleri Bakanı Gül'ün doğrudan ve dolaylı olarak; "İran'a karşı Türkiye'nin kullanılamayacağını" söylemekten dahi sakındığı bir dönemde, üst düzey bir bürokratın bunları konuşması: Amerika ile gizli bir mutabakatın olduğu anlamına mı gelir?

 

İran'ı ne zaman ve nasıl vuracaklar(mı)?

2006 yılında İran'a karşı Amerika'nın kendi başına veya İsrail ile birlikte havadan harekete geçme ihtimali güçlü. Ahmeninecad'ın İsrail'in yokedilmesi ve/veya Avrupa'ya taşınması yönündeki önerileri Batı kamuoylarını bu ülkeye karşı harekete geçme senaryosuna hazırlama işine yardımcı oluyor.

İran'ın nükleer silah temin etme çalışmalarının oldukça ilerlemiş olmasından şüphe ediliyor. Hatta bazı iddialara göre İran test etmediği nükleer silahlara sahip de olabilir. Veya test edilmemiş bombalardan elde etmiş olması da bir ihtimal. Amerika ve İsrail çevrelerinin kanaati, bu ülkenin, İsrail'in bir hava akınıyla etkisiz hale getirilen Irak'ın başına gelenlerden ders aldığı yönünde. Dolayısıyla aynı işi yapan birden fazla tesis kurmuş ve bunları da belirli bir yere toplamak yerine ülkenin geniş bir alanına yaymış.

Böylece bir hava harekâtıyla devre dışı bırakılmasının önünü almaya çalışıyor. Hatta bunların bir kısmını yeraltında ve üzerinde askeri birliklerin bulunduğu alanlarda inşa etmiş. Bu sayede Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun teftişlerinden kurtulabiliyor. Çünkü UAEK sadece sivil bölgeleri denetleyebiliyor. Amerika Irak'ta tam bir bataklığa saplanmış olmasına rağmen İran'a karşı hava harekâtı yapmaya mecbur hissediyor kendisini; çünkü nükleer bir İran bölgedeki siyasi yapıyı kökten etkileme kabiliyetine sahip olacak.

Nükleer bir İran varken Irak'ı bölmek zorlaşır. Irak'taki Arap devleti tamamen Tahran'ın etkisi altında kalır. Kuveyt, Bahreyn, Umman, Katar ve hatta Suudi Arabistan gibi ülkelerin Washington ile bu kadar sıkı fıkı olmaları kolay olmaz. Suriye'yi itip kakma ihtimalleri azalır. Hali hazırda 150 ila 200 milyar dolar civarında net rezervi olan ve petrolden yıllık doksan milyar dolardan fazla gelir elde eden bir İran'ın nükleer güç olması bölge siyasetini toptan etkiler.

Bu işten en fazla İsrail'in ve dolayısıyla Amerika'nın rahatsız olduğuna şüphe yok. Ancak Amerika'nın Irak'ta saplandığı bataklık ve yaptığı rezillikler İran'ı içerden karıştırmasını hemen hemen imkansız hale getirdi. Tam tersine, Irak hadiseleri İran'ı birleştirdi denilebilir. Ahmedinecad'ın seçilmesinde Irak'ta Amerika'nın yaptıklarının şu veya bu şekilde etkisi olmuştur.

Amerika ve İsrail İran'a karşı harekete geçme hesap ve planları içindeyken Türkiye'nin Vaşintong'a destek verip vermeyeceği sorusu önem kazanıyor. Ankara'nın, İran'ın nükleer silah elde etmesinden orta vadede rahatsız olmasını gerektirecek ihtimaller hesaba katılsa bile, bunu ön plana çıkarmanın doğru olduğu söylenemez. Ama Türkiye'nin Washington Büyükelçisinin: "Türkiye'nin bundan rahatsız olduğunu" dile getirmiş olması manidar. Dışişleri Bakanı Gül'ün doğrudan ve dolaylı olarak; "İran'a karşı Türkiye'nin kullanılamayacağını" söylemekten dahi sakındığı bir dönemde, üst düzey bir bürokratın bunları konuşması: Amerika ile gizli bir mutabakatın olduğu anlamına mı gelir?

Bunları bilmiyoruz. Ama bildiğimiz, AKP hükümetinin Washington'un çizgisinden çıkmasının oldukça zor olduğudur. Yüksek cari açığın tamamen sıcak parayla finanse edildiği ve sıcak paranın da büyük ölçüde Amerika'dan geldiği veya getirtildiği bir ortamda AKP hükümeti istese de Amerika'ya ‘hayır' diyemeyebilir. Dolayısıyla İran'ın Türkiye'yi rahatlatacak ve dolaylı yollardan AKP'yi güçlü kılacak senaryolara katkıda bulunması beklenir.

Örneğin AKP hükümetinden talep gelmemesine rağmen İran'ın KKTC'yi tanıyacağını açıklaması Türk halkını kendi yanına çeker ve AKP hükümetinin Amerika yanında yer almasını imkânsız hale getirir. Irak'ta Kürt devletine izin verilmeyeceği yönünde İranlı yetkililerin açıklamalar yapması ve Türkiye'yle işbirliğine girişmesi aynı şekilde Türk halkının desteğini alır. Tahran yönetimi, sadece AKP hükümetinin kendilerine fısıldadığı lafları güvence sayarak hareket eder ve Türkiye'nin Amerika'nın yanında yer almayacağını ümit ederse yanlış yapar. Daha kapsamlı düşünmeli.[1]

Ankara, "Mavi Rüya"dan uyanacak mı?

Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan bunalım, Mavi Akım'a ilişkin endişeleri haklı çıkardı. "Mavi Rüya"(!), kabusa döneceği uyarısını şimdiden yaptı. Avrupa tedirginlik içerisinde…

Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan enerji bunalım, Türkiye'nin enerji geleceğini teslim etmenin ne gibi sonuçlar doğuracağını şimdiden gösterdi. Ankara'yı uyandırması gereken, Avrupa'yı titreten gelişme İngiliz basınının gündemine oturdu. BBC'nin Türkçe internet sitesi "www.bbc.co.uk/turkish" adresinde yer alan basın özetlerine göre, Daily Telegraph gazetesi, "Putin Avrupa'yı titretiyor" başlıklı haberinde, "Rusya soğuk savaş dönemini hatırlatan bir kararla Ukrayna'ya doğalgazı keserek Avrupa'yı bir enerji krizinin eşiğine getirdi. 

Rusya Avrupa'daki müşterilerine doğalgazın büyük bölümünü Ukrayna'daki boru hattı şebekesiyle ulaştırıyor. Kriz devam ettiği sürece, doğalgaz ihtiyacının dörtte birini Rusya'dan karşılayan Avrupa'da yakıt fiyatları artacak. Ukrayna krizinden sonra birçok ülke doğalgaz için Hollanda ve Norveç'e yönelecek. Bu da fiyatları oynatacak" ifadelerine yer verdi.

Guardian gazetesi de Rusya'nın Ukrayna'ya vanaları kapamasından sonra bazı ülkelere gönderilen doğalgaz miktarının azalmaya başladığını belirtti.  Rus yetkililere göre, bu durum, Ukrayna'nın Avrupa'ya giden doğalgazı kendi ifadeleriyle "çalmasından" kaynaklanıyor. Moskova'ya göre, Ukrayna, "hat kirası" olarak Avrupa'ya giden doğalgazın bir bölümüne el koyuyor.

Rusya Dışişleri Bakanlığı, Ukrayna'nın Avrupa'ya giden doğalgazı kesintiye uğratması halinde bunun sonuçlarına katlanması gerekeceği uyarısında bulundu. 

Times gazetesi ise Moskova'nın doğalgazı siyasi baskı unsuru olarak kullandığı yorumunu yaptığı haberinde, "Kremlin'in muhaliflerine göre, gaz sevkıyatının durdurulması, 2004'te Turuncu Devrim'le iktidara gelen ve Ukrayna'yı Moskova'nın nüfuz alanından çıkarma sözü veren Batı yanlısı Yuşçenko yönetimini cezalandırmayı amaçlıyor.

Ukrayna: Rusya şantaj yapıyor

Ukrayna, kendisine doğalgaz vermeyi kesen Rusya'yı şantaj yapmakla suçladı. Ukrayna Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, Moskova'nın, doğalgaz vanalarını kısarak Ukrayna'da ekonomik istikrarı yıpratma eğiliminde olduğunu gösterdiği ileri sürüldü. Açıklamada, ''Ekonomik baskı yaratma amacı taşıyan şantaj senaryosu başladı'' denildi ve Rusya'nın uygulamaya koyduğu bu kararla, Ukrayna ekonomisini zarara uğratma ve doğalgazın Avrupa'daki tüketicelere ulaşmasını engelleme amacında olduğu belirtildi.

70 milyonun alın teri yine 3 bin kişiye akacak mı?

Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ertan Yülek, 2006 bütçesinde faize ayrılan paranın yanında yatırıma ayrılan payın bütçe genelinde sadece yüzde 7 olduğuna dikkat çekerek, "Bu hükümet geldi geleli ve gidinceye kadar ekonomi yönetimini, bütçesini IMF'ye teslim etmiştir. Hiçbir orijinal, ekonomik politikası yoktur, olmayacaktır.  Bu bütçe halktan aldığını, halka verme değil, borca verme bütçesidir" dedi.

Dün partisinin genel merkezinde bir basın toplantısı düzenleyen Yülek, 2006 bütçesini değerlendirdi. TBMM'de 2006 yılı bütçesinin hiç de yakışık olmayan bir ağız dalaşı içinde kabul edildiğini belirten Yülek, bütçenin aslı üzerinde hiçbir ciddi tartışmalar olmadığını belirten Yülek, 2006 yılı bütçesinin ne Başbakan ne muhalefet başkanına yakışan bir üslup içinde argo kelimelerin çok yer aldığı bir görüşme olduğunu aktardı.  Yülek, önderlerin, halka seçtiği kelimelerde örnek olması gerektiğini, aksi halde ‘üç nokta' diyerek, dikkatleri oraya toplayıp birçok temel meseleleri perde arkasında bırakmanın doğru olmayacağını ifade etti. Yülek, 1995 – 96 – 97'de Erbakan'ın bütçe tenkitlerinde kimseye hakaret etmeden, rakamlarla, grafiklerle, şemalarla, kaynaklarla, projeleriyle bütçe görüşmeleri gerçekleştirdiğini hatırlattı.

2006 yılı bütçesinin 157 milyar YTL (157 katrilyon TL) olduğunu, bunun 46 katrilyon lirasının yani, (46 milyar YTL)'si faize gittiğine dikkat çeken Yülek, bütçenin 40,5 milyar YTL'sinin maaş, ücret ve sosyal giderlere giderken, sadece 10,7 milyar YTL yatırıma gittiğini, dolayısıyla bütçenin % 7'si yatırıma gittiğini vurguladı. 2006 yılında toplanacak vergilerin % 11'lik artışla, 118 milyar YTL olacağını,  enflasyonun % 5 olacağı 2006'da iki mislinden fazla da vergi toplanacağını anlatan Yülek, "Üstelik bu verginin % 70'i dolaylı vergi, yani zenginin de, fakirin de, işsizin de ödediği vergidir. Sen memura, emekliye % 5 zam yapacaksın, çiftçinin gelirini azaltacaksın, ama vergileri artıracaksın, bu mu bütçe? Bu bütçe bir "formalite bütçesi"dir. IMF'nin dikte ettirdiği bütçedir. Bu hükümet geldi geleli ve gidinceye kadar ekonomi yönetimini, bütçesini IMF'ye teslim etmiştir. Hiçbir orijinal, ekonomik politikası yoktur, olmayacaktır.  Bu bütçe halktan aldığını, halka verme değil, borca verme bütçesidir. Bu hükümetin bütün derdi, iç ve dış borcun faizini gününde ödemedir" diye konuştu.

AKP döneminde en yüksek faiz ödemesi

Mecliste hükümet sözcülerinin söyledikleri ile rakamları nasıl çarpıttığını bildiren Ertan Yülek sözlerini şöyle sürdürdü:

"Deniliyor ki, her bir puan faiz indirimi, 1,5 milyar dolar daha az faiz ödemesine sebep oluyor. Böylece 50 puanlık faiz indiriminin 70 milyar dolar az faiz ödemesine sebep olduğu söyleniyor.  İlk bakışta doğru gibi ama, 41 aylık Anasol-M döneminde 112,6 milyar dolar faiz ödenirken 37 aylık AKP hükümeti döneminde 115,6 milyar dolar faiz ödenmiştir. Eğer enflasyonu, reel faizi düşünürsen, hükümetin söylediği rakam bir aldatmacadır. Üçlü koalisyon döneminde ayda 2,7 milyar dolar ödenirken, AKP döneminde bu rakam 3,1 milyar dolara çıkmıştır.  Ama kötüyle kötüyü değil, iyiyle kötüyü mukayese edelim. Refahyol dönemi son on yılın en az faiz ödenen dönemi olmuştur.  1997'de ayda 1,36 milyar dolar faiz ödenmiştir. Sayın Erdoğan 2002'de 51,9 katrilyon TL faiz ödendiğini, 2005'te 46,4 katrilyon ödendiğini söylüyor, Oysa 2002'de 35 milyar dolar faiz ödenmiş. 2004'te 40 milyar dolar faiz ödenmiş, 2005'in 11 ayında da 31 milyar dolar faiz ödenmiştir.

Yine Sayın Erdoğan 2,598 dolar olan Milli Geliri 5.000 dolara çıkardık diyor. 1997 – 98'de 3 bin 300 dolardı milli gelir. GSMH'yi 275 milyar dolardan 4485 milyar YTL'ye çıkardık diyor. Bu büyümeden kim nasiplenecek? Çiftçinin, işçinin, memurun, işsizin, esnafın geliri mi arttı? Hayır.

70 milyon 3 bin kişiye hizmet ediyor

Türkiye'de 80 milyon banka hesabı var. 3 bin  kişinin bankalardaki hesabı tüm mevduatın % 30'unu ihtiva ediyor. Yani 70 milyon insan 3 bin  kişiye hizmet ediyor. Sayın Başbakan, dün vatandaş bir simit yerken, şimdi yanında bir çay içebiliyor diyor. Yani millet hala simit ve çaya mahkûm. Esasında insanlar eskiden yediği simidi bile şimdi ağız tadıyla yiyemiyor.

Asgari ücretle alınacak şeylerin hesabı da bir çöküntünün belirtisi. Çiftçi ne hale geldi bilmiyor. Bakınız traktör satışlarındaki artış, 2 – 3 yılın beklentisi sonucu ortaya çıktı.  Ama 2 yıl evvel 55 ton buğdayla, 1 traktör alınırken, şimdi 90 ton buğdayla 1 traktör alınıyor.

Üç yıl evvel 5 kg buğdayla, et – mazot alınırken, şimdi 8 kg buğdayla 1 litre mazot alınıyor. İki yıl evvel 5 kg portakal ile 1 litre mazot alınırken, şimdi 20 kg portakalla 1 litre mazot alınıyor. Refah yol döneminde asgari ücretle 42 mutfak tüpü alınırken, şimdi 11 tüp alınıyor.

Sayın Başbakan ülkede 3 milyon işsizin simit alacak parası yok, nüfusun % 35'inin geliri geriye gitmiş. Dün bir simit alan çiftçi şimdi onu da alamıyor.

Türkiye'nin teslim alındı mı?

Hükümet ile TÜSİAD arasında geçtiğimiz günlerde yaşanan gerginlik sırasında gözler önce borsaya, sonra da döviz ve faize çevrildi. Çünkü Türkiye'nin geçmişte yaşadığı bir tecrübesi vardı; Bülent Ecevit Başbakanlığındaki hükümet ile Cumhurbaşkanı Sezer arasında yaşanan gerginlik sonrası Türkiye çok ciddi bir ekonomik krize girmiş, döviz deyim yerindeyse patlamış, faizler fırlamış, borsada hiç tahmin edilemeyen gelişmeler yaşanmıştı.

Bu tecrübeyi bilenler, hükümet/TÜSİAD gerginliğinden de böyle bir tablo beklediler. Ama nedense bu defa geçmişte yaşandığı gibi olmadı, sıcak para ülkeyi bir gecede terk etmedi, döviz ve faizler bu gerginliği pek umursamadı.

Hükümet üyelerine sorarsanız, bunu ülkede sağlandığı iddia edilen istikrar ortamına bağlıyorlar. Ben bu görüşe katılmıyorum. Hükümet ile TÜSİAD arasında yaşanan siyasi gerginliğin ekonomiye yansımamasını, aslında ekonominin dümeninin hükümetin elinde olmadığının göstergesi olarak yorumluyorum.
Türk ekonomik sistemi, dış güçler tarafından teslim alınmıştır. Hükümet ekonominin işleyişinde ve karar mekanizmalarında olması gerektiği gibi aktif değildir.

Türkiye'nin bankaları birer ikişer yabancı şirketler tarafından satın alınmakta, finans sektöründe kontrol yabancılara geçmektedir. Borsada işlem gören önemli hisselerin çoğunluğu da yabancıların elinde bulunmaktadır.

Özelleştirmelerden aslan payını da yabancı şirketler almakta; Telekom, cep telefonu şirketi, petrol, demir-çelik, elektrik gibi stratejik alanlarda yabancıların ağırlığı giderek artmaktadır.

Ecevit hükümeti döneminde yaşanan siyasi kaynaklı krizin anında ekonomiye yansıması, sıcak paranın güven sorunu yaşayarak ülkeyi terk etmesi aslında, Türkiye'nin ekonomisi üzerinde karar verici konumda olduğunu da gösteriyordu. Çünkü yabancılar ekonomik işleyişi etkileyemedikleri ve ne olacağını kestiremedikleri için risk almayarak çareyi ülkeyi terk etmekte buluyorlardı.

Ama bu defa siyasi kaynaklı bir kriz karşısında geçmişte gösterdikleri tepkiyi göstermediler. Yabancı yatırımcılar hemen hiç tedirgin olmadı, paralarını dövizde, faizde, borsada tutmaya devam ettiler.
Bu durum karşısında sevinmek mi, yoksa endişe mi duymak gerekir?

Ülkemizin bir ekonomik krize girmemesi elbette olumlu bir gelişmedir ama Türkiye'nin kendi ekonomisi üzerindeki hâkimiyetini kaybettiğinin bu kadar net bir biçimde ortaya çıkması da oldukça endişe vericidir.

Bankacılık sistemindeki yabancı payının artması, Türkiye'nin finans sektöründeki etkinliğini kaybetmeye başladığının göstergesidir. Finans sektöründe söz sahibi olamayan bir ülke, ekonomisinin rotasını nasıl istediği yöne çevirebilir, bu mümkün müdür?

Hükümet ile TÜSİAD arasındaki siyasi kriz, ekonomiye yansımadı, çünkü Avrupa Birliği uyum sürecinde çıkartılan yasalarla ekonominin yönetimi iktidarın elinden çıktı. Bu nedenle beklenen kriz çıkmadı, borsa, döviz ve faiz siyasi gerginliği umursamadı.

Burada çok tehlikeli bir unsuru da göz ardı etmemek gerekiyor. Ekonominin rotasını elinde bulunduran dış güçler, kendi istedikleri zamanda Türk ekonomisine diz çöktürme gücünü de ellerinde tutuyorlar. Türk ekonomisi bugünkü haliyle her türlü sabotaja açıktır.

Bu durumu kabul etmek mümkün değildir. Ekonominin yönetiminin dış güçlerin etkisine açık hale getirilmesi, beraberinde ülkemizin de teslim alınmasının yolunu açacaktır.

Mevcut iktidar ülkemizi böylesine tehlikeli bir yola sokmaktadır. Siyasi gerilimin ekonomiye yansımamasını kendi başarısı imiş gibi gösteren iktidar, aslında ayakları altından halının çekildiğini görmezden gelmektedir.

Küreselleşme çağında işgaller eskisi gibi tankla tüfekle yapılmıyor, çok uluslu şirketler vasıtasıyla ve ekonomik alanda gerçekleşiyor. Çok uluslu şirketlerin saldırısıyla karşı karşıya bulunan ülkemizin ekonomik bağımsızlığı da tehdit altında… Ekonomik bağımsızlığı elinden alınan bir ülkenin siyasi bağımsızlığı da tehlikeye girmez mi?

Oyak ne kadar milli kaldı?

Türkiye'nin tek entegre yassı çelik üreticisi olan Erdemir'in dünyanın en büyük demir çelik tekellerinden Mittal ve Arcelor'un safdışı edilerek OYAK'a satılmış olması bazı çevrelerden olumlu tepki almıştı. Bu tepkinin temelinde ise ‘milli çıkarlar'ın korunduğu ve yabancı ‘sermayeye peşkeş çekilmediği' gerekçesi yatıyordu.

Financial Times bile Türk Silahlı Kuvvetleri'nin çok büyük ve etkin katılımcı şirketinin ihaleyi kazandığını, işletmeyi stratejik önemi nedeniyle yabancılara bırakmadığını iddia ediyordu.

Oysa bu bir yanılgıydı. ‘Ulusal sermaye' OYAK'ta uluslar arası sermayenin tekelci kapitalist şirketlerinden birisiydi.

Yabancı ortak arıyordu! ‘Kızı istemeye gelene kapı kapatılır mı' diyerek pazarlıklar yapıyordu.

Erdemir'deki hisselerinin yarısını yabancılarla paylaşmakta bir beis görmüyordu. Görmesine de zaten gerek yoktu ki!

Sanki TÜPRAŞ'I sadece Koç aldı, sanki Telekom Oger'e gitmedi?

Ancak, OYAK da çok iyi bilmektedir ki, Erdemir, kar eden bir kurumdur. Kendi alanında piyasayı belirleyen tekel konumuna yakın bir konumda duran bir işletmedir. Erdemir'in alınması geleceğe yönelik yatırımdır. OYAK'a göre ise gelecek uluslar arası tekellerle girilecek ilişkilerdir.

Kuruluşundaki ‘sosyal' amaç nedeniyle olsa gerek, pek çok vergiden muaf tutulan; Koç ve Sabancı'dan sonra bu ülkenin en büyük üçüncü sermaye grubu haline gelen OYAK ‘milli' olma vasfını aslında çoktan kaybetti.

200 bin ortağına sırtını yaslayarak sürekli ‘sahte fedakârlık' numaraları çeken OYAK'ın pek çok yerli ve yabancı sermaye grubu ile ortaklığı bulunmakta ve neredeyse girmediği sektör yok gibi.

Ermeni soykırımını kabul eden ve ABD'de Ermenilere soykırım (!) nedeni ile mahkeme kararı kesinleşmeden ödeme yapmayı kabul eden Axa, Oycem, Dupont, Uniroyal, Agrichem ve Crompton FMC gibi çokuluslu şirketler.  Son olarak ise Erdemir ihalesini aldıktan sonra hisselerin yarısını sattığı müstakbel ortağı Arcelor.

Arcelor dedik; işte burada bir ayrıntı var ki, OYAK'ın ne kadar milli olduğunu gözler önüne seriyor. OYAK, bilindiği gibi Renault'un yüzde 49 ortağı. Yüzde 51 hisse ise Renault'ta. Dolayısıyla Türkiye'deki yönetim gücü de haliyle Renault'ta. Ve, Renault dünya markası olmasına rağmen ‘milli' kimliğini ısrarla korumayı sürdürüyor.

Nasıl mı?

Türkiye'de otomobil üretimi yapan Toyota, Ford, Hyundai Assan gibi şirketler üretimde kullandıkları sacı ‘çok iyi bir üretici' olan Erdemir'den alırken, OYAK Renault sacı Fransız sermayeli Arcelor'dan alıyor.

İşe bakın ki, şimdi Erdemir'i alan OYAK, Arcelor ile ortaklık kuruyor.

Şimdi burada duralım ve şu soruya cevap bekleyelim; OYAK grubu, Erdemir'den OYAK-Renault'a sac satabilecek mi? Ya da Renault ‘İlle de Arcelor sacı' diye tutturursa ne olacak?

Aslında cevap belli; OYAK, bu şirketler ne kadar milli ise o kadar milli.

Sonuç olarak; bundan sonra ‘Erdemir elden gitti' diye ortalığı kimse ayağa kaldırmaz!

Türk Metal Sendikası'nın Ereğli Şube Başkanı İlhan Erdoğ bile bakın neler diyor: "Direksiyon OYAK'ta olduktan sonra muavin kim olursa olsun, bizim için sıkıntı olmaz. Erdemir işçisi önce sendikasına sonra da işverenine güveniyor

Gerisini artık varın siz düşünün!..

OYAK'ın vatanseverliği(!) fazla uzun sürmedi

Milleti aldattılar mı ?

İhale öncesi ‘Millî zenginliklerimizi satmayalım, satacaksak da yabancılara gitmesin!' şeklinde açıklamalar yaparak bir taraftan kamuoyuna ‘Rahat olun' mesajları veren, diğer taraftan da ‘ulusal sermaye' vurgusu yapan OYAK, ihale sonrasında aldığı hisselerin büyük bir kısmını yabancı bir şirket olan Arcelor'a sattı.

Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Aziz Konukman, "Türkiye'deki stratejik şirketlerin dışarıya verilmesi beraberinde yabancı hâkimiyetini de getirecektir. Bu ise pazar payının birebir satın alınması demek. Çünkü çok uluslu şirketlerin izledikleri politika budur. Bu satıştan sonra bu eğilim daha da tehlikeli sinyaller veriyor" dedi.[2]

Erdemir'in yüzde 49,29'unu ihaleyle 2 milyar 960 milyon dolara alan OYAK Grubu, Erdemir'den aldığı hisselerin yüzde 20,5'ini dünyanın en büyük ikinci çelik şirketi olan Arcelor'a sattı. Türkiye'nin en stratejik şirketlerinden biri olan Erdemir'in hisselerinin bir kısmının milli kimliğe sıkça vurgu yapan OYAK aracılığıyla yabancılara verilmesi tepkiyle karşılandı.

Milli vurgu köprüyü geçinceye kadar mı?

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) tarafından hisselerinin yüzde 49,29'u ihaleyle satışa çıkarılan,  Türkiye'nin tek entegre yassı çelik üreticisi olan Erdemir için en yüksek teklifi sunarak OYAK Grubu satın almıştı. ÖİB'nin Erdemir'in satışını gerçekleştirdiği ihale öncesi OYAK ısrarla ‘Milli tez'e vurgu yaparak, ‘Cumhuriyetin bin bir fedakârlıkla kurduğu mali değerleri satmayalım, satacaksak da en azından yabancılara gitmesin' diyerek özelleştirmeler sonucunda Cumhuriyet'in kurduğu mali değerlerin yabancılara gitmesine karşı örtülü bir kampanya başlatmıştı. İhalenin nihayetinde ise OYAK, Lüksemburg merkezli dünya devi Arcelor'un da aralarında bulunduğu rakiplerinin önüne geçerek Erdemir hisselerinin yarısına yakınını satın almıştı.

Yerli şirketlerin yabancılara satılması yabancı hâkimiyetini getirir

Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Aziz konukman, Erdemir'in yabancılara verilmeyeceği yönünde kamuoyuna verilen mesajlara rağmen, çaktırılmadan bu son derece stratejik şirketin yabancılara verildiğini belirterek, "Zaten hükümet de özelleştirmeler konusunda kamuoyunun taşıdığı duyarlılıktan yoksun. Ama sendikalar bu konuda çok hassas. Çünkü Türkiye'deki stratejik şirketlerin dışarıya verilmesi beraberinde yabancı hâkimiyetini de getirecektir. Bu ise pazar payının birebir satın alması anlamına gelecektir. Çünkü çok uluslu şirketlerin izledikleri politika budur. Bu satıştan sonra bu eğilim daha da tehlikeli sinyaller veriyor" dedi.

Özelleştirmelerde yabancı parmağı var

Türkiye'de yerli şirketlerin tek başına büyük ölçekli şirketleri satın alamayacaklarını hatırlatan Konukman, "Türkiye'deki yerli bir şirketin bu ölçekteki büyük şirketleri tek başına alması da imkânsızdı neredeyse. Biz bu nedenden dolayı tüm özelleştirmelere karşıydık. Sonuçta tüm özelleştirmelerin bir kısmının şu veya bu şekilde yabancılara gideceği belliydi. Her halükarda yabancılar bacadan girmiş oluyor" şeklinde konuştu.

Hedefleri, Müslüman-Türk egemenliği

Araştırmacı-Yazar Yılmaz Dikbaş ise ortada ülke servetinin yerli firmalar eliyle dışarıya satılması şeklinde bir tezgâhın döndüğünü kaydederek, "Bu olaylar şöyle okunmalıdır: Bütün yeraltı ve yer üstü zenginlikler Türk halkının elinden alınmak isteniyor. Bunun için de zaman zaman sanki bazı ülke servetlerini yerli insanlar veya yerli şirketler alıyormuş gibi bir görüntü veriliyor. Ama olay derinlikli olarak incelendiğinde her halükarda bu işin arkasında yabancıların olduğu görülecektir" dedi.

Filistin de böyle elden gitmişti

Mevcut durumu Filistin'e benzeten Dikbaş, "Siyonistler Filistin topraklarını almak istediklerinde bunu Osmanlı sultanı Abdülhamit'e iletmişlerdi. Abdülhamit ise bu isteği kati bir dille reddetmişti. Her halkın satılmışları vardır. Siyonistler Abdülhamit'ten Filistin topraklarını alamayınca bazı Filistinli satılık Araplardan Filistin topraklarını almalarını istemişlerdi. Hatta bu adamlara finansal kaynak sağlamışlardı ve bu anlaşmalı Araplar Filistin topraklarını yavaş yavaş almaya başlamışlardı. Görünürde bir Arap'ın diğer bir Arap'tan toprak alması vardı. Daha sonra da Siyonistler bu satılmış Araplardan Filistin topraklarını alıp İsrail devletini kurdular. Bu senaryo hep aynı şekilde tekerrür eder" yorumunda bulundu.

Yerli şirketler dışa bağımlı

Türkiye'de bir yerli şirketin diğer bir şirketi almasına bazılarının yabancılar almadı diye sevinmesinin bir yanılgı olduğuna dikkat çeken Dikbaş, şöyle konuştu: "Türkiye'deki büyük şirketler dışarıdaki şirketlerin yerli uzantısıdır. Alınan mallar yerli şirketler vasıtasıyla yabancılara devredilir. Hedef, Müslüman Türk halkının elindeki her şeyi almak ve nihayetinde ise bu toprakları Müslüman Türk kimliğinden soyutlamaktır. Bakın, sadece üretim şirketleri değil, aynı zamanda tüketim merkezleri de birer birer yabacılar tarafından alınmaya başlandı. Tek tek ağaçlara bakarsak ormanı göremeyebiliriz. Asıl proje bu topraklardan Müslüman Türk egemenliğini yok etmektir. Bu durum ülkeyi yönetenlerce de desteklenmektedir. Çünkü bugün hükümet de özelleştirmeden yanadır."

Birileri geliyor… Birileri gidiyor… Türkiye'de neler oluyor?..

Çağımız dünyası çok çabuk değişiyor, gelişiyor, yeniden yapılanıyor…

Kanaatimce; yakın gelecekte bu değişim ve gelişmelere ayak uydurabilenler ayakta kalacak, diğerleri elenecektir. Meseleye çok yukarıdan bakıldığında apaçık görülüyor ki; sosyalizm çöktü, kapitalizm can çekişiyor… Dünyamız değişiyor ve yeniden yapılanıyor…

Geleceğin dünyası yeni bir dünya düzenine doğru gidiyor ve bu düzen Batı dünyasının öngördüğü veya hayal ettiği dünya olmayacak. Aksine, bizim kırk yıllık araştırmalarımızın sonuçlarına göre "Adil Düzen" çerçevesinde yapılanacak ve şekillenecek…

Erbakan Hocamız ile yıllarca yaptığımız ve yine Hocamızın ‘TESBİT-TEŞHİS-TEDAVİ' kelimeleriyle çok veciz bir şekilde özetlemiş olduğu "Adil Düzen Çalışmaları" bunun böyle olacağını, bizim açımızdan bakıldığında ilmî olarak ortaya koymuştur. Nitekim, Muhterem Hocamız geçenlerde Ankara'da yeni ESAM/ Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi'nde yapmış olduğu ‘tarihî konuşması'nda bu gerçeği bir kere daha Türkiye'ye ve bütün dünyaya hatırlatmış oldu.

Ülkeyi yönetmek mi, pazarlamak mı?

Dünyadaki olaylar hızla değişip gelişiyorken, Türkiye'deki gelişmeler de baş döndürücü bir seyir takip ediyor… Öyle görünüyor ki, yeni yıl ile birlikte önümüzdeki aylar çok hızlı ve önemli gelişmelere gebe.

Bunların emarelerini hep beraber dikkatle izliyor, bu arada değerlendirip yorumlamaya çalışıyoruz.
Gelişmelerle ilgili olarak her kafadan bir ses yani farklı bir yorum çıkıyor.

Medyaya intikal eden değerlendirme ve yorumların çok dar, sığ, yetersiz, hattâ maksatlı olduğu ve daha çok bir şeyleri gizlemeye matuf bulunduğu apaçık görülüyor.

Ama çağımız iletişim şartlarında her konuda olduğu gibi, dikkatleri çekmeye çalıştığım bu alanlarda da artık mızrak çuvala sığmıyor. En sade insanlar bile gerçekleri görebiliyor.

Yukarıda dediğim gibi; dünya değişiyor, gelişiyor… Bu arada insanların idraki de değişip gelişiyor… Artık insanları eskisi kadar kolay bir şekilde kandırmak ve yönlendirmek mümkün olmuyor.

Yazımın başında "Birileri geliyor… Birileri gidiyor" üst başlığını kullandım. Bu başlığı kullanırken ne demek istiyorum? Kısaca özetleyeyim.

Sayın Başbakan ülkeyi yönetmeyi bırakmış, vaktinin çoğunu ülke dışında geçiriyor, hep bir yerlere ‘gidip-geliyor' ve üstüne vazifeymiş gibi asıl görevi olan ülkeyi yönetmekten ziyade, ‘ülkeyi pazarlama' işiyle meşgul!.. Bu yüzden de, "Sayın Başbakan, vakit bulursa, arada sırada da Türkiye'ye de uğruyor!" esprileri yapılmaya başlandı…

Bu arada, diğer gitmeleri bir yana, Başbakan Erdoğan'ın özellikle en son ‘ABD'ye gidişi' ve orada nasıl karşılandığı hafızalarda tazeliğini koruyor…

Mevlâm nice şerleri hayreyler ABD'den gelip-giden çok. Önce ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ülkemize geldi…

Bilahare, Kara Kuvvetleri Komutanımız Yaşar Büyükanıt ABD'ye gitti… ABD Ankara eski Büyükelçisi Eric Edelman ülkemizden gideli çok oldu ama Yaşar Paşa onunla da görüştü!..

Nihayet, özellikleriyle onu pek aratmayacak gibi görünen ‘mikser' yani ‘karıştırıcı' lakaplı yeni Ankara ABD Büyükelçisi Ross Wilson geldi… Wilson, gazetemizin geçen gün işaret ettiği üzere, ‘Soros'un adamı' şüphelerini taşıyor ve 2000-2003 yıllarında görev yaptığı Azerbaycan'da iç kargaşa çıkartarak Aliyev'i köşeye sıkıştırmaya destek verdi… Ne dersiniz; şimdi sıkıştırma sırası

Türkiye'de mi?..

Ve son olarak Amerika'dan FBI Başkanı Robert Mueller ve CIA Başkanı Portes Goss, peş peşe, ‘görüşmeler yapmak' üzere Ankara'ya geldiler… Ne dersiniz; kapalı kapılar ardında neler görüşüyorlar?.. Bence, Türkiye için hiç de iyi şeyler görüşmüyorlar… Ama Allah'tan hayırlısı… Diğer gelip-gidenler bir yana… Son olarak 18-19 Aralık günleri NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer geldi. Neden geldi? Afganistan'daki ISAF operasyonu, NATO-AB-Türkiye savunma işbirliği ve Irak konularını görüşmek üzere geldi…

Yukarıda isimlerini saydığım zevatın ülkemize gelip-gitmeleri hiç de hayırlı gelişmelerin habercisi gibi görünmüyor. Nitekim Almanya mahreçli son haberler, bu gelip-gitmelerin komşularımız İran ve Suriye'ye yapılması düşünülen saldırılarda Türkiye'nin desteğini istemeye yönelik olduğu iddia ediliyor…

Ne diyelim? Allah'tan hayırlısını dilemekten başka yapacak bir şey yok.

Nitekim Cenabı Allah Kur'an-ı Kerim'de; "Onlar mekr (yani plan-proje) yapar, Allah da mekr yapar ve Allah mekr yapanların hayırlısıdır."[3] buyuruyor…[4]

Türkiye'ye ABD'den diplomatik trafik hızlandı

Rice ve Straw yine geliyor !.

Türkiye, Cumhuriyet tarihinde dış politika alanında en yoğun baskı dönemini yaşıyor. Son iki yıldır bir yandan ABD, diğer yandan AB'nin yetkilileri Türkiye'ye geliş gidişlerini sıklaştırdı. Özellikle son dönemlerde üst düzey yetkililerin de ziyaretlerinin artması dış politika konusunda Türkiye'nin tam bir abluka altına alındığının göstergesi olarak nitelendiriliyor.

Şimdi de CIA ve FBI başkanlarından sonra ABD'nin en önemli isimlerinden Dışişleri Bakanı Condolezza Rice'ın ve İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw'ın Türkiye'ye ziyaret planı dikkat çekiyor. Rice'ın bu ziyaret ile ABD'nin yeniden 1 Mart tezkeresi hadisesini yaşamak istemediği belirtiliyor. Ankara yeni yılın ilk aylarında çok önemli iki konuğu ağırlayacak. Son dönemde Suriye'ye hedef alan ABD hazırladığı plana Türkiye'yi ortak etmek amacıyla iki önemli adamını Ankara'ya göndermişti. Önce FBI Başkanı Robert S. Mueller ve CIA Başkanı Porter Goss'un görüşmelerinden yeterince tatmin olmayan ABD şimdi de Dışişleri Bakanı Condolezza Rice'ı Türkiye'ye gönderiyor. Rice'ın ziyareti ile ABD'nin olası bir 1 Mart tezkeresi hadisesini yaşamak istemediği ve bu yüzden her şeyi garanti altına almak istediği ifade ediliyor. Kritik ziyaretin Şubat ayı başlarında yapılması bekleniyor. Diğer yandan ziyaretin Suriye'den sonra diğer bir önemli konusunun ise İran olduğu vurgulanıyor. İran konusunda da Türkiye'nin tavrını yeterli görmeyen ABD, Rice aracılığı ile bu konuda da Türkiye'ye baskı yapacak. Bu yöndeki en önemli işaret ise geçen günlerde İsrail'in Jerusalem Post Gazetesi'nde yayınlanan bir haber oldu. Haberde ABD'nin 2006'da İran'a saldırmayı planladığı, bunun için de Türkiye'den askeri üs talep ettiği ifade edilmişti. Başkentin önemli diğer konuğu ise İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw. Straw ise AB, Irak, İran, Suriye ve diğer bölgesel sorunların yanı sıra görüşmelerinde artık Kıbrıs konusunda gereken noktanın konulmasını ve Türkiye'nin ek protokolde verdiği taahhütleri gerçekleştirmesini isteyecek. Straw da Ocak ayının sonlarında Türkiye'de olacak.

Enerji diplomasisi

Rusya ile Ukrayna arasında doğalgaz fiyatı yüzünden çıkan anlaşmazlığın perde arkasında müthiş bir "stratejik akıl" yatıyor. İki ülke arasındaki anlaşmazlık basit bir fiyat tartışması gibi gözükse de, olayın yankılarına bakıldığında Rusya'nın enerji silahını akıllı bir şekilde "dış politika aracı" olarak kullandığı görülmektedir.

ABD'nin Afganistan ve Irak işgallerinden sonra Rusya kendisini "kuşatılmış" hissediyordu. Amerika'nın Büyük Ortadoğu ve Küresel Balkanlar projeleriyle hem Ortadoğu'da hem de Orta Asya ve Kafkaslar'da önemli etkinlik alanları elde etmeye başlaması uzun süredir Rusya'yı rahatsız ediyordu. Avrupa Birliği ülkelerinin de ABD'nin dümen suyunda hareket etmesi, Rusya'nın tedirginliğini artırıyordu.

Rusya Devlet Başkanı Putin, bu kuşatılmışlık içinde çok stratejik bir adım atarak elinde tuttuğu "doğalgaz silahını" uluslararası ilişkilerin odağına oturttu.

Rusya ile Ukrayna arasındaki doğalgaz gerginliği, Ukrayna'dan daha fazla Avrupa ülkelerini telaşlandırdı. Çünkü Avrupa ülkeleri doğalgazlarının büyük bölümünü Rusya'dan ve Ukrayna üzerinden almaktadır. Rusya'nın böylesine stratejik bir hamle yapabilecekleri hiç akıllarına gelmemişti. Aslında Ukrayna ile olan gerginlik, büyük oranda Avrupa ülkelerine verilmek istenilen mesajları taşımaktadır.

Putin bu hamlesiyle, Rusya'nın küresel sistemde hâlâ çok önemli bir aktör olduğunu hatırlatmıştır. Rusya'nın elinde tuttuğu doğalgaz gücünün istenildiğinde nasıl tehlikeli bir silaha dönüşebileceği de böylece ortaya çıkmıştır.

Avrupa ülkeleri Rusya ile Ukrayna arasında patlak veren doğalgaz krizinden kendi paylarına, "aslında enerji konusunda Rusya'ya ne kadar bağımlı oldukları dersini" almışlardır. Sanayisini ve pek çok alandaki enerji ihtiyacını doğalgaza bağlayan Avrupa ülkeleri, şimdi yaptıkları hatayı nasıl telafi edecekleri sorusunun cevabını aramaya başladılar.

Aynı hatayı yapan ülkelerden biri de ne yazık ki, Türkiye… Belki de Rusya ile Ukrayna arasındaki kriz uzlaşma ile sonuçlanmasa ve Rusya doğalgazı kesseydi, Türkiye çok ciddi bir enerji sıkıntısıyla yüz yüze gelecekti.

Türkiye doğalgaz ihtiyacının neredeyse yüzde 70'ini Rusya'dan sağlıyor. Ukrayna ve Bulgaristan üzerinden gelen Batı Hattı ile 9.4 milyar metreküp, Karadeniz'in altına döşenen borularla sağlanan Mavi Akım ile de 3.1 milyar metreküp gaz çekiliyor.

BOTAŞ'ın verdiği bilgilere göre, Türkiye Rusya'dan aldığı doğalgaz'ın 11.3 milyar metreküpünü elektrik üretiminde, 3.4 milyar metreküpünü sanayide, 3.6 milyar metreküpünü konutlarda ve geri kalanını da gübre üretiminde kullanıyor.

Türkiye'nin elektrik üretmek için Rusya'dan doğalgaz alması ve enerji konusunda yabancı bir ülkeye böylesine bağımlı hale gelmesi, ulusal güvenliğimiz için de tehdit edici bir unsur olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye mutlaka enerji politikasını yeni baştan gözden geçirmeli, tek bir ülkeye bağımlı kılacak projelerden vazgeçmeli, doğalgazın yanı sıra, nükleer enerji ve hidrojen enerjisi başta olmak üzere enerji kaynaklarını çeşitlendirmelidir.

Küreselleşme sürecinde enerji artık kilit bir faktör haline gelmiştir. Enerji kaynaklarına sahip olan ülkelerin etkinlikleri de artmaktadır. Bugün Rusya sahip olduğu doğalgaz enerjisi gücünü kullanarak yaptığı bir hamleyle oyunun kurallarını koyma gücüne sahip olduğunu göstermiştir.

Rusya'nın enerji üzerinden yaptığı hamle, aynı zamanda Türkiye'nin "enerji koridoru" rolünün altını bir kez daha çizmiştir. Türkiye enerji koridoru rolünü iyi oynayabilirse geleceğe yönelik önemli kazanımlar elde edebilir.

Rusya'nın enerji diplomasisini iyi yürütmesi ve bir dış politika aracı olarak akıllıca kullanmasından Türkiye'nin de kendi dış politika perspektifi açısından alacağı önemli dersler bulunmaktadır.

Türkiye ne yazık ki, ne jeostratejik konumunu kullanabilmektedir ne de küresel sistemde oynayabileceği rolün ağırlığının farkındadır…

Türkiye ne Avrupa Birliği'nin bekleme odasında on yıllarca beklemeye muhtaçtır, ne de Rusya'nın doğalgazına umut bağlayarak geleceğini Putin'in iki dudağı arasına teslim edebilecek kadar aciz bir ülkedir…

Rusya, stratejik bir hamle yaparak küresel düzene çomak sokmuş, küresel oyunun aktörlerine adeta meydan okurcasına, "beni hesaba katmadan hiçbir plan yapamazsınız" mesajı vermiştir.

Peki, Türkiye, küresel düzene karşı stratejik derinliği olan bir hamle yapabilecek midir?[5] AKP hükümetiyle ve bu köle zihniyetine hayır!.. Ama Milli Görüş ve Kuvay-ı Milliye düşüncesiyle evet!..


[1] Hasan Ünal / Milli Gazete

[2] Serdar Ataş / İstanbul

[3] Al-i İmran: 3/54

[4] R. Nuri Erol / Milli Gazete

[5] Dr. Abdullah Özkan / Milli Gazete

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Kazım GÜLFİDAN

Kazım GÜLFİDAN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx