ÖFKELENMEK, “PSİKOLOJİK HASTALIK”TIR!
Çağdaş bilim adamları: Öfke ve kızgınlığın, “aralıklı patlama bozukluğu” adı verilen ve biyolojik temelleri olan bir hastalık olduğunu söylüyor.
ABD’de 2001-2003 yılları arasında, 9 bin 282 kişiyle yüz yüze görüşülerek yapılan bir çalışma sonucunda öfke ve kızgınlığın, aslında bir hastalık olduğu ve “aralıklı patlama bozukluğu” olarak adlandırılıyor. Chicago Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kürsüsü Başkanı Dr. Emil Coccaro, “İnsanlar öfkenin sadece kötü bir davranış olduğunu ve bu tavrın düzeltilmesi gerektiğini sanıyorlar. Bilmedikleri şey ise bunun biyolojik ve düşünsel bir yönünün bulunduğudur” diyor. Belirli bir durumla bağlantılı olmayan biçimde birden fazla patlama ve kızgınlık durumunu ifade eden hastalığın, “tehdit, saldırgan davranış ve eşyalara zarar verme” şeklinde de kendisini gösterebileceği, bunun en erken görüldüğü yaşın ise 14 olduğu kaydediliyor. Harvard Tıp Fakültesi’nden Ronald Kessler’e göre ise, “Bulgular, bu öfke rahatsızlığının düşünüldüğünden çok daha yaygın olduğunu gösteriyor.”
Bilimsel araştırmalara göre, öfkeyi doğru ifade etme öğrenilince şiddet azalıyor!
Gittikçe çoğalan şiddet olayları endişelerimizi artırmaya devam ediyor. Ailede, okulda, sokakta ve televizyonda zaten var olan şiddetin, okuldaki gençlere de sıçramaması mümkün değildir. Kişi ne kadar eğitim alırsa alsın, içinde yaşadığı toplumun etkileri bir zaman sonra davranışlarında görülecektir.
İnsanları şiddete en çok iten nedenler: ailede sevgi ve ilgi noksanlığı, aile içi şiddet ortamı, dinî ve ahlâkî eğitim kısırlığı, disiplin sorunları, arkadaşlıkla ilgili sıkıntılar, sosyal çevrenin kişiyi korumakta yetersiz kalması ve alt kültür sorunları, medyada şiddet içeren dizi film ve programları, şiddet içeren internet yayınları, bilgisayar atari vb. oyunları, alkollü içecekler ve bağımlılık yapan madde kullanımı, stresle başa çıkılamaması, kişinin temel ihtiyaçlarının karşılanmamış olması vb. olup, bütün bunlar öfkenin doğru ifade edilmesini önlemekte ve kişiyi saldırganlığa itmektedir.
Öfke; mutluluk, üzüntü, korku ve nefret gibi günlük hayatta yaşadığımız beş temel duygumuzdan birisi olmaktadır. Yani; 1- Mutluluk, 2- Üzüntü, 3- Korku, 4- Nefret gibi, 5- Öfke de, doğal bir duygu ve normal bir davranıştır. Ancak doğru ve uygun şekilde açığa vurulmalıdır. Öfke ve saldırganlık birbirinden ayrı konulardır. Aslında öfke bir duygu, saldırganlık ise bir davranış şekli olup birbirlerinden farklıdırlar. Öfke doğru olarak ifade edildiği takdirde olumlu, sağlıklı ve duyarlı sonuçlar doğuracak; uygun teklifler enerji aktaranı, bireyleri uyaran ve canlandıran bir duygu halini alacaktır. Öfke, yanlış tavırla saldırganlığa yol açtığından ve insanların başlarının derde girip birçok problemle karşılaşmasına sebep olduğundan, bazıları öfkelerini göstermekten sakınır. Oysa öfkenin doğru şekilde ifade edilmeyip bastırılması, var olan enerjinin içe döndürülmesi demek olup, sonucunda öfke patlamaları veya psikosomatik hastalıklara neden olmaktadır.
Öfkenin: “Yanlışlık ve haksızlık yapan kişiyi geliştirecek şekilde uyarılıvermesi” olarak gösterilmesi, doğru biçimde ifade edilmesi küçük yaşlarda öğretilmelidir. Aile bireyleri en etkili modeldir. Bu sebeple anne-baba; kendilerinin veya diğer kardeşlerin vurmak, bağırmak, hakaret yağdırmak gibi, öfkeyi olumsuz açığa vurma tarzlarının önüne geçmelidir. Yanlış davranışları ailede görmese bile aile dışı sosyal ortamlarda da yanlış davranışlar kazanabilir. Bu sebeple anne-baba çocuklarına öfkeyi doğru ifade etme açısından güzel örnekler görebileceği ortamlar hazırlamaya önem vermelidir. Bununla beraber, olumsuz bir davranışa karşı, aynı şekilde olumsuz davranışın kullanılmasını gerektiren nadir durumlar da olabilir. Burada öfkenin saldırganlıkla ifade edilmesinden ziyade savunma, kutsallarını ve temel insan haklarını koruma gayreti önemlidir. Kişinin, karşı tarafın daha fazla saldırgan davranmasına yol açmayacak şekilde kendisini nasıl savunacağı küçüklükten itibaren öğretilmelidir.
Hangi durumlarda öfkelenmek yersizdir ve hangi durumlarda saldırganlık yanlış ve tehlikelidir? Bütün bunlar uygun sosyal ortamlarda bulunarak öğrenilir ve tabi dini ve ahlâki eğitimle desteklenir. İnsanlarla yakın ilişkiler kurdukça kişi; ne gibi durumlarda nasıl davranmak daha iyi sonuçlar doğuracaktır? Hangi şekilde davranışlar kişinin başını derde sokacaktır? Başkaları kendilerini kontrol etmeyi nasıl başarmaktadır? Öfkeyi en uygun ifade şekli nasıldır? Bunların hepsi, yaşayarak ve engellerle karşılaşıp engellerle başa çıkarak öğrenilir. Okul da bu konuda önemli bir eğitim yeridir. Yanlış davranışları değiştirmeye yönelik “davranış eğitimi”, rehber öğretmenler ve din kültürü ve ahlâk dersi öğretmenleri tarafından etkili bir şekilde ve sevdirerek verildiğinde saldırganlık ve şiddetin önlenmesinde aile eğitimini destekleyecektir.
Öfke neden saldırganlığa yol açıyor?
Öfke tepkisine sebep olan durumların başında; engellenmiş planlarımız, prestij kaybına uğratılmamız, ailede karşılaşılan sıkıntılarımız, kışkırtma ve aşağılık duygusuna kapılmamız gelir. Bunlar gerçekten var olabilir ya da kişi onu; insanlara güvenememe, insan davranışlarını genelleme, kişiselleştirme, yapılan her tenkidi kendine yönelik zannetme, gibi düşünce tarzı sebebiyle var gibi algılayabilir. Şu düşünce tarzları başkalarının davranışlarını yanlış anlamaya sebep olduğundan dikkat edilmelidir: “İnsanlar hep benimle uğraşıyor. Beni kıskanıyorlar ve kimse iyiliğimi istemiyor. Bana güvenmediği için benim isteğime karşı çıkıyor.” Oysa bunların çoğu sadece bir kuruntudan ibarettir. Yine açlık, susuzluk, aşırı yorgunluk, bazı organik hastalıklar ve biyokimyasal etkiler de öfkenin daha çabuk saldırganlığa dönüşmesinde etkilidir. Bireyin değiştirmeye çalıştığı duyguları ve düzeltmeye çalıştığı davranışları, yanlış ve zararlı alışkanlıkları, aşırı stresli durumlarda daha çabuk ortaya çıkıvermektedir. Bu sorunlarla başa çıkma becerilerinin kazanılarak strese karşı dayanıklılığın güçlendirilmesi, davranış eğitimi verilmesi, öfkeyi doğru ifade etmenin öğretilmesi, bu gibi kontrol zorluklarını önleyecektir.
“Olumlu” öfke ifadesi için ne yapmamız gerekiyor?
Öfkeyi, stres ortamı geçtikten sonra ifade etmeye başlamalıyız. Öfke belirtilerinde sakinleşmeye çalışmalıyız. Empati göstermeye alışmalıyız. Yani kendimizi karşımızdakinin yerine koymalıyız. İnsanların hata yapabileceklerini kabul etmeli ve gerekirse affedip hoş karşılamalıyız… Bir işi yaparken veya tepki koyarken, ahlâk ve hukuk dışı davranışlardan uzak durmalıyız. Muhataplarımızın, gösterilen çabaya değmediği anlaşıldığı takdirde, isteğimizden vazgeçebilme olgunluğuna kavuşmalıyız.
Osmanlı’nın kurucusu Osman Bey’e ünlü İslam âlimi, Şeyh Edebali’nin verdiği öğütlerin başında “öfkesini yenmesi” geliyor:
“Oğul insanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. (Ama insanlar vardır; erdemiyle ve eserleriyle ölümsüzleşirler!) Avun oğlum avun. (Şükret ve onur duy ki) Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın, ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin… Öfken ve nefsin bir olup aklını yenerse kaybedersin… Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir.
Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Her gördüğün söyleme, her bildiğin dile getirme!.. Sevildiğin yere sık gidip gelme, sonra muhabbetin azalır itibarın kalmaz…
Şu üç kişiye acı: •Cahiller arasındaki âlime, •Zenginken fakir düşene, •Hatırlı iken itibarını kaybedene.
Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğunda mücadeleden korkma; “Bilesin ki atın iyisine DORU, yiğidin iyisine DELİ derler.”
Öfkeyi yenmenin çaresi: “Müslümanlar Arası Diyalog ve bütün insanlarla doğru iletişim ve dayanışma”dan geçiyor.
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz.”[1] Evet, Yüce Allah Kur’an’da; Müslümanların birbirlerinin kardeşleri olduğunu bildirmiştir. Müslümanların bu kardeşlik ruhunu en güzel şekilde pekiştirmeleri, aralarındaki farklılıkları bir kültür zenginliğine dönüştürmeleri son derece önemlidir.
Toplumlar arası diyalog, dünyanın barışa, huzura ve güvene ihtiyaç duyduğu bu dönemde daha da önceliklidir. İnsanların birbirlerine hoşgörü ile yaklaşmaları, sorunları ve anlaşmazlıkları barışçıl yollarla çözüme kavuşturmaları, birbirlerine merhamet ve şefkat duymaları güzel ve gereklidir. Ancak, özellikle İslam dünyasının içinde bulunduğu durum göz önünde bulundurulduğunda, öncelikli olarak oluşturulması gereken; Müslümanların arasındaki diyalog, dayanışma ve hoşgörü iklimidir. Bir ve tek olan Allah’a inanan, aynı Peygambere itaat edip tâbi olan, aynı Kutsal Kitabın hükümlerine uyan insanların, aralarında anlaşmazlığa düşüp didişmeleri, birbirlerine sevgi ve hoşgörü gösterememeleri, merhametli ve anlayışlı davranamamaları, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmamaları kabul edilebilir bir durum değildir. Olması gereken bazı uygulama ve algılama farklılıklarına rağmen yine de birlik ve dayanışmanın sağlanması, Müslümanların birbirleriyle samimi sevgiye, merhamete ve şefkate dayalı diyalogların kurulmasıdır. İslam ahlâkının ve mü’min olmanın gereği bunlardır.
İttifak hoşgörü doğuruyor; İhtilaf ise öfkeyi tetikliyor!.
İslam anlayışının özünde; ihtilaf ve ayrılıkları değil, inanç birliğini ve ortak değerleri temel alan bir yaklaşım vardır. Müslümanlar ittifakta birbirlerini desteklemeli, ihtilaflı konularda da hoşgörülü olmalı, anlayışlı davranmalıdır. Müslümanlar tüm insanlara, Allah’ın yarattığı ve O’nun tecellisi olan varlıklar olduklarını düşünerek, değer verip yaklaşır. Kur’an ahlâkı, iman edenlerin diğer insanların inançlarına saygı duymalarını, onların ibadet haklarını korumalarını, düşüncelerine hoşgörüyle bakıp toleranslı davranmalarını gerekli kılmaktadır. Samimi Müslüman; hoşgörülü, sevecen, yumuşak huylu ve anlayışlı insandır. Bir Müslümanın, diğer bir Müslümanla münasebetinde ise her şeyden önce karşısındaki kişinin din kardeşi olduğunu düşünmesi lazımdır. Kur’an’da, iman edenlerin birbirlerinin kardeşi olduğu vurgulanmıştır: “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz.”[2] buyrulmaktadır. İslam ahlâkının gereği, tüm farklılıklara rağmen Müslümanların, birbirlerinin kardeşleri oldukları gerçeğini asla unutmamalarıdır. Irkı, dili, vatanı, mezhebi, düşüncesi, anlayışı ne olursa olsun tüm Müslümanları kardeş yapan Kur’an’dır. Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve dayanışmanın nasıl olması gerektiğini gösteren en güzel örneklerden biri, Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) ile birlikte Mekke’den hicret eden mü’min insanlar ve Medine’de onlara güzel bir yurt hazırlayan Müslümanlar arasındaki bağlardır. Mekkeli müşriklerin zulmü ve baskısı nedeniyle, Allah yolunda yurtlarından hicret eden mü’min ve mağdur insanları, Medine’de Hz. Muhammed (SAV)’e biat etmiş olan Müslümanlar en güzel şekilde karşılamış, onlara karşı büyük bir muhabbet ve meveddet (yardım) ortaya koymuşlardır. Birbirlerine yabancı iki topluluk olmalarına, cahiliye Arapları arasında tek önemli kıstas sayılan “kabile bağı”na sahip bulunmamalarına rağmen, imanları ve itaatleri nedeniyle örnek bir kardeşlik oluşturmuşlardır. Ensar olan Medineli Müslümanlar hicret edenlere her türlü imkânı sağlamış, onlara evlerini açmış, yemeklerini onlarla paylaşmış, kendi ihtiyaçlarından önce onların ihtiyaçlarını karşılamış, mü’min kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerinden önde tutmuşlardır. Rabbimiz, Medineli mü’minlerin bu güzel ahlâkını Kur’an’da şöyle anlatır: “Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.”[3]
Bu, örnek alınması gereken çok üstün bir ahlâktır. Ve iki mü’min topluluğun birbiri ile ilişkisinin nasıl olması gerektiğini gösteren çok önemli bir olaydır. Peygamber Efendimiz (SAV) ise, Müslümanlar arasında dayanışmanın nasıl olması gerektiğini bir hadisinde şöyle buyurmuşlardır: “Müslümanların kendi aralarındaki merhametleri, saygı ve dayanışmaları tıpkı bir vücut gibidir. Vücutta bir uzuv rahatsızlandığında diğer uzuvlar onunla birlikte aynı acıyı çekerler ve uyumazlar.”
Samimi iman eden kişiler arasındaki ilişki; bir diğerinin Allah’tan korkup çekinmesine, Rabbimize duyduğu içli sevgiye, yaptığı salih amellere, gösterdiği güzel ahlâka göre şekillenir. Eğer bir kişi hayatını Allah yolunda vakfetmiş olduğunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, her anında Allah’ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, mü’minler o kişiye karşı sevgi ve saygı besleyecektir. Müslümanların birbirlerine olan sevgi duyguları ve kalplerinde birbirlerine karşı hiçbir olumsuz his kalmaması, Allah’ın mü’minlere büyük bir lütfu ve nimetidir. Ahirette tam anlamıyla yaşanacak olan bu nimet Kur’an’da şöyle bildirilir: “Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar.”[4] Dolayısıyla Müslümanlar; dayanışmanın, kardeşliğin ve birlik duygusunun büyük bir nimet olduğunun bilincinde davranmalı ve bu birliğin korunması için sabırlı ve iradeli olmalıdırlar. Enfal Suresi’nin 1. ayeti “… Eğer mü’min iseniz Allah’tan korkup-sakının, aranızı düzeltin ve Allah’a ve Resulü’ne itaat edin.” Müslümanlara birlikte davranmalarının önemini bildiren bir diğer ayettir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) ise, Müslümanların ortak hareket etmelerinin önemini bir Hadis-i Şerifinde şöyle ifade etmiştir; “Birbirinize haset (çekememezlik) etmeyiniz. Birbirinizle buğz (düşmanlık) etmeyiniz. Birbirinizle iyi ilişkileri kesmeyiniz. Birbirinizden yüz çevirip küsüşmeyiniz ve ey Allah’ın kulları, kardeşler olunuz.”[5] hadisinin emrine göre; Mü’min, her durumda affedici olmakla yükümlüdür, ancak karşısındaki kişi üstelik bir Müslümansa, onunla din kardeşi olduğunu, her ikisinin de Allah’tan korkup sakındığını, Peygamber Efendimiz (SAV)’e itaat ettiğini, helal ve harama titizlik gösterdiğini düşünerek çok daha sabırlı yaklaşmalıdır.
Samimi Müslümanların; kendileriyle aynı inancı paylaşan, aynı Kur’an’a uyan, aynı Allah’ın emirlerine göre yaşayan ve aynı Peygamber Efendimiz (SAV)’in sünnetine yapışanları kardeşleri olarak görüp korumaları ve birbirlerinin velileri olduklarını asla unutmamaları gerekiyor!
Müslüman; çevresindeki tüm kişilerin ve özellikle din kardeşinin her zaman için iyiliğini istemesi gerektiğinin, kendisini düşündüğü gibi onları da düşünmesi gerektiğinin, herhangi bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda da sabırla, şefkatle ve sevgiyle karşılık vermesi gerektiğinin bilincindedir. Müslümanlara; etrafındaki herkesle ve din kardeşleri ile aralarındaki ilişkide, karşı tarafı incitecek bir söz söylemek, öfkelenmek, saygıya uygun olmayan tavırlar sergilemek gibi birlik ruhunu zedeleyecek her türlü yanlıştan sakınmaları emredilir. Her mü’min bir diğerine karşı olabildiğince fedakâr ve sabırlı hareket etmeli, onun iyiliğini istemeli ve vefasızlık göstermemelidir. Bu, gerçek ve samimi sevginin gereğidir, tüm mü’minlerin benimsemesi gereken üstün bir ahlâk örneğidir. Bir Kur’an ayetinde, Müslümanların din kardeşleri için şöyle dua ettikleri bildirilir: “Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.”[6] Allah Kur’an’da mü’minlere “çekişip birbirlerine düşmemelerini”[7] emretmekte ve bunun Müslümanları zayıflatacak bir durum olduğunu bildirmektedir. Bir başka ayette de şu şekilde emredilir: “Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.”[8] Vicdan ve aklıselim ile hareket eden, kendi çıkarlarını değil adaleti gözeten bir mü’minin diğer iman edenlerle ittifak sağlayamaması, sürekli bir anlaşmazlık içinde olması mümkün değildir. Elbette Müslüman toplumlar arasında, bölgesel, kültürel ve geleneksel bazı anlayış ve uygulama farklılıkları olabilir. Farklı yorumlar, farklı görüşler, farklı mezhepler olabilir ve son derece tabiidir. Olmaması gereken; bu farklılıklar nedeniyle bir Müslüman toplumun veya grubun diğerine nefret beslemesi, onunla diyaloğu kesmesi, ortak dertlerde ve değerlerde birlikte hareket etmeyecek kadar diğerini yabancı ve hatta hasım olarak görmesidir. Bu, kabul edilebilir bir durum değildir. Müslümanlar arasındaki diyalogda tevazu esas prensiptir. Tevazudan uzaklaşanlar, kendilerini ve kendi fikirlerini mutlak doğru olarak görecek, kendilerinden farklı düşünenleri küçümseyip onlara düşmanlık besleyecektir. Kendi görüşlerinin mutlak doğru olduğundan hiç kuşku duymadıkları için, kendilerini hiçbir zaman sorguya çekmeyecek ve dolayısıyla daha iyiye, daha doğruya gidemeyeceklerdir. Sadece kendi yorumunu beğenip bununla övünenlerin durumuna Kur’an’da, “… Onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde böldüler; her bir grup, kendi ellerinde olanla yetinip sevinmektedir.”[9] ayetinde dikkat çekilmiştir. Bu, Allah’tan korkup sakınanların ve ahiret gününde hesap vereceğine iman edenlerin şiddetle sakınıp korunmaları gereken bir cahilliktir. Bu konunun önemini fark edenlerin, diğer mü’minleri de parçalanmaktan, dağılmaktan, ayrılmaktan sakındırmaları, Müslümanların Kur’an ahlâkında ittifak etmelerini sağlamak için gayret etmeleri gerekmektedir.
Günümüzde Yahudi, Hristiyan ve Putperestlerle diyalog ve ittifak başlatıp, Müslümanlarla irtibatı koparan ve ihtilaf çıkaran kimseler, eğer cahil değillerse kesinlikle hainlikleri sırıtıyor!
Hz. Peygamber Efendimizin: ‘’İnsanlar ya yaratılışta eşitinizdir veya Dinde kardeşinizdir’’ uyarıları unutulunca… Ve daha beteri ‘’Tarikat, cemaat, kanaat farklılığı’’ yüzünden Din kardeşliği bağı ikinci plana atılınca, maalesef en küçük münakaşa ve münazaralar bile hemen öfke patlamasına sebebiyet vermektedir. Oysa Müslümanlar, tüm insanlara Rabbimizin tecellileri olduğunun bilinciyle sevgi, merhamet ve şefkatle yönelmelidir. Zaten mü’minler; kendileriyle aynı inancı paylaşan, Kur’an’a yapışan, Allah’ın emirlerine saygı duyan ve Peygamber Efendimiz (SAV)’in sünnetine uyanları ise kardeşleri olarak görüp, birbirlerinin velileri olduklarını unutmayan kimselerdir. Yapılması gereken, değişik Müslüman topluluklar arasında olabilecek kültürel ve geleneksel farklılıklar ve bazı görüş ayrılıkları nedeniyle hizipleşmekten vazgeçmektir!.. Sürekli farklılıkları ön plana çıkarıp ihtilafa zemin hazırlamak yerine, Kur’an ahkâmını ve İslam ahlâkını yaşatmakla ittifakı desteklemelidir. Müslümanlar ittifakta birbirlerini desteklemeli, ihtilaflı konularda da hoşgörülü olmalı, anlayışlı hareket etmelidir.
Özellikle bu konunun öneminin farkında olan samimi Müslümanlar ve İslam dünyasının önde gelen düşünür ve aydınları bu hususta yoğun girişimler ve projeler üretmeli, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği öğütlemeli, yetmez İslam Birliği’ni örgütlemelidir. Müslüman dünyası içinde sevgi, saygı, merhamet, hoşgörü üzerine kurulu bir dayanışma inşa edilmelidir. Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki; İslam inancının özünde, ihtilaf ve ayrılıkları değil, inanç birliğini ve ortak değerleri temel alan bir anlayış hâkimdir. Hz. Muhammed (SAV): “Size iki şey bırakıyorum; ki onlara sımsıkı sarıldıkça asla sapıtmayacaksınız: Bunlar Kur’an-ı Kerim ve Benim sünnetimdir” sözleriyle, Müslümanlara uymaları ve sorunlarını çözmede esas almaları gereken yolu göstermiştir. Bizlere düşen bu yolda gitmektir. Hak dine uymak ve ayrılığa düşmekten sakınmak, Rabbimizin tüm inananlara emridir. Tüm Müslüman sivil toplum kuruluşları, çeşitli organizasyonlar, vakıflar, medya mensupları, kanaat önderleri olan insanlar; Müslümanlar arasındaki ayrımların ortadan kaldırılması, birlik ve beraberliğin sağlanması için çaba göstermelidirler. Her Müslüman birey; gittiği camide, okuduğu okulda, iş yerinde, ziyaret ettiği internet platformunda, üyesi olduğu vakıfta veya kuruluşta, Müslümanların birliği için çaba göstermeli, diğer Müslümanları bu konuda teşvik etmelidir. O zaman öfke ve şiddetin yerine, hoşgörü ve merhamet yerleşecektir.
Gelin, Rabbimizin Kur’an’da emredip bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (SAV)’in vasiyet ettiği gibi, Müslümanların arasını bulalım. Birbirinin camisinde namaz kılmayan, selamlaşmayan, birbirinin yazdığı kitabı okumayan, ufak bir fikir farklılığı nedeniyle kardeşini düşman sayan Müslümanların arasını bulalım. Bu gibi yapay ayrımları ortadan kaldıralım. Allah’ın evleri olan camileri, şu veya bu grubun, şu veya bu mezhebin değil, tüm Müslümanların mescidi yapalım… Her Müslüman birbiriyle selamlaşsın, birbiri ile sohbet edip uzlaşsın. Birbirine hoşgörü gösterip kaynaşsın. Cemaatsel veya kişisel uzlaşmazlıklar son bulsun. Ve tüm Müslümanlar, el birliği yaparak, tevazu ve hoşgörü içinde, Allah’a daha çok yakınlaşmak, O’nun dinine daha çok hizmet sunmak için çalışsınlar. Ve Allah’ın bizlere verdiği şu emri hiçbir zaman unutmasınlar: “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.”[10]
“Öfke ve tepkimizde, eleştiri ahlâkı”nı da öğrenmemiz gerekiyor; çünkü, “Kem alâtla, kemâlat olmuyor!” Yani; kötü aletlerle, güdük girişimlerle, olgun ve onurlu sonuçlara ulaşmak mümkün değildir.
Bazıları da öfke kusmasını ve intikam alma fırsatını, güya tenkit perdesi, yeni tabirle eleştiri bahanesi altında ortaya koymaktadır. Ve haliyle bu samimiyetsiz tavır, karşısındaki insanı, yanlıştan kurtarıp yatıştırmak yerine, daha da inatlaştırıp azdırmaktadır.
Bazıları eleştiri kavramını, yaralayıp etkisiz hale getirdikleri kişiler karşısında sadece bir kamuflaj kılıfı gibi kullanırlar. Yapıcı ve yapıştırıcı olmadıkları için tamirat ve tadilattan bahsetseler de hep yıkım ekibi gibi çalışırlar. Karşıdakini, İlahi ölçütleri ve evrensel değerleri esas alarak değil; kendi meşreplerini baz alarak değerlendirmeyi tenkit sayarlar. Bunların eleştiri adıyla ileri sürdükleri şey aslında mahalle kavgasına entelektüellik sosu vermekten ibarettir. Surata indirilen uçar tekme ile arkadan fırlatılan haksız ve ilintisiz itham arasında şiddet açısından fazla bir fark yoktur. Maksat ‘dostlar eleştiride görsün’ vaziyeti alarak asıl niyeti gizlemek, öfkenin sinsi tezahürleridir.
Hâlbuki eleştiri; bir sonraki durumu bir önceki durumdan daha pozitif bir şekle dönüştürme gayretidir. Bu girişim, bir beğenmeme durumundan neşet etse de aslında şefkatli bir tamir ve tedavi yöntemidir. Daha iyi ve daha güzel amaçlar bu hoşnutsuzlukla beslenir. Ne yazık ki memleketimizde eleştirmenlik, hiçbir şey bilmeyen ve beceremeyenlerin mesleği haline gelmiştir. Savunmaları da; “Ben olsaydım daha iyisini yapardım” gibi gülünç bahanelerdir. İyi şiir yazamayanların tutup sıkı şairleri eleştirmeye kalkması, düz yazıda bile iki adım yürüyemeyecek kadar mecalsiz kalemlerin kalkıp ihtar ve nasihat tonunda gönüllü kılavuzluğa soyunmaları göstermektedir ki, derinlerde savunma mekanizmalarını devreye sokmayı gerektirecek şiddette; bastırılamamış bir kıskançlık ve öfke hali gizlidir.
Hem eleştiriyi kasıtlı kusur arayıcılıktan, saplantı ve takıntılardan ayırt edebilmeleri, hem de yapıcı ve yararlı tenkit ve teklifler üretmeleri için aşağıdaki düsturları özellikle “dindar ve muhafazakâr eleştirmen”lerin dikkatlerine sunuyorum:
– Eleştiri; öyle eğreti bir bilgiyle karşıdakine nizam verme değildir. Derin bilgi ve analiz gerektirir. Eleştirilen noktanın yerine neyi getireceğini bilmeyen, neye istinaden konuştuğundan habersiz kişi yapıcı ve yararlı sonuçlar elde edemez. Çünkü ortalık karıştırıcı yani fesat çıkarıcı konuma düşmüşlerdir.
– Kendini haklı çıkarmak için, bir yazıdan veya konuşmadan sadece işine yarayan belli bir bölümü alıp muhalefet ettiği savını kuvvetlendirmeye çalışan kişi iyi niyetli değil, kendi ön yargılarının, saplantıların ve öfke patlamalarının esiri ve kölesidir. İki satır öteye gitmeyi istemez, çünkü iki satır ötesi sözde eleştirmenin kozunu elinden alabilir.
– Eleştiri; saygı çerçevesinde ve belli bir mantık bütünlüğü içerisinde yürütülmelidir. Aksi takdirde yapılan şey saldırı ve hakaret seviyesine düşecektir. İslam ahlâkından bahsedip de öbür yandan sırf haklı çıkmak adına kul hakkını çiğnemek pahasına, eğreti gerekçeler ve zanni bilgilerle muhatabı tahkir etmek, ahlâki literatürü kendi lehine kullanışlı hale dönüştürmekten başka bir şey değildir. Haklı olma alanımız daraldığında “hakikat kazansın!” demek yerine “ne olursa olsun ben kazanayım” diyerek ayet ve hadisleri eğip bükerek yerli yersiz malzemeye dönüştürmek ise tek kelimeyle “kaş yapıyor görüntüsüyle göz çıkarmak” girişimidir. Zira “kem alâtla kemâlat olmaz, -kötü aletle iyi (olgun) işler başarılmaz-”
– Samimi ve seviyeli eleştirmen, eleştirdiği konuya öylesine hâkimdir ki, söz konusu girişim ve kişinin manevi haklarına halel gelmemesi için ayrıntıyı bile dikkatle gözetir. Kendi anlamak istediği gibi değil, muhatabının anlatmak istediği şekilde konuyu anlamaya yönelir. Eğer eleştirmen bu vasfı haiz değilse ukalalık ve bozgunculuğa daha yakın ve yatkın kişidir.
– Eleştirmen, literatürü yani konuyla alâkalı temel bilgileri yerli yerinde kullanmasını bilmelidir. Hele dinî literatürse sadece duyumlara ve yorumlara dayanan iddialardan vazgeçmeli, nefsine ve sinirlerine hâkim vaziyette hareket etmelidir. Oysa ukala ve bozguncu kişi sağdan soldan duyduğu terimleri art arda dizerek bir şeyler söylediğini zannetmektedir.
– Sorumsuz ve olumsuz eleştirmen; eteklerinde taş taşıyan sokak çocukları gibidir. Sırası geldiğinde “reva mı?” diye sormaya bile gerek kalmadan bu öfke taşlarını fırlatacağı kişiyi kendisi seçmektedir. Bunların marazlı mantığı: “Taş varsa taşlanacak kişi de gereklidir, eğer yoksa derhal bulunup ihdas edilmelidir!” Aslında bu sorumsuz ve şuursuz kimseye göre; bozguncu eleştirmen kendisiyle sorunu olan kişidir. Kendi üzerinde toplaması gereken dikkati, başkası üzerinde harcayan müsriftir. Bu bir nevi, topu taca atış ve kaçış alâmetidir. Bu olumsuz ve şuursuz kişiler, kendi evine varoluş sokaklarını takip ederek değil, karşı oluş bulvarlarını dolaşarak varmayı denemekte ve boşuna terleyip tepinmektedir. Çünkü her defasında evine varamadan gece yarısı sokakta bir başına kalan divaneleridir.[11]
Öfkenin İlacı İslam Ahlakı
Rabbimiz Nisa Suresi 79. ayette şöyle buyurmaktadır. “Sana isabet eden her ne iyilik varsa, Allah’tandır; sana isabet eden her ne kötülük varsa, nefsindendir…”
İnsanın her durumda önce kendisini sorgulaması gerekmektedir. Ve yaşadığı olay karşısında kendisine “Allah bana bunu yaşatmakla bana ne öğretmek istiyor?” diye sormalıdır. Herşey bir tecrübedir hayatta. Herşey bir imtihan. Olana da olmayana da şükretmeyi bilirsek öfkemize sahip çıkmayı da öğreniriz. Olanda da olmayanda da hayır görmeyi başarabilirsek her zaman sakinliğimizi koruyabilir ve mantıklı düşünebiliriz.
Allah bize hiçbir şey borçlu değil. Ne mal , ne can, ne evlat, ne makam.! Bize bahşedilen bütün güzellikler karşısında şükrümüzü daim ederek Allah’ın yardımıyla her durumda stresle başa çıkabiliriz. İslam ahlakıyla yaşamayışımızdan, tevekkül edemeyişimizden kaynaklı strese bağlı davranış bozukluklarıyla savaşıyoruz.
Bilinçsizlik, benlik, bencillik, becerisizlik, beleşçilik,bilgisizlik, birikimsizlik olumsuz ve kontrolsüz öfkenin sebepleri olarak görülüyor.( https://www.millicozum.com/mc/mayis-2015/ofkenin-dizgini-ve-beyin-disiplini )
Kur’an’ı Kerim; cahillik ve acemilikle veya diğer beşeri zafiyetlerle, nefsimize ve dünyevi menfaatlerimize yönelik haksızlık ve hakaretler karşısında kızdığımızda:
“(Cennet için yarışan muttaki müminler) Bollukta ve darlıkta infak edenler, (kızdıklarında) öfkelerini bastırıp yenenler ve insanlardaki (hakların)dan bağışlama (yoluyla) vazgeçenlerdir” (Ali İmran: 134) buyurarak, insanların bir takım yanlışlık ve haksızlıklar karşısında tabiatıyla kızabileceğini, ama olgun müminlerin bu öfkelerini yenmeleri ve aşırı tepki ve tecavüze yeltenmemeleri gerektiğini öğütlüyor…
Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz ise: Öfkelenme durumunda, kişinin ayakta ise oturmasını, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmasını, mümkünse abdest alıp kızgınlığını yatıştırmasını tavsiye ediyor. Çünkü aşırı öfke halinde aklımızın ve vicdanımızın kontrolünden çıkıp şeytanın güdümüne giren nefsanî dürtüler, insanları; kendisine, ailesine ve yakın çevresine telafisi imkânsız zararlar vermeye sürüklüyor…
Tebrik
Samimiyetle söylüyorum,şu ana kadar çok yazı o okudum ama hiçbirinde bu sitede yazan yazılar kadar gerçekçi,çözüm odaklı,bilgece,öğretici,ayrıştırıcı değil birleştirici ve içinde herşey olan yazılar okumadım,keşke bende bu şekilde bakabilseydim,görünen gerçeğin arkasındaki asıl gerçeği bende bu şekilde görebilseydim diye imremdim,çok saygı duyuyorum,başarılar diliyorum sizlere..