YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6631d28b83476
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 5 8
Bugün : 5557
Dün : 23368
Bu ay : 5557
Geçen ay : 737322
Toplam : 23521843
IP'niz : 3.145.171.58

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Kur'an, İslam dininin temel ve mukaddes kitabı ve tabii hayat düzeninin genel programıdır. Kur'an bir anayasa kitabı değildir ama, her asırdaki Adil kuralların temel ve tabii esasıdır. O sadece bir tarih kitabı da değildir ama, doğru tarihin ibret ve hikmet dolu yegane dayanağıdır.[1] Hem ahlaki ve manevi ilimlerin, hem modern ve müspet bilimlerin, ilham ve işaret kaynağıdır. Kur'an baştan sona hüküm ve hikmet kitabı olan Allah'ın hitabıdır. Peygamberimiz (s.a.v.)'in bile bir harfini değiştiremeyeceği[2], hiç kimsenin ve hiçbir zaman yanlışını gösteremeyeceği ve bir benzerini asla meydana getiremeyeceği[3] Hak'kın kelamıdır. Kur'an'da, kendisiyle ilgili çözüm ve çareye esas olacak bir hüküm bulunmayan ilmi ahlaki, siyasi ve iktisadi hiçbir mesele yoktur.


[1] Yusuf: 3

[2] Yunus: 15

[3] Yunus: 37

 

"Andolsun ki biz bu Kur'an da, insanlara her konuda ve her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık. Ama insanoğlu lüzumsuz tartışmaya her şeyden çok düşkündür."

Ancak ne var ki "(Kıyamet günü Allah'ın gönderdiği) Resul şöyle diyecek: Ya Rabbi, kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş bıraktılar"[1] ayetin de haber verdiği gibi, maalesef Müslümanlar bugün Kur'an-ı terk etmiş durumdadırlar.

Kur'an-ı terk etmek ve Allah kelamına sırt çevirmek, genellikle şu şekillerde olmaktadır.

1- İnsanların hatta kendisinin Müslüman olduğunu savunanların önemli bir kısmı, ne iman ve istikamet esaslarında, ne günlük hayat ve muamelat hususunda ve ne de adalet ve siyaset sahasında asla Kur'an-ı hesaba katmamakta, hiçbir konuda Kur'an'a ilgi ve ihtiyaç duymamaktadır.

Beşeri ve şeytani ideolojilerin ve tağuti düzenlerin kulluğunu ve kahramanlığını yapmaktadırlar. İşte bunlar zaten Kur'anı terk etmiş ve sırt çevirmiş durumdadırlar.

2- İnsanların bir kısmı da, Kur'an'dan işine ve kolayına gelen kısmını alıp, zoruna giden tarafını atmak suretiyle sapıtmakta ve Kurandan kopmaktadır.

"Onlar ki Kuran-ı parça parça ettiler"[2] ayetinin haber verdiği bu kimseler, namazını kılar, zekata karşı çıkarlar. Orucu tutar tesettürü çağ dışı sayarlar. Hacca gider, cihadı fitne çıkarmakla bir tutarlar. İslam ahlakını över, Kur'an ahkamına saldırırlar… Kısaca, sözde Allah'ın dinine hayran, ama özde O'nun tabii düzenine ve hayat ve huzur disiplinine düşmandırlar. Bunlar da Kur'an-ı terk etmiş sayılırlar.

3- Müslümanların bir kısmı da, Kur'an'ı anlamaya ve uygulamaya çalışırken Hadisi Şerifleri ve Hz. Peygamberin sünnetini ve (hayat sistemini ve stratejisini) dikkate almamak suretiyle, Kur'an-ı keyfi ve yanlış yorumlama ve yozlaştırma yoluna saptıklarından, bu davranış da bir nevi Kur'an-ı terk etmek manasını taşımaktadır.

Çünkü Cenab-ı Hak Kur'an-i hüküm ve hakikatleri, bizzat yaparak ve yaşayarak örnek olmak üzere Peygamber göndermiştir.

"Allah'ın sana fazilet ve rahmeti (lütfu inayeti) olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmaya yeltenmişti. Halbuki onlar sadece kendilerini saptırırlar. Sana hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah (c.c.) sana kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah'ın sana olan lütfu hakikaten çok büyüktür."[3]

Ayette geçen "kitab"ın Kur'an-ı Kerim "Hikmet"in ise Hadisi Şerifler olduğunu ittifakla bildirilmiştir. Aleyhisselatü Vesselam efendimizin sünnetini ve tatbikatını örnek almadan, nasıl namaz kılacağınızı bile Kur'an'dan bizzat anlamamızın mümkün olmadığı bir gerçektir. "Biz (bu kitabı sana insanlara anlatman ve açıklaman) için hak olarak indirdik"[4] ayeti üzerinde düşünmemiz gerekir.

4- Müslümanların bazıları da, değişen ve gelişen şartlara ve yeni ortaya çıkan sorunlara uygun çözüm ve çareler bulmak için, yeniden Kur'an'a başvurmak gerekirken, daha önceki asırlarda, kendi ihtiyaçları için Kur'an'dan çıkarılan manalara ve içtihatlara sarılıp ve bunları bir nevi "değişmez doğrular ve mukaddes esaslar" yerine koyup Kur'an-ı yüzüstü bırakmaktadırlar. Oysa: "Kur'an tilavetle (okuyup tekrarlamakla) değildir. İlim de rivayetle (bir konuda yazılanları ve konuşulanları ezberleyip nakletmekle) olmaz. Asıl Kur'an hidayetle (yol göstermek ve çare arzetmekle) ilim de dirayetle (anlayış ve ferasetle) olur."[5]

"İman edenlerin, Allah'ın zikrine ve Hak olarak indirilen (Kur'an'a karşı) kalplerin saygı ile  yönelecekleri (ve yeniden Kur'an'a dönecekleri) vakit hala gelmedi mi?

(Sakın ha müminler) Bundan önce kendilerine kitap indirilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir zaman geçmekle kalpleri katılaşmış ve çoğu fasık (yoldan çıkmış) kimseler gibi olmasınlar."[6] Ayeti kerimesi de kitaplarının aslını bırakıp çeşitli yorumları ve yozlaşmış durumları ile oyalanan ehli kitabın durumuna düşmeyelim diye, bizleri ikaz etmektedir. Halbuki Yahudi ve Hıristiyanlar artık kitaplarının aslına dönemezler: Çünkü Tevrat ve İncilin orijinali maalesef bulunmamaktadır. Ama biz Müslümanların, kitabımızın aslı, ilahi bir muhafaza ile korunduğundan her asırda Kur'an'a dönme imkanımız ve avantajımız vardır.

Herhalde iman ve itikat esasları, ahlak ve ibadet hususları ile ilgili olgunlaşmış içtihatları ve özellikle üzerinde icma hasıl olan durumları değiştirmek gibi şeytani bir heves ve hesabımız olamaz…

Ancak İslama uygun yeni bir banka ve kredi şekli, Zekat ve vergi düzeni, siyasi ve idari yapılanma biçimi, eğitim ve öğretim sistemi gibi konularda yeni kurum ve kurallara ve bunlarla ilgili yeni içtihatlara elbette ihtiyaç vardır. Hala oturup "İçtihat kapısı açık mı kapalı mı?" tartışmalarıyla uğraşmak veya asırlar öncesi sosyal ve ekonomik şartlar için yapılan içtihatların bugüne aynen tatbikini savunmak, devekuşu gibi kafamızı kuma sokmaktan ve gerçeklerden kaçmaktan başka bir şey olmaz. Bugün için yeterli ve geçerli olan eski içtihatlar ise tabiatıyla aynen uygulanacaktır.

Ama elbette bu iş ehliyet ve dirayet erbabının işidir. Öyle her önüne gelenin akıl yürütmesine ve kafadan fetva vermesine herhalde müsaade edilemez.

"İki haslet sahibinden başkasına gıpta edilmez. Bunlardan birisi gereği gibi amel eder Allah (c.c.) kendisine hikmet (Kur'an ilmi) vermiş. O da bununla hem kaza eder (hüküm çıkarır, içtihat yapar) hem de Onu öğretir[7] gibi pek çok hadisler; Müslümanların insanlığının ihtiyaç duyduğu konularda Kur'an ve Sünnete başvurarak ve icmaya bağlı kalarak yeni içtihatlar yapmasını ve topluma yeni ve yeterli programlar sunmasını bizzat teşvik etmektedir.

"Yemin olsun ki biz bu Kur'an'da insanlara (gerekli olan) her çeşit misali (ve manayı) getirip anlattık. (Ama) Onlara bir ayet getirdiği zaman (hemen) inkar ederler." (ve hiç düşünmeden) "Siz (geleneklerinizi ve göreneklerinizi) iptal edenlerden başka bir şey değilsiniz" derler.[8] ayeti de, her dönemde bir kısım gerekli yenilikleri ve öze dönüş hareketlerini savunanların, gelenekçiler tarafından nasıl suçlandığını haber vermektedir.

Bizim haklı ve hayırlı gördüğümüz bu önerilerimizin yanlışlığını, lüzumsuzluğunu nakli ve akli delillerle ve de gazete ve dergilerde ortaya koyanlar olursa… Bizim üzerinde durduğumuz konularda yeterli ve tutarlı içtihatlar ve hazır programlar bulunduğunu ispatlarsalar, tutar ellerini öperiz… Kendilerine dualar ederiz…

Ama bu gerçekleri kapatmak veya sadece dedikodu meclislerinde karşı çıkmak… Ve bu gibi sorunları ve sıkıntıları dile getirenlere hiçte hak etmedikleri halde "reformist, modernist, mezhebsiz gibi iftira ve isnatlarda bulunmak hem İslam'a hem de insan haklarına zulümdür…

Evet bu dini yozlaştırmak, mezhepleri karıştırmak, Yahudi ve Hıristiyan kafasıyla çağdaşlaştırmak, ibadet ve istikamet disiplininden saptırmak, kulluk şuurundan, ahiret ve manevi mesuliyet duygusundan koparmak isteyen sapıklar ve sahtekarlar da vardır. Ama bizim söylediklerimizle onların şeytani hedef ve heveslerin ne kadar farklı şeyler olduğunu anlamak için, dahi olmaya gerek yoktur ve bu tiplerle Hak namına nasıl bir mücadele içinde bulunduğumuz da herkesin malumudur.

Bir insanı öldürmek için bıçaklamak ve can damarını koparmakla, onu hastalıktan kurtarmak ve yaşatmak için ameliyatla urları ve yaraları almak aynı şey midir?

"İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip yürütecek, kötülüğü nehyedip önleyecek bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır."[9] ayeti Müslümanların kendi aralarında bir teşkilat kurup haklarını ve hürriyetlerini korumalarını ülkede marufu yaptırmaya ve münkeri yasaklamaya imkan ve iktidar hazırlamalarını emrederken,

"Siz insanlar (beşeriyet) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder kötülüğü men ederseniz."[10] ayeti ise yeryüzünde huzur ve hürriyet ortamını sağlamaya adil düzeni tanıtmaya ve uygulaya işaret ve teşvik etmektedir.

Ayette "sadece Müslümanlar için" değil, "insanlar" için çıkarılmış olmamızın bildirilmesi, bütün beşeriyetin salahına ve felahına çalışmamız gerektiğini göstermektedir. Bu ise terk ettiğimiz Kur'an'a yeniden dönmemizi gerektirmektedir.

Her dinden, her kavimden herkesin hayrına ve yararına olacak genel doğruları, ilmi, iktisadi, siyasi ve sosyal adil kanunları bir "Evrensel Düzen" halinde insanlığa sunmamız istenmektedir.

"Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın."[11] Ayeti de yeryüzünde Barış ve bereket nizamı hakim oluncaya kadar, her türlü zulme, sömürüye ve ahlaksızlığa dur diyecek, kimden gelirse gelsin ve kime karşı olursa olsun her türlü tecavüzü önleyecek bir dünya dengesi kuruluncaya kadar, çarpışın ve uğraşın demektir.

Yoksa "herkesi zorla Müslüman yapıncaya ve yeryüzünde kafir kalmayıncaya kadar çarpışın" demek değildir.

Yeryüzünde bütün insanların can, mal ve namus emniyetini korumak ve en geniş manada din ve düşünce hürriyetini sağlamak için, ille de bütün ülkeleri işgal etmek de gerekmez. Bugün nasıl dünyada Amerika'nın sözü geçiyor, bunun için bütün ülkeleri sınırlarına katması gerekmiyorsa ve bu hakimiyeti hangi vasıtalarla gerçekleştiriyor ve bunları zulüm yolunda kullanan büyük bir fitne odağı oluyorsa, Biz de aynı ekonomik ve kültürel gücü ele geçirip bunları İslam'ın ve insanlığın hizmetinde kullanmak zorundayız.

"Bize düşen sadece tebliğdir." ayeti "Bizlerin ülkemizde ve yeryüzünde adil bir düzen kurmak ve Evrensel Hukuk kurallarını uygulamak gibi bir vazifemiz yoktur." Şeklinde anlaşılmaz… Çünkü bu görev, bize kesin ayetlerle emredilmektedir.

Bu mutlu neticeyi gerçekleştirmek için teşkilat düzeni ve cemaat disiplini altına girip çalışmak, İslam'ın yeni dünya medeniyeti için ilmi, iktisadi ve siyasi hazırlıkları yapmak elbette bizim vazifemizdir. Ne var ki bütün bu gayretlerimizde muvaffakiyet Allah'ın elindedir. Başarıyı tayin ve takdir eden Cenab-ı Hak'tır. Biz halis niyetimiz ve gayretimiz oranında sevap ve şeref kazanırız. Zaferin gecikmesi bizi yolumuzdan alıkoymamalıdır.

"Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik."[12] Ayeti de Hz. Peygamber (sav) davetinin, sünnetinin ve hayat sisteminin bütün yeryüzüne yayılması ve uygulanması gerektiğini gösterir.

"Fitneden korkun (sakının) ki, o sizden sadece zalimlere dokunmakla kalmaz."[13] Ayet-i kerimesi de, şayet zulüm ve haksızlıklarla mücadele etmez ve yeryüzünde öncülüğü ele geçirmezseniz dünyanın herhangi bir bölgesindeki fitne ve fesat hareketleri, kanser tümörü gibi giderek yaygınlaşır ve sonunda hepimizi kuşatır, manasında bir ikazdır.

Yukarıda da arz ettiğimiz gibi bu hakimiyet ille de ordularla bütün dünyayı işgal etmek tarzında anlaşılmamalıdır. Belki, ekonomik, siyasi ve askeri güç olarak, hem de sosyal hayat ve adalet planında öyle üstün bir medeniyet kurunuz, zulüm ve sömürü odaklarını öylesine kurutunuz ki, yeryüzünde yardımına ihtiyaç duyulan ve gücüne saygı duyulan devlet siz olasınız manasındadır.

"Biz (zafer ve hakimiyet) günleri (dönemlerini) insanlar arasında evirip çeviririz."[14] Ayetinde de önümüzdeki çağın İslam'ın çağı olacağına işaret ve beşaret vardır.

Müslüman dünya düzenine, eski tabirle "Nizam-ı aleme" talip ve sahip olmalıdır. Ve işte bunun içindir ki, bütün gücümüzle Milli iradeyi iktidar yapmaya çalışmalıdır. Zira İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı, İslam Savunma Paktı, Müslüman Ülkeler Kültür ve Eğitim İşbirliği ve Müşterek İslam Dinarı gibi evrensel barış ve dayanışma unsurlarının gerçekleşmesi ancak Milli Görüş ve güçlerin (Kuvayı Milliyenin) iktidarına bağlıdır!..

Velhasıl resmen olmasa da, maalesef fikren ve filen terk ettiğimiz Kur'ana yeniden dönmek ve yeni bir Kur'an medeniyetini gerçekleştirmek hepimizin amacı olmalıdır.

Sadece ruhsuz ve şuursuz geleneklere saplanıp kalmak, yeniliklere, ilmi ve insani değişim ve gelişimlere karşı çıkmak ta hem gericilik sayılır hem de Kur'an'ın ruhuna aykırıdır.

Yenilik Üretmeyen Oluşum ve Toplumlar, Durgun Su Misali, Kokuşmaya Başlayacaktır

Yenilik üretmek, hayatın her safhasında zaman zaman ihtiyaç duyulan insanî bir faaliyettir. Zîrâ değişen şartlar ve insanlığın çeşitli alanlarda elde ettiği birikimler, bazen hayatı sürdürebilmek için yenilenmeyi ve yeniliği kullanmayı mecburi kılar. Yenilik üretmek; fert, şirket, topluluk ve milletleri ileriye götüren bir unsur olduğu gibi, eskisiyle yetinmek insanı ve toplumları geri bırakan bir sebeptir. Hattâ fert ve toplumların uzun ömürlü olabilmesinin bir şartı da, düşünce, duygu ve aksiyon plânında sürekli yenilenmek ve zamanın ruhunu yakalayacak şekilde inanç ve geleneklerini çağın idrakine söyletebilmektir. Günümüzde yenilik üretmeye odaklı AR-GE (araştırma-geliştirme) faaliyetleri o kadar vazgeçilmez hâle gelmiştir ki, büyük mâliyetlerle ortaya konan yenilikler, marka ve patent adı altında tescillenmektedir. Böylece hem üreten kişi ve kurumların emekleri korunmaya alınmakta, hem de o toplumun kalkınmışlık endeksi, ürettiği yeni ürünlerle hesaplanmaktadır. Bundandır ki, günümüzde topluluk ve işletmelerin rekabet gücü, bünyelerindeki fertlerin yenilik üretme kapasite ve performanslarına bağımlı hâle gelmiştir. Çok çalışmak ve üretmekten ziyade, verimli çalışmak ve katma değeri yüksek şeyler üretmek daha önemlidir.

Bir toplumun düşünce zenginliği; teknoloji ve kültür sahasında gelişmişliği; mevcudu sorgulayan yenilikçi fıtratların o toplumda yaşama imkânı bulmasına, her sahada ortaya konan nüans ve yeniliklerin çokluğuna, yenilik üretme faaliyetlerinin destek ve teşvik görme oranına bağlıdır. Günümüzde AR-GE çalışmalarını mecburi kılan sağlıklı büyüme ve gelişmeyi, toplumlar kendilerini yeniliğe kapatarak değil, yenilik üretim merkezleri kurarak ve üretilen yeniliklerin muhtemel yan tesirlerini analiz merkezlerinde kabul edilebilir risk seviyelerinde tutarak gerçekleştirebilirler.

Yenilik; ilgili sahada var olan bilgide nüans ortaya koymadır. Doğurgan, ufuk açıcı yenilik, ‘farkı' fark ettirir. Üretilen yeni bilgi veya ürünün, var olanı yeniden düzenleme ve daha uygun hale getirme kapasitesi önemlidir. Ait olduğu sahada nüans oluşturabilecek bilgi veya teknolojik ürünlerin üretimi de bir nevi yenilik üretme işlemidir. ‘Yenilik üretmek' kavramı çok geniş mânâlara sahiptir. Meselâ yeni bir bakış açısı, model, teori, fikir, kavram, sentez ve tasarımlar yenilik üretmeye dâhil olduğu gibi; cihaz üretimi, kimyevî madde sentezi, saflaştırma, ayrıştırma ve ölçüm usulleri de yeniliğe dâhildir. Her yenilik üretim faaliyeti bir tür risktir. Risk almadan katma değeri yüksek gelişme, büyüme ve açılımın olmayacağı temel bir hakikat olduğundan, risk alma kapasiteniz ve risk yönetimi becerileriniz ne kadar fazla ise, ilgili sahada o nispette büyüme ve gelişme sağlayabilirsiniz.

Fen ve mühendislik bilimlerinde maddî ve pratik faydası olan yenilikler daha ağırlıklı iken, sosyal ve insanî bilimlerde ise: kavram üretimi, üretilen yeni kavramın eski bilgi ve kavramlarla ilişkilendirilmesi gibi yenilikler, daha çok anlayışları değiştirmeyi hedef alır. Bu açıdan insanî ve sosyal bilimlerde yapılan yenilik üretme ile fen ve mühendislik sahalarındaki teknolojik ağırlıklı yenilikler, mahiyetleri ve hedefleri bakımından farklıdır. Maddî ve teknolojik yenilikler, toplumda daha kolay kabul görebilirken, düşünceleri, inançları veya bakış açılarını değiştirme potansiyeli olan yeniliklerin hem üretimi, hem de toplum tarafından benimsenmesi zordur, hem uzun zaman almaktadır. Geçmişte el emeğinden makine ağırlıklı üretime geçiş sürecinde, toplumlarda teknolojik ürünleri kullanmaya karşı direnç çok yüksekti. Ancak teknolojinin nimetlerini ve sağladığı kolaylığı derinden hisseden kitleler, günümüzde bunu daha kolay kabullenmektedir. Fakat sosyal ve insanî bilimlerde yeniliğe karşı sergilenen negatif tutum ve davranışlarda çok fazla şey değişmemiştir. Çünkü sosyal ve beşerî bilimlerdeki yeniliklerin, toplumun inanç ve değer hükümlerini değiştirme riski veya mevcut otoritenin statüsünü sorgulama ihtimali daha yüksektir.

Yenilik üretmenin basamakları

Kâinatta her şeyin bir oluş prensibi olduğu gibi, yenilik üretmenin de kendine has bir sistematiği vardır. Eğer yenilik üretim mantığı ve süreci bilinir ve ona uygun aksiyon stratejileri üretilirse, yeniliğin topluma yayılmasında hem direnç törpülenmiş, hem de görüş ayrılıkları en aza indirgenmiş olur. Bunun için hem yenilik üreten kişiler, hem de bu yeniliği kullanan grup ve toplulukların, risk yönetimi kabiliyetlerini güçlendirmeleri gerekir. Bu basamaklar genellikle:

a- Yeniliğin üretimi, test edip denenmesi

b- Bunun inanca, kültüre ve coğrafyaya uyumlu hale getirilmesi

c- Yeniliğin hayatın içinde kullanılmaya başlanmasından itibaren oluşabilecek yan tesirlerinin izlenmesi, şeklinde gerçekleşir. Her basamağın kendine has dinamik ve süreçleri vardır.

Yenilik üretimi ve test edilip değerlendirilmesi:

Yenilik üretme, yeni bir kimyevî molekül bulmaya benzetilebilir. Yenilik üretim aşamasındaki süreçler, evrenseldir. Günümüzde, AR-GE lâboratuvarları, atölye çalışmaları, yenilik üretmeye yönelik kuluçka evleri (incubator, innovation center), teknoparklar, bilim-araştırma köyleri, birinci safhanın gerçekleştiği yerlere birer örnektir. Bu dönemde rol alan kimseler; üretecekleri şeylerin, onları nerelere götürebileceğini ve ne gibi tesirlere yol açabileceğini düşünemez. Bu safhada sezgileri güçlü insanlar istihdam edildiğinden, ilhamların, sezgilerin öne çıktığı bu kademede, kişiler, kendilerini yeniliğin çoşkusuna ve pozitif katkılarına kaptırmıştır. "X elden gidiyor!" gibi kaygı ve korkular bahane edilerek, bu aşamada vazife alan insanların yenilik üretimi engellenemez, sorgulanamaz. Çünkü, problemleri yenilik üreterek çözmeye çalışan fertler, yeni bir şey üretmenin, ilham ve sezgilere açık olmanın getirdiği çoşku ve konsantrasyon içinde olduklarından, kendilerinde korku ve endişe çok azdır. Zaten şuuraltında korku ve endişe olan kişiler, kendini yeniliğe kapatacağı için bu aşamada rol almazlar.

Yeni fikir, yaklaşım, bilgi ve tasarım sınırlı sayıdaki kişinin zihninde sera denebilecek sosyal çevrelerde gerçekleşir. Kimyevî bileşiklerin içindeki aktif maddeyi saflaştırmak, bir cevheri kullanılabilir hâle getirmek, üç-beş kademeli ayrıştırma, saflaştırma işlemlerini mecburi kılıyorsa, benzer şekilde üretilen yeniliğin de kullanıma hazır hâle getirilmesi için saflaştırılıp süzülmesi gerekir.

Yeniliğin inanç kültür ve coğrafyaya uyumlu hale getirilmesi:

Bu safha, üretilen yeniliğin kullanım çerçevesinin tespitini ve buna kültürel elbise dikimini ihtiva ettiğinden buradaki inanç ve kültür dünyasına uyum, izâfîdir. Yeniliğin çıkıntılarını, sivri yanlarını düzeltip, nasıl ve ne şekilde kullanılacağını belirlemek gerekir. Özellikle bu yeniliği hayatın içinde kullanırken, uyulması gereken kırmızı ve beyaz çizgileri taşıyan kullanma kılavuzunun hazırlanması bu safhada asla ihmal edilmemelidir. Pilot uygulamaların da gerçekleştirildiği bu aşama, genellikle yeniliği üreten kişilerin de içinde bulunduğu bir komite tarafından yürütülür. Ön testler yapılır. Bulunan cevher veya müessir madde, sosyal lâboratuvarlarda ayrıştırılmaya, saflaştırılmaya çalışılır. Bilhassa yan tesirlerinin belirlenmesine ve en aza indirilmesine gayret edilir. Bu safhada toplumun bütün kesimlerine ulaşılmaz. Yeniliğin alfa ve beta test sürümleri yapılarak, mahzurlu yönler tespit edilir. Yenilik ve ona bağlı ürünler tekrar gözden geçirildikten sonra, sürüm 1.0 olarak piyasaya arz edilir. Bu aynı zamanda üçüncü basamağın da başlaması demektir. İkinci ve üçüncü basamaklar eş zamanlı devam eden iki süreç olduğundan, bu dönemde de AR-GE çalışmaları devam ettirilmelidir. Çünkü ortaya çıkan hatalar, yanlışlar, yan tesirler, sürekli tashih edilerek, yeniliğin muhtemel zararları kontrol altında tutulmaya çalışılır. Yeniliğin sürekli izlenmesi ve iyileştirilmesinin en temel gerekçesi şudur: Hiçbir yenilik, mutlak iyi, doğru ve güzel olmadığı gibi; mutlak kötü, yanlış ve çirkin de değildir. Her yeniliğin olumlu ve olumsuz getirileri olduğu gibi, riskleri de vardır. Bu yüzden sosyal ve beşerî bilimlerde üretilen yenilikleri, içinde zararlı unsurlar var diye, toptan reddetmek doğru olmadığı gibi, süzüp saflaştırmadan kullanıma sokmak da doğru değildir.

Yeniliğin hayatın içinde kullanılmaya başlanmasından itibaren oluşabilecek yan tesirlerinin izlenmesi

Bu devre, yeniliğin kullanımını izleme ve değerlendirme kademesi olup, yapılacak çalışmalar, birinci ve ikinci basamaklardaki işlerden farklıdır. Zîrâ pratikte kullanıma giren yeniliğin açığa çıkan olumlu ve olumsuz tesirlerinin tespit edilip izlenmesi, istenmeyen yan tesirlerin en aza indirilmesi için ne gibi tedbirlerin alınması gerektiği konusunda da çalışmalar yapılmalıdır. Bu dönemde yeniliğin gücünü ve muhtemel açılım tesirlerini gören iktidardaki kişiler arasında yeniliği kimin yöneteceği ve meşruiyet problemi de ciddi seviyede gün ışığına çıkar.

Yenilik üretmedeki bu üç safhanın tamamının tek bir kişi veya grup tarafından yapılmasını beklemek yanlıştır. Çünkü yeniliğin topluma mal olması, toplumun yenilik üretme kapasitesinin dünya standartlarının üstüne çıkması, bu üç basamağın birbirinden farklı işleyen dinamiklerini doğru algılamaya ve ona göre bir aksiyon belirlemeye bağlıdır.

Yeniliğin birinci ve ikinci basamağında ciddi problem yaşanmaz. Çünkü yeni durum, sınırlı sayıdaki kişilerce bilinmektedir. Ancak yeniliklerin geniş halk kitleleri tarafından kabul görmeye başladığı üçüncü basamağa geçildiğinde, toplumda değişik bilgi alanlarını elinde tutan alt gruplar, yeniliğin gelenekten gelen bilgi ve mânâ dünyasını ne ölçüde değiştireceğini veya meşruiyetini tartışmaya açarlar. İnsanlardaki haset, kıskançlık ve gıpta damarı uyanmaya başlar. İlgili ilgisiz, bilgili bilgisiz herkes tartışmaya veya hâdiseye taraf olmaya davet edilir. İnsanlar sağlıklı bilgi edinmeden yargı ve kanaat sahibi olmaya başlar.

Akl-ı selimle düşünen, basiret sahibi, soğukkanlı, mutedil fıtratlar veya bilgi-güç münasebetlerinin tepesinde oturan yetkili kişiler, duruma müdahale etmek mecburiyetinde kalırlar. Bu yetkili kişiler, bir yandan kitleleri ve ilgili kesimleri, akl-ı selime, mutedil ve müspet hareket etmeye, ölçülü olmaya davet ederlerken, yeniliği de ya soğumaya (bekletmeye) alırlar veya kullanılma alanlarını sınırlandırırlar.

Üçüncü basamağa girildikten belli bir müddet sonra, sular durulur. Fıtraten yeniliğe açık, aklını, mantığını kullanabilen, sorgulama cesaret ve kabiliyeti yüksek, ferdiyeti çiçek açmış kişiler, ‘yeniliği' kullanmaya devam ederler. Ancak insanların rahatsız olabileceği kırmızı ve beyaz çizgilere saygı duymaya daha fazla hassasiyet gösterirler. Toplum içindeki alt gruplar yeniliği belli ölçüde benimseyerek, yeni bir denge durumunda hayatlarını sürdürmeye devam ederler.

Yenilik üretebilmenin gerekli şartları

1- Fıtraten yeniliğe açık, "iç motivasyonu ilham arayan" bir kişiliğe sahip olmak. Çünkü "iç motivasyonu onay arama olan" taklitçi kişilikler mevcutla iktifa ettiklerinden, yeniliklere karşı mesafeli davranırlar.

2- Özgüveni ve cesareti yüksek olmak, eleştirilere dayanma gücünü kendinde görme ve bunu metanetle kullanmak.

3- Çalışılan mevzuda zihinde herhangi bir sınırlama, korku ve yasak hissini barındırmamak. Zîrâ "Ben bunu yaparsam veya üretirsem, dışlanırım, güvenliğim tehlikeye girer." endişesi olan kişi, yeni fikirlere yelken açamaz. Fikri durgunluğu ve statükoculuğu tercih eder.

4- Yenilik (fikir, model, marka, patent, yaklaşım vb) üzerinde çalışan kişi, ortaya çıkacak olan yeni bilgi veya ürünün nelere yol açabileceğini, üretim aşamasında tam olarak tahmin edemez. Kendini bu konuda daraltamaz ve daraltmamalıdır. Çünkü bu endişeler birinci basamağın değil, ikinci ve üçüncü basamağın problemleridir. İlmi temellere ve insani hedeflere dayanıyorsa, korkmamak.

5- Yenilik üreten kişiler, ürettiklerini tartışmaya ve kullanıma açmadan önce, yeniliğin topluma sunum şeklinin de, inanca, kültür ve coğrafyaya uygun olması için yetkilileri uyarmak ve ikinci sürecin başlatılmasını sağlamak.

6- Birinci basamakta yer alan kişiliklerin, ikinci ve üçüncü safhada yer alan fıtratlarla aynı olmayacağının farkında olunması gerekir. Bu yüzden birinci basamaktaki kişilerin ikinci ve üçüncü basamaktaki süreçlere müdahale etmelerine sınır koymak. Çünkü yenilikçi fıtratlar, ürettikleri yeniliklerin hangi ölçüler içinde kullanılacağını kamu vicdanına ve uygulayıcılara bırakmalıdırlar ki, yeniliğin kitlelere taşınmasında problem yaşanmasın.

Yenilik iki yanı keskin bir bıçak gibidir.

Yeniliğin geniş kitlelerce kullanımı artarken, ortaya konan yenilikler, farklı zihinlerde farklı şekillerde algılanır. Bazıları hâdisenin olumlu, güzel yanlarını hemen fark edip, yeniliği kolayca benimser. Bu benimseme o noktaya varır ki, yeniliğin savunucuları ve dostları yeniliği anlatırken haddi aşan beyanlarda bulunurlar. Bunlar ifrat derecesinde coşku yaşarlarken, temkinli konuşmayı unutarak yeniliğin ‘her şeyin dermanı, ilâcı ve çözümü' olduğunu ileri sürerler.

Bazıları da yeniliğin var olan mevcut yapının işleyişinde, bilgi birikiminde yapabileceği olumsuz tesirleri kolayca algılayarak, onu kendilerine karşı bir tehdit olarak görür ve onunla mücadeleyi mukaddes bir vazife sayar. Bu kişiler şeytanın avukatlığını üstlenmişcesine, yeniliğin değişik parçalarını keyiflerine göre kesip yapıştırarak hilkat garibesi bir montaj ve tasarımla, yeniliği kötülemede, hayalî tehlikeler üretmede ve etrafa korku yaymada ısrarcı olurlar. Yeniliği savunan ve yenilikten fayda görenler de, inadına pozitif bir bakış açısıyla, sadece yeniliğin getirdiği ve getireceği olumlu tesirlere odaklanırlar. Tam bu sırada hâdiseyi tahrik etmek isteyen provokatörler devreye girer. Farklı gruplar tarafından yenilik, âdeta kutsallaştırılırcasına ya müdafaa edilir veya yenilik karşıtları paranoyak denecek ölçüde yargısız infaza girişir.

Bu durum ‘Yeniliğe karşı sağlıklı tutum ve tavır geliştirememe sendromu' olarak tanımlanır. Her yenilik üretildiğinde bu sendrom, çeşitli seviyelerde gözlenir. Bu sendroma yakalanan kişilerin ayırt edici özellikleri şunlardır:

1- Entelektüel açıdan, sadece kendi yorumlarının doğru olduğunu düşünürler.

2- Kendi algılamalarını merkezî referans noktası gördüklerinden, literatürden sadece kendi düşüncelerine uyan bilgileri seçmeye, dezenformasyon yapmaya meyilli tiplerdir.

3- Yeniliğin getirdiği nüanslara karşı duyarsız ve peşin hükümlüdürler.

4- Farkı fark edebilme kapasiteleri düşük olduğundan, siyah-beyaz mantığıyla hâdiselere bakarlar. Aradaki gri tonları algılama özürlüdürler.

5- Yeniliğin ya sadece olumlu yahut sadece olumsuz yönlerini ve yan tesirlerini görürler. Bunu da anlatırken keskin bir dil ve üslup kullanmaktan çekinmezler.

6- Yeniliklere karşı, çok katı dogmatik inançlara sahiptirler.

7- Yeniliğe karşı çıkarken, konuyla hiç alâkası olmayan şeyleri tuhaf şekilde birbiriyle ilişkilendirme gibi alışkanlıkları sergilerler.

8- Sahih kaynaklardan ve birinci elden bilgi sahibi olmadan, kanaat ve hüküm oluşturup, bunu keskin bir dille medyaya taşıma temâyülündedirler. İfrat ve tefrit tavırlarından dolayı, mutedil hareket edemezler.

9- Her yeniliği, kendi inanç ve düşüncelerine karşı geliştirilmiş tehlikeli bir güç olarak görürler. Bu yüzden şüphecidirler.

Gelenek ve yenilik arasındaki ince çizgi

Gelenek geçmişin mirasını korumayı, köklere bağlı kalmayı öne çıkarırken; yenilik, zamanın ruhunu, çağın ihtiyaçlarını dikkate alarak, geleneği çağın renkleri, kokuları ve tatlarıyla yeniden ifade etme arayışlarını temsil eder. Değişerek geleneği devam ettirmek, geleneği koruyarak değişmek, gelenekle yenilik arasındaki hassas bağlantıyı ifade eder. Zıtlar arasındaki siyah-beyaz keskinliğin giderek gri ve puslu geçişlere yerini bıraktığı günümüzde, geleneği korurken yenilik üretmeye çalışmak, daha da riskli hâle gelmiştir. Ayrıca beşerî bilimlerde şimdiye kadar temel hakikatlerin hemen hemen tamamının değişik üslûplarla söylendiği dikkate alındığında, sosyal bilimlerde yenilik üretmek, hem daha zordur, hem de yanlış anlama ve şüphelere daha açıktır. Doğru ile yanlış, hak ile batıl, güzel ile çirkin, iyi ile kötü arasındaki çizgileri kaybetmeden gri tonlar içinde yenilik üretmek, bu yüzden ancak "ufuk ötesi" düşünebilen ve risk alma kapasitesi yüksek insanların, kolektif çalışmalarına bağlıdır. Böyle bir dönemde, yenilik üretme teşebbüsleri, hem geleneğin ağır bastığı çevrelerde hem de fıtraten şüpheci, gelenekçi ve tutucu insanlarda hem tereddütle karşılanır, hem de geleneği bozucu bir tehdit olarak algılanır. Bu açıdan yenilik üretmenin, hür düşüncenin hâkim olduğu, ferdî hürriyetin garanti altına alındığı ve ferdin çiçek açtığı topluluklar içinde mümkün olduğu asla unutulmamalıdır. Eğer böyle bir zemin yoksa, her türlü yenilik, tabana ve geniş kitlelere ulaşırken, belli grupların ciddi direncine ve saldırısına maruz kalır. Daha da ilginci, yeniliği üreten kişiler, her türlü iftira ve saldırıya uğrar. Tarih sayfalarına gidildiğinde buna hem Doğu, hem de Batı'da binlerce örnek bulmak mümkündür. Bunun önemli bir sebebi, her yeniliğin, hitap ettiği alanda var olan kurulu düzeni ve bağlantıları bozma potansiyeli taşıması ve insanlarda ‘Bir şeyler elden gidiyor.' korkusunu tetiklemesidir. Çünkü yenilikler statükoyu, var olan iktidar-güç münasebetlerini ve yönetim sistemini değişime zorladığından, tabiatı gereği korkutucu ve endişe vericidir. Yenilik ve risk yönetimi becerileri gelişmemiş topluluklar, yenilikleri veya farklılıkları tehlike olarak algıladıklarından, kendilerini yeniliğe kapatarak, statükoculuğa daha çok prim verme temayülündedirler.

Netice olarak, yenilik üretmek ile üretilen yeniliklerin toplum tarafından kabul edilme süreçleri ve insanların yeniliğe uyum sağlama kapasiteleri farklı şeylerdir. Türk toplumu, yenilikleri tüketmeye ve kullanmaya daha yatkındır. Toplumumuzda üretilen yenilikleri destekleme ve teşvik etme alışkanlığı pek olmadığından ve yenilikler sosyo-kültürel sistem tarafından da desteklenmediğinden, AR-GE kültürü de pek gelişmemiştir. Bunun bir sebebi, toplumun yenilik üretmenin asgari şartları konusunda bilgi sahibi olmaması ve olanların da bu riski göze almayıp mevcut durumla iktifa etmesidir. Bir diğer sebebi de, Türk toplumunda yeniliğe ve risk almaya mütemayil insan sayısının çok az olmasıdır. Özellikle eğitim, medya ve yönetimde korku eksenli, baskıcı bir anlayışın yaygın olması, toplumda yeniliğe ve risk almaya kapalı insanların sayısında artışa yol açmıştır.

Eğer Türk toplumu her seviyede ve her alanda yenilik üretmenin bu üç basamaklı farklı dinamiklere göre işleyen mantığını anlamaz, stratejiler üretmez, buna uygun adımlar atmazsa, çağı yakalaması ve aşması oldukça zor olacağı gibi, bu konuda çok büyük zâyiatlar vermesi de kaçınılmazdır.[15]


[1] Furkan: 30

[2] Hicr: 91

[3] Nisa: 113

[4] Zümer:41

[5] Hadisi Şerif, Ramuzel Ehadis no: 4474

[6] Hadid: 16

[7] 10 Sahihi Müslim c.2 hadis no: 267

[8] Rum: 58

[9]  Al-i İmran:104

[10] Al-i İmran: 110

[11] Enfal:39

[12] Sebe:28

[13]  Enfal: 25

[14] Al-i İmran: 140

[15] Kasım 2006 / Dr. Selim Aydın / Sızıntı

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx