Adli yılın açılışında konuşan Yargıtay Başkanı Osman Arslan'ın:
"Laikliğin tanımı yapılmalı" önerisine katılıyoruz
Yargıtay Birinci Başkanı Osman Arslan, adli yıl açılış konuşmasında Anayasa'da laikliğe özel önem ve değer verilmiş olmasına karşın açık tanımının yapılmadığını, laiklik ilkesi ile din ve vicdan özgürlüğünün açıklanmasının zorunlu görüldüğünü vurguladı.
Adli yıl, Yargıtay'da düzenlenen törenle açıldı. Törene, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, TBMM Başkanı Bülent Arınç, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcıları Abdüllatif Şener ve Mehmet Ali Şahin, Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Haşim Kılıç, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, ANAVATAN Genel Başkanı Erkan Mumcu, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok ve çok sayıda davetli katıldı.
Arslan konuşmasında, laikliğin dinin devlet işlerine, devletin ise din işlerine karışmaması olduğunu anımsattı.
"Laik devlette yöneticiler dini, din adamları da devleti yönetemezler. Her ikisinin görevi, işlevi, amaç ve alanı farklıdır. Laik devlet, bütün dinlere ve mezheplere aynı uzaklıktadır. Laik devlette kişiler vicdanlarıyla baş başa bırakılmıştır.
Laikliğin ikinci öğesi, kişilerin iç dünyasıyla ilgili olup, kişilerin din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alınmasıdır. Bu kuralın doğal sonucu olarak, hiç kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz. Ayrıca hiç kimse devlet düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma amacı güdemez ve din duygularını kötüye kullanamaz."
Dinin, kişilerin vicdanlarında saygın bir yeri bulunduğunu ifade eden Arslan, şöyle devam etti:
"İnsandan başka hiçbir varlığın dini yoktur. Ne insanlar tarafından oluşturulan kurum ve kuruluşların ne de tüzel kişiliği olan devletin dini olamaz. Devletin laik olması ilkesini benimseyenleri dinsiz olarak suçlamak ne kadar yanlışsa, Cumhuriyete, Atatürk ilkelerine bağlı olan ve dinin gereklerini de yerine getiren kişileri çeşitli sıfatlarla suçlamak da bir o kadar yanlıştır. Bu tür yaklaşım ve değerlendirmelerin, ülke bütünlüğüne, birlik ve beraberliğine zarar verdiği ve kutuplaşmaya neden olduğu gözden uzak tutulmamalıdır."
Danıştay saldırısına da değinerek bu saldırının Türkiye'nin birliğine ve laikliğine yönelik yapıldığına işaret etti. "Türk yargısı bundan sonra da yasalar çerçevesinde yargılama yapacak ve karar verecektir. Hiçbir terörist eylemi yargıyı bu görevinden alı koyamaz" diye konuştu. 21. asır bilişim çağı olduğu kadar insan hakları çağıdır olduğunu belirten Arslan, "Teknikteki gelişmeler de bir anlamda insanlığın geleceği için tehdit oluşturmaktadır. İnsanlığın teröre karşı ortak çaba göstermesi gerekmektedir" diye konuştu. Uluslararası barışın temini için devletlerin uluslararası hukuka uyması gerektiğine de işaret eden Osman Arslan, "Terör ve savaşla yaşayan bir dünya tarihteki yerini alacaktır. Dünya savaşı da terörü de sona erdirecektir. Yurtta barış, dünyada barış mutlaka sağlanacaktır" dedi.
1980 yılında başlayan ayrılıkçı terörün Türkiye'nin 40 bin vatandaşını ve 22 yılını kaybetmesine neden olduğunu kaydeden Arslan, bu yüzden her Türk vatandaşı her konuda devletine yardımcı olması ve sahip çıkması gerektiğini kaydetti. "Vatan bir bütündür, parçalanamaz" diyen Arslan, vatanın bölünemeyeceği, üniter yapısını değiştirilemeyeceğinin herkes tarafından bilinmesi gerektiğini dile getirdi.
Yargılama süreci devam ederken medyanın eleştiri yapmasının suç olduğunu kaydeden Arslan, "Kesinleşen yargı kararları eleştirilmeli. Ancak eleştirilerin öznel değil nesnel olması gerekir. Eleştiriler ve değerler, karara yönelik olmalı. Karar verenlerin yıpratılması, eleştirilmesi, hedef haline getirilmemesi gerekir. Hukukun temel kuralı hiç kimsenin kendi davasında hakim olamayacağıdır. Kesinleşen karar eleştirilebilir ama yok sayılamaz. Kesinleşen yargı kararlarının eleştirilmesi o kararın infazını engeller" uyarısını yaptı.[1]
Laiklik arayışları üzerine bir deneme
Dr. Fatma Mansur Coşar'ın sadece İtalya (Vatikan) ve Fransa'dan örneklediği küçük ama muhtevalı kitabı "Laiklik Arayışları"ndan satır başlarını aktarıyoruz:
-Dinî yardım dernekleri olan Diyosezler Fransa'da tartışmalara yol açmıştır. Dernekler ancak 1921'de kurulabilmiştir. Hukukî statüye sahip olmaları için devlet Kilise hiyerarşisini kabul etti. Laikler ve cumhuriyetçiler ise bu kanuna karşı çıktılar. Tartışmalar neticesinde uzlaşmaya varınca "müminler" devletle barışmış oldular.
-"Fransız Devrimi"nden önce Kral yeryüzünde Tanrı'nın yaveriydi. Fransa "Kilise'nin En Büyük Kızı" unvanını taşıyordu. "Fransa Devrimi"nden sonra devlet insanoğlunun iradesinin bir ürünü olarak tanımlandı. Devleti yapılandıran akıldı, devletin amacı insanın mutluluğu ve hürriyetiydi. En iyi rejim cumhuriyet rejimiydi. Bu iki dünya görüşü Fransa toplumunda bir fay açmıştır. Fransa'da "Devrim"den kalma katı laiklik, günümüzde "yumuşak" tabir edilen bir laikliğe yerini bıraktı.
-"Devrimciler" ve onlardan önce "Aydınlanma" düşünürleri, halkı sömüren aristokrasi kadar, Kilise'yi de çürümüş ve istismarcı bir kurum olarak görüyorlardı. Aydınlanma düşünürlerini en çok kızdıran, Kilise'nin halkı batıl itikatlarla kendisine bağlaması ve bir insanın akıl sahibi olduğunu reddetmesiydi.
-"İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi"nde "laiklik" sözü yoktur. Dinle ilgili 10. maddesinde: "Hukukî düzene zarar vermemek şartıyla, hiç kimse inançları yüzünden -dinî inanç dahi olsa- rahatsız edilmeyecektir."
-Fransız laik sistemin temel taşı "1905 Ayırım Kanunu"dur. Bu kanuna göre; Cumhuriyet, vicdan ve ibadet hürriyetini garantiler. Cumhuriyet, hukukî anlamda hiçbir dini tanımaz. Devlet dairelerinde dinî rumuz bulunmayacak, okul saatleri içinde din dersleri verilmeyecek, dinî dernekler Dernekler Kanununa uyacaklar ama iç idarelerinde ait oldukları dinin kurallarına uyup uymamakta serbest kalacaklardı.
-1946'da IV. Cumhuriyetin kuruluşuyla "laik" sözü anayasaya girdi. 1958'de Fransa'da yeni anayasa ile V. Cumhuriyet kuruldu. Ordu alenen fikirlerini beyan edemeyecekti. Kışlalara ve gemilere ayin için din adamlarının gelmesine izin veriliyordu ama bütün dinî rumuz yasaklanıyordu. Ancak küçük "göze batmayan" dinî semboller kullanılabilirdi. Memurların dosyalarına herhangi bir inanç, felsefî, dinî veya siyasî temayülleri veyahut Mason olup olmadıkları yazılmayacaktı.
-Fransa'da Kilise okullarda dinî eğitimi istemektedir: Din (Katoliklik) Fransa kültürü ve tarihiyle iç içedir. Din olmazsa ahlâk kuralları çöker. Din toplumun çimentosudur. Kilise'nin sunduğu eğitim hizmetini devlet desteklemelidir. Devlet ise buna şiddetle karşı çıkmıştır: Okul, Cumhuriyeti köklendiren bir kurumdur. Çocuk okulda Cumhuriyetçi vatandaşlığın ne olduğunu öğrenir. Laik değerler ve Cumhuriyetin değerleri toplumun çimentosunu sağlamaya yeterli olduğu gibi, ahlâkî değerlerle de eş anlamlıdır.
-İnsan hakları kavramı iki önemli özelliği içine alır: Çok kültürlülük -çoğulcu kültür- ve bunun öbür yüzü "farklı olma" hakkı. Bu sonuncu, ten renginden cinsel tercihlere, tanrıtanımazlıktan ezoterik mezheplere kadar bütün çeşitleri kaplar ve devletin demokrasi yelpazesinde yerini tespit eder. Devlet bir tek kültür tarafından tekele alınırsa, aynı şekilde bir tek dinin tekeline girer, ki bu laikliğe aykırıdır. Farklı olmak her türlü hiyerarşik yapısının üstünde olmak hakkı demekse, o zaman devlet anarşiye sürüklenir ve istenilen haklar ortadan kalkar. Laiklik de kurbanlardan ilki olur.[2]
Hangi adreste bulunuyorsunuz?
Yargıtay Başkanının açıklamaları Oktay Ekşi'yi niye şaşırtmıştı?
Bay Ekşi şunları yazmıştı:
"TÜM içtenliğimizle baştan ifade edelim ki, Yargıtay Birinci Başkanı Sayın Osman Arslan'la işimiz hayli zor görünüyor. Çünkü dün bu sütunda yayınlanan "cevap" nitelikli açıklamasında bir yandan;
"Diyanet İşleri Başkanlığı, ülkemize özgü bir kurumdur. Anayasamızda ve yasalarımızdaki yerini korumalıdır.
Bu teşkilatın kaldırılması ile ilgili görüşlere katılmadığımızı belirtmek isteriz" diyen, öte yandan da Adli Yıl açılış töreninde;
"Laiklik dinin devlet işlerine, devletin ise din işlerine karışmaması, her ikisinin birbirinden ayrılması anlamına gelir. (…) Laik devlet, bütün dinlere ve mezheplere aynı uzaklıktadır" diyen bir Yargıtay Birinci Başkanımız var.
Sayın Başkan açık çelişki dolu bu iki görüşü kendi şahsı adına ifade etmiş olsa, "İnşallah bir gün bu iki ifadenin birbiriyle bağdaşmadığını görür, ya birincisini ya ikincisini benimser" der geçersiniz.
Oysa Yargıtay Birinci Başkanı Osman Arslan, bu-birbiriyle bağdaşmaz-görüşleri Başkanlar Kurulu adına da dile getirdiğini söylüyor. O zaman da "Biz Yargıtay olarak henüz hangi görüşü benimseyeceğimize karar veremedik" der gibi oluyor.
Peki bu görüşler neden bağdaşmaz?
Sayın Arslan "Laik devlet, bütün dinlere ve mezheplere aynı uzaklıktadır" dediği anda, "Diyanet İşleri Başkanlığı'nın devlet bünyesi içinde yeri yoktur" tezini savunanların yanında yer almaktadır.
Tamam… Diyanet İşleri Başkanlığı gerçekten ülkemize özgü bir kurumdur. Anayasamızda ve yasalarımızdaki yerini korumalıdır, ama "Türkiye'ye özgü" bu durumu olağan sayan ve savunan bir kimse, "laik devlet"in bu ülkedeki "din"lerle ilişkisine değindiği zaman artık, "Laik devlet, bütün dinlere ve mezheplere aynı uzaklıktadır" dememesi gerekir.
Veya "Laik devletin, teorik olarak bütün dinlere ve mezheplere aynı uzaklıkta olması gerekir ama Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede onu uygulayabilmek için önce, İslamiyet'in devleti yönetme iddiasından vazgeçmiş olması gerekir" demesi zorunlu olur.
Hem içine düştüğü bu çelişki, hem de "Anayasa'da laikliğin açık tanımı yapılmadığına" ilişkin sözleri Sayın Başkanı -ve maalesef Yargıtay'ı da- şimdiye kadar bulundukları yerden alıp, 23 Nisan 2006 tarihinde "Laiklik yeniden tanımlanmalıdır" diyen TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç ile 9 Haziran 2005 tarihinde yayınlanan bir söyleşisinde "Ben insan olarak laik değilim; devlet laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm" diyen Başbakan Tayyip Erdoğan'ın bulunduğu adrese taşımaktadır.
Tuhaftır… Sayın Erdoğan'ın "Laik düzeni korumakla yükümlüyüm" cümlesinin benzerini de Sayın Arslan, "Laikliğin koruyucusu yargıdır, Yargıtay'dır" cümlesiyle ifade ediyor.
Sayın Başkan'ın "Laiklik ilkesinin milli birlik ve beraberliğin, uzlaşı ve toplumsal barışın temel unsuru olduğu bilinmelidir" diyerek yaptığı vurgu elbet doğrudur, yerindedir. Ama, bilmek yetmez. Onu sağlayacak görüşleri üretmek ve o görüşleri yaşama geçirmek de gerekir.[3]
Lâiklik, irtica ve tehlike
2006-2007 adli yılı açıldı…
Askeriyede komutanlarımızın görev devir-teslim törenleri yapıldı…
Yargıtay her yönüyle provokasyon olduğu ayan beyan belli olan saldırıya uğradı…
Ülkemizde bu gibi vesilelerle en çok 'lâiklik' ve 'irtica' tartışmaları yapılır…
Nitekim, sıraladığım olaylar vesilesiyle de ilgili-ilgisiz, doğru-yanlış, haklı-haksız, tutarlı-tutarsız tartışmalar yapıldı… Bundan sonra da, bu iki kavram açıklıkla tanımlanmadıkça, tartışılmaya devam edecektir…
Yargıtay Başkanı Osman Arslan, yeni adli yılın başlangıcı münasebetiyle düzenlenen toplantıda ‘dindarları çeşitli sıfatlarla suçlamayın' uyarısında bulundu. Başkana bu hassas uyarısından dolayı teşekkür ederim. Kendimi bildim bileli, ‘lâiklik' ve ‘irtica' kavramları gündeme gelip de ilim, Kur'an, İslâm ve insaf ölçüleriyle alâkası olmayan yorumlar yapıldıkça, bu yazımda yazamayacağım duygulara kapılırım… Burada konu ile ilgili duygularımı değil ama, düşüncelerimi yazacağım…
Devletin zirvesini (Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, TBMM Başkanı Bülent Arınç, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile bazı bakanlar ve yargı mensuplarını) Yargıtay'daki törende ağırlayan Yargıtay Başkanı, lâiklik ilkesi ile din ve vicdan özgürlüğünün, uluslararası sözleşmeler ve Anayasa hükümlerinin birlikte değerlendirilerek tanımlanmasında zorunluluk olduğunun altını çizdi. Lâikliğin dinin devlet işlerine, devletin de din işlerine karışmaması anlamına geldiğini hatırlatan Yargıtay Başkanı Arslan, bu tanımın iki öğeyi içerdiğini belirterek, lâik devlette yöneticilerin dini, din adamlarının da devleti yönetemeyeceklerini söyledi. Lâikliğin ikinci öğesinin, kişilerin iç dünyasıyla ilgili olduğunu ve kişilerin din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alındığını belirten Başkan Arslan, şunları söyledi: "Bu kuralın doğal sonucu olarak, hiç kimse ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz…"
Lâiklik ve irtica nedir?
Adil devlet düzeninde merkezden yönetimle, yerinden yönetim dengesi sağlanır.
Bundan dolayı halkın kendi kendilerini yönetmesi için gerekli ortamın oluşturulması, yani, yerinden yönetimle Merkezi yönetim dengesinin sağlanması ve sağlanan bu ortamın korunması esastır. Bu ortam da: önce ilmi içtihatlarla, serbest seçimler yoluyla ve hakemlerin kararlarıyla tesis edilir. Siyasi dayanışma ortaklıklarından oluşan jandarma tarafından iç güvenliğin, ordu tarafından dış savunmanın gerçekleştirilmesiyle, adına ‘hukuk düzeni' denen bu yapı işlerlik kazanır. Buna Batı literatüründe: ‘demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeni' denmektedir. Arapça olarak ‘şeriat, İslâm/barış, hak ve adil hükümler düzeni' olarak ifade edilir.
Kuvveti üstün tutan Batı devlet düzeninde ise yönetim merkezîdir.
Kuvvete dayalı merkezî düzende halk kendi içtihatları ve tercihleriyle, yani serbest sözleşmelerle değil, merkez tarafından çıkarılan kanunlarla yönetilir. Seçilmişlerin yerine merkezin atadığı yöneticiler yönetir. Merkez de, temsilcilerin oluşturduğu meclislerin denetiminde olduğu söylenen hükümetler tarafından yönetilmektedir. Üstelik bucaktan ile ilden devlete, devletten süper güçlere ulaşan merkezî yönetimin işi uygarlaşmanın ve nüfusun çoğalması sonucunda çok artmıştır. Meşru yollardan bu devasa, girift ve hantal düzenin çarkı dönmediği için birtakım meşru olmayan araçlara başvurulmaktadır. Bunların başında karşılıksız para, faiz, enflasyon, sendika gibi ekonomik araçların yanında; basın-yayın yani malum millî olmayan menfi medya, hatta mafya gibi kurumlarla halkı şartlandırarak yönlendirme yollarına başvurulmaktadır…
-Baskı ve yönlendirme nasıl yapılmaktadır?
Tanımlanmamış kavram ve kelimelere kutsallık verilemekte veya lânetlenmekte, istenmeyen kişi ve gruplar o kelimelerin ithamı ile suçlanmakta, baskı altına alınmakta ve zulümler yapılmaktadır.
Bu kelime ve kavramların başında 'lâiklik' gelmektedir. Tanımlanmayan lâiklik güçlülerin elinde baskı unsuru ve sömürü sermayesinin çatıştırma aracı olmaktadır. Yine tanımlanmamış 'irtica' kelimesi de her konuşmada halkı korkutmak, birbirine düşürmek, baskı altına almak, sindirmek için araç olarak kullanılmaktadır.
-Lâiklik nedir, irtica nedir, mürteci kimdir?
Bunun düşünülmesine bile gerek görülmez!..
Başta da belirttiğim üzere, kendimi bildim bileli hep aynı şey yapılır; anayasamızın emrettiği demokratik, lâik ve sosyal hukuk devletini korumak için irticaya saldırılır!..
Her şeyden önce, anayasamız devleti üç vasıfla değil, tek vasıfla tavsif etmiş; 'hukuk devleti' olma vasfıyla tavsif etmiştir. Diğer üç vasıf devletin değil, 'hukuk düzeni'nin vasfıdır. Yani, devlete tek görev verilmiştir, o da hukuk düzeninin korunmasıdır. Nitekim Mustafa Kemal de, 'yegane vazifen Türk cumhuriyeti ve istiklâlini korumaktır' diyor; 'lâikliği korumaktır' demiyor.
Hukuk devleti ve irtica:
Hukuk devletinin iki temel dayanağı vardır:
1. Biri, suç ve cezaların kanunilik ilkesidir. Kanunlarda açıkça tanımlanmayan fiillerden dolayı kimse suçlanamaz ve kanunlarda açıkça belirtilmeyen cezalarla kimse cezalandırılamaz. 'İrtica' Türk mevzuatında tanımlanmamış ve suç sayılmamıştır. İrticayı tehlikeli görüp mürtecilerin üzerine saldırmak hukuk düzenine yüzde yüz aykırıdır. Meclis dışında kimse suç icad edemez ve o suçtan dolayı vatandaşların üzerine yürüyemez.
2. Yine hukuk devletinin ikinci temel dayanağı, yargısız infazın olamayışıdır. Yani, kimin suçlu olduğu icra odaklarında değil, mahkeme salonlarında belirlenir. 'İrtica' suç olsa bile, kimin suçlu olduğu istihbarat raporları ile ortaya konmaz. Yargının aşamaları vardır. O aşamalardan geçip mahkum olan suçludur, ona ve yalnız ona kanunda belirtilen ceza verilir.
Bu nedenle biz hukuk devletinin bekçisiyiz, hakimlerin suç saymadığı fiilleri yani irticayı suç sayamam ve mahkeme kararı olmayan kimseye 'mürteci' deyip suçlayamayız denmesi gerekir.
Ama bu konudaki konuşmalar kelime ve kavramların mânâları düşünülerek yapılmamakta, sadece bilinen klasik sloganlar tekrar edilmektedir. Geçici olarak bu yolla devlet idare edilmekte ise de; bu böyle gitmeyecek, köklü çözümler getirilmedikçe, yani, adil bir devlet ve dünya düzeni kurulmadıkça, sadece ülkemiz değil, bütün insanlık bu yolla 'sosyal tufanlar' içinde boğulup gidecektir…
Tarihte böyle kelime ve kavramların anlamlarını yitirdiği bilinen ilk dönem Yunanistan'da olmuştur. Safsatacılar kelimelerin anlamlarını bozarak halkı fitneye ve ifsada götürmüşlerdi. O dönemde Sokrat, Eflatun ve Aristo ortaya çıktı ve hâlâ kullandığımız 'MANTIK İLMİ'ni geliştirerek onların şerlerine son verdiler.
Benzer karışıklık ve sorunlar Roma'da ortaya çıktı ama, 'büyük hukukçular' sayesinde insanlık hukuk tarihinde 'ROMA HUKUKU' diye bilinen sistemle kendi çağlarındaki sorunlarını çözdüler.
İslâmiyet'te de aynı karışıklık görülmüş ama, fıkıhçılar bu karışıklıkları 'FIKIH USÛLÜ İLMİ' ile çözdüler. Sonra kelamcılar, sonra tasavvufçular karışıklıklara açık tanımlar getirerek son vermişlerdir.
Görülüyor ki, tarihte bu karışıklıklara sadece askerler ve ordular değil; ilim adamları ve fikir adamları son vermişlerdir. Ordu kendisine karşı var olmayan düşmanı düşman yaparsa, düşmanları da birleştirirse, bu sorunları kesinlikle çözemez. Tam tersine asıl görevi olan ülke savunmasını yapamaz hâle gelir.
Bununla şunu ifade etmek istiyoruz ki; bu safsatayı ve mugalatayı ortadan kaldıracak silah gücü değil, gerçek ilim adamlarının bu kelimeleri ve kavramları açıkça tanımlamaları ve halkımıza, hattâ bütün insanlığa öğretmeleridir.
İnsanlar lâikliğin ve irticanın ne olduğunu en iyi şekilde öğrenmelidir.
Michael H. Hart "En Etkin 100 Kişi" kitabında birinci sırayı Hazreti Muhammed'e, üçüncü sırayı Hazreti İsa'ya vermiştir. Bu ikisinin arasına da Fizikçi Newton'u yerleştirmiştir. Newton'un tek buluşu vardır; tepki etkiye eşittir. Bir cismi hareket ettirmek isterseniz, onun hareketini durdurmak isteyen kuvvetler ortaya çıkar. Bunlar da iki tanedir. Sürtünme kuvvetleri ile atalet kuvvetleri. Uyguladığınız kuvvete karşı kuvvet oluşur ve bu karşı kuvvet daima uyguladığınız kuvvete eşittir.
-Kâinat bu denge üzerinde yürümektedir.
-Bu kanun sosyal olaylarda da geçerlidir.
Toplulukta daima yenilik yapmak isteyen kuvvetler ortaya çıkar. Bunun kaynağı çoğu zaman dış etkilerdir. İnkılâpçı olan bu hareket karşısında daima bir direnme gücü ortaya çıkar. Buna 'irtica' ya da Türkçe olarak 'tutuculuk' denmektedir. Tutucular değişmeye karşıdırlar, varolan durum ve düzenin değişmesini istemez, değişmeye karşı çıkarlar. Bu tutuculuk gücü de inkılâp gücüne eşittir.
Bunlar arasında oluşan denge ile 'sosyal evrim' oluşmaktadır.
Önce şunu belirtelim ki, her değişme mutlaka iyi değildir. Değişmenin iyi değişme olabilmesi için onu frenleyen ve onu ayıklayan bir güce ihtiyaç vardır O da Milli ve manevi değerlere bağlılık, yahut muhafazakârlıktır. Nasıl arabada fren olmadığında araba parçalanıp giderse, toplulukta da muhafazakârlar olmazsa, her şey birden değişir ve topluluk allak bullak olmak suretiyle yok olup gider. Her tutuculuk da kötü değildir. Sürtünme kuvveti olmazsa arabamız yürüyemez, biz bile adım atamayız. Atalet kuvveti olmazsa dünya güneşin etrafında dönüp duramaz. Toplulukta da tutucular olmazsa topluluk kişiliğini ve varlığını kaybeder. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal altı okun içine 'inkılâpçılık' ile 'milliyetçiliği' yerleştirmiş ve bununla 'sosyal denge'yi kurmuştur. Cumhuriyeti Osmanlıların vârisi saymış ve sadece bazı sahalarda inkılâpları yapma ihtiyacı duymuştur.
O halde değişmeyi 'iyiye gitme' veya 'kötüye gitme' şeklinde ayırabiliriz.
İnkılâplar, irtica ve başarısızlık sebepleri
Ana problem, başta ‘lâiklik' ve ‘irtica' olmak üzere, bazı kelime ve kavramların doğru dürüst tanımlanmamasından ortaya çıkıyor. Bundan dolayı üzerinde sürekli tartışma yaşanan bu kavramlara, biz de kendi açımızdan açıklık getirmeye ve meseleyi çözüme kavuşturmaya çalışıyoruz.
İyiye giden değişmeye ‘inkılâp' diyoruz.
Değişmeye karşı olan direnmeyi de ikiye ayırıyoruz.
1. İyiye karşı direnmeye ‘irtica' denir.
2. Kötüye karşı direnmeye ise ‘milliyetçilik' veya ‘muhafazakârlık' diyoruz.
Önce neyin iyi neyin kötü olduğunu belirlemeliyiz ki, karşı tarafı ‘irtica' ile suçlayalım. Bunu belirleyecek olan da silah gücü değil ‘ilim'dir, yürütme değil ‘yasama'dır.
Kimin ‘mürteci' olduğunu tesbit işi de ne yasamanın, ne yürütmenindir; ‘yargı'nındır.
İki yüzyıldan beri Türkiye'deki inkılâpları hep devlet yapmaktadır.
Türk halkı olarak ‘asker millet' olduğumuzdan, devlete karşı gelmemek için halkımız yapılanlara ses çıkarmamış, iktidarlar akıllarına gelen inkılâpları yapmışlardır…
İnkılâpları yapmışlar ama başaramamışlardır!
-Her şeyden önce, koca imparatorluğu koruyup kurtaramamışlardır…
-Cumhuriyet döneminde de, muasır medeniyetin fevkine çıkma hedefine maalesef yaklaşılamamıştır…
Türkiye dünyadaki büyük devletler arasında askerlik dışındaki her konuda sondan birinci geldiği için her şeyi askerler yapmaktadır. Dikkat edin, Cumhurbaşkanı konuşur, kimse aldırmaz; ama Genelkurmay Başkanı konuşunca herkes kulak kesilir. Bu durum yapılan inkılâpların başarısızlığının bir kanıtıdır.
Türkiye'nin eksik tarafı, Türkiye'de Milli muhafazakarlığın zayıflığı, dolayısıyla inkılâpların muhalefetsiz kalmasıdır.
Nitekim fizikte de böyledir. Arabayı yürütmeseniz sürtünme kuvveti olmaz ki. Sonra, sürtünme kuvveti baskı ile artar. Yani, yük ne kadar ağır olursa direnme de o kadar fazla olur.
-İrticaya baskı yapmak, irticayı güçlendirmektir.
-İki yüzyıldır irticaya baskı yapılıyor da ne oluyor?
Öyle bakarsanız, İstiklâl Savaşı bir irtica değil midir?..
Tersinden görürseniz, Sevr'e karşı direnmek irtica değil midir?..
‘Türkiye'de Sevr tehlike değildir, çünkü Türk ordusu Sevr'i getirtmez, ama irtica tehlikedir!' deniyor. İşin doğrusu, irtica Sevr'i getirecek güçlere araç olacağı için tehlikelidir.
-Devletin içinde devlet olmaz, iktidar kesinlikle tecezzi etmez, parçalara ayrılmaz. Mustafa Kemal'in ‘vahdeti kuvva' yani ‘kuvvetler birliği' ilkesi işte budur.[4]
Sezer O'nu inatla getirmişti. Kart Laikliğin Hıristiyan şövalyesi Rektör Emin Alıcı kamuoyunda infial uyandıran "Matbaa icat edildiğinde Anadolu keşke Müslüman olmasaydı" şeklinde sözleri söyledi mi?
Gençler bu kafalara emanet edilemez!
YÖK Yasa Taslağı'nın hazırlandığı dönemde sivri dili ile öne çıkan Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Emin Alıcı, şimdi de Anadolu'nun Müslüman olmasından rahatsız olduğunu söylediği iddiaları kamuoyunu rahatsız etti. Alıcı'nın bu tuhaf sözleri Papa'nın Peygamberimize ve İslam'a saldırdığı bir dönemde söylemesi anlamlı bulundu. ANKA haber ajansı tarafından yapılan haberde Alıcı'nın söylediği iddia edilen sözler yenilir yutulur cinsten değil. CHP tarafından organize edilen "Karşıyaka Toplantıları"nda, "Değişen Dünya ve Türkiye" konulu bir konuşma yapan Rektör Alıcı'nın "Matbaayı Müslüman olmayanlar kullandı, gelişti. Keşke o zamanlar Anadolu Müslüman olmasaydı" sözleri ortalığı karıştırdı. Konuyla ilgili bir açıklama yapan Rektör Alıcı bu sözleri söylemediğini iddia ederken, Anka Ajansı yetkilileri, Alıcı'nın bu sözleri söylediğine dair ellerinde kaset olduğunu belirtiyorlar.
İstanbul'u alarak çağ açıp çağ kapayan ve Türk halkına emanet eden Fatih Sultan Mehmet Han'a da dil uzattığı öne sürülen Alıcı şunları söyledi: "Fatih Sultan Mehmet çok iyi yetişmiştir, felsefe, tarih, yabancı diller bilir. Ne yazık ki ülkenin akıl ve bilimle değil de din yoluyla yönetilmesi tercihini yaparak, hem Osmanlı'nın kaderini, hem de dünyanın tarihini değiştirmiştir. Osmanlı'nın kovduğu akıl ve bilim Avrupa'da gelişti. 1450'li yıllarda matbaa bulundu ve hızla Avrupa'da yayıldı. Biz, bulunduktan 230 hatta 250 yıl sonra matbaayı kullanabildik. Yasaklar nedeniyle Müslüman halk matbaayı kullanamıyor. Fakat bu sürede Anadolu'da matbaayı kullanan birileri var. Çünkü Padişah diyor ki matbaa Müslümanlar için haram, ama Müslüman olmayanlar için helal. Kim kullanabilir? Museviler kullanabilir, başka Müslüman olmayan kim varsa hepsi, kullanabilir. Keşke o zaman Anadolu Müslüman olmasaydı. Ve arkadaşlar Anadolu'da Müslüman olmayanlar insanlarda okuma yazma süratle çoğalıyor ama Müslüman olan Anadolu halkı okuma yazmada nasibini alamıyor"
Bu nasıl bilim adamı?
Alıcı'nın Türkiye'nin siyasi ortamına da çeki düzen vermek için için CHP'lilere iktidarı bir an önce ele geçirmeleri için çağrıda bulunduğu belirtildi. Alıcı, "Cumhurbaşkanının yerine "doğru düzgün bir adam" gelmezse kötü olacak. Adamın beyninin açık olması gerekir, hanımının başı açık-kapalı olmuş önemli değil. Genel seçimleri ölüm pahasına almak zorundasınız. Bunu başaramazsanız torunlarınızdan utanacaksınız, başınızı öne eğeceksiniz. Aklın ve bilimin yolu kazanmalıdır seçimi. Atatürk'ün ölümünden sonra Amerika ve İngiltere gibi ülkelerin etkisiyle yapılan hatalar sonucu 12 Eylül'e gelindi. Amerika'nın öz evlatlarından birisi başbakanımız oldu ve o günden sonra borçlanma katlanarak devam etti. 1982'ye kadar Türkiye'nin dış borç miktarı 13 milyar dolardı. 1982'den günümüze olan borçlanma miktarımız 370 milyar dolar ve bunun üçte biri son 4 yılda gerçekleşti. Amerika en son 3 Kasım'da kökten dinci bir grubu başa getirerek yine istediği iktidarı sağladı. 4 Kasım'da Genelkurmay başkanı Amerika'ya çağrılır, neler yapacağı söylenir ve artık Türkiye, Türkiye olmuştur" dedi.
Anlamsız kriz mimarı!
Kendisini vatansever olarak sunan ve halkının yüzde 99'unun Müslüman olduğu bir ülkede konuşan Alıcı'nın "Türkiye son iktidarla uzatmaları oynuyor, hak kavramı kalktı, ulufe kavramı geldi. Demokratik işbirliği içinde ortak karar verilmelidir. Bugün karar verirsek 20 senede kurtulabiliriz. Dünyada ne kadar vatan haini varsa sanki ülkemizde toplanmış" ifadelerini kullandığı bildirildi.
YÖK Yasa Taslağı'nın hazırlandığı dönemde yaptığı açıklamalarla toplumun tepkisini çeken Alıcı, "Bu uğurda yeni Kubilaylar gerekiyorsa, biz yeni Kubilaylar olmaya hazırız" diyerek, gereksiz ve ne anlama geldiği belli olmayan bir benzetmeye imza atmıştı. Kubilay açıklaması sonrasında Vakit Gazetesi Rektör Alıcı'nın Süryani (Hıristiyan) olduğunu ortaya çıkarmıştı. Haberde, Alıcı'nın din hanesinde Hıristiyan yazdığı belirtilmişti. Emin Alıcı'nın ağabeyi İbrahim Alıcı 1989'da, kardeşi Aziz Alıcı da 1998'de sakıncalı bulunarak Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılmıştı.[5]
Molla Süleyman'dan Rektör Emin Alıcı'ya Anadolu'nun Kriptoları
Herkes O'nu Molla Süleyman diye tanımıştı. 1760 yılında doğdu. 1843 yılında öldü. Hayatı bir çok kitaba, makaleye konu oldu. Çünkü O gündüz Müslüman görünüp gece gerçek dini Hıristiyanlığa dönen bir Kripto'ydu. İki katlı konağında gizli bir kapı vardı. Kapı, üzeri tesbih ve seccade ile kapatılarak gizleniyordu. Gece oldu mu Molla Süleyman bu gizli kapıdan içeriye süzülür ikon ve şamdanlarla dolu şapelde (Küçük kilise) cübbeyi çıkarıp Papaz kıyafetini giyerdi. Yörenin Çocukları gizlice bu şapelde Molla Süleyman tarafından vaftiz edilirdi.
1839'da Gülhane Hattı Humayunu'nun getirdiği yeni dönemle birlikte Molla Süleyman "Aslında gizli Hıristiyan olduğunu ve gerçek adının Hristo olduğunu" açıklayacaktı.
Kripto Hıristiyanlık gerçeğinin boyutu ise 15 temmuz 1857 tarihinde bir heyetin İstanbul'daki İngiliz Büyekelçiliği'ne giderek "Biz gizli Hristiyanız. Kendimizi açıklamak istiyoruz. Bize yardımcı olun" demesiyle ortaya çıkmıştır. Osmanlı dönemindeki İngiliz sefaretinin kayıtlarına göre Molla Süleyman gibi çift inançlı yaşayan 17 bin gizli Hıristiyandan bahsedilir.
Peki kripto Hıristiyanlık Osmanlı döneminde mi kalmıştır? Bugün var mıdır? Varsa hangi boyutlardadır?
Şimdi Türkiye Dedesinin adı Ohannis, Babası'nın adı Manufer olan 9 Eylül Üniversitesi Rektörü, Profesör Emin Alıcı'nın, Hıristiyanlığını konuşuyor. Peki yıllardır dedesinin papazlığı dilden dile dolaşan ama kendisi irticaya karşı verdiği mücadele ile ünlü profesör kimdir?
Cumhuriyet'in ilk ordinaryus ünvanlı profesörlerinden biri olan ve yine Cumhuriyet'in çok önemli bir kurumunun başında uzun yıllar başkanlık yapan Profesör aslında hangi dine mensuptur? Türkiye'nin en güçlü ve zengin isimlerinden biri olan, işadamımızın dedelerinin Molla Süleyman'la ne tür bir ortak benzerliği vardır?[6]
Prof. Dr. İlber Ortaylı: Din ve devlet iç içedir Laikliğin dünyada örneği yok
Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Laikliğin ne Batı'da ne Doğu'da bir örneğinin olmadığını söyledi. Kırıkkale Üniversitesi'nde akademik yıl açılışında konuşan Ortaylı, "Din ve devletin ayrılması Yahudilik ve Müslümanlıkta imkansızdır. Çünkü her iki din de insanların 24 saatini ayarlar. Sadece devletle olan ilişkilerini değil, özel hayatlarını da düzenler. Din ile devlet iç içe geçmiştir" dedi.
Devletin görevinin insanların dini ibadetini hazırlamak olduğunu anlatan Ortaylı, "Bu nokta çok önemlidir. Çünkü çağdaş toplumlarda devlet düşmanlığı bir motif olarak yer almaktadır. Bu desteklenecek bir görüş değildir ve tarihi gelenekle de bağdaşır bir yönü yoktur. Devlet ve devletin aygıtı olan bürokrasi ve ordu insan hayatının, toplum hayatının vazgeçilmez iki unsurudur ve bu ikisinin ayakta olması şarttır" diye konuştu.
Kırıkkale Üniversitesi'nin 2006-2007 Akademik Yılı'nın açılışında konuşan Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlber Ortaylı, din ve devletin ayrılmasının imkansız olduğunu söyledi.
Öğrencilere hitaben konuşan Ortaylı, din ve devletin ayrılmasının Yahudilik ve Müslümanlıkta imkansız olduğuna dikkat çekerek, "Çünkü her iki dinde de din, insanların 24 saatini ayarlar. Sadece devletle olan ilişkilerini değil, özel hayatlarını, nasıl yiyip içeceklerini, karı koca arasındaki ilişkileri ve devletle olan ilişkiyi ayarlar. Devlet ile din iç içe geçmiştir. Devletin görevi insanların dini ibadetini hazırlayabilmektir. Bu son nokta çok önemlidir. Çünkü çağdaş toplumlarda devlet düşmanlığı bir motif alarak yer almaktadır. Bu desteklenecek bir görüş değildir ve tarihi gelenekle de bağdaşır bir yönü yoktur. Devlet ve devletin aygıtı olan bürokrasi ve ordu insan hayatının toplum hayatının vazgeçilmez iki unsurudur. Dini görevinizi yerine getirmek içinde bu ikisinin ayakta olması, kuvvetli olması şarttır" dedi.[7]
[1] 07.09.2006 / Milli Gazete
[2] 18.09.2006 Aslan Tekin Yeni Çağ
[3] 12.09.2006 Oktay Ekşi Hürriyet
[4] Reşat Nuri Erol Milli Gazete
[5] 28.09.2006 Milli Gazete
[6] 28.09.2006 Kulis Ankara Milli Gazete
[7] (iha)
CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
AKGÜLÜMÜZ!.. (ŞİİR)
DEVLET VE HÜKÜMET YETKİLİLERİNİN VE DİĞER İLGİLİLERİN DİKKATİNE!..
Erbakan Hocamızdan sonra, Milli Görüşçüler deneme-fitneden geçirilmektedirler! Milli Görüşçülerin imtihanı: Erbakan Hocamızın arkasından, izini takip…
Milli Çözüm Hakka çağırandır! İçinizden (insanları Hakka ve) hayra davet edecek, (ve bunun sonunda elde edecekleri devlet ve…
Allah islam’ın zaferini neden geciktirir? 1-Hakikat ve menfaat ehlinin ayrılıp seçilmesi için (Tevbe-42, Ankebut 1-6)…
Erbakan ve Üstad Ahmet Akgül Hocamız yarım asırdır bu millete ve milli vicdanlı devlet yetkililerimize…
Milli Çözüm Ekibinin ve Üstad Ahmet Akgül’ün olgunlaştırıp tamamladığı ve farklı dillere tercüme edip yayımladığı…
NANKÖRE, VEFASIZA TÜH!.. Yıllarca sohbetinde bulunup Makam görünce, kaçana tüh!.. Zorda kalınca yanına koşup Kolay…
TEK ÇÖZÜM... Makalede iktidar ve muhalefetten bütün partilerin ve destekçilerinin ayarı ortaya çok net şekilde…
...Abdullah Gül’ün ortak aday olarak desteklenmesini öneren Cumhuriyet gazetesi ve yazarları, hangi odakların borazanı ise,…
Ağızlar hayır, gönüller hakka bayır Uyardık niceler hıyanette, duydu sağır Parti işgal edilmiş, ciğer yanıyor…
Son imtihandan kalanlara... İşine gelmeyince çamura yatanlara Risk almadan kahramanlık taslayanlara Plan yapıp çelme takmaya…