YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6631903d271e0
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 5 8
Bugün : 3961
Dün : 23368
Bu ay : 3961
Geçen ay : 737322
Toplam : 23520247
IP'niz : 3.15.226.248

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Aslında düşmanlıklardan değil, gövdeyi beslemek üzere, avlarını parçalamak için çarpışan siyonist timsahın iki çenesinden birisi olan Komünizmin çürüyüp çökmesi ve Sovyet diktatörlüğünün çürüyüp çözülmesi sonrasında oluşturulan ABD merkezli tek kutuplu bir dünyada; Bolşevik Rusya tehlikesine karşı hür dünyayı korumak kılıfıyla kurulan NATO'ya artık yeni bir tehdit ve düşman lazımdı… Daha doğrusu, Siyonist ve Kapitalist Şeytan'ın askeri şatosu olan NATO, aslı düşmanı olan İslam'a karşı hazırlanmalı ve BOP-BİP projesi istikametinde yeniden yapılandırılmalıydı…

Ve bu doğrultudaki değişimler hızla tamamlandı, NATO, fikren ve fiilen yeniden tanımlandı… Bosna Hersek'te, Irak ve Afganistan işgalinde, Filistin ve Lübnan vahşetinde resmen siyonizmin ve emperyalizmin askeri karargahı gibi davranmaya başladı…

Bu süreçte NATO: Kahraman Türk Ordusunu ise, sinsi ve saldırgan amaçlarının bir aracı ve jandarması olarak kullanmaya çalıştı.

 

Artık Türkiye'nin, NATO üyeliğini sorgulaması, İslam Savunma Paktı ve Avrasya Ortaklığı gibi yeni, Milli ve haysiyetli oluşumlara sahip çıkması, tarihi bir zorunluluk halini almıştır.

Türkiye'nin NATO üyeliği tartışmaya açılıyor!

Gazi Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve POLSAR Başkanı Prof. Dr. Osman Metin Öztürk'ün aşağıdaki önerileri önemli bir aşamadır:

"NATO, Avrupa'nın batısını, güneyini ve güneydoğusu ile Amerika'nın kuzeyini ifade eden "Kuzey Atlantik Bölgesi"nin savunulmasına yönelik bir kuruluştur. İki kutuplu dönemin koşullarında, Türkiye'nin de bir parçası olduğu bu bölgenin Sovyet tehdidine karşı korunması amacıyla ortaya çıkmıştır.

1990'lı yılların başında, Sovyetler ve Doğu Bloku dağılmıştır. Yani NATO'yu ortaya çıkaran ve öncesinde bazı ülkeleri biraraya getiren ortak payda ortadan kalkmıştır. Türkiye'nin AB'nin savunma ve güvenlik yapılanmasının dışında bırakılması, AB'nin ve ABD'nin Türkiye'yi zayıflatma politikaları ve ABD'nin Türkiye'yi bölgede yok varsayması, bu yeni sürecin birer parçası ve yeni aşamasıdır.

Eğer bugün Türkiye'de üniter yapının ve rejimin niteliğinin sürdürülmesi giderek daha çok endişeye yol açan bir sorun haline gelmişse, bu duruma gelinmesinin arkasında bu iki aktörün büyük payı vardır.

Bunların Türkiye'nin bulunduğu bölgeye ilişkin hesapları ve çıkarları ile, Türkiye'nin jeopolitik coğrafyası nedeniyle, Ankara, AB'yi ve ABD'yi yok sayamaz. Sorun, karşılıklı çıkar dengesinin ülkemiz aleyhine bozulmasıdır. Çözüm de, yine bu noktada olacaktır.

AB Müstakil Bir Güvenlik Yapılandırması Oluşturuyor

Diğer taraftan, Sovyetler'in ve Doğu Bloku'nun dağılması, Batının iki kanadı arasında da bir ayrışmaya neden olmuş; Avrupa kanadı, siyasal entegrasyon çabalarına hız vermiş ve müstakil bir savunma ve güvenlik yapılanması oluşturmaya başlamıştır. ABD, başlangıçta bu sürece karşı çıkmışsa da, sonradan bu tutumunu değiştirmiş bir görüntü vermiştir. Eğer, ABD bugün uluslararası politikayı yönlendirme noktasında bulunuyorsa, bunda Avrupa'nın katkısı ve payı büyüktür. ABD, Avrupa'nın hem gerçek gücünden, hem de bu birlikteliğin doğurduğu sinerji etkisinden yararlanmaktadır.

Sözgelimi Avrupa'dan kopmuş bir ABD'nin çevreleme ve dengeleme politikaları izleyebilmesi, neredeyse imkansız hale gelecek, en iyimser bir değerlendirme ile çok güç olacaktır. Keza, ABD açısından Avrupa'nın jeopolitiğinin ciddi bir anlamı ve değeri vardır. Bütün bunlardan dolayı, ABD'nin, Avrupa'nın kendisinden kopmasına gerçekten rıza gösterebileceğini düşünmek yanlıştır.

NATO Politik İşleve Soyunuyor!

Bilindiği üzere, NATO'da kararlar hala oybirliği ile alınmaktadır ve bugün geldiği 26'lı yapısı nedeniyle, örgüt, hantal hale gelmiştir. Üye sayısı 1990'ların başında 16 iken bugün 26 olması ve karar alma usulü, örgütün olaylar karşısında hızlı hareket etmesini doğal olarak engellemektedir,

Diğer taraftan, yeni üyelerin ya eski Doğu Bloku ülkeleri olması ya da Sovyetler'in dağılması ile ortaya çıkan yeni bağımsız devletler olması, NATO içinde bir uyum sorununa yol açmıştır. Bu ülkelerin düşünce ve analiz tarzlarının, önceki üyeler ile bütünüyle örtüşmesi beklenemez. Keza, Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasından sonra, NATO içinde gündeme gelen olaylarda ve konularda, Batılı ülkelerin de 1990 öncesinden farklı bir tutum ve yaklaşım içinde oldukları bilinmektedir. Üçüncü olarak, eski Doğu Bloku üyesi veya Sovyet ardılı yeni NATO üyelerinin, Rusya kendisini toparladıkça ve güçlendikçe bu ülkenin etkisine açılmaları ve 1997 ile 2002'de tesis edilen NATO-Rusya işbirliği mekanizmaları, NATO içinde gündeme gelen olaylara ve konulara ilişkin karar verme sürecine, dolaylı bile olsa, giderek daha çok Moskova'yı katmıştır. Gürcistan'ı içeren genişleme eğiliminin gelip Moskova'da tıkanması, bu son noktanın ispatıdır.

NATO'nun askeri işlevi geri planda kalmış, politik işlevi öne çıkmış ve bu işlevi de, giderek sulandığı için, örgüt etkinliğini kaybetmeye başlamıştır.

Türkiye'nin Savunma İhtiyacı Artıyor!

Türkiye'nin savunma ve güvenlik ihtiyacı, 1990'ların başından günümüze doğru giderek artan bir eğilim göstermiştir. 1990 sonrasında ortaya çıkan ve bütün dünyayı meşgul eden sorunların ve çatışmaların Türkiye'nin hemen çevresinde ve bir şekilde Türkiye ile ilgili olması; 1990 sonrasında Türkiye'den ilgi, kaynak ve destek bekleyen ülkelerin sayısının artması; Türkiye'nin, hem Batı ile paylaştığı, güç ve destek aldığı paydayı kaybetmesi, hem de Batı ile karşı karşıya gelmesi, bunun nedenleri arasında sayılabilir.

Kimi siyasal iktidarların ileriyi görmeyen ve sorumluluk içermeyen yanlış siyasetleri de, Türkiye'nin savunma ve güvenlik ihtiyacının artması üzerinde etkili olmuştur. Demokratik sivil kontrol adına Silahlı Kuvvetleri ve askerleri baskı altına almaya çalışan siyasilerin, uzmanlığı ve teknik bilgiyi gerektiren savunma ve güvenlik konularında karar almada kendilerini çok rahat hissetmeleri, sonradan Türkiye'yi ciddi savunma ve güvenlik sorunları ile karşı karşıya bırakmıştır.

Türkiye'nin artan savunma ve güvenlik ihtiyacının karşılanmasında, sadece klasik milli güç unsurlarının hatırlanması doğru bir yaklaşım değildir. Türk diplomasisi, hem saklı kalmış yeni güç kaynaklarını (unsurlarını) keşfetmek, hem de bir sinerji etkisi yaratmak durumundadır.

Türkiye'nin NATO'yla Karşı Karşıya Gelme İhtimali Giderek Güçleniyor

Dün için, NATO'nun ifade ettiği anlam ve değer tartışmaya açıktı; ama NATO'nun pratikte Türkiye için fazla bir anlam ve değer ifade etmediği hatta İslam Dünyasına ve Ortadoğu'ya yönelik saldırgan tavırları nedeniyle, ülkemiz için bir tehdit ve tehlike haline geldiği bugün daha belirgindir. Bu yaklaşım, Türkiye'nin NATO'dan hemen ve kesin olarak çıkması gerektiği üzerine bina edilmemiştir. Ancak üyelikten temelli ayrılmanın veya sadece askeri kanattan ayrılmanın Türkiye için getirisinin ve götürüsünün ne olacağının, birileri tarafından bugünden masaya yatırılması gerekmektedir.

Eğer Türkiye, NATO'daki değişim nedeniyle, örgütten giderek daha az istifade eder hale geliyorsa, örgüt ile karşı karşıya gelme ihtimali giderek güçleniyorsa ve bunlara rağmen örgütte kalmayı sürdürüyorsa, o zaman mevcut koşullarda örgütten nasıl yararlanacağını ve örgüt içindeki varlığını nasıl kazanca dönüştüreceğini masaya yatırmak zorundadır.

Genişleme, Türkiye açısından NATO'nun AB'ye benzemesi ihtimalini doğurmuş gibidir. NATO'nun Karadeniz'deki yeni açılımlarının Türkiye ile NATO'yu karşı karşıya getirme ihtimali, bu benzetmeye neden olmaktadır. Eğer NATO Irak ve İran konusuna müdahil olur ise, Türkiye, yine örgüt ile karşı karşıya kalabilecektir. İçeride ne gibi gelişmelerin olduğu bilinmemekle beraber, NATO'ya Afganistan'da yüklenmek istenen yeni işlevin de örgüt içinde Türkiye'yi sıkıntıya soktuğu tahmin edilmektedir. Bütün bunlar, Türkiye'nin, NATO konusunda yeni bir politikaya, stratejiye ve taktiğe ihtiyacı olduğuna işaret eden bu çalışma, bu ihtiyacın karşılanmasına yönelik politika, strateji ve taktiğin oluşturulması ile de ilgilidir.

Uluslararası politikada ilginin doğuya doğru kaydığı mevcut süreçte, Türkiye'nin NATO'nun askeri kanadından ayrılmayı düşünmesi, bir bütün olarak Batının doğuya uzanımında yeni sorunlar ve engeller ortaya çıkarabilecektir. Keza, böyle bir gelişme, hem Türkiye ile AB arasındaki yakınlaşmayı, hem de Avrupa ile ABD arasındaki ayrışmayı tetikleyecektir.

Türkiye ile AB yakınlaşır ve bu yakınlaşma AB'nin savunma ve güvenlik yapılanmasında ifadesini bulursa, bu, AB'ye ABD karşısında güç ve hareket serbestisi kazandıracak demektir. Dünyayı kendisi merkezli olarak yeniden düzenleme peşinde olduğu için, bu durumdan en çok zarar görecek taraf ABD'nin buna ilgisiz kalmayacağı bellidir.

Alternatiflerimiz Çoğalıyor

Türkiye'nin örgütün askeri kanadından ayrılması ile ortaya çıkacak boşluğun Türkiye açısından NATO'ya ve ABD'ye göre, daha az anlamlı olacağı ve daha az endişeye yola açacağı değerlendirilmektedir. Çünkü, Türkiye'nin NATO ile ilgili beklentileri bugün taban yapmıştır ve NATO'yu peşinden sürüklemeye devam eden ABD, Türkiye açısından, güvenlik sorununu tüketen değil, üreten bir işleve sahip. Türkiye'nin NATO üzerinden elde edebileceği fazla bir şey kalmamıştır. Ayrıca, 1990 sonrasında ülkelerin lojistik kanalları çeşitlenmiştir.

Birçok ülke gibi Türkiye de, savunma ve güvenlik alanındaki lojistik ihtiyacını birden fazla kaynaktan karşılama imkanına kavuşmuştur. Yine ortaya çıkacak boşluğun, AB ile kurulacak yeni ilişkiler, Fransa gibi ülkelerle geliştirilecek ikili ilişkiler, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİO) ve Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) gibi mevcut ve yeni kurulacak örgütlere katılımlar gibi değişik alternatifler üzerinden karşılanması mümkündür. Böyle bir gelişmeye Pekin ve Yeni Delhi'nin ilgisiz kalmayacağı da şüphesizdir. Türk Dünyasının da bu değişim içerisinde dikkate alınması icap etmektedir.

Türkiye Mazlum Milletlere Örnek ve Önayak Olur

Türkiye'nin NATO askeri kanadından ayrılmayı tartışması, bütün dünyada Türkiye'yi gündeme taşıyacaktır. Bu, Amerikan karşıtlığının geldiği düzey ve Atatürk'ün mazlum milletlere örnek olma noktasında yaptıklarının bugüne gelmiş izleri dikkate alındığında, Ankara'nın uluslararası politikada cazibesi artacaktır. Türkiye'nin, yakın geçmişteki bağlantısızlar hareketinin bir benzerine öncülük etmesi mümkündür. Türkiye'nin NATO üyeliğini tartışmaya açması, Orta Doğu'dan gelen Türkiye'ye yönelik hasmane politikaların temelsiz kalmasına da hizmet edecektir.

O Zaman Türkiye Nükleer İmkanları da Gündemine Alabilir

NATO'nun askeri kanadından ayrılmanın tartışıldığı bir sırada, Türkiye'nin nükleer imkan ve yeteneğe sahip olduğunun gündeme taşınması da düşünülmelidir. Eş zamanlı bu gelişme, hem NATO'nun askeri kanadından ayrılma ile ortaya çıkacak boşluğun doldurulması, hem de İran'ın nükleer imkan ve yeteneğe kavuşması ile bozulan iki ülke arasındaki dengenin yeni koşullarda sağlanması amaçlarına hizmet edecektir. Başta Fransa olmak üzere, Çin ve Rusya gibi ülkelerin, böyle bir süreçte, Türkiye'nin nükleer imkan ve yeteneğe kavuşmasına ciddi bir tepki vermeleri beklenmeyecektir."[1]

Ama maalesef AKP gibi işbirlikçi bir iktidar, Türkiye'ye en muhtaç ve mecbur bulunan ve zaten bu yüzden bize yanaşan Suriye ve İran'ı bile, kukla Irak hükümeti eliyle ABD ve İsrail'in kucağına atmıştır. AB'ye kapıcılık adına D-8'lere ve Avrasya seçeneğine ters bakmıştır.

Washington ve Telaviv güdümlü Bağdat-Şam arasında yeni bir dönem başlatılıyor!

Irak ve Suriye, çeyrek asırlık bir dönemin ardından yeni bir adım atarak diplomatik ilişkilerini yeniden kuruluyor. Uzmanlar, iki ülke arasında ilişkilerin yeniden başlatılmasını, Şam yönetiminin, Irak'ta istikrar istediği ve Suriye'den Irak'a geçtiği söylenen yabancı savaşçıların durdurulması taahhüdünü yerine getireceği yönünde açık bir mesaj olarak değerlendiriyor. Bu gelişmenin, "Irak'ta önüne bir türlü geçilemeyen şiddetin önlenmesine katkıda bulunması" için yapıldığı söylense de, aslında Amerikan karşıtı cepheyi dağıtma ve Türkiye'yi yalnızlaştırma amaçlı olduğu sırıtıyor.

İki ülke ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasını sağlayan anlaşma, Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari ile Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinden bu yana ülkeyi ziyaret eden Suriyeli ilk üst düzey yetkili olan Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim tarafından Bağdat'ta imzalandı. İmza töreninin ardından konuşan Zebari, "Çeyrek asırdır kesintiye uğrayan diplomatik ilişkilerin tamamen yeniden kurulmasına ilişkin bir karara varmış bulunuyoruz. Irak bayrağı Suriye'de dalgalandığı gibi, Suriye bayrağı da Irak'ta dalgalanacak." diye konuştu. İki ülke, kısa bir süre sonra büyükelçilerini açıklayacak. Irak Dışişleri Bakanı ayrıca, iki ülkenin "güvenlik konusunda işbirliği yapacağını" belirterek, Iraklı ve Suriyeli uzmanların bu konuda görüş alışverişinde bulunmak üzere bir araya geleceklerini söyledi. İki ülke arasında imzalanan mutabakatla Suriye, Irak'taki Amerikan askerî varlığının devam etmesini kabul etmiş oldu. Muallim'in, ABD güçlerinin çekilmesi için bir takvim belirlenmesi çağrısı kabul görmezken metne, "İhtiyaç kalmadığı zaman Amerikan askerleri tedrici olarak çekilmeli." ifadesi konuldu.

ABD ise, "Söylenenlere değil, icraatlara bakacağız." diyerek bu gelişmeden bilgisi ve ilgisi yokmuş gibi yaklaştı. Konuya ilişkin açıklama yapan Beyaz Saray Güvenlik Konseyi sözcüsü Gordon Johndroe, "Suriye şimdi Irak'ta kendi kendini idare edebilen, kendi kendini savunabilen ve kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen bir ulusal birlik hükümetinin kurulmasına yardım sağlamaya kararlı olduğunu göstermelidir." diye konuştu. Suriye, yasaklı Müslüman Kardeşler'in ayaklanmalarını kışkırtmakla suçladığı Irak ile diplomatik ilişkilerini 1982 yılında kesmişti. Şam yönetimi ayrıca, 1980-1988 yılları arasındaki İran-Irak Savaşı'nda İran'dan taraf olmuştu. Ticari ilişkiler, 1997 yılında yeniden kurulmuştu. Bu arada, Amerikan savaş uçaklarının Bağdat'ın Sadr semtine hava saldırısı düzenlemesi sonucu aralarında 6 aylık bir bebeğin de bulunduğu 3 kişi hayatını kaybetti. Olayda 50 Iraklının da yaralandığı bildirildi.[2]

Blair, Bush'u politika değiştirmeye zorluyor 

Başkan Bush'un Irak, Afganistan ve teröre karşı savaşta en ateşli destekçilerinden olan  İngiliz Başbakan Blair, Amerikan Başkanı'nın mevcut Irak politikasından U dönüşü yapması için tüm politik gücünü kullanmasını istiyor.

 Çok sayıda uzman, politikacı ve analistin üzerinde mutabık olduğu gibi, Irak konusunda politika değişikliğine gidilmemesi felaketten başka bir şeye yol açmayacak. Irak politikasının yanlış bir yöne kaydığının farkına varılması, en sadık neo-muhafazakarlar arasında bile su yüzüne çıkmaya başladı. Hatta Irak Savaşı'nın mimarları arasında bulunanlar bile bu bataklıktan kurtuluş yolları öneriyor. Irak'tan Çıkış isimli yeni kitaplarında, George McGovern ve William R.Polk, Irak Savaşı'nı "belalı bir hata" olarak nitelendiriyor. McGovern, 1972 yılında Demokrat Parti'nin başkan adayıydı; Temsilciler Meclisi'nde ve Senato'da 22 yıl hizmet verdi ve altı yıl boyunca Washington'da Ortadoğu politikasına yön verdi. Polk, Dışişleri Bakanlığı'nın Ortadoğu Politika Planlama Konseyi üyeliğinden önce Harvard'da bir profesördü. McGovern, "Ordu bir rejimi değiştirebilir; ancak bir demokrasi meydana getiremez." diye yazarak Irak'ta ortaya çıkan gerçeğe işaret ediyordu. Evet, ABD ordusu ülkede bir rejim değişikliği gerçekleştirdi ve bir tirandan kurtuldu; ancak üç yıl sonra bugün Bush yönetiminin umut ettiği demokrasi hâlâ ufukta görünmüyor. Ve Irak'taki terörizm hiçbir zaman şimdiki kadar yaygın olmamıştı. McGovern ve Polk'un da işaret ettiği gibi, "Bugün gerçekte de yeryüzündeki bir cehennemle karşı karşıyayız."

Bugüne kadar Bush'un Irak Savaşı'ndaki çizgisini destekleyen Blair, ABD'nin Irak işgalinin bir sonucu olarak ortaya çıkan kargaşanın barış ile son bulması için Bush'u Şam ve Tahran'ı müzakere masasına davet etmiş görmek istiyor. Blair, tüm tarafların katılımı olmaksızın bölgede daimi bir barışın var olamayacağının farkına varmaya başladı. Başkan Bush, en güvendiği ve sadık müttefikinden bu tür şeyler duymaktan hoşlanmayabilir. Hiç şüphe yok ki, Blair ne Suriye ne de İran hayranı. Ancak, İngiltere Başbakanı, Ortadoğu problemlerini ele alma konusunda gerçekçi olmaya başlıyor.[3]

Ama Başbakan Tayip Erdoğan, 2007'yi 'zor bir yıl' diye tanımlayıp, hala kendi koltuğunu düşünüyor!

Başbakan Tayyip Erdoğan, 2007'nin zor bir yıl olacağını söyledi. Önümüzdeki yılı değişim ve istikrar açısından hayati derecede önemli gördüğünü vurgulayan Erdoğan, 2007 için "değişim ve istikrar açısından hayati derecede önemli bir seçim yılı" nitelendirmesinde bulunuyor.

 Ardından kurmaylarına şu tavsiyeleri yapıyor: "Bu önemli süreci hep birlikte gücümüzü, enerjimizi, duygularımızı ve heyecanlarımızı birleştirerek yaşayacağız. Gerçekten bu noktada farklı bir yıl olacak. Hem heyecanlı olacağız, hem sabırlı olacağız. Duygusallıkları bir tarafa koyacağız. Ama ülkemizin geleceğine yönelik duygularımızı hiçbir zaman kaybetmeyeceğiz."! Yani Tayip Erdoğan, dünyayı ve olayları okuyamıyor. Geleceği göremiyor ve hayali heveslerle oyalanıyor.

Çankaya'ya kaçıp kurtulacağını sanıyor!

Özal ve Demirel Başbakan iken Çankaya'ya kaçmışlardı. Özal, Köşk'te yalnızlaşırken-yaptığı yanlışın farkına varmış ancak iş işten geçmişti. Siyasete dönüş hesapları içerisinde iken rahmetli oldu…

Demirel ise 1991 seçim kampanyasında seçmene çok büyük sözler verdi. Ancak bir buçuk yıl sonra Çankaya'ya çıkma fırsatını yakaladığında "dağ gibi bulaşığı" bir kenara bırakarak, arkasına bile bakmadan yukarıya kaçıverdi!

Erdoğan da geleneksel hale gelen bu "zirveye kaçış" işine niyetli görünüyor…  Oysa Erdoğan seçmene verdiği sözleri tutmak zorunda: 3 Kasım 2002'de seçmenden aldığı tek başına iktidar vizesinin Çankaya için olmadığını unutmamalı! Hal böyle iken, Başbakan'ın Çankaya Köşkü için çok istekli/ısrarlı olduğu belli…  Erdoğan'ın Org. Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanlığı kararnamesini teamüllere aykırı bir şekilde çıkarmasının altında Çankaya amacı yatıyordu. Son ABD ziyaretini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir…

Yeri gelmişken, Çankaya yolunun ABD'den geçmediğini hatırlatmakta fayda var. Bu konu da, hep sözünü ettiğim son bir yıl içinde yaşanan o tarihi Yörünge Değişikliği ile ilgili. Artık, devlet yönetiminde Milli/Bağımsız Çizgi hakim. Ankara, Devlet'in Millet'le barışacağı bir eksene yerleşiyor…

Erdoğan'ın bu gerçeği tam olarak okuyamadığı anlaşılıyor. Ancak giderek daha iyi okuyacak ve Çankaya Yolu'ndaki ısrarından vazgeçecektir diye düşünüyorum. Beklenmeyeni Bekleyin: Çankaya'ya Erdoğan değil, TBMM'nin içinden/geniş çerçevede kabul görecek bir AKP'li milletvekili oturacak! Çankaya'da türban yasağı sorun olmaktan çıkacak. Devlet, milleti ile orada da barışacak…[4] 

Ve maalesef ülkemizin küresel hortumcuya fırsatlar ülkesine çevrilmesine göz yumuluyor!

Başbakan Erdoğan, İstanbul'da yabancıların da katıldığı ekonomik bir toplantıda 'Türkiye fırsatlar ülkesi' diyerek hem iktidarı adına iftihar duygusunu dile getirip, hem de şahsi gururunu 'yurt güzellemesi' ile süslüyor!..

Halbuki Türkiye yozluklar açısından da müthiş bir fırsatlar ülkesidir. Nitekim yozlaşmanın tırmandığı, önceki gün kendi müteahhitlerini halka şikayet eden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'nın beyanları ile dahi sabittir. Topbaş'ın 'kim olursa olsun gözünün yaşına bakmayacağız' diyerek şehirdeki amansız trafik felaketinin neredeyse biricik suçlusu ilan ettiği müteahhitler kimlerdir? Yine başkanın sözlerinden bellidir ki bunların neredeyse tamamı 'has bahçe gülleri' durumundadır. Zaten başkan da bu yüzden 'kim olursa olsun' sözüyle 'siyaset ve çevre açısından yakınlığımıza rağmen canlarını yakacağız' demeye getirmiştir.

Türkiye ayrıca dışarıdan malımıza-mülkümüze göz koyan küresel hortumcu için de müthiş fırsatlar ülkesidir. Öyle olduğu için de, bundan önceki hükümet döneminde yaşanan büyük iktisadi yıkım sayesinde İstanbul'un en büyük 500 firmasının yüzde 35'e yakın bir bölümü süreçte yabancılar tarafından satın alınmıştır.

Şu an dünyanın en pahalı mülkü olan Türkiye coğrafyası, zengin yabancılar için kelepir fiyatlara satılıktır. Geçtiğimiz yıl, sadece toprak satın almak üzere 2 milyar dolarlık yabancı sermaye Türkiye'ye gelmiştir…

Gerçekten Türkiye Siyonist sermaye için tam bir fırsatlar ülkesi. Orayı sıcak para cehennemine çevirip kendi tefecilik cennetinize kış için bedavaya ısı sağlayabilirsiniz. Her şey bir yana, borç batağında Türkiye'yi sıcak para ile döndüren bu iktidar için de denizin bitmesi kaçınılmaz.[5]

Ama bu arada "Erke"nin tarihi teknolojik buluşundan, midesi bulanan Batılı uşakları:

"Emekli paşalar esrarengiz icat için bir araya geldi" diye dalga geçiyor! 

29 Ekim'den beri değişik medya kuruluşlarında reklamlarıyla kendini duyuran Erke,  ilk toplantısını yaptı. Şirketin Yönetim Kurulu Danışmanı emekli Tümgeneral Çetin Uğural, bir süredir gazetelerde yer alan 'Erke Bilimsel Düşüncenin Gücü' başlıklı ilanların nedeninin bir buluş olduğunu açıkladı.

 Uğural, bir araştırma ve mühendislik şirketi olan Erke'nin icadını 'yakıt gerektirmeyen bir kuvvet makinesi' şekline tanımladı. Şirketlerinin uzun süredir bu icat üzerinde çalıştığını belirten Uğural, buluşlarını şu sözlerle açıkladı: "Bu buluş ile erişilen sistem, çevreye zarar vermeyen, istenilen güç ve sürati sağlayabilen, doğrudan hareketin elde edilebildiği yakıt gerektirmeyen bir kuvvet makinesidir. Bu sistemin çalışmasında maddenin atalet özelliğinden faydalanılmaktadır." dedi. Uğural, söz konusu sistemle çalışan makinelerde istenilen yerde, istenilen miktarda elektrik elde edilebildiğini ve sistemin tüm kara, hava ve deniz taşıtlarında kullanılabileceğini ifade etti. Buluş sayesinde küresel ısınmanın önlenebileceğini, iklim bozukluklarının zararlı etkilerinin ortadan kaldırılabileceğini öne süren Çetin Uğural, yurtiçi ve yurtdışında patent başvurularının yapıldığını da sözlerine ekledi. Emekli tümgeneral, ürünün 2007 içinde piyasaya sürüleceğini bildirdi. Toplantıda bazı basın mensuplarının, 'Buluşa yönelik anlatılanların tutarlı olmadığı, şirketin yönetim kurulu başkanının kim olduğu ve niçin onun yerine kendisinin açıklama yaptığı, böyle önemli bir buluşun neden dünya çapında bir organizasyonla tanıtılmadığı' yönündeki sorulara karşılık Uğural, "Vakti gelince hepsi anlatılacak." diye konuştu. Birçok emekli paşanın yanı sıra ulusalcı hareketin önde gelen isimlerinin toplantıya katılmasını, "Dostlarım, tanıdıklarım. Davet ettim geldiler." sözleriyle açıklayan Uğural, kendisi dahil hiçbir asker emeklisinin Erke şirketine ortak olmadığını söyledi. Toplantı sonrası "İddianızda olduğu gibi bu kadar önemli bir buluşun duyuru toplantısına Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nı niye davet etmediniz?" şeklindeki bir soruya da Uğural, "Bizim siyasetle ilişkimiz yok." şeklinde cevap verdi. 1992 yılında kurulan Erke Erke Araştırmaları ve Mühendislik AŞ'nin Ticaret Sicili Gazetesi'nde yer aldığı ve bu süre içinde konu üzerinde çalışmakta olduğu, çalışmalarını da özsermayesi ile yürüttüğü bilgilerinin dışında sorulara cevap alınamadı. Uğural, test çalışmalarının yapıldığını, enerji ve güç elde edildiğini ısrarla vurgulayarak; halen seri üretim konusunda çalıştıklarını belirtti. [6]

Bu arada Emekli Genel Kurmay Başkanımız E. Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun da isabetle vurguladığı gibi, emekli olan generallerimizin; ülke ve bölge sorunlarına çözüm önerileri hazırlayacak görüş ve projeler üretmek üzere, birikim ve becerilerini değerlendirecekleri sivil girişim ve oluşumlarda yer almaları gerekirken ve bir çoğu bu yönde ciddi ve cesaretli gayretler gösterirken, maalesef bazılarının sömürü patronlarının ve masonik odakların vitrin bekçisi ve reklam mankeni olmaları, yüreklerimizi dağlamaktaydı.

Ülker'e ‘yeşil sermaye' etiketi vuran ve askeri garnizonlarda satışını yasaklayan Genelkurmay'ın istihbarat biriminin başında bulunan, emekli Koramiral Turhan Özer, 2005 yılı sonunda Ülker'in 10 kişilik İstişare Konseyi'ne getirildi. Tümgeneral Armağan Kuloğlu, PKK koordinatörü olarak atanan Orgeneral Edip Başer ve Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin (ASAM) yönetiminde, Kıdemli Kurmay Albay Atilla Sandıklı Türkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) Genel Müdürlüğü görevinde, Tuğgeneral Süleyman Canpolat Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) Yönetim Kurulu'nda, Tuğgeneral Nejat Eslen ise Global Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürlüğü'nde bulunuyor.

Think tank kuruluşlarında adına sıkça rastlanan askerler, siyasete de heves ediyor. İçişleri eski Bakanı Meral Akşener, Sabah Gazetesi'ne verdiği röportajda, 28 Şubatın paşalarından orgeneral Çevik Bir'in AK Parti'ye danışmanlık yaptığını belirtiyor. (28.11.2005) "Bölgeye gelen askerlerin işlerini ciddiye alıp hizaya gelmeleri için bu kişilerin evlerinin yakınlarına birkaç bomba atardık." itirafında bulunan Korgeneral Altay Tokat, MHP Merkez Yönetim Kurulu'nda yer alıyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin partisinin Konya il kongresinde yaptığı, "Ey emekli paşalar, sağda solda kendinize kapı aramayın. Gelin MHP'ye katılın, partimizin kapısı size açık." çağrısı üst düzeyde bir karşılık bulmadı. Kıbrıs Barış Harekatı'nda ismini duyuran Kurmay Albay Oğuz Kalelioğlu ise, emekli olduktan sonra yaptığı Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı'nın ardından geçtiğimiz ay DYP'de basın ve propaganda başkan yardımcısı olarak siyasete girdi. Tümgeneral Osman Özbek, kuruluşunda yer aldığı Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi'ne artık uğramıyor. Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, Oramiral Orhan Karabulut ve Orgeneral Teoman Koman'ın medya gruplarına danışmanlık yaptığı biliniyor. İhlas Ankara Medya Grup başkanı olarak da yine bir emekli asker Nuri Elibol görev yapıyor. Koramiral Atilla Kıyat, Fenerbahçe Kulübü Yönetim Kurulu'nda, Tümgeneral Çetin Uğural, Oramiral Halis Burhan ve Korgeneral Hasan Kundakçı isimleri de Türkiye Sanayici ve İşadamları Vakfı (TÜSİAV) Yüksek İstişare Konseyi'nde yer alıyor.

En fazla asker yönetici yoğunluğu üniversitelerde gözleniyor. Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Haliç Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliği görevini sürdürüyor. Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, Bahçeşehir Üniversitesi Global Hukuk Programları Direktörlüğü genel sekreterliğinde bulunuyor. Tuğamiral Mehmet Celayir Koç Üniversitesi genel sekreteri, Orgeneral Edip Başer Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü müdürü, TOBB Ekonomi ve Ticaret Üniversitesi mütevelli heyeti üyesi, Tümgeneral Mehmet Tiryaki Anadolu Bil Meslek Yüksek Okulu Yönetim Kurulu üyesi olarak görevini sürdürüyor.

Kıvrıkoğlu ‘gitmeyin' diye tamim yayınladı

Askerlerin özel sektörde görev almalarının önemli ayaklarından birini ise bankalar oluşturuyor. 2001 krizi döneminde bankacılık sektöründe görev alan paşalar, batan bankalardan dolayı pek iyi anılmıyorlar. Bu isimler arasında, Orgeneral Muhittin Füsunoğlu (Sümerbank), Orgeneral Teoman Koman (İnterbank), Oramiral Vural Beyazıt (Etibank), Orgeneral İbrahim Şenocak (Etibank) bulunuyor. Konu, toplumu olduğu kadar Silahlı Kuvvetleri de rahatsız etmiş olmalı ki, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, paşaların özel sektörde çalışmalarına karşı olduğunu açıklamıştı. Kıvrıkoğlu, "Emekli generallerin bir şirkette çalışması uygun değil. O nedenle bir tamim yayımladım. Ankara'daki Milli Güvenlik Kurulu, İstanbul'da Harp Akademileri Komutanlığı ile İzmir'deki Hava Eğitim Komutanlığı'nda bütün emekli orgenerallere oda verdik, sekreter tahsis ettik. Otursunlar, isterlerse anılarını yazsınlar, isterlerse de ilmi çalışma yapsınlar. Bu çalışmaları için ücret de vereceğiz." demişti.[7]

İşte bu konuda her birinin kendi ayarını ve amacını ortaya koyan görüşleri:

1- Cüneyt Ülsever (Gazeteci): Güçlü görünüm askerle sağlanıyor

28 Şubat döneminde, batan bankaların önemli bir kısmında yönetim kurullarında emekli generaller vardı. Bankaların o dönemde ayakta kalmak için verdikleri bir mücadeleydi bu. Hatta banka yöneticileri yargılanırken askerler davadan muaf tutuldular. Buradan genellemeye gidersek, şirketler Ankara ile ilişkilerini düzenlemek istediklerinde, güçlü bir görünüm vermek istediklerinde emekli paşalara başvuruyorlar. Aradaki ilişkiye gelince bence şirketler emekli paşalara daha çok ihtiyaç duyuyor. Cin akıllılık yapıyor, onlar talebi yaratıyor. Emekli paşalar da dayanamıyorlar. Biz anlamıyoruz, biz sıramızı savdık, köşemizde oturacağız demiyorlar."

2- Ümit Kardaş (Emekli askerî hakim-yazar): TSK'nın sistem içindeki yerini gösteriyor

Silahlı Kuvvetler'in siyasi sistem içindeki ağırlığı, etkisi ve iktidarı kullanıyor olması önemli bir etken. Şirketler ve kurumlar iktidar kullanan ve siyasi kadrolardan daha güçlü gözüken yüksek rütbeli askerî bürokrasiye yakın durmak ve ilişkilerini en yüksek düzeyde tutmak istiyorlar. Bu ilişkiyi de emekli olmuş yüksek rütbeli general subayları bünyelerine katarak sağlayabiliyorlar. Kuşkusuz herhangi bir sektörde uzmanlığı işe yarayabilecek emekli askerlerin görev yapmaları uygun görülebilir. Ölçü bu olduğunda zaten dışarıdan fazla bir talep gelmeyecektir. Dışarıdan çok talep gelmesi daha çok TSK'nın sistem içindeki yeri ile ilgilidir."

3- Prof. Dr. Nevzat Tarhan (Psikiyatrist): Askerler değil, ayartıcılar önde

Türkiye'nin en büyük dördüncü holdingi OYAK'ın yönetim kurulunda muvazzaf subaylar var, ticari kararlar verip, AB kriterlerine uymayan bir şekilde askerî ihalelerde yer alıyorlar. OYAK'ın şöyle bir sembolik anlamı da var. ‘Biz özeliz, ticarete de girebiliriz. Generaller özel insanlardır, sıradan bir insan değiliz, vatanın tapusu bize aittir' algılaması içindeler. Türkiye'nin bütçesinin büyük bir kısmı askerî harcamalardır. Bizim yönetim kurulumuzda filanca general var diye rekabet ortamına girdiği zaman, bir bakıma rekabet gücünü artırıyorlar. Aslında bu, Türkiye'nin kamu reformuna ihtiyacı olduğunu da gösteriyor. Askeriye de buna uyum sağlayacaktır."

4- Dr. Lale Sarıibrahimoğlu (Gazeteci): Siyasi otoriteye iş düşüyor

Demokratik ülkelerde emekli askerler ya da sivil kişiler, uzmanlık alanlarıyla sınırlı olmak şartıyla, özel şirketlerde yönetim kurulu üyesi ya da danışman olarak görev alıyorlar. Bizdeki farklılık, atamalar yapılırken, rakipler nezdinde haksız rekabet içine girilmesini önleyecek yasal düzenlemeler olsa bile uygulamada hayat bulmadığı sorunudur. Ve bu tür kişilerden, birikimlerinden ziyade karar vericiler nezdindeki etkinliklerinden yararlanmak konusu ön plana çıkıyor, dolayısıyla uzmanlık alanları dışında tepe görevlere getirilebiliyor. 2001 krizinde ortaya çıkan banka hortumlama olayları, emekli askerlerin, milli gelirin çarçur edilmesinde nüfuzlarının kullanılmasına izin verdiklerini göstermiştir."

5- Adnan Tanrıverdi (ASDER Başkanı-Emekli Tuğgeneral): Sivil iradeye baskı için olmamalı

Silahlı Kuvvetler'den genç yaşta emekli olan pek çok kişi var. Bunları asker diye dışarıda bırakmak, önünü tamamen kesmek doğru olmaz. Bu isimler farklı kurumlarda görev yapabilirler. Bu, devletin yetiştirdiği elemandan azami yararlanma yöntemidir. Tabii bu, kamunun talebiyle olacak bir şeydir. Ama bütün devletin, kurumların Silahlı Kuvvetler tarafından yönetilebileceğinin düşünülmesi yanlıştır."

6- Süleyman Şensoy (TASAM Başkanı): Demokratik ve meşru zeminde katkı sağlar

Silahlı Kuvvetler'de çok iyi eğitim ve doktrinle yetişmiş subayların emekli olmalarıyla, birikim ve donanımlarını özel sektörün çeşitli alanlarında kullanmalarının çok doğal olduğunu düşünüyorum. OYAK ve kurumları başta olmak üzere çeşitli alanlarda görev almaları teknik açıdan zenginliktir. Çünkü özel sektördeki sivil gücün müteşebbisliği ile Silahlı Kuvvetler mensuplarının planlama, teşkilatlanma ve takip yetenekleri birleşerek ortaya çok başarılı işler çıkmaktadır."


[1] 19.11.2006 Aydınlık

[2] 22.11.2006 Zaman

[3] United Press International, 14 Kasım 2006

[4] 24.11.2006 / Tamer Korkmaz / Zaman

[5] 24.11.2006 / Ömer Lütfi Mete / Tercüman 

[6] 22.11.2006 / Zaman

[7] 19.11.2006 Turkuaz-Toplum Zaman

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Osman ERAYDIN

Osman ERAYDIN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx