YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
673495bb8f61b
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 1 0 9
Bugün : 13236
Dün : 28478
Bu ay : 346030
Geçen ay : 983699
Toplam : 29199769
IP'niz : 3.233.242.216

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Cumhurbaşkanı, daha doğrusu köşk erkanı tarafından sanatçı diye hatırlanmadığı ve davetiye çıkarılmadığı için oldukça içerleyen, ama bunu mertçe ve medenice söylemeyip:

“Hanımları türbanlıları başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına taşıyan ve giderek İslamlaşan bir Türkiye’de yaşamak istemiyorum” anlamındaki şovlarıyla gündeme gelen böylece yetmiş milyon milletimize ve bir buçuk milyarlık İslam alemine hakaret etmekten çekinmeyen, şom ağızlı Fazıl Say, eşi türbanlı Cumhurbaşkanından, başbakandan ve eski solcu Kültür Bakanından ikram ve iltifatlar görünce, muradına ermiş ve yelkenleri indirmiştir.

Bu olay bir kez daha gösterdi ki, böylesi basit ve bencil kişilikler, şu üç özellikleriyle bilinir.

Üç “S” şifresi diyebileceğimiz bu özellikler

1- Seviyesizlik 2- Samimiyetsizlik 3- Bunların doğal ve sosyal neticesi olan sevgisizlik ve sevimsizliktir.

Çocukluk ediyor!..

Ayhan Demir’in dediği gibi: “Özellikle çocuk sahibi olanlar daha iyi bilirler: İsteklerini kabul ettirmek ya da dikkatleri üzerinde toplamak isteyen çocukların en önemli silahı; yemek yememek, konuşmamak, bir yerlere gizlenmek, eğer okul çağındaysa, bir daha okula gitmemekle tehdit etmektir. Ebeveynler genellikle bu tür istek ve tepkileri “çocukluk işte…” diyerek, anlayışla karşılar ve çocuğu güzellikle ikna etmeye çalışırlar. İlgiyi üzerinde toplamayı amaçlayan çocuk böylelikle amacına ulaşmış olur.

Fazıl Say’ın Süddeutsche Zeitung gazetesine verdiği mülakatta söylediği “ülkeyi terk edeceği” yönündeki sözleri de aslında bundan pek farklı değildi. Çünkü Fazıl Say bu çıkışı yaparken ne beste yapmasına ne de piyano çalmasına mani olunduğundan bahsetmiyor. Fazıl Say’ın tek derdi Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı tarafından verilen davet ve resepsiyonların konuk listesinde yer bulamamak. İnsanın içindeki çocuğu öldürmemesi genelde iyi bir şeydir. Ancak mesele bu noktalara vardırılınca “çocukluk etme evladım…” demekten başka söylenecek söz de kalmıyor.

Fazıl Say’ın son dönemde yaptığı bu çıkış, büyükleri tarafından hemen fark edildi ve Cumhurbaşkanlığından “davetli listesinde isminin bulunduğu ve davetiyelerin adresine postalandığı” yönünde bir açıklama yapıldı. Ardından Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ışık hızıyla bir açıklama yaparak “Fazıl Say, ülkemizin yetiştirdiği genç ve değerli bir sanatçıdır. Onunla övünüyoruz. Kendisiyle her zaman diyalog içinde olacağız” dedi. Fazıl Say ile yaklaşık bir buçuk saat süren bir kahvaltı yaptılar. Kahvaltı bitiminde her şey sütliman oluverdi. Bir başka ifade ile “yaramaz çocuk” kendini “adamdan saydırmaya” muvaffak olunca sorunda kalmamış oldu.

Devlet erkânı, büyüklüğünü gösterip, Fazıl Say’ın gönlünü almış. Ancak devletin her daim hatırda tutması gereken bir şey daha var. Devlet, evdeki huzur ve adaleti korumak istiyorsa, evlatları arasında ayrım yapmamalıdır. Mesela, hiç düşündünüz mü: Başörtülü bir genç kız, Fazıl Say’ın bu söylediklerini kaç kez zihninde kurmuştur? Başörtülü kaç genç kız, zihninde kurmayı bir kenara bırakın, istemeye istemeye, bu cümleyi eyleme dönüştürmek zorunda kalmıştır?

Soruları daha da çoğaltabiliriz. Fazıl Say’a gösterilen ilgi neden inançları gereği başını örten ve bu şekilde eğitim almak isteyenlere gösterilmiyor? Yoksa Türkiye’de başörtüsüyle eğitim alamadığı için NewYork’a, Viyana’ya, Saraybosna’ya gitmek zorunda kalanlar bu ülkenin evlatları değiller mi?             Üstelik anne ve babalarını memleketlerinde bırakıp, yurt dışında eğitim almak zorunda kalan bu genç kızlar; tıp, mimarlık, mühendislik gibi zor bölümleri dereceyle tamamlayarak mezun oluyorlar. Fakat ne Fazıl Say’a gösterilen alakayı görebiliyorlar ne de en temel hakları olan eğitim haklarını alabiliyorlar.74

İhsan Alperen’in tespitleri de güzeldir:

Meselâ başörtüsü Müslümanlar için hiçbir dönemde sorun olmamıştır, fakat birileri bunu sorun haline getirmiş ve sorun etmeye de devam etmektedir. Başörtüsünün sorun haline getirilişi elbette yeni bir hadise değildir. Bakmayınız birilerinin eskiden böyle bir şey yoktu demesine… Mehmet Âkif’in dörtlüğünü hatırlayınız.

“Sanki olmazmış ilim, her şey gidermiş elden

Atılmayınca örtü, açılmayınca beden

Kızımın namusu batıyor rezilin gözüne

Tükrüğe acırım billâhi tükürsem yüzüne!”

Günümüzde “devlet destekli pozitivizm” dayatmasının bir ürünü olan din karşıtlığı olanca vahametiyle arz-ı endam etmektedir. Bu bağlamda ağzına mikrofon uzatılan herkes kin kusmayı marifet sanıyor. Fazıl Say efendiye göre Ortaçağ zihniyeti hortluyormuş… Hangi Ortaçağ ve kimin Ortaçağ’ı? Türk milleti dindarlaşıyormuş, dolayısıyla böyle bir gelişme onu rahatsız ediyormuş… Peki, Atatürk ne diyordu, Türk milletinin dindarlaşması konusunda? “Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum”

Sen Müslüman-Türk milletinin parasıyla Batı’da tahsil göreceksin, her dönemde “devlet”in bütün imkânlarından istifade edeceksin, “millet”le hiçbir ilgin olmadığı halde devlet kademelerinden büyük itibar göreceksin, sonra da millete düşman olacaksın. Sen bu halkanın ne ilkisin ne de sonuncusu. Bu zamana kadar senin gibiler hep çıktı ve çıkıyor, ve yine de çıkacak…

Yılın 300 günü Batı’da yaşayacaksın, yaptığın müzikten millet hiçbir şey anlamayacak. Sonra kalkıp, “Ey millet dindarlaşırsanız giderim haa!” tehditleri savuracaksın. Arkana bakmadan git, hem de hiç durma!

Mecit Ünal’ın fıkrası yerindeydi:

“fıkra bu ya, Nasrettin Hoca “burnundan soluyarak dalar Timur’un otağına.

“- Sana üç gün müsaade ya pılını pırtını toplar gidersin…”

“- Yoksa?..

“- Yoksa ben gidiyorum…

” Fıkra bu ama gerçek şu: Fazıl Say Türkiye’yi terk etme ye karar vermiş!

Fazıl Say’ın Türkiye’yi terk etme gerekçesi önemli ölçüde YÖK’ün yeni başkanının üniversitelerde türban yasağı dahil özgürlüklerin önündeki tüm engellerin kaldırılacağı yolundaki açıklamasına dayanıyor. Say, seçim sonuçlarının yüzde 47’ye 53 orantısını yüzde 30’a 70 gibi yeni bir orantıyla değiştirerek laiklik yanlılarının azınlığa düştüklerini, dolayısıyla ailesi ve doğacak çocuğu için Türkiye’de yaşama koşulları kalmadığını ileri sürüyor. Üstelik bu açıklamayı Almanya’da bir Alman gazetesine yapıyor.

Yaşanımın önemli bir kısmını yurt dışında geçiren Fazıl Say da, kuşkusuz böyle bir karara varmakta özgürdür ve çocuğunu hangi ülkede istiyorsa orada büyütebilir. Bu nedenle de kendisine hiç kimse de git ya da kal diyemez.”75

Önce bunları ‘Say’

Nüfus cüzdanındaki resmi başörtülü olduğu için hastaneye bile alınmayıp ölen; başörtülü olduğu için hakkında bakanlık tarafından soruşturma açılanların ülkesi Türkiye’de Fazıl Say, yine de “bunlar yetmez” diyor.

Alman Süddeutsche Zeitung gazetesine verdiği röportajda Fazıl Say, “Bizim Türkiye rüyalarımız biraz öldü. Tüm bakan eşleri türbanlı. Biz yüzde 30, onlar yüzde 70. Türkiye’den gidebilirim” dedi. Say. Türkiye’yi terk etme niyetine gerekçe olarak sadece bütün bakan eşlerinin türbanlı olmasını ortaya koyuyor. Yani manzara hoşuna gitmiyor. Kendi yaşamından verebildiği herhangi bir kısıtlama, yasaklama, zorlama örneği yok.  Oysa bahsettiği ve kendisini de kattığı yüzde 30, yıllardır yüzde 70’in kıyafetine bile yasak getirmiş bulunuyor.

Başörtüsü taktığı için ölüme terk ediliyor

Say ayrıca, “Çankaya’daki resepsiyona çağrılmadığı için Türkiye’yi terk edeceğini” söylüyor. Oysa bu ülkede başörtülü vatandaşlar dilekçe vermek için bile devlet kurumlarına alınmıyor. Türkiye nüfus cüzdanındaki resim yüzünden hastaneye alınmayan ve ölüme terk edilenlerin ülkesi haline getiriliyor. Eşi başörtülü diye insanlar görevden atılıyor, atılanlara yargı yolu bile kapalı tutuluyor. Anneler başörtülü oldukları için oğullarının yemin, mezuniyet ve ödül törenlerine katılamıyor. Ödül almak için çıktığı sahneden kıyafeti yüzünden yaka paça indirilenlerin acısı Fazıl beyin umrunda bile olmuyor.

Başörtülüye ödül yerine ceza veriliyor

Kendisi bir sürü ödül alırken, bu ülkede kızlarımız daha 14 yaşında ödül almak için sahneye çıktığında kaymakam ve asker işbirliği ile sahneden zorla indiriliyor. Henüz 13-14 yaşlarında bile teknolojik buluşlarıyla TÜBİTAK ödülü kazanan masum kızlar başörtüsü taktıkları için hakkında Milli Eğitim Bakanı emriyle soruşturma açılırken Fazıl Say, yine de bunları yeterli görmüyor galiba. Başörtülülerin sadece şehit cenazelerine alındığı bu ülkede, bizler yine de yaşamaya ve burada kalmaya devam edeceğiz.

Türkiye’yi terk etmek için önce Türkiye’de olman gerekiyor!

Ünlü piyanist Fazıl Say, “Türkiye’yi terk edebilirim” diyor. Daha “hayırdır?” diye sormaya bile hacet kalmadan içini ve zehrini döküyor!

Kendini bu ülkeye ait hisseden ne kadar mazlum, yoksul ve çilekeş insan varsa hiçbirinin nazarları hiçbir zaman gümrük kapılarına dönük olmuyor, kaçmayı düşünmüyor.

Ağır kuşatılmışlık içerisinde yemediği zılgıt kalmayan ve inancı uğruna nice hakaretlere uğrayan insanlardan bile bir kerecik olsun çekip gitme edebiyatı duymazken, memleketin ‘Beyaz Türk’ kategorisine dâhil edilebilecek bir adam çıkıp “giderim ha” blöfünden medet umabiliyor.

Bu memleket sadece coğrafyasıyla değil aynı zamanda içinde barındırdığı insan mozaiği ile Türkiye’dir. Türk kültür ve inanç unsurlarını hiçbir zaman hazmedememiş insanlar ne zaman Türkiye’de oldular ki şimdi kalkıp Türkiye’yi terk etmekten bahsediyor?!

Fazıl Say’ın Türkiye’yi terk etmeye kadar götüren gerekçeleri de gerçekten göz yaşartıcı (!) cinsten.

“Türkiye rüyamız öldü” gibi dramatik ve bir o kadar da ajite bir cümleyle söze giren Fazıl Say’ın bildik gerekçelerini saymaya bile değmiyor?

Tüm bakan eşleri türbanlıymış, İslamcılık güç kazanmış, ortaçağa dönüyormuşuz. Üstelik sayın Say bu şikâyetleri dışarıdan birilerine, Paris’te Almanya’da yayımlanan sol liberal eğilimli ‘Suddeutsche Zeitung’ gazetesine yapıyor.

Çok merak ediyorum acaba valizine davranacak başka kim var sırada?

Kimsenin artık bu tür blöfleri yemediğini bir kez daha hatırlatarak, Türkiye’yi terke hazırlananlara giderayak benden bir dost tavsiyesi: Beyler, Türkiye’yi terk etmek için önce Türkiye’de olmak lazım. Lütfen kendinize, yani Türkiye’ye gelin!76

Ortaçağ karanlığına kim gidiyor?

Fazıl Say’ın resti medyada hatırı sayılır oranda yankılandı. Belki de bunu amaçlamıştı. Say’ın çıkışının temelinde kendi ifadesine göre “iktidarın şimdiye kadar kendisine ve müziğine karşı dostça davranmadığı” gerçeği yatıyordu. Tabi, iktidarı ve onun kültür ve sanat programını savunmak gibi bir derdimiz yok. İş sadece iktidar ile Say arasındaki bir kavgadan ibaret olsaydı, Say bu vesile ile daha büyük laflar sarf etmeseydi mesele kapanıp giderdi.

Faziletten yoksun Fazıl Say başta iki büyük iddia ortaya attı; birincisi Cumhurbaşkanı’nın onu köşke davet etmediği idi ki, bu hemen adı geçen makamca yalanlandı. İkincisi ise eğitimden müzik derslerinin kaldırılması idi ki, bu da ilgili bakan tarafından cevaplandı, yalanlandı. Say, konuşurken elbette bu cevapların anında verileceğini düşünmüştür. Fakat meselenin bunlardan ibaret olmadığı, bir kültür ve zihniyet kavgasının da burada yer aldığı açıktı.

Türkiye’nin bilhassa Tanzimat ile başlayan sürecini takip edenler, ülkede her alanda bir ikilemin, kültür ikiliğinin yaşanageldiğini bilir. Batı kültürü bizi içine kabul etmek için aslında tek bir şart ileri sürer; İslâm kültürünü terk edin. Bu şartın elit zümrelerce kayıtsız şartsız kabul gördüğü bir gerçektir.

Önce, Say’ın ifadesi ile “bugün Türkiye’de İslâmcı bir iktidarın varlığından” söz etmek yanlıştır ve yanıltıcıdır. İktidardaki zevatın gömleği çıkarmadan önceki halinin devam ettiğini düşünmek elbette yanılgıdır. Hakikaten bugün Türkiye’de İslâmcı bir iktidar olsa idi, önce IMF politikalarına son verilir, sonra Amerika ile olan ilişkiler eşitlenir, bir adım sonrasında da D-8 yeniden Türkiye’nin gündemini teşkil ederdi.

Siyasi bakımdan İslâmcı çizgi ile hiçbir bir ilgisi bulunmayan AKP iktidarının kültür bakımından böyle bir çizginin takipçisi olduğunu ve bu vesile ile Say’ın müziğine etki ettiğini söylemek de imkansızdır.

Kültür ikiliğini yaşayan Türkiye’de az buçuk aklı eren herkes bilir ki, kim -maalesef- “Ortaçağ karanlığından” söz ediyorsa, bu karanlık ile İslâm, yani Türkiye’deki meselesine sahip çıkan Müslümanlar kastedilir, güya böyle bir kötüleme yapılır. Ortaçağ’ın Batı ve Hıristiyanlık için söz konusunu olduğunu, İslâm’ın her çağda ileri bulunduğunu bu karanlık kafalara anlatmak ise deveye hendek atlatmaktır.77

Fazıl Say ve gerçekler.. (mide bulandırıyor)

Şimdi ülkenin hiçbir sorunu kalmamış gibi şu Fazıl Say beyefendi hakkında yazmak zorunda bırakılıyoruz. Nedeni de konunun devlet/millet meselesi haline dönüştürülmesi…

Şimdi bir sanatçı ortaya çıkacak, “ben memleketi terk ediyorum” diyecek. Niye efendim, “İslamcılar kazandı, bana yer yok.”

Açık konuşmak gerekirse, bu gibi zevattan bırakın sanatçı olmayı, gerçek vatansever bile olamaz. Neden? Birincisi, vatanını ve milletini aşkla, şevkle, imanla seven adam kovsalar bile bu topraklardan kolay kolay ayrılmaz. Zira bir sanatçı içinde bulunduğu, zengin olduğu, ekmeğini yediği toplumu aşağılayıp onlar benim gibi değiller, en azından benim istediğim bireylere oy atmıyorlar diye memleketi terk etmeye kalkıyorsa; zaten halkın kahir çoğunluğunu sevmiyor, onlarla insani, tarihsel, kültürel, tinsel düzlemde hiçbir şeyi paylaşmıyor demektir.

Bir insan memleketi terk etmez mi, eder. Ne zaman; namusu, canı, malı, seyahat özgürlüğü, inancı, düşüncesi yakın tehdit altına girdiğinde… Ya da terk etmez, bütün kahramanların yaptığı gibi sonuna kadar direnir, mücadele eder, inandığı değerleri adam gibi sonuna kadar savunur, hatta varsa davası uğruna canını bile vermeyi göze alır. Peki, Türkiye de böyle bir durum mu var, yani Fazıl Say benzeri batılılaşmış, milletle tenakuz içerisinde olan jakoben, elitist, monist, laisist ve oligarşik sınıfların ortadan kalkması, yok olması tehlikesi mi var? Elbette ki yok. Sadece başörtülü kızlarımıza eğitim kurumlarının yüzüne kapandığı ve kelimenin tam anlamıyla zulüm gördükleri için zoraki dış ülkelere okumak için gitmek zorunda kaldığı ya da ebedi olarak öğretim hayatının gasp edildiği, rektörlerin insan haklarına, tabii ve ilahi hukuk ilkelerine, hukukun üstünlüğüne aykırı olarak milletin çocuklarına zulmettiği, Milli Eğitim Bakanı’nın pişkin bir tavırla tesettürlü kıza niye diploma verdiniz diye öğretim camiasına soruşturma açtığı bir siyasal ortam var. O kadar… Fakirlik, işsizlik, yabancılaşma, cinayet, uyuşturucu ve epidemik ahlaksızlık ortamı ise tabii işin cabası…

Fakat benim esas takıldığım konu Kültür Bakanı’ndan Cumhurbaşkanı’na hemen her yetkilinin, “Aman Fazılcığım, bizi terk etme, sen gidersen maazallah ülkemizde sanat çöker, hatta milletçe kahroluruz, ne olur gitme” türünden beyanatları.

Yahu bir kere şu iktidar sahipleri, hem de kendilerine oy veren, sayesinde iktidar oldukları ve dışarıya gitmek zorunda kalan tesettürlü yavrularımıza “aman ülkeyi terk etmeyin, bu meseleyi biz çözeriz, size yapılan bu açık zulmü biz ortadan kaldıracağız” diye beyanatta bulundular mı? Hayır. “Niye çözmüyorsunuz” dediğinizde, “kurumların mutabakatı yok” türünden geçiştirmeler… Peki, Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün seçiminde ima ettiğiniz o meşhur kurumların, en azından Genelkurmayın ya da YÖK taifesinin mutabakatı var mıydı? Demek ki, kurumların mutabakatı olmasa da istediğiniz vakit bir şeyler yapabiliyorsunuz.

Bu beyefendiler millettin seçiminden ve değerlerinden rahatsız. Yani kimse ona ülkede sen farklısın diye kapıları kapatmıyor. Bunun için ülkeyi terk etmelisin, sokağa çıkmamalısın demiyor. Hatta Say gibilerin savunduğu batılı değerler zaten devletimizin resmi  eğitim ve kültür politikası.

Şu kadere bakın; biz onun değil, Fazıl Say bizim farklılığımıza dayanamıyor ve ülkeyi terk edeceğim diyor. O zaman ne yapalım: İstediğin yere git kardeşim, ne halin varsa gör; varlığından bu millet ne gördü ki, yokluğundan ne sıkıntı çekecek yani… Bu millet elbette ki dün olduğu gibi, bugün de kendisiyle bütünleşen dünya çapında hakiki sanatçıları, aydınları, ilim adamlarını, düşünür ve edebiyatçıları çıkarmaya muktedirdir. Bu milletin sanat ihtiyacı sana bağlıysa, senden daha önemli bir sanatçı yetiştirmediysek zaten vay halimize. Ben şahsım adına diploma töreninde kovulan, polis zoru ile okuldan atılan, aşağılanan bir tesettürlü yavrumuzun gözyaşlarını senin ve senin gibilerin bütün sanatına asla ve kat’a değişmem.

İşin gerçeği şudur ki, kendi milletinin tarihsel ve toplumsal değerlerinden kopuk, halkıyla hiçbir kültürel ve ruhsal iletişimi olmayan, milletin attığı oya saygı göstermeyen bireylerden zaten aydın olamayacağı gibi gerçek sanatçı da olamaz. Zira yerel dinamiklerden hareket etmeyen; kimliği ile ulusal, kişiliği ile evrensel olmayan sanatı ve sanatçıyı zaten küresel düzeyde hiç kimse ciddiye almaz.

Tam mesele bu noktaya gelmişken, Aşık Mahsuni Şerif’ten bir dörtlük aklıma geldi. O şöyle söyler:

Kuşdili döktüler asırlar boyu

Kendi dillerini bilemediler

Fırat’ta dizginle tuttular suyu

Bizim gözyaşlarımızı silemediler.

Mahzuni kudurdu kendi derdinden

Zarar gelmez Anadolu merdinden

Bin yıl koştuk aydınların ardından

Onlar bir gün bize gelemediler.

Türkiye’de sadece aydın geçinenlerin değil, sanatçı geçinenlerin de şu şiirin ifade ettiği özlü anlamdan hiçbir farkı yoktur vesselam.78

74 02.01.2008 / Milli Gazete

75 23 Aralık 2007 / Aydınlık

76 17.12.2007 / Hüseyin Akın / Milli Gazete

77  18.12.2007 / Osman Toprak / Milli Gazete

78  19.12.2007 / Dr. Lütfü Özşahin / Milli Gazete

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Picture of Nevzat GÜNDÜZ

Nevzat GÜNDÜZ

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx
Paylaş...