YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6574d2de9cd44
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 3 3 4
Bugün : 11693
Dün : 9984
Bu ay : 110608
Geçen ay : 302569
Toplam : 21353590
IP'niz : 18.205.26.39

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

İSRAİL, TÜRKİYE SAYESİNDE AYAKTADIR!

Ve Yahudi Düşünür Yisroel Weiss’e göre: İSRAİL YIKILMADAN İNSANLIK HUZURA KAVUŞMAYACAKTIR!

Siyonistler Firavun’lara ve Hitler’e rahmet okutuyor!

Firavun zamanında, Firavun, İsrail oğullarının erkek çocuklarını öldürüp, kız çocuklarını sağ bırakıyordu.

“Hani Biz, size azabın en şiddetlisini yapan, oğullarınızı öldürüp kızlarınızı sağ bırakan Firavun’un hanedanından sizi kurtarmıştık. Bunda size Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.” (A’raf:141) ayeti bunu haber veriyordu

Firavun’un bu zulmünden ders alıp bütün insanlara ve çocuklara merhametle davranmaları gerekirken, Siyonist Yahudiler maalesef Firavun’u örnek alarak, Filistin’de erkek çocukların yanında kız çocuklarını da öldürüyordu!

Bu yaptıkları yeni de değildi, bunların tarihi, hıyanet ve cinayetlerle doluydu.

Tahrif edilmiş Tevrat’ta bakın ne diyordu:

“RAB diyor ki, ‘İsraillilere yaptıkları kötülükten ötürü Amalekliler’i cezalandıracağım. Çünkü Mısır’dan çıkan İsraillilere karşı koydular. Şimdi git, Amalekliler’e saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et,  hiçbir şeyi esirgeme. Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.’ (1. Samuel 15/3 ve Yeşu 6/21) Yani Siyonist canavarlar inancının gereğini yapıyordu.. Ve bu yüzden en acı ve alçaltıcı akıbeti hak ediyordu.

AKP İsrailli firmalara 4,6 milyar dolarlık ödeme yapıyor!

GAP projesinde sulama ihalesi alan İsrailli firmalara, hem de kapatma davası açıldıktan 1 ay sonra, yaklaşık 4,6 milyar dolar ödenek çıkaran AKP hükümeti, Olmert’in son Türkiye ziyaretinde İsrail’e iki ayrı diyet ödemişti. Birinci jest, 22 Aralık’ta İsrail’e, “yeni bir silah alımı ihalesi” verildi. İkinci jest ise, devletin zirvesi ile iki görüşmeler yapan Olmert’in ricası üzerine, Aselsan’daki bir ihalede kalan 141 milyon dolarlık bakiye de geri ödendi.

AKP iktidarının kapatma davasında Yahudi lobisinin gönlünü kazanmak için İsrailli firmalara 6 yıllık aradan sonra bugünkü döviz kuruyla 4,6 milyar dolar ödenek çıkarması, bütün Türkiye’yi şok etti. Demirel zamanında yapılan ihaleler ikili anlaşmalarla İsrailli firmalara verilmişti. 2003’ten bu yana GAP’a ödenek çıkarmayan AKP hükümeti, kapatma davası ile bu tavrında radikal bir değişikliğe gitti. İçerisinde Türk firmalarının ağırlıklı olarak yer aldığı 7 uluslar arası konsorsiyuma, 4,6 milyar dolar ödendi. Dankner Tavura, GAP’ta iş yapan ana şirketlerden öne çıkanlardan birisiydi.

Başbakan Gazze saldırılarının ilk 8 günü oldukça cılız tepkiler vermişti. Ancak bir olaydan sonra Başbakan Erdoğan’ın tavrı sertleşmişti. İşte bu olay Çağlayan Mitingiydi. Başbakan,  Gazze’deki işgalin ilk haftası diplomatik bir tavır gösterdi. kerhen iç politikaya dönük küçük şeyler söyledi. Ta ki Saadet’in İstanbul’daki ezici mitingine kadar. O mitingden sonra Başbakanın söylemlerinde bir sertleşme gözlenmişti.  Çünkü Türkiye’nin her yerinden toplumsal kalkışmanın başladığı bir nokta o mitingdi.”

Yani Recep T. Erdoğan, tabanını SP’ye kaymasın diye, İsrail’le göstermelik bir kabadayılık sergilemekteydi. Ve nasıl bir tesadüfse, Erhan Göksel bu bilgileri belgeleriyle açıkladıktan hemen sonra Ergenekon kapsamında tutuklama emri gelmişti. Bu arada, Gazze katliamı nedeniyle, Sivas’ta İsrail’e sert çıkan Recep T. Erdoğan’ın, koşup Davos’ta siyonist Şimon Peres’in karşısında önce arka odalarda saygı duruşuna geçmesi, ardından ekranlarda yine ucuz kahramanlkık gösterisi ve danışıklı kavgacılık gereği olarak toplantıyı terk etmesi ise, tek kelime ile hayret ve nefret vericiydi. La figaro temsilcisi bile Erdoğan’ın bu tavrını “köklü değişimlere yol açmayacak, sadece simgesel ve iç politikaya yönelik sözler” olarak değerlendirmişti. İsrail gazetelerinde bu olay üzerine: “Türk Başbakanı esip gürledi” şeklinde dalga geçme küstahlığı bile, gizli mesajlar içermekteydi.

Şimon Peres’in yüzüne karşı “saldırganlıklarını, gaddarlıklarını, çocuk katliamlarını söylemek”, insanlarımızın yüreğine elbette su serpmiş ve oh dedirtmişti. Oysa İsrailli gazeteciler bile Peres’in hiç alışık olmadığı bir şekilde; sanki kasıtlı ve kışkırtıcı bir tavır sergilediğini, hayretle belirtmişlerdi. Ama bunun bir “danışıklı dövüş” olabileceğini herhalde akıllarına getiremezlerdi.

Ve niye hiç sorulmuyordu: AKP destekli ABD’nin Irak’ta yaptığı katliamlar, İsrail’inkinden farklı bir şey miydi?

Ahmedi Nejad’ın rolünü kapsın diye karizması parlatılmaya çalışılan Recep Bey’in bu dengesiz tavırlarını “mertlik ve netlik göstergesi” olarak değerlendiren Mehmet Metiner gibi meymenetsizlere sormak lazımdı:

Sahte kahraman Recep ağanız böyle mahalle kabadayılığı yapacağına, Hugo Chavez gibi şu Siyonist İsrail büyükelçisini sınır dışı etmesini niye teklif etmemişlerdi.

29.01.2009 akşamı, Haber Türk Teke Tek programına davet ettiği, Türkiye Yahudi cemaati Liderince, Fatih Altaylının: “Siz Türk Yahudi Cemaati olarak, İsrail’in Gazze’de çoluk çocuk demeden yaptığı katliamı niye hiç kınamadınız?” şeklindeki sorusunu defalarca tekrarlamasına rağmen, bir türlü yanıt vermemişti.. Tam aksine bu Türk Yahudi Temsilcisi: “İsrail’i Dünya Yahudilerinin cesaret, umut ve onur kaynağı olarak gördüklerini” söylemekten çekinmemiş ve dolaylı biçimde, “İsrail’in yaptığı ve yapacağı cinayetleri bir kahramanlık olarak görüp desteklediklerini” dile getirmişti.

Yahudilere yaranmak için: “İsrail aleyhine en çok atıp tutan Necmettin Erbakan bile Başbakan olunca, en büyük çaplı anlaşmaları yapıp tenkide uğramış ve gülünç konuma düşmüştü” diyerek gerçekleri çarpıtan Fatih Altaylı’nın yalakalık ve yataklık soruları bile bu gerçeği değiştirmemişti.

AKP İsrail’e çalışıyor!

Oysa, Erdoğan’ın yapabileceği ciddi ve netice verici tepki ise, İsrail ile yapılan askeri, ticari ve sanayi anlaşmalarının iptal edilmesi idi. Özellikle AKP döneminde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1-2 Mayıs 2005 tarihlerinde İsrail’i ziyareti sırasında, dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun ile İsrail Başbakanı Ehud Olmert tarafından Kudüs’te imzalanan ‘Sinai Ar-ge Alanında İşbirliği Anlaşması’ dikkat çekici ve endişe vericiydi.

4 Mayıs 2007 tarihli Millî Gazete’nin manşetten duyurduğu ve AKP döneminde gerçekleştirilen bu anlaşmaya göre, Türkiye ve İsrail şu anda; bilişim, lazer ve optik, mekatronik, gıda, tarım ürünleri ve tarımsal genetik, ileri malzeme teknolojileri, yenilenebilir enerji, nanoteknoloji, aero-dinamik ve uzay teknolojileri, biyoteknoloji ve sulama teknolojisi alanlarında işbirliğine gitmişti. Bu anlaşma iptal edilebilirdi. Yine kamuoyunu ayağa kaldıran Anadolu Kartalı tatbikatları içinde İsrail jetlerinin Konya semalarında uçmasını sağlayan askeri anlaşma hemen sonlandırılabilirdi. ‘Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması’ Türkiye ile İsrail arasında 23 Şubat 1996 tarihinde Çevik Bir tarafından gerçekleştirilmişti. Bu utanç anlaşmasına Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Tansu Çiller ve Dışişleri Bakanı Deniz Baykal evet demişti. Ama bazı sahtekârlar, bu anlaşmadan beş ay sonra kurulan Erbakan hükümetini suçlu göstermeye yeltenmekten haya etmemişti.

Filistinliler sürekli aldatılıyor!

Siyonistler dünyadaki 130 ülkeden geldiler ve Filistinlileri 130 ülkeye dağıttılar. Önce 1947 yılında taksim planı kabul edildi ve Filistinliler, ‘kismeti dayzi’ denilen şekilde kurt taksimine tabi tutuldular. Ardından toprakları kademe kademe işgale uğradı. Sonunda Oslo anlaşmasına gelindiğinde kendilerine taksim planı sonucu bırakılan yüzde 47’lik toprak parçası da ellerinden alındı. Kendilerine fiili olarak bırakılan yurt parçası, Filistin’in yüzde 20’sinin de altına kaydı. Burada bir Filistin devleti kurulacağı vaat edildi, ama bütün bunların hepsi sözde kaldı. Filistinliler kademe kademe aldatıldılar ve oyalandılar. Önce onlara aynen Güney Afrika modelinde olduğu gibi tek devlet formülü teklifi yapıldı. Filistinliler, demokratik ve demoğrafik yolla, belki de kaybettiklerinin bir kısmını geri alabilecekleri umuduna kapıldılar. Bir gün eşit haklara kavuşabileceklerini sandılar. Ancak İsrail ileri gelenleri ve Siyonist önderleri bunun İsrail’in kimliğini bozacağını savundular. Onlara tek devlet formülü önerenler bir müddet sonra çark ettiler ve kulaklarına çift devlet formülünü üflemeye ve fısıldamaya başladılar. Şimdi bu yalanlarını da unuttular.

Geriye tek formül kaldı. “Üç devlet formülü”. Daha doğrusu Filistin’i üç devlet arasında taksim etmek tuzağı.. Buna Kral Abdullah zamanında yani 1940’lı ve 50’li yıllarda bunu yapmaya uğraşmışlardı. Filistinlilerin hakkı Ürdün’e bırakılacaktı. İşte bu nedenle kral Abdullah öldürüldü. Şimdi yine aynı tuzak tezgâhtaydı. Yeniden, Batı Şeria’nın yutulmamış alanlarını Ürdün’e ve Gazze’yi de Mısır’a devretmek planlarına zemin hazırlanmaktaydı. İsrail bunu doğrudan söylemese bile İsrail namına konuşan Amerikan Yahudileri bunu açığa vurmaktan sakınmamaktaydı. Bunlardan birisi olan azgın İsrail taraftarı Daniel Pipes üç devlet formülüne sahip çıkmıştı. Keza Zalmay Halilzad’dan önce ABD’nin BM daimi temsilcisi olan John Bolton da, “üç devletli çözümü” benimsemiş ve bunun fikri alt yapısına başlamıştı.

Türk Dış Politikası İsrail’e göre şekilleniyor!

II. Dünya Savaşı ile birlikte dünyada egemen olan iki kutuplu sistemde; Türkiye, tercihini Batı ve onun oluşturmuş olduğu örgütlere girmekten yana kullanmıştır. Kurulduğu tarihten itibaren Batı ülkeleri ve ABD ile ilişki kurmaya çalışan Türkiye halkın dilinden ve tarihinden dolayı; Batı ve ABD tarafından “sözde müttefik, özde tehdit” olarak görülmenin sıkıntılarını bugün bile yaşamaktadır.

1923’ten beri Ortadoğu Devletleri ile asgari düzeyde ilişkilerden yana tavır alan Türkiye; denge unsuru gözetmeksizin Batı yanlısı bir politika izlemenin yanlışlığının farkına yeni varmaktadır. İsrail-Türkiye ilişkileri başladığı tarihten bugüne değin; Masonların Batı eksenli politika anlayışının bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. 1950’lerin başlarından itibaren çok yönlü bir politika arayışına giren Türkiye Ortadoğu ile olan ilişkilerini istenilen düzeye ulaştıramamıştır. Menderes Dönemi olarak bilinen 1950-1960 yıllarından sonra, gerçekleşen askeri darbeyle yeniden Batı eksenli bir dış politika anlayışına geri dönüş yapmıştır. 1990’lı yıllardan itibaren Sovyetler Birliği’nin çökmesi; Türkiye’yi, tamamen ABD eksenli bir dış politika anlayışına kaydıracak; İsrail’le ilişkiler bu dönem ve sonrasında hızlı bir şekilde yapılan askeri, ekonomik antlaşmalarla giderek ivme kazanacaktır.

1923-1944 dönemi Türk Dış Politikası

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu tarihten itibaren Truman Doktrini’ne kadar; tarafsızlık politikası uygulamıştır. “1923-1938 yılları arasında izlenmiş olan tarafsızlık politikasının amacı; modern; kalkınmaya çalışan; kültürel ve ekonomik açıdan Milli ve bağımsız bir devlet oluşturmaktır.”1[1] Bu dönemde sosyal ve hukuksal yönden Avrupa baz alınmış; tüm inkılaplar; Milli kalarak çağdaşlaşmayı amaçlamıştır.

İsmet İnönü’nün ürkek dış Politikası; II. Dünya Savaşı fırsatlarını kaçırmamıza neden olacak; Türkiye; savaş sonrası oluşan yeni dünya düzeninde yalnız bırakılacaktır. Savaş sonrası oluşan iki kutuplu sistem ve ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılar nedeniyle, Türkiye; Batı ile ittifak yapmaya zorlanacaktır. 1940’lı yılların sonlarına doğru, Türkiye; Sovyet tehdidi ve ekonomik ihtiyaçlar nedeniyle tercihini Amerika’dan yana kullanacak; adeta Amerika’nın bir uydusu konumuna sokulacaktır.

1945-1980

Sovyetler Birliği; ABD’nin, atom bombasına sahip olduğu için yaşadığı güvenlik kaygısını, 1949’da giriştiği ve başarılı olduğu atom bombası üretim denemeleriyle nispeten azaltmıştır. SSCB; 1945 yılında Türkiye’ye nota vererek, 1925 yılında imzalamış olduğu antlaşmayı feshetmek istediğini bildirecek bu antlaşmanın yenilenmesi için; Boğazlarda üst ve toprak talebinde bulunacaktır. Bu durum Türkiye’nin Amerika’ya sığınmasını ve NATO’ya kapılanmasını hızlandıracaktır.

Özellikle; Marshall Yardımları ile ekonomisini ve dış politika hedeflerini Amerika’ya endeksleyen Türkiye, sonuçları bugüne taşınan kararlar almak zorunda kalacaktır. Türkiye’nin; İsrail’i tanımasında etkili olan en önemli neden; II. Dünya Savaşı sonrasında izlemeye başladığı yukarıda değindiğimiz Batı eksenli dış politika anlayışıdır.

Yahudiler; 19. yüzyıldan itibaren artık bağımsız yaşayacakları bir yurt kurma düşüncesine şartlandırılacaktır. “Bu yurt; bütün Yahudilerin gözünde; zorla ayrılmak zorunda kaldıkları Filistin’den başkası olamazdı. Siyonizm adıyla yayılan bu düşünce çerçevesinde; Siyonist hareketin önderlerinden kabul edilen Yahudi gazeteci Dr. Thedor Herlz’in gayretleriyle 27 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde Yahudi Kongresi toplanacak ve “Siyonizmin amacının Yahudi halkına bir yurt sağlama” düşüncesi olduğu açıklanacaktır.”2[2] Filistin Sorununa temel hazırlayan bu gelişmelerin dünya siyaset arenasına yansıması; II. Dünya Savaşı’ndan sonraki döneme rastlayacaktır. Türkiye; bu soruna başlangıçta tarafsız kalacaktır. İnönü ve Menderes’in Filistin Sorunu’na ve dolayısıyla Ortadoğu’ya, bu kadar ilgisiz kalmasının sebebi olarak; Batı ile olan ilişkilerini geliştirme aşkı ve artık bölgeden bir beklentisinin kalmamış olması sanılmaktadır.

II. Dünya Savaşı sonrası Batı tarafından kurulmuş olan örgütlere girmek için can atan Türkiye dış politikasını da Amerika ve Avrupa’ya uydurmak zorunda bırakılmıştır.  Bu nedenle; İsrail’i tanıyan Türkiye; İsrail ile ilk diplomatik ilişkilerini 1949 yılında kuracaktır. 4 Temmuz 1950 yılında; Türkiye-İsrail arasında imzalanan Ticaret ve Ödeme Antlaşmasıyla, ekonomik ilişkilerin önü açılacaktır. “Bu antlaşmalar neticesinde İsrail pamuk ihtiyacının tamamını, tahıl ihtiyacının yarısını, kuru meyve, sığır eti ve balık gibi ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü, Türkiye üzerinden karşılayacaktır.”3[3] 1950 antlaşmalarıyla birlikte imzalanmış olan geçici ve gizli bir antlaşmayla taraflar birbirine “en çok gözetilen ülke” statüsü tanıyacaktır. Kültürel ilişkilerde de gelişmelerin yaşandığı bu dönem; siyasi ilişkilerin de sorunsuz devam etmesinde etkili olacaktır.

1950 genel seçimleriyle çok partili hayata geçen Türkiye’de 27 yıllık CHP iktidarı son bulacak; 10 yıllık Demokrat Parti ve Adnan Menderes Dönemi başlayacaktır. Adnan Menderes; geleneksel Batıcılık çizgisini izleyecek ve İsrail ile olan ilişkilerin artmasına neden olacaktır. Bu dönemde; İngiltere ve ABD önderliğinde kurulacak oları Bağdat Paktı Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir gerginleşmeye neden olacaktır.

Türkiye; 1954’ten itibaren bir Ortadoğu Savunma Teşkilatı kurmak için Amerika’nın talimatıyla faaliyete geçecektir. “Bu girişimler, esasen dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’in tasarısını teşkil ediyordu. Dulles; Sovyetler Birliği’ne karşı; Ortadoğu ülkelerinin bir ittifak kurması gerektiği düşüncesinde olacak; bunun sonucunda da bütün Ortadoğu ülkelerini ziyaret edecektir. Ancak; Dulles böyle bir girişimin başarısızlıkla sonuçlanacağını görecek ve tasarısını ileri bir tarihe atacaktır.”4[4] İlk olarak Irak ve Türkiye arasında netleşen işbirliği; bölge ülkelerinin özellikle İsrail’in yoğun tepkisini çekecek; İsrail, yapılacak olan bu işbirliğinin kendisine karşı olduğunu düşünecektir ve İsrail’de, Türkiye’nin kendisine yakın olan politikasının değişebileceği endişesi hakim olacaktır. Bütün bu gelişmelerin ışığında, İsrail; Bağdat Paktı’nın kurulmasının engellenmesini, ABD ve İngiltere’den isteyecektir. (İsrail’in bu tavrı göstermeliktir. Çünkü Bağdat Paktının “İsrail yalnız kalıyor, ona karşı cepheler oluşuyor” diye savunmasını güçlendirmek ve daha fazla destek görmek üzere kendisi gizlice teşvik etmiş ama görünüşte karşı tavır sergilemişti. M.Ç.)

Ancak; ABD ve İngiltere tarafından desteklenen bu işbirliği; Irak ve Türkiye arasında 24 Şubat 1955’te imzalanan antlaşmayla resmiyet kazanacaktır.

Bunların dışında; Adanan Menderes’in Suriye başbakanına “İsrail’in saldırması durumunda Türkiye’nin Arap devletlerine yardım etmeye hazır olduğu” şeklindeki sözleri ve Bağdat Paktı toplantılarında Türkiye’nin İsrail’i Ortadoğu’nun en büyük tehdidi olarak tanımlaması, İsrail’le Türkiye arasında siyasi krize neden olacaktır. Türkiye; bu dönemde İsrail ile diplomatik ilişkilerini en alt seviyeye indirecektir. Ama bütün bunlar İsrail’le danışıklı dövüşün bir parçasıdır ve sonuçları İsrail’e yarayacaktır. Irak’ta 1958 yılında monarşinin devrilmesiyle beraber Bağdat Paktı hızla yok olma süreciyle karşı karşıya kalacaktır.

1950-1960 arası döneme baktığımız zaman; Türkiye-İsrail ilişkilerini etkileyen ve sarsan bir diğer önemli olay olarak 1956 Süveyş Bunalımını göreceğiz. ABD’nin 1950’li yıllarda Mısır’a Asvan Barajı’nın yapımı için verdiği kredi sözünü; Mısır’ın Doğu Bloğuyla ve dolayısıyla SSCB ile yakınlaşma sürecine girmesiyle geri çekmesi üzerine, Mısır Devlet Başkanı’nın tepkisi sert olacak ve Süveyş Kanalı’nın Mısır tarafından millileştirildiği açıklaması yapılacaktır. Bu durum İngiltere-Fransa ve İsrail üçlüsü ile Mısır arasında savaşa neden olacaktır. Bu savaş nedeniyle; Türkiye büyükelçisini Ankara’ya çekecek ve İsrail’de büyükelçisini geri çekecek, ilişkilerde yeniden bir donma sürecine girilecektir. Ancak bu donma sürecinde bile ilişkiler gizli olarak devam edecektir.

1966’ya kadar süren gizli görüşmeler askeri ve istihbarat alanlarında olacaktır. Dönemin İsrail Başbakanı Ben Gurion ve Dışişleri Bakanı Golda Meir 28 Ağustos 1958’de gizlice Ankara’ya gelecek; Dünya kamuoyuna bu ziyaret “İsrail Havayolları el-AI uçağından meydana gelen teknik bir arıza şeklinde” yansıtılacaktır. “Ben Gurion ve Menderes’in gerçekleştirdiği gizli görüşmeler sonucunda Türkiye ile İsrail arasında “Sovyet tehdidine ve İslami radikalizme karşı” gizli bir ittifak anlaşması imzalanacaktır. Anlaşma kapsamında gizli askerî ziyaretler, gizli askerî tatbikatlar, istihbarat paylaşımı ve silah sanayi işbirliği olmak üzere çeşitli faaliyetler yürütülecektir. “Menderes Dönemi dış politika anlayışı, gerek Doğu/Batı arasındaki gerekse Batı’nın kendi içerisindeki dengelerini gözetmeyecektir.”5[5] Tamamen ABD ve İsrail’e endekslidir.

Bu arada; Türkiye, İsrail’in önerdiği Çevresel Pakt’a, İran’la birlikte katılır. Üye ülkeler arasında, Trident denen bir istihbarat ağı oluşturulur.”6[6] İsrail ile bu dönemde artan ilişkiler, Batı ile olan ilişkilerimizi kolaylaştırır düşüncesine dayandırılır. Ne var ki Türkiye-İsrail arasında artan bu ilişkiler, 1964’te Türk Dış Politikası’nın ana konusu olarak ortaya çıkacak olan Kıbrıs Sorununda bize hiç bir yarar sağlamayacaktır. Bunun sonucunda Türkiye; 1960’lı yılların ortalarından itibaren Ortadoğu politikasını yeniden sorgulamaya ve bir denge arayışına mecbur kalacaktır.

1967 yılında, İsrail ateşesine ilişkilerin ve yapılan gizli görüşmelerin sonlandırıldığı ve ilişkilerin en alt düzeyde tutulacağı anlatılacaktır. Bu durum, 1967’de ortaya çıkan Arap-İsrail Savaşı nedeniyle Kıbrıs Sorunu bağlamında, Arapların ve Ortadoğu’nun desteğine olan ihtiyaçtan kaynaklanacaktır.

1973 yılın da (ve Erbakan’ın hükümet ortaklığında) Türkiye’nin   Filistin   Kurtuluş Örgütü’nü   Filistin   Halkının   tek  temsilcisi   olarak tanıması; 1975 yılında Siyonculuğu ırkçılıkla bir tutan BM kararı için olumlu oy kullanması ve 1979 senesinde, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne İstanbul’da büro açması Türkiye-İsrail   ilişkilerinde gerginleşmenin artmasına neden olacaktır. Bazıları bunları 1973 senesinde yaşanan petrol bunalımı neticesinde petrolün petrol ithal eden ülkelere karşı bir silah olarak kullanılabileceğini düşünerek Arap dünyasının petrol kaynaklarından sorunsuz bir şekilde faydalanılması amacıyla yapıldığını sanacak, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1979 yılında diplomatik olarak tanınması, siyasal yalnızlığından kurtulmak amacıyla Arap dünyasının desteğini almak için Türkiye’nin attığı ikinci somut adımdır. Siyasal nedenlerin yanında, 1979’daki petrol krizi ve 1980’lerde Türkiye’nin karşılaştığı ekonomik sorunlar da Türkiye’yi, daha Arap yönelimli, daha az İsrail taraftarı bir dış politika izlemeye zorlayacaktır. Eylül 1980’deki Askeri Darbe’nin ardından üç yıl süren askeri rejim, Türkiye’nin bir yanda İKÖ’deki katılım ve sorumluluklarını artırırken; diğer yandan İsrail’le olan ilişkilerini daha da azaltacaktır.

Tugut Özal Dönemi İsrail-Türkiye İlişkileri

Türkiye’de 1983 yılında Askeri Rejimin sona ermesinden sonra yapılan ilk seçimlerde iktidara gelen Anavatan Partisi Genel Başkanı Turgut Özal, Türkiye’nin dış politika girişimlerinde hiçbir tarafı ihmal etmeksizin Arap devletleri-İsrail ve ABD-Orta Doğu dengesini sağlamaya çalışacaktır. İsrail’le ilişkiler giderek gelişmeye başlayacaktır. Turgut Özal’ın dış politika anlayışına göre; ABD yanlısı bir dış politika’dan Türkiye kârlı çıkacaktır. “Özal’a göre; Komünist Sovyetler Birliği, Kapitalist ABD ya da geleneksel ekonomiye sahip Irak’la, ilişki kurmanın ideolojik hiçbir engeli yoktur.”7[7] Özal’ın dış politikası esas olarak, Türk ekonomisinin gelişmesi için Türkiye’ye maksimum faydayı sağlayacak devletlerle ilişkiler geliştirmeyi hedefleyen liberal ekonominin iyileştirilmesini amaçlamaktadır.

1990 yılında; Türkiye; İsrail ile II. Katip düzeyinde yürüttüğü ilişkilerini yeniden büyükelçilik seviyesine taşıyacak ve 12 Eylül 1980’de askeri yönetim tarafından kapatılmış olan Kudüs’teki Başkonsolosluğunu 1992’de yeniden açacaktır.

1993-2001 süreci ve Erbakan gerçeği

1996 yılında; Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecinde Türk yetkilileri, İsrail ile olan ilişkileri geliştirme yolları aramaya başlayacaklardır. İki devlet arasında gelişen ilişkiler, Şubat 1996’da Askerî Eğitim Anlaşmasının imzalanmasıyla zirveye ulaşacaktır. (Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Tansu Çiller, Dışişleri Bakanı Deniz Baykal imzasıyla ve General Çevik Bir aracılığıyla gerçekleşen bu utanç anlaşmanın vebali bazılarınca, bundan aylar sonra kurulacak olan Erbakan Hükümetine yıkılmaya çalışılacaktır.)  “Bilinen nedenlerden dolayı Türkiye, bu yeni ortaklığın sadece ekonomik boyutu üzerinde durmayı uygun bulacaktır.” 1996’dan bu yana iki devlet arasındaki ilişkiler, Erbakan Hoca’nın Başbakan olduğu Refah-Yol dönemi hariç her iki taraf için de pratik sonuçlar sağlayacak hesaplara dayanacaktır. Ancak; Türk-İsrail yakınlaşmasının Ortadoğu’daki diğer devletlerle ilişkilerde kötü bir sonuç yaratacağı düşüncesiyle 2000 yılında Türkiye’de yeniden Ortadoğu’ya yönelik olarak bir dengeleme politikası başlayacaktır. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen, 11 Eylül 2001 yılından itibaren Türkiye, Irak operasyonunu takiben Kuzey Irak’ta oluşması kuvvetle muhtemel bir Kürt Devletine, İsrail’in alacağı destek tavrı, büyük bir endişeyle karşılamaktadır. 2000 senesinde başlayan İkinci İntifada üzerine Başbakan Erdoğan İsrail hükümetine, Filistinlilere karşı bu giriştiği eylemler ve uyguladığı politikalar sebebiyle sert eleştirilerde bulunmuş ve Şaron hükümetini devlet terörü uygulamakla suçlamıştır. Bu tepkilerin asıl nedeni ise Erdoğan’ın kamuoyunu memnun ederek itibarını arttırmak amaçlıdır. 2009 Ocağındaki Gazze saldırısı üzerine AKP’nin sert söylemleri de tamamen iç politika aracıdır ve istismardır.           

Sonuçta; 1949 yılında Batı etkisiyle başlayan Türkiye-İsrail ilişkileri; Bağdat Paktı; Süveyş Krizi ve Arap İsrail Savaşları ile gerilse de belirli bir düzeyde devam etmiş; başlangıçta ABD ile olan ilişkileri artırma ve daha çok ekonomik ve askeri yardım alma düşüncesiyle gelişen ilişkilerinin, aslında hiçbir yararı olmadığı kesinlik kazanmıştır. Tam aksine Türkiye’nin Ortadoğu’nun diğer devletleriyle ilişkilerinin bozulmasına ve Türkiye’ye karşı olan güvensizliğin bu devletler tarafından perçinlenmesine yol açmıştır. 2000 yılından sonra her ne kadar Türkiye; Ortadoğu politikasında dengeleme öğesini kullansa da; Ortadoğu ülkeleriyle istenilen ilişki düzeyini bir türlü sağlayamamıştır, çünkü samimi davranılmamıştır.”8[8]

AKP münafıklık yapıyor!

Gazze katliamı her kesimin ayarını ve amacını ortaya koymuş bulunuyor. Şu anda Türkiye ve bölge yeniden asıl rayına oturuyor. Zaten Irak işgalinden beri küllenmiş olan İslâmi ve insanî bilinç tekrar bilenip güçleniyor. Irak işgaline sessiz kalan Türkiye insanı hatasının farkına varıyor ve kefaretini ödüyor. Bunun içindir ki, bir zamanlar mitingleri ve meydana dökülüşleri küçümseyenler, şimdi gerçeği kabullenmeye başlıyor. Çağlayan Mitingi Türkiye ve Orta Doğu’ya ciddî bir ivme kazandıracak gibi görünüyor.

BOP, BİP, medeniyetler ittifakı gibi hayatta hiçbir zaman karşılığı olmayan yapılar boşluğa düşüyor. Aynı sofraya oturan kimi çevrelerin bütün çabaları güme gidiyor.

Türkiye siyasetinde herkesin rengi ortaya çıkıyor. Türkiye’nin Milli Görüşsüz olamayacağı yeniden anlaşılıyor. Çağlayan Mitinginde Saadet Partisinin kararlı çizgisi ve Erbakan gerçeği, birçok siyasal partiyi köşeye sıkıştırmışa benziyor.

Türkiye’nin İsrail’deki elçilerini geri çekmesi, ticari ilişkilerini kesmesi, ortak askeri tatbikatlardan vazgeçmesi önerileri sadece hükümettekileri değil kimi medya mensuplarını de telâşlandırıyor. Türkiye’de ciddî bir anti Siyonizm oluşuyor. İsrail’in, çocuk, kadın, yaşlı demeden bir katliam yapmasına sessiz kalan, “Hamas” suçlamaları inandırıcı olamıyor. Çünkü ortada korkunç bir vahşet yaşanıyor. Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün “korkuyorum” ifadesi de bu telâşı yansıtıyor. Benzer şekilde Cüneyt Ülsever nasıl bir anlayıştır bilinmez, “bu savaşın durdurulabilmesi için Hamas’ın elindeki füzelerin alınması gerektiğini” söyleyecek kadar saçmalıyor. Nasıl olur da bunlar bu katliama, kimyasal silahlarla, misket bombalarıyla sivil ve savunmasız bir kenti bombalamalarına böyle gerekçeler uydurabiliyor? Aylardır bir kuşatma altında olan, yardım alamayan Filistin halkının meşru davasını alçaklar nasıl görmezden gelebiliyor? Ergenekon teranesini ve töre cinayetlerini önceleyen soysuz medyanın, dünyayı utanca boğacak bir katliamı geri plana çekmeleri neyin nesi oluyor?

Bugünkü AKP iktidarının kuru sıkı sözleri sorunu çözmüyor. Birçok ülke Türkiye’nin gözlerinin içine bakıyor. İsrail’i bu katliamdan vazgeçirici önemli imkânları bulunuyor. Aslında şu haber bile her şeyi özetliyor: “Türkiye’de İsrail’in Gazze operasyonuna yönelik büyüyen öfkenin İsrailli savunma çevrelerini endişelendirdiği öne sürüldü. İsrail’in en büyük medya grubu Yedioth’a ait Ynet sitesince yayınlanan bir haberde İsrail’deki savunma sanayi çevrelerinin, Ankara’nın İsrail’in Gazze saldırılarına ilişkin kızgınlığının, mevcut anlaşmaların iptal edilmesine, gelecekteki müzakerelerin askıya alınmasına yol açmasından korktuğunu bildirildi. ‘Riskteki anlaşmanın değerinin 2 milyar dolar civarında olduğu’ vurgulanan haberde, özellikle Elbit ve IAI şirketlerince Aralık ayında Türk Hava Kuvvetleri ile imzalanan 141 milyon dolarlık anlaşmanın geleceğine ilişkin kaygıların bulunduğu vurgulandı. Türkiye ile iş yapan bir İsrail savunma sanayi kaynağı da ‘Şimdi mevcut anlaşmaların iptal edilmesinden halen müzakere edilen anlaşmaların da süresiz askıya alınmasından korkuyoruz.”9[9] Burada dikkatimizi çeken önemli noktalar göze çarpıyor. İsraillerin telâşı. O zaman Türkiye Cumhuriyeti hükümeti niçin hala duruyor. Öte yandan Millî Çözüm Dergisi İsrail ile yapılan anlaşmaları deşifre ediyor. Bu iktidarın onlara ne kadar da çok kaynak sağladığı yazılıyor. O halde boşu boşuna haykırmak ve horozlanmak yerine yapılacak ilk iş bu gibi anlaşmaların iptalidir. O zaman İsrail dize gelebilir.

İnsaflı Yahudiler de İsrail’in yıkılmasını ve ortadan kaldırılmasını istiyor

Yahudi cemaatler arasında Siyonizmin şeytanlığını fark eden Nature-i Carta gibi gruplar olagelmiştir. Bunlar modern veya sahte İsrail devletinin fesatla ve bozgunculukla kaim oluğunu söylemektedir. FOX NEWS televizyon kanalından Neil Cavuto “tarihin en önemli televizyon röportajı” olarak anılan konuşmasını, söz konusu olan Yahudi gruplarının temsilcilerinden Yisroel Weiss ile gerçekleştirmiştir. Yisroel Weiss: İsrail’in 100 yıldan beri dünyayı fesada boğduğunu ifade etmiş ve ıstırapların bitmesi ve dünyanın sulhu sükûnete kavuşması için derhal İsrail devletinin barışçı bir biçimde ortadan kaldırılmasını istemiştir. Gerçekten de 2003 sonrasında Avrupa’da yapılan kamuoyu yoklamalarında görüldüğü gibi dünyanın ateşini yükselten üç devletten birisi İsrail diğer ikincisi ABD’dir. Weiss, Siyonizme Karşı Birleşik Yahudi Cephesini temsil eden isimlerden birisidir. TV konuşmasında, İsrail’in ve siyonistlerdeundaç politika aracıdır ve istismardır.kladıktan sonra Ergenekon kapsamında tutuklama emri verilmişt gizlenmiş olan şeytani karakterin, Yahudilerle birlikte bütün insanlığı bozduğunu, insanlığı dünyevileştiren ve sekülerleştiren bozuk bir ahlaka sokulduğunu belirtmiştir. Yahudilik Siyonizm ideolojisine dönüştükten sonra kendisinin ve insanlığın manevi yapısını tahrip etmiştir. İzan ve insaf sahibi Weiss: Allah’ın takdiriyle dağıldıklarını ve Siyonizm gibi bir beşer ideolojisiyle geri toplandıklarını söyleyerek: “İki bin yıldır olduğu gibi biz yine insanlar arasında yaşamalıyız ve bize ait müstakil ve bağımsız bir devlet ve ülke ve hükümet olmamalıdır” diyordu. ‘İsrail devleti kurulmadan Yahudilerin hayatı daha mı iyiydi?’ sorusuna şöyle mukabele ediyordu: Evet hem de yüzde 100. İsrail kurulması aşamasında Beytü’l Makdis’deki Yahudiler ve hahamları, planlanan Yahudi devletinin kurulmasına karşı çıkıyordu. Spikerin: “Ama geçen bin yılda çok çileler yaşandı ve Yahudi düşmanlığı vardı?” sözlerine şu karışlığı veriyordu: “Evet ama bunun suçlusu ve sorumlusu yine Siyonist Yahudilerdi ve Siyonizm bütün dünyayı bize düşman hale getirdi. Bir kıyaslama yapacak olursak, İsrail kurulduktan sonra bizden nefret edenlerin sayısı azalmadı bilakis artış gösterdi. Bu göz ardı ediliyor. Ahmedinejad gibileri takdim edilmeye çalışıldığı gibi Yahudileri yok etmek niyetinde değildir, Onun amacı İsrail’in siyasi varlığını çözmek ve sona erdirmektir. İkisi birbirinden farklı şeylerdir. “O halde İsrail oldukça hayır ve huzur kalmayacak mı? demek istiyorsunuz?” sorusuna ise Yisroel Weiss’e şu yanıtı veriyordu: İsrail’in insanlık için saadet değil, sefalet ve acı kaynağı olduğunu söylüyorum ve bir an evvel bütün insanlığın yardımıyla tarihe karışmasını diliyorum.” Evet,  Gazze saldırısı, bu bakış açısını ve çağrıyı daha da haklı çıkarmış bulunuyordu.


[1]Bilge Crisis, Pınar Bilgin, Turkish Foreign Policy Toward Middle East, Middle East Review of International Affairs, Volume 1, No.l january 1997

[2] Özhan Uluatam, Damlaya Damlaya Ortadoğu’nun Su Sorunu, Ankara, 1998, s. 31; Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu 1880-1914, İstanbul, 1982, s. 14-15

[3] Baskın Oran, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt 1:1919-1980, İletişim Yayınları, İstanbul, s.643

[4] http://www.e-tarih.org/soguksavas

[5] Baskın Oran, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt l: 1919-1980, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 498

[6] Mustafa Eğili, Türkiye-İsrail İlişkileri, www.timeturk.com, 2008

[7] Sedat Laçiner; Özal Dönemi Türk Dış Politikası, The Journal ofTurkish Weekly, 2004

[8] (H. Çağrı Seçilir / Ocak 2008)

[9] (16.01.2009-Zaman Gazetesi)

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Nail KIZILKAN

Nail KIZILKAN

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx