YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
674fa81823859
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 1 5 6
Bugün : 5093
Dün : 30630
Bu ay : 119908
Geçen ay : 890827
Toplam : 29864474
IP'niz : 18.97.9.175

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

İşte bu yüzden, Türkiye için en önemli ve öncelikli tehdit, PKK’dan ziyade AKP hükümeti oluyordu.

Milli Görüş’teyken bir meclis konuşmasında “Avrupa Birliği bir Hıristiyan birliğidir. Bizi bu birliğe asla sokmayacaklarını AB’nin en yetkili kişileri söylemektedir. Bizim yerimiz İslam ülkeleridir, Türki Cumhuriyetlerdir” diyen, ama şimdi AB ve ABD’yi tek kurtuluş kapısı gören Abdullah Gül ve Milli Görüş gömleğini ve kimliğini çıkarıp atan Recep T. Erdoğan ve ekibi, bu gün maalesef Türkiye’yi parçalanma noktasına taşıyordu.

Mübarek Ramazan Bayramının ikinci günü Gaziantep’te işlek bir cadde üzerinde patlatılan bomba sonucu on masum insanımız can veriyor, onlarca insanımız yaralanıp sakatlanıyordu. AKP Hükümetinin dış güçlerin akıl vermesiyle Oslo’da PKK ile yaptığı pazarlığın ve milletvekili sıfatını taşıyan BDP’li sivil teröristlerin Şemdinli yakınlarında PKK eşkıyalarıyla kucaklaşıp “birlikte özgürlük mücadelesini başaracaklarını” söyleme pervasızlığının acı meyveleri devşiriliyordu.

Bundan iki ay önce ABD’de “Suriye karışıklığı sonrası Gaziantep’te bombalı saldırı senaryolarının” tartışılması, bütün bu terör olaylarının ABD düşünce kuruluşlarında tezgâhlanıp zamanı gelince tatbikata konulduğunu açığa vuruyordu. Hele Fetullah Gülen’in sanki bir terör uzmanı ve istihbarat elemanıymış gibi “Gaziantep saldırısındaki istihbarat zafiyetine” dikkat buyurması, bu olaydaki Amerikan parmağını gizlemeye yönelik “ısmarlama bir açıklama” olduğu sırıtıyordu. Bu arada yandaş ve yalaka medyanın, PKK’nın eylemlerini Beşşar Esad’ın sırtına yıkma çabaları, “Amerikan Tanrılarını temize çıkarma” tamtamları olarak mide bulandırıyordu.

Şimdi soralım:

Şemdinli yollarında PKK’lılarla sarmaş dolaş olanlar “şerefsiz ve şirret” ise, aynı PKK ile hem de yabancı bir ülkede (İsveç’te) ve yabancı bir komiser hakem gözetiminde (İngiliz diplomatın önünde) diz çöküp uzlaşma görüşmesi yürütenlere hangi sıfat yakışıyordu?

Ramazan-Bayram demeden oluk oluk asker, polis ve sivil kanı dökenler “soysuz anarşistler” ise, yıllardır Irak’ın kuzeyini, şimdi Suriye’yi PKK cennetine çeviren yönetici ve yetkililere ne demek gerekiyordu?

Tam bu sırada İsrail: “Kürtler en az bir devleti hak ediyor!” açıklamasını yapıyordu

Kudüs’te yayınlanan bir raporda Ortadoğu’ya serpilmiş Kürtlerin en az bir devleti hak ettiği ve Kuzey Irak’ta kurulacak bir devletin İsrail’in çıkarına olabileceği ifade ediliyordu. ‘Jerusalem Center for Public Affairs’ tarafından hazırlanan rapor, eski İsrail Başbakanı İzak Rabin’ın dış politika danışmanlarından olan emekli istihbarat subayı Jacgues Neriah tarafından kaleme alınıyordu.

Neriah raporunda “Ortadoğu’da yaşanan koşulların Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkına zemin hazırladığı” belirtiliyordu. Kürt çabalarının Irak’tan sonra şimdi Suriye’ye odaklandığını belirten Neriah, “İsrail’in her ülkedeki Kürt meselesi konusunda dikkatli olması gerektiğini, tarihi adaletin, 22 Arap ülkesi bulunan Ortadoğu’daki 35 milyon Kürt’ün en az bir devleti hak etmesini dikte ettiğini” kaydediyordu. Neraih, “Kuzey Irak’taki bir Kürt devletinin İsrail’in jeopolitik çıkarlarına yararlı olabileceğini” de savunuyordu.

Üstelik raporunda “AKP Türkiyesinin Kuzey Irak’taki bir Kürt devletine eskisi gibi tepkisel yaklaşmadığını, ancak Suriye’deki Kürt bölgesinin hazmının kolay olmayacağını” belirten Jacques Neriah, Türkiye’deki Kürt nüfusunun 37 milyon olduğunu da ekliyordu. Neriah, Başbakan Erdoğan’ın Kürt politikasında açılımlar yaptığını ancak Kürt taleplerinden bıktığını da yazıyordu.

Tam bu sırada NATO Genel Sekreteri: “El Kaide terör örgütüyle PKK bir tutulamaz” diyerek, “PKK’yı ezilen bir halkın özgürlük savaşçıları” olduğu iddialarını haklı bulduğunu ima ediyordu. Ve işte bu NATO uğruna Türkiye ne risklere katlanıyordu.

Evet, bütün bunlar PKK’nın İsrail’in ve tabi ABD ve AB’nin güdümünde bir terör şebekesi olduğunu; Türkiye’nin parçalanması ve Büyük İsrail’e zemin hazırlanması için PKK’nın taşeron olarak kurulduğunu da ortaya koyuyordu.

Ve artık şu gerçeği herkesin görmesi gerekiyordu: Ülkemizin terör belasından da diğer bütün sorunlarından da kurtulmasının tek yolu Erbakan’ın prensip ve projelerinden geçiyordu. Balyoz sanığı ve Amerikalı Yahudinin kayınbabası E. Org. Çetin Doğan gibi kimyası bozuklar hala “Adil Düzeni” en büyük tehdit ve tehlike saysalar ve Erbakan’a sataşsalar da, özümüze dönmekten başka çare bulunmuyordu.

ABD, Suriye’de AKP ile PKK’yı anlaştırıyordu!

ABD, başından beri Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalesini istiyordu. Ama AKP, 16 aydır TSK’yi buna ikna edemiyordu. Öyle ki, Morton Abramowitz gibi Erdoğan üzerinde büyük etkisi olan isimler, açıktan “Suriye’de askeri liderliği üstlenemeyen” Türkiye’yi eleştiriyordu.

Ancak PYD-PKK’nin Suriye’nin kuzeyindeki kimi yerleşim bölgelerinde “otorite” olduğu bu son süreçte, Washington ağız değiştiriyor, örneğin ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Victoria Nuland, Suriye’ye dışarıdan müdahale edilmesini istemediklerini açıklıyordu. Nuland’dan birkaç gün sonra Kürdistan’ın mimarı olan Henri Barkey sahneye çıkıyor ve Türkiye’yi Suriye’deki Kürdistan’a alışmaya çağırıyordu. Son olarak ABD Dışişleri Bakanlığı sözcülerinden Patrick Ventrel, Türk tanklarının sınırdaki hareketliliğine değinerek, “Türkiye’nin kendi ulusal güvenlik çıkarlarını anlıyoruz. Ama şu anda durumu daha fazla askerileştirmenin ilerlenecek yol olduğunu düşünmüyoruz” diyordu.

Tüm bu olgulara rağmen Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeleri hâlâ Esad’ın eseri saymak ve PYD’ye Esad’ın kartı muamelesi yapmak gerçekle örtüşmüyordu. Nitekim AKP’nin yayın organı işlevi taşıyan ve Washington’u kıble sayan gazeteler yeni duruma göre hizalanmaya ve “PKK’de komuta Suriyelilerde”, “Kuzey Suriye, Esad’ın tuzağı” şeklinde manşetler atmaya başlıyordu. AKP de bu yeni duruma uygun davranmaya çabalıyordu. “Kuzey Suriye’de PKK’ye izin vermeyiz” şeklindeki ilk günkü gaz alıcı konuşmaların yerini, yavaş yavaş Oslovari müzakereler almaya başlıyordu.

Örneğin Barzani’ye yakın AKNews ajansının bildirdiğine göre Davutoğlu’nun koordine ettiği Suriye Ulusal Konseyi SUK ile Barzani’nin koordine ettiği ve 11 Temmuz Erbil mutabakatıyla hareket alanı bulan Kürt Ulusal Konseyi KUK, anlaşmaya varıyordu. Ajans Barzani ile Ahmet Davutoğlu’nun da anlaşmanın imzalanacağı toplantıya katılacağını belirtiyordu. “SUK ile KUK bir araya getirilmeli” raporları, anlaşmanın mimarının ABD olduğunu gösteriyordu.

Anlaşmayı AKNews’a yorumlayan bir Kürt lider: “Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından temsil edilen Türk hükümeti, Esad sonrası Suriye’nin federal bir devlet olmasını ve Kürtlere federal haklar tanınmasını sağlayacak olan anlaşmaya rıza gösterecek” diyordu.

“Rıza” kelimesi ile Obama’nın Erdoğan’la konuşurken sopa tuttuğu resminin basına servis edilmesi arasında kuşkusuz bir bağ kurmak gerekiyordu.

Davutoğlu-Barzani’ye sığınıyordu!

Ahmet Davutoğlu’nun Barzani’ye gitmesini de, Washington’un yeni yönelimi şeklinde okumak gerekiyordu. Davutoğlu-Barzani görüşmesi sonrası yayımlanan ortak bildirideki: “federal Suriye” mutabakatına vardıklarını gösteriyordu: “Yeni Suriye’de bütün etnik, dini ve mezhebi kimliklere saygı duyulmalı ve bütün bu toplulukların hak ve özgürlükleri garanti altına alınmalı” ifadesi işbirlikçilerin ayarını ortaya koyuyordu.

Ahmet Davutoğlu henüz havadayken, zaten bir mutabakat işareti görülüyordu. Davutoğlu Erbil’e inmeden önce Barzani’nin Dışişleri sorumlusu Sefin Dızai şu mesajı veriyordu: “Türkiye, Suriye’deki muhalefet kesimlerinin hepsine eşit mesafede durmalı. Suriyeli Kürtler de dâhil. Bunun için olumlu ortam var. PYD’nin PKK uzantısı olduğu düşünülüyorsa asıl bunun için Türkiye PYD ile görüşmelidir. PYD’nin lideri görüşmeye hazır.”

AKP federasyona razı mı oluyordu?

Kuşkusuz AKP son sürecin ilk gününden beri böylesi bir mutabakata hazır olduğunun ipuçlarını veriyordu… Örneğin Erdoğan’ın topladığı güvenlik zirvesinden çıkan Ankara’nın 5 maddelik yol haritasında “federasyon mu, yoksa özerk yapılar mı gibi konular, Suriye’de istikrar kurulduktan sonra kararlaştırılmalı” deniyordu. Ayrıca Ahmet Davutoğlu gazetecilere verdiği iftarda, net olarak “de facto bir durumun oluşmasının kabul edilemeyeceğini, ama tüm kesimlerin ortak kararı olması halinde, ‘bu bizim kırmızı çizgimizdir’ demeyeceklerini” ilan ediyordu. Tüm bu özetlediğimiz tabloda aracıları çıkarırsanız, geriye AKP ile PKK’nin Suriye’de de anlaştığı sonucu çıkıyordu. ABD stratejik araçları olan PKK, AKP ve Barzani’yi aynı cephede buluşturuyordu.[1]

AKP’nin işbirlikçi ve teslimiyetçi tavrından cesaret alan Selahattin Demirtaş “13 gündür ordu Şemdinli’ye giremiyor” diye zafer çığlıkları atıyordu. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, ”Şu andan itibaren hükümetin çıkıp, ‘Kürt sorununda askeri seçeneği askıya aldık’ demesinin günü gelmiştir” şeklinde açıkça meydan okuyordu.[2]

Amerika, kuklalarını çarpıştırıyordu!

Evet, PKK’yı da, Barzani Kürdistanını da, Suriye isyanını da Amerika yönetiyordu. Sadece Kandil ve BDP değil, AKP ve CHP’de aynı odaklardan destek alıyordu. Ama müthiş bir medya manipülasyonuyla bütün bu gerçekler halkımızdan gizleniyordu.

Hatırlayınız, Afganistan ve Irak işgallerinde, ulusal ve uluslararası masonik medya talimatla görevini çok iyi yapıyordu. İşgal gerçekleştikten sonra Bush ve Blair hiç utanmadan ‘Herkese yalan söyledik’ deyip kendilerini savunabiliyordu. Oysa El-Kaide ve Taliban’ı Suudilerin parasıyla ve Pakistan istihbaratı yardımıyla CIA kurmuştu. İşte Saddam, işte Mübarek 30 yıl süreyle ABD ve Batı’nın hizmetinde olup sonunda gözden çıkarılıyordu. Şimdi aynı oyunlar Suriye’de oynanıyor, inanılmaz yalanlar uyduruluyordu. Neyse ki geç de olsa gerçekleri görenlerin sayısı artıyordu. Örneğin son günlerde Halep ve çevresindeki çatışmaları izleyen Batılı ve bazı Türk meslektaşlarımız gerçeği anlatmaya başlıyordu. Bu gerçeğin özü ise Hür Suriye Ordusu denilen örgüt aslında garip tiplerden oluşuyor ve garip tipler içinde ‘Serseriler, esrarkeşler, hapishane kaçkınları, sapıklar ve çok tehlikeli Kaideciler’ bulunduğu saptanıyordu. ‘Demokrasi için’ mücadele ettiklerini söyleyen ve bu amaçla katliamlara girişen bu kişilere güvenerek Suriye sorununda ABD taşeronluğu yapan Ankara artık iyice sıkışıyordu.

9 yıl önce İstanbul’da 57 kişinin öldüğü, 650 kişinin yaralandığı HSCB ve sinagog saldırısının bombacıları olan; görünüşte El-Kaide gerçekte ise CIA-MOSSAD elamanı kişilerin güya Esad’a karşı oluşturulan Hür Suriye Ordusu’nda savaşırken öldükleri ortaya çıkıyordu. Metin Ekinci, Osman Karahan ve Baki Yigit gibi şahısların cezaevinden tahliye olduktan sonra Suriye’ye gidip muhalefete katıldıkları anlaşılıyordu. BM, hem “Özgür Suriye Ordusu” denen esrarengiz yapının, hem de Esad rejiminin insanlık suçları işlediklerini rapor ediyordu.

Türkiye parçalanmaya hazırlanıyordu!

Türkiye neredeyse 33 yıldır PKK ile uğraşıyor ve şimdiye kadar 40 bin kadar insan ölüyordu. 33 yıllık süre içinde gelen tüm hükümetler (Erbakan’ın Refah-Yol iktidarı hariç) bu sorunu çözme konusunda kararlılık gösterisi yapıyor, ama sorun giderek daha da karmaşık hale geliyordu. Çünkü ‘Çözeceğiz’ diye hava atanlar, aydınlar ve medya PKK olayının yalnızca Türkiye’nin değil, bölgesel ve uluslararası bir sorun olduğu gerçeğini hala bilmiyordu veya gizliyordu.

Örneğin 12 Eylül sonrasında Şam’a kaçan Abdullah Öcalan ve yandaşları kısa bir süre içinde Bekaa’da (Lübnan) örgütlenerek Türkiye için bir tehlike haline getiriliyordu. Oysa o dönem Fırat ve Hatay yüzünden ve ABD desteği ile Öcalan’a destek veren baba Esad yönetimi kendi Kürtlerinin haklarını görmemezlikten geliyordu. Saddam ile ilişkileri bozuk olan baba Esad benzer şekilde Irak muhalefetinin bir parçası olarak Barzani ve Talabani’ye de sınırsız destek sağlıyordu. PKK ile savaşan Türkiye aynı zamanda Saddam için PKK kadar tehlikeli olan Barzani ve Talabani’ye yardım ediyor ve bu yardımı farklı boyutlarda hep devam ettirerek onların bugünkü duruma gelmelerini sağlıyordu. İran ile savaş halinde olan Saddam, 1986’da Türkiye ile imzaladığı anlaşma sonucu Türk ordusuna Irak’ın içine girerek PKK’lıları takip etme izni veriyordu. Türk ordusu ise o günden sonra 26 kez Kuzey Irak’a girerek PKK’ya karşı operasyon yaparken Mesut Barzani dolaylı-dolaysız PKK’ya yardım ediyordu. Benzer olayları İran da tekrarlıyordu. Örneğin 1980-1988 döneminde Saddam ile savaş halinde olan İran, kendi Kürtlerine nefes aldırmazken Barzani ve Talabani’ye hep kucak açıyor ve Saddam’a karşı direnmelerine destek veriyordu. Oysa Şah 1974’te Basra Körfezi’nde iki ada karşılığında Kürtleri Saddam’a satıyor ve ülkeden kaçan İranlı Kürtler ise Kuzey Irak Kürt bölgesinde barınıyordu. Türkiye’den kaçan ve 15 yıldır Mahmur Kampı’nda barınan PKK yanlısı Türkiyeli Kürtler de aynı oyuna geliyordu. Ve bugün Bağdat ile ilişkilerinin giderek kötüleşmesine rağmen Ankara, Kuzey Irak Kürt Federe Bölgesi ile ilişkilerini her alanda ve derinlemesine geliştiriyordu. Maliki’nin dediği gibi ‘Türkiye bu bölgeye bağımsız bir devlet olarak davranıyordu.’ Oysa aynı Türkiye özerklik isteyen PKK ve BDP ile savaşıyordu. Yine Kuzey Irak’taki Kürt Federe Bölgesi ile muhabbetini koyulaştıran aynı Türkiye, Kuzey Suriye’deki olası Kürt Federe Bölgesi’ni bir savaş nedeni olarak ilan ediyordu. Kuzey Suriye’de Kürtlerin sahip olabilecekleri konumu kabullenmeyen Türkiye bir yandan PKK konusunda Esad’ı suçluyor diğer yandan Esad için PKK kadar tehlikeli olan Hür Suriye Ordusu’na her türlü desteği veriyordu. Oysa daha 18 ay öncesine kadar Ankara ile Şam ve Tahran arasında PKK’ya karşı olağanüstü işbirliği sergileniyordu.

Durum böyle olunca sorunun gerçek yaratıcısı olan emperyalist ülkeler ki şimdi hepsi Türkiye’nin NATO müttefikleri, doğal olarak bu kartı daha zekice kullanıyordu. İsrail ise tüm bu küçük ve büyük oyunların tam merkezinde bulunuyordu. Ta ki Türkler, Kürtler, Araplar ve Acemler akıllarını başlarına toplayıp ortak bir uzlaşmaya varıncaya kadar da süreceğe benziyordu. Belki de bu nedenle emperyalist ülkeler 92 yıl önce Sevr’i askıya alıp önceliği Filistin’de bir Yahudi devleti kurmaya veriyordu.” Diyen Hüsnü Mahalli gerçekleri dile getiriyordu.

Fetullahçılar fırsatçılık yapıyordu!

Sonunda Zaman yazarı ve Amerikan borazanı Ekrem Dumanlı bakınız neler yazıyordu:

“Mesela ilk başta zannedildi ki ‘Arap Baharı’ bütün diktatörleri silip süpürüp bir kenara atacak ve boşalan alana halkın iradesi yansıyacak. Diktatörlerin yerle bir olması güzel de; yeni gelenlerin aynı güç odaklarına hizmet etmeyeceğini kim garanti edebilir?”

Şimdi Libya, İran, Suriye meselesinde tam bir Siyonist tetikçiliği ile yazıp çizdiklerini hepimizin hatırladığı Zaman yazarı acaba neden böyle bir dönüş yapıyordu?

Biz bu soruları aylardır soruyoruz. Bunun böyle olduğunu aylardır söylüyoruz. Acaba ne değişti ki “Arap Baharı” denen kirli organizasyondaki ‘şaibeli el’i görmeye başlıyordu? Bunun böyle olduğunu, daha beter sonuçlar doğuracağını, “Arap Baharı” denen oyunun bölge için kâbus senaryolarını da beraberinde taşıdığını söyleyenlere o zaman niçin ateş püskürüyordu?

Yukarıdaki bu manevranın gerekçesi Ekrem Dumanlı’nın kendi yazısının içinde bulunuyordu:

“Son bir haftadır ortaya çıkan manzara daha da vahim senaryolar çağrıştırıyor. Esed’in boşalttığı alana PKK’nın Suriye’deki ikizi yerleşiyor (….) Şuana kadar hesapta olmayan, en azından açıktan tartışılmayan bu gelişme, ‘Büyük Kürdistan’ senaryolarını teyit ediyor. (… ) Buna Türkiye hazır mı? Böyle bir hamleyi bekliyor muydu? Bekliyor idiyse karşı hamlesi var mıydı? (…) Kaotik bir dönemden geçen Suriye ile ilgili süper güçlerin bir planı var mı? Bu konuda hiç kimse net bir bilgiye sahip değil. En azından plansız olmadıklarını söyleyebiliriz. Türkiye’nin planı ne? Kaçmaktan kovalamaya vakit bulamayınca gerçeği planlamaya çok ta vakit bulamıyoruz.”

Ekrem Dumanlı’nın bütün bu cümlelerinden anlıyoruz ki Fetullahçılar ve AKP yandaşları Suriye’de ortaya çıkan can sıkıcı durumun sorumluluğundan kendilerini kurtarma telaşına giriyordu. Bu telaş yalnızca Ekrem Dumanlı’da değil, aynı gün camianın önemli isimlerinden Ali Ünal’ın yazısında da kendini gösteriyordu. Yani kendilerine yeni bir talimat veriliyordu.

“Neydi sizi gerçeği ve bu oyunları görmekten alıkoyan hesap? Suriye’deki hesabın Kürtleri ‘Kürdistan Potası’na atmayı ve İsrail’i zora sokan Hizbullah’ın belini kırmayı amaçladığını görmek için yüksek bir bilince, zekâya, bilgiye ihtiyaç yoktu ki! Niçin görmüyordunuz? “Zekâmız yetmedi, görmedik” mi diyeceksiniz yoksa “Başka hesaplarımız vardı görmek istemedik” mi diyeceksiniz?” diye soranlar, hala yanıtını bekliyordu.[3]

AKP şaşkınlık yaşıyordu!

“F-4 Phantom hadisesinde şu ana kadar yaşanan gelişmeler (özellikle de Amerikan basınında yer alan bazı haberler göz önünde bulundurulduğunda), Türkiye’nin Amerika’ya rağmen bölgede manevra alanını genişletmeye yönelik bir takım girişimlerde bulunmaya çalıştığını fakat buna Washington’dan izin çıkmadığını ortaya koyuyordu. Dolayısıyla, Türkiye-ABD arasında Yeni Ortadoğu’nun inşası sürecinde bir inisiyatif ve etki alanı mücadelesi söz konusuydu. Özellikle ABD’nin Yeni Ortadoğu konusundaki “gizli gündemi”, burada Türkiye’yi farklı arayışlara itmiş görünüyordu. Nitekim “Kuzey Suriye” sorununun tamamen ABD tarafından kurgulandığı anlaşılıyordu. Esad sonrası için farklı bir takım beklentiler-hesaplar içerisinde olan Türkiye’nin ciddi anlamda bir hayal kırıklığına uğradığı görülüyordu. “Batı Kürdistan”ın, Türkiye’nin sert çıkışları-uyarıları sonrası ABD tarafından koruma altına alınması, daha önce “Suriye’ye gir” diyen ABD’nin “Kuzey Suriye”yi “yasak bölge” ilan etmesi, Washington’un bölgedeki “Büyük Kürdistan Projesi”ni bir kez daha deşifre ediyordu.

Bu da akıllara kaçınılmaz olarak “Esad’ın kuzeyi boşaltma kararı” diye yutturulan planın aslında çok daha derin bir takım süreçleri hedeflediğini gösteriyordu. Nitekim bu hamle sonrası Suriye muhalefeti içinde ve Türk-Amerikan ilişkilerinde oluşan çatlaklar-sıkıntılar giderek büyüyordu. Bir diğer hayal kırıklığı ise çok fazla gündeme ge(tiri)lmese de, Mısır ve Müslüman Kardeşler Örgütü kapsamında yaşanıyordu. Amerika’nın, bu örgüt üzerinden “Ilımlı İslam” projesini yürüteceğine dair verdiği sinyaller, açıkçası daha önce Türk dünyasında yüzüstü bırakılan Ankara’yı bu sefer de İslam dünyası projesinde yeni bir “Model” fiyaskosu ile karşı karşıya bırakacağa benziyordu. Bu ise model ortaklığın çöküşü anlamına geliyordu.[4]

Artık Türkiye için tehlikeli boyutlar kazanan Suriye krizi, büyük bir savaşa ve hesaplaşmaya doğru gidiyordu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, “Türkiye’nin onayı olmadan bölgede yaprak kımıldayamayacağına” dair iddiası çoktandır boş çıkmış bulunuyordu. Tahran ile yaşanan gerginlik, Türkiye’nin bölgedeki yanlış siyasetini ortaya koyuyordu.

Bunlar olurken, İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firuzabadi’nin, iğneleyici bir şekilde, Suriye politikası nedeniyle Türkiye’nin “El Kaide terörizminin kurbanı olabileceğini” söylemesi ise üzerimizdeki oyunlarla ilgili ciddi ipuçları veriyordu. Nitekim, Batı basınında haftalardır, Hatay’ın ne idiği belirsiz sakallı mücahit tiplerle dolduğuna dair haberler çıkıyordu. Benzeri haberlerin şimdi de, Türkiye’nin Suriye’deki “teröristleri eğittiğini ve silahlandırdığını” iddia eden İran basınında çıkıyor olması da dikkat çekiyordu.

Özetle, başı yıllarca “dış destekli terör” yüzünden ağrımış olan Türkiye’nin, şimdi bazılarının gözünde, başka bir ülkenin toprak bütünlüğünü tehlikeye düşüren terörü destekleyen ülke konumuna düşmüş olmasının vebali AKP’ye ait bulunuyordu. Bu arada, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun imajının Arap âleminde de giderek bozulmaya başladığı anlaşılıyordu. Ürdün’den yayın yapan ve en çok takip edilenler arasında yer alan “Albawaba” adlı “haber portalının” yayınladığı, “Davutoğlu’nun kaderi Esad’ın elinde” başlıklı analiz bu açıdan çarpıcı bir örnek sağlıyordu:

Söz konusu analizde Davutoğlu’nun, Suriye krizinde arka planda kalmayı tercih eden Suudi Arabistan ve Katar tarafından “Esad’ın devrilmesinin uzun sürmeyeceği” konusunda “kandırıldığı” söyleniyordu.

ABD bölücülük yapıyordu!

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton üç ay sonra yeniden Türkiye’ye geliyordu. Çeşitli temaslarda bulunmak üzere Türkiye’ye gelen Clinton’un gündeminde Suriye’de bulunuyordu. Clinton’ın, dağınık durumda bulunan muhalefet güçlerinin toparlanması ve ÖSO’ya (Özgür Suriye Ordusu) yapılacak yardımları da gündeme getirdiği konuşuluyordu. Clinton’ın İstanbul’da silahlı muhaliflerle de görüştüğü söyleniyordu. Bütün bunların yanında ana konu, oluşturulması muhtemel ‘uçuşa yasak bölge’ oluyordu. Askeri harekât ve tampon bölge seçeneği ise hala masada duruyordu.

Türkiye’nin de birçok kez dile getirdiği ve ABD’nin de sıcak baktığı “uçuşa yasak bölge” meselesinin de Clinton’ın Türkiye ziyaretinde gündeme getirdiği biliniyordu. Uçuşa yasak bölge daha önce Irak’ın Kuzey’i, 36.paralelin yukarısı olarak uygulanıyor, ardından Irak’ın Kuzey’i merkezi yönetimden ayrılıyordu. Libya’da da Kaddafi için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından “uçuşa yasak bölge” kararı çıkarılıyor, bu uygulamanın hayata geçmesinin ardından ABD, İngiltere ve Fransa AKP Türkiyesinin desteği ile Libya’yı bombalıyordu. Benzer bir durum Suriye içinde gündeme getiriliyordu.

Clinton’ın, Türkiye’nin denetiminde bir tampon bölge kurulması, ya da Türkiye tarafından bombalanacak nokta hedeflerin belirlenmesi gibi konularda da fikir alış verişinde bulunduğu iddia ediliyordu. Eğer böyle bir durum cereyan ederse Türkiye filen Suriye’deki savaşa müdahil oluyordu. ABD artık muhaliflere daha fazla destek verilmesini ve savaşın yoğunluğunun artırılmasını istiyordu. Özellikle Tahran’da yapılan Suriye’nin dostları toplantısının bu kararda etkili olduğu öne sürülüyordu.

Tahran’da 29 ülkenin katılımıyla yapılan Suriye konulu istişare toplantısını da değerlendiren Susan Rice, İran’ın Suriye gelişmelerinde olumsuz bir rol oynadığını savunuyordu. Rice, Amerika’nın Suriye yönetimi devrilinceye kadar Suriyeli muhaliflere iletişim araçları vermeye ve insancıl yardımlar yapmaya devam edeceğini söylemesi ABD’nin Esad’a karşı yeni bir savaş başlatacağının sinyalleri olarak yorumlanıyordu. Doğu Akdeniz’de İngiltere ve Fransa’nın askeri tatbikata başlayacağı belirtiliyordu.

Türkiye’nin görevi, Hizbullah-İran bağını koparmakmış!

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile Suriye’de geçiş sürecinin en kısa sürede tamamlanması ve bu geçiş sürecinde herhangi bir güç boşluğunun oluşmaması konusunda da mutabık kaldıklarını belirterek, ”Böylesi bir güç boşluğundan istifade etmek isteyen başta PKK olmak üzere terör gruplarına karşı her türlü tedbiri almamız gerektiği konusunda da ortak bir perspektife sahibiz” diyerek halkımızı oyalıyordu. İlk görüşmeyi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile yapan Clinton, daha sonra Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül ile de bir araya geliyordu. Davutoğlu ile ABD Dışişleri Bakanı Clinton, 2,5 saat süren görüşmelerinin ardından ortak basın toplantısı düzenleniyordu.  

Türkiye’nin Suriyeli mültecilere kapısını açtığına işaret eden Clinton, “Türkiye’nin şu aşamada yaptıklarını ne kadar övsem yetmez. Burada durmak bilmeyen şiddete karşı Türkiye’nin yaptıkları çok önemli. Türkiye gerçekten liderlik rolü üstlenmiştir. Biz müttefikimiz olmasından gurur duyuyoruz. Davutoğlu’na verdiği destek için teşekkür ediyorum” diyordu.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ”Bugün, Amerikan ve Türk ekipleri arasında notlarımızı paylaştık ve ortak bir operasyonel resim ortaya koymak istedik. Bu sayede kendi aramızdaki işbirliğini iyileştirmeyi, arttırmayı ve şiddeti durdurmak isteyen herkesle işbirliği yapabilmeyi sağlamayı amaçlıyoruz. Dışarıdan da Suriye’deki şiddettin durabilmesi için elimizden gelen baskıyı devam ettireceğiz. Washington’da İran-Hizbullah-Suriye arasındaki bağlantıların kesilmesi için gerekli adımların atılması kararlaştırıldı ki bu sayede Esad rejimi daha erken bir şekilde gidebilsin” sözleri hıyaneti açığa vuruyordu.

İran’dan ‘Sırada Türkiye var’ uyarısı geliyordu!

Suriye krizi derinleştikçe, komşu ülke siyasi ve askeri liderlerinin Türkiye’nin bölge politikası hakkındaki eleştirileri ve uyarıları sertleşiyordu. İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Seyyid Hasan Firuzabadi, Suriye’den sonra sıranın Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelere geleceğini söylüyordu.

Firuzabadi, Devrim Muhafızları’nın internet sitesinde yayımlanan açıklamasında, “Suriye’de akan kandan, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye sorumludur” diyor ve şu uyarıda bulunuyordu:

“Büyük Şeytan’ın (ABD) savaş planlarına yardımcı olmak, Suriye’ye komşu ülkeler için doğru bir temel değildir. Eğer onlar bu temelde hareket ediyorlarsa, o zaman şunu bilmeliler ki, bir sonraki seferde, sıra Türkiye ve diğer ülkelere gelecektir.“

İran Genelkurmay Başkanı, “Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar’daki dostları”, El-Kaide benzeri bir terörizmin yayılması konusunda uyarıyoruz diyordu.

 

ABD, ayakta kalmak için Çin’e yalvarıyordu!

Bu arada ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton‘un New Statesman‘de yayımlanan “Akıllı güç sanatı” başlıklı uzun makalesi, bu ülkenin küresel liderliğinin ne oranda gerilediğine işaret ediyordu.

Clinton öncelikle göreve fiilen başladığı 2009’un ilk ayındaki tabloyu özetliyordu: “2009’un ilk yarılarında bakan olduğumda, Amerika’nın küresel liderliğinin geleceği ile ilgili akıllarda sorular vardı. İki tane uzun ve pahalı savaş ile karşı karşıya gelmiştik, ekonominin serbest düşüşü, müttefiklerin yıpranması ve uluslararası sistem, tüm bu sonuçlar; bizi, yeni tehditler karşısında boyun eğmek zorunda kalmışız gibi gösteriyordu.”

Clinton’un karnesi kırık doluydu!

Clinton ardından bazı saptamalar yapıyor: “Çin, Hindistan, Brezilya gibi ortaya çıkan ülkelerin; Amerika, İngiltere ve müttefiklerimizin yardımlarıyla inşa ettiğimiz ve savunduğumuz küresel düzene karşı sorular sormaya başlaması sürpriz değildi. (…) Sadece Hindistan ve Çin değil ayrıca Türkiye, Meksika, Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika gibi ülkeler de ve tabii Rusya da.”

Bu ülkelerden bazılarıyla müttefik olduklarını belirten Clinton dayandıkları kuvvetleri ise şöyle sıralıyor: “Amerika için, Doğu Asya ve Avrupa’daki kadim müttefiklerimiz küresel liderliğimizin temel taşını oluşturuyor. İngiltere ve diğer müttefikler bizim zorda kaldığımızda sığınacağımız ilk yer.”

Düşmanlarını ve dostlarını saptayan ABD’nin çıkarlarını sıralamakta ise zorlandığı anlaşılıyor: “Menfaatlerimizi sıralamak kolay değil. Bunun ne kadar zor olduğunu şu an Suriye olayında görebiliyoruz. Ama tabii ki bir takım başarılarımız da oldu, İran ve Kuzey Kore üzerindeki geniş tabanlı baskımızı sürdürmek gibi.”

Bir “süper” devletin çıkarlarını sıralayamaması, en önemli çıkarını en tepeye yazamaması, kuşkusuz çöküş alameti olarak okunuyordu. Bunu itiraf eden Clinton da, haliyle 3 yıllık karnesinin kırıklarla dolu olduğunu sergilemiş oluyordu.

ABD Çin’e ‘kazan-kazan’ öneriyordu

Peki, Clinton’a göre ABD’nin, Çin ve Hindistan karşısında nasıl bir yol izlemesi gerekiyordu?

“Tarih boyunca, yeni güçlerin yükselişi genellikle kazan-kaybet ikilemiyle sona eriyor” diyen Clinton, rakibine farklı bir yol izlemeyi öneriyordu. Çünkü ABD’ye göre “Kazan-kaybet yaklaşımı sadece olumsuzluk ve ‘kaybet’ sonucunu doğuracaktır.“

Kuşkusuz emperyalist ABD, eğer “kazan-kaybet” savaşında kazanacağını görse, rakibine “kazan-kazan” önermezdi! Clinton bu gerçek nedeniyle Çin’e “küresel mimariyi yenilemek için birlikte çalışmayı” teklif ediyordu![5]

Tabi bu sözleri Çin’e:

“Eğer İslami diriliş ve derlenişe karşı birlikte, ama danışıklı dövüş içerisinde hareket etmezsek sömürü saltanatımız hepten yıkılacak ve perişan olacağız!” mesajlarını içeriyordu.



[1] Mehmet Ali Güller, Aydınlık

[2] 4 Ağustos 2012, Cumhuriyet

[3]www.gazeteciler.com , 15.08.2012

[4] Mehmet Seyfettin Erol, Milli Gazete

[5] M. Ali Güller, Aydınlık

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Picture of Osman ERAYDIN

Osman ERAYDIN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx
Paylaş...