YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
662ff2c896358
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 5 5
Bugün : 27261
Dün : 29208
Bu ay : 711791
Geçen ay : 453014
Toplam : 23490755
IP'niz : 3.146.105.137

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Ali Bulaç, Zaman Gazetesindeki “İslamcıların Üç Nesli” (23.07.2012) yazısında:

“İslamcıların üç ana dönemde üç nesil olarak birbirlerini takip ettiklerini düşünüyorum: Birinci nesil İslamcılar 1850-1924; ikinci nesil İslamcılar 1950-2000 yılları arasında rol oynadılar. 21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere üçüncü nesil İslamcılar yakın tarih sahnesine çıkmış bulunuyorlar.

1850-1924 yılları arasında rol oynamış bulunan birinci nesil İslamcıların referans çerçevesi “Kur’an ve Sünnet’e dönüş”tür. Bununla bağlantılı olarak ilk nesil İslamcılar “içtihad kapısının açılması” ve “cihad ruhunun uyandırılması” hedeflerini öne çıkarıyorlardı.

İlk nesil İslamcıların entelektüelleri, kanaat önderleri ve politik sözcüleri “ulema-aydın profili”ne sahipti. Hemen hemen hepsi İslami ilimlere, İslam tefekkürüne ve İslam tarihine vâkıf kimselerdi. Bunun yanında Batılı eğitimden geçmişlerdi. Her iki dünyayı az çok tanıyan bu insanlar hem Emevi-Abbasi uleması gibi kamusal alanda mücadele ediyor hem de Osmanlı resmi ulemasından farklı olarak “sivil karakterleri”ni koruyabiliyorlardı. Bu yüzden Osmanlı devlet yöneticileri ve resmi uleması onlardan hazzetmiyordu.” Ali Bulaç burada yanılıyordu. Çünkü dönemin şuurlu âlimlerini hazzetmeyen “Osmanlı Devlet yöneticileri” değil Mason ve dönme İttihat ve Terakki hükümetiydi.

“1950-2000 yılları arasında sahneye çıkan ikinci nesil İslamcıların referans çerçevesi “modern-ulus devlet” oldu. İnsiyaki olarak meşruiyet krizini aşma kaygısıyla; Batılı sosyo-politik yapıları İslamileştirme çabasına büyük önem verdiler. Bu dönem İslamcılarının zihin evreninde bilgi, eğitim, toplumsal kurumlar, siyaset ve ekonomik gündem esas itibarıyla Batılı karakterde teşekkül etti. Ancak bu ya “İslami renge büründürüldü” ya da, yan tarafa “icad edilmiş ahlaki-manevi/imani-metafizik özerk alanlar” ilave edildi.” Diyen Ali Bulaç, “ikinci nesil İslamcı” saydıklarının bel kemiğini oluşturan Erbakan ve hareketini “Batılı karakterin İslami renge boyanması” olarak niteleyip açıkça iftira atmakta ve gerçekleri çarpıtmaktadır. Hemen arkasından:

“İkinci nesil İslamcılarda ana politik tema ve yönelim “İslam devleti ve İslam toplumu”dur.” Diyerek kendisiyle çelişen Ali Bulaç asıl zehirini şöyle kusmaktadır:

“Müslümanlar, ilk Hıristiyanların Roma’yı zihinlerinde yüceltip onu “dini Vatikan’da tecessüm ettirmeleri” gibi, modern ulus devleti İslamileştirme sürecine girmişlerdir. Bu nesil İslamcılarının önder profili İslami ilimlerden habersiz, İslam tefekkürünü bilmeyen, İslam tarihiyle teması zayıf; ancak Batılı eğitimden geçmiş bilim adamı, mühendis, doktor, hukukçu, gazeteci gibi mesleklerden gelme “aydınlar, akademisyenler ve modern iktidarı hedeflemiş siyasetçiler”dir.”

Yani Erbakan İslami ilimlerden habersiz, İslam tefekküründen cahil, İslam tarihiyle ilgisiz ve yetersiz” birisiymiş!?..

Ve tabi merak ediyoruz. Sn. Ali Bulaç kendi Zatı Alilerini hangi nesil İslamcılardan saymaktaydı ve asıl, 3. nesil İslamcılar kimler olmakta ve hangi yüksek özellik ve yetenekleri taşımaktaydı? Recep T. Erdoğan’ın ve Fetullah Gülen’in yüce makamları neresi olmaktaydı ve bunların gaflet ve dalaletlerine hangi kerametler uydurulacaktı!?

Ali Bulaç üçüncü nesil İslamcılar olarak: 1997 tarihinden, yani Türkiye’deki 28 Şubat darbesinden sonra ortaya çıkanları, yani AKP iktidarını saymaktadır. İran’da çapraz olarak Muhammed Hatemi’nin Cumhurbaşkanı olmasını, Mısır’da halkın Tahrir Meydanı’na toplanmasını da bu aşamaya katmaktadır.

Ali Bulaç yine isim vermeden Erbakan ve Milli görüş’ü hedef alarak şu fasit saptama ve saptırmaları yapmaktadır:

İkinci nesil İslamcılar:

“İslamiyet’i aşırı bir biçimde politize ettiler; tarihte iyi kötü kurulmuş bulunan “sivil İslam-resmi İslam” arasındaki dengeyi kendi faaliyet gösterdikleri coğrafyalarda gösteremediler.”

“Söylemi ve retoriği aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık, tasavvufa, dinin manevî, irfani ve ahlaki boyutuna bigane kaldı. Bu yüzden Aydınlanma felsefesine yeterli düzeyde entelektüel, felsefî ve fikrî cevap verilemedi. Politik öncelik her şeyin önüne geçti, bu da derinliksiz, kültürel bakımdan yoksun siyaset biçimlerini ve siyasetçileri öne çıkardı.”

“Söz konusu konularda gerekli kritiği yap(a)mayan İslamcılar, bir anda önlerine çıkan iktidar fırsatıyla karşılaştılar. Bu, onların iktidara olan aşırı talepkârlığı dolayısıyla iktidarın modern, eşitliksiz yapısını sorgulamadan kabullenmelerine yol açtı. Böylelikle:

 a) İslamcılık modernliğe sahici bir cevap geliştiremedi; “birey, sekülerlik ve ulus devlet” parametrelerini veri kabul edip muhafazakârlaştırmakla yetindi. İslamcıların, iktidarla beraber devletçi ve milliyetçi, reel politikçi ve küresel ittifakçı kesilmelerinin gerisinde böylesine zihnî bir zaaf yatmaktadır.

b) Bununla bağlantılı olarak Kur’an ve Sünnet’e dönüş ideali gündemden düşürüldü; içtihat kapısına uğranılmadan AB yol haritası ve liberal politikalar benimsendi; kötü ve sahte örneklerin de etkisiyle “cihad” neredeyse “terör” addedilip unutturuldu. (Yani Erbakan silahlı eylemlere müsaade etmediği için eleştiriliyor, Hizbullah ve El Kaide gibi oluşumlara meşruiyet kazandırılıyordu. Böylelikle)

“Yeni bir dünya tahayyülünün mimarları olma potansiyeline sahip entellektüeller ulus devletin memurları ve küresel stratejilerin analistleri oldular.”[1] (Yani “Erbakan ve çevresi, bozuk düzenin memurları ve küresel Siyonizm’in piyonları oldular” demeye getiriyor ve tabi zırvalıyordu.)

Ali Bulaç’ın bu iftira ve çarpıtmalarını gündeme taşımasının zamanlaması da enteresandı. Suriye’nin filen parçalandığı, Kuzey Suriye’de bir PKK devletinin ortaya çıkarıldığı ve üçüncü nesil kahraman AKP’lilere bu şeytani oluşumlara taşeronluk yaptırıldığı talihsiz bir süreçte bunları yazması ve Erbakan’ı karalamaya çalışması bir tesadüf olamazdı. Erbakan’ın haklılığının ve O’nun D-8 gibi girişimlerine; İslam Ortak Pazarı, İslam Savunma Paktı, İslam Birleşmiş Toplulukları, İslam Dinarı ve İslam Kültür ve İlim Teşkilatı gibi projelerine duyulan ihtiyacın saptırılması ve çarpıtılması için bu yaldızlı yalanlar Ali Bulaç’a yazdırılmaktaydı.

Üstelik Arap Baharı artık Kürt baharına dönüşmeye başlamıştı. Ve zaten Başbakana sunulan raporda, PKK bayrağı açmayan araçların Halep’e ve Kuzey Suriye’deki bütün Kürt kentlerine sokulmadığı ve Kuzey Suriye’deki Kamışlı dâhil tüm kasaba ve şehirlerin PKK (PYD-Suriye Demokratik Birliği, PKK’nın Suriye temsilcisi) kontrolüne alındığı vurgulanmıştı. Bu PKK’nın resmen devletleşmesi ve bağımsız yurt edinmesi aşamasıydı. Artık PKK, T.C ile bir devlet gibi pazarlık yapacaktı ve bu durum AKP’nin gaflet ve hıyanetinin bir sonucu olmaktaydı.

Ve tabi uzun yıllardır Suudi Arabistan’ın Washington büyükelçiliğini yapan ve şimdi de ani bir kararla Suudi istihbaratının başına atanan Prens Bender bin Sultan’ın, 2007’de CIA ile birlikte hazırladığı “Amerika için Yeni Ortadoğu planında ve BOP kapsamında: “Esad yönetiminin çökmesi, bunun finansörlüğünü Suudi Arabistan ve Katar’ın üstlenmesi ve İsrail’le Türkiye’nin ve Suriye’nin barışa mecbur edilmesi” ve tabi bunların sonucu Türkiye’nin buna rıza göstermesi için PKK’nın bölgede ve Suriye’de etkin ve yetkin konuma yükseltilmesi kararı alınmıştı.

Ve şimdi sormak lazımdı?

Çok kahraman Başbakanın, stratejik akıllı Ahmet Davutoğlu’nun, MİT Müsteşarı Bay Hakan Fidan’ın, nasıl olmuştu da, bağıra bağıra gelen bu senaryo ve sonuçlarından hiç haberleri olmamıştı? Bunlar uyurgezer zavallılar mıydı, yoksa bile bile bu şeytani projelere dolaylı destek mi sağlamışlardı?

Sahi Ali Bulaç niye hiç bu konulara dokunmazdı? Siyonist Yahudilerin Erbakan gıcıklığını anlarız, peki Ali Bulaç’ın hıncı nereden kaynaklanırdı?

Bir soru daha: Erbakan’ın siyasi mirasına oturan SP kurmayları ve Milli Gazete yazarları, acaba:

1- Ali Bulaç’ın saptama kılıflı bu safsata ve iftiralarını hiç okumazlar mıydı?

2- Yoksa okuduklarını anlamazlar mıydı?

3- Veya onlar da Ali Bulaç’la aynı kanaatleri mi taşımaktalardı?

Diye sorduğumuz bir sırada Milli Gazete’de Sadrettin Karaduman’ın, Ali Bulaç’ı haklı bulan, hatta büyük bir fikir adamı gibi gösterip referans alan tavrı bizleri şaşırtmıştı.[2]

Ali Bulaç’ın kendi yanlış yorumlarına ve haksız iddialarına güvenilirlik kazandırmak için yaptığı bazı doğru saptamaları öne çıkaran, Milli Görüş’ün merkeze alındığı “ikinci nesil İslamcılara” yönelik itham ve iftiralarını kabullenmiş gibi davranan… Ali Bulaç’lar, hatta Etyen Mahcupyan’lar eliyle “söylem olarak AKP’den daha İslamcı, ama ABD’nin ve Siyonist sermayenin hedeflerine daha yardımcı” ve Müslümanları daha kolay oyalayıcı yeni ve sahte bir dalga oluşturmaya çalıştığının farkına bile varmayan Sn. Sadrettin Karaduman acaba:

“Ali Bulaç’ın Zaman’da peş peşe yazdığı “İslamcılık” ile ilgili yazıları ve alevlenen yeni tartışma “Muhafazakâr Demokrasi”nin geçici bir süreliğine işgal ettiği alanı yakın bir gelecekte boşaltmak zorunda kalacağının ipuçlarını veriyor. “Light İslam”, “Ilımlı İslam” gibi kökü dışarıda projelerle avunan kesimler ile iktidar nimetlerinin aklını başından aldığı yığınları sarsacak, kendine getirecek, hizaya sokacak nitelikte bir çıkış.

Ali Bulaç, İslamcılığı doğru tarif ediyor ve önümüzdeki 10 yıllarda da gündemde kalacak hatta gündemi tayin edecek önemli tespitlerde bulunuyor:”

Sözlerini kendisi mi yazmıştı, yoksa başkalarının hazırladığı, içeriğini ve inceliğini kavramadığı bir metne imza mı atmıştı?

Oysa Kur’an-ı Kerim, İslam Âlimlerini genel olarak 2 sınıfa ayırmaktadır.

1.Rasihun Ulema: İslami Mektep ve Medreselerde, bilinen usullerle, ilimde derinleşenlerdir. (Bak: Ali İmran: 7. ayet)

2.Ribbiyyun Ulema: İlahi inayet ve şahsi gayretle ve genellikle Resullerin ve davetçilerin özel sohbet ve hizmetlerinde hikmet ve hakikate erişenlerdir. Sahabeler ve tüm Nebilerin tabileri ve havarileri Ribbiyyun ulemadır.

Çağımızda Üstat Bediüzzaman ve Rahmetli Erbakan da bu sınıftandır. Bediüzzaman’ın tamamı birkaç yılı geçmeyen medrese talebeliği ile o yüksek ilmi seviyeye ulaşmak imkânsızdır. Ve yine Erbakan Hoca’nın Lise ve Üniversite yıllarında Medrese âlimlerinden aldığı özel dersler O’nun en büyük âlimleri bile hayret ve hayranlığa sevk eden derin ve engin bilgi birikimine sadece bir vasıtadır

Rabb: Bir şeyi tedricen terbiye etme ve kemale eriştirme, efendilik ve sahiplik etme anlamında müstear olarak fail anlamında kullanılan bir mastardır ve Cenabı Hakkın esmai hüsnasındandır

“Rabbani” Rabbe nispetle, “ilahi bir inayetle, kendisini ilimde geliştirip derinleştiren” manasınadır.

Hz. Peygamber Efendimiz: “Ben bu ümmetin Rabbanisiyim” buyurmakla, ilahi terbiye ve telakki hakikatine dikkat buyurmaktadır. (Rağıb el İsfehani-Müfredat, Rabb kelimesinin izahı)

Kur’an-ı Kerim’de geçen “Ribbiyyun” kelimesi “Rabbaniy” kelimesine yakındır. Ali İmran suresi 145. ayeti kerimesindeki “Ribbiyyun” kelimesine Ali Bulaç kendi ismiyle yayınlanan mealinde “Rabbani (bilgin)ler” manası vermekle doğru yapmıştır. Ama şimdi üç aşamaya ayırdığı İslamcıların 2. kısmını oluşturan Erbakan ve arkadaşlarını “İslami ilimlerden habersiz” saymakla saçmalamıştır. Çünkü yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi, bunlar “Rıbbiyyun- Rabbani bilginler” kapsamındadır.

“Nice peygamberlerle birlikte birçok Ribbiyyun (Rabbani-bilgin)ler (Allah yolunda hak hâkim kılınsın ve zulüm kaldırılsın diye) çarpışmaya girdiler de, kendilerine dokunan (büyük sıkıntı ve saldırı)lardan ötürü asla zayıflık ve yılgınlık göstermediler (zalim ve kâfir güçlere) boyun eğip (işbirliğine tenezzül etmediler)” (Ali İmran:146)

Kaldı ki “İslamcı, dinci” kavramları gayretli ve bilinçli Müslümanları karalamak ve istismarcılıkla suçlamak için özellikle dinsiz çevrelerce kullanılmaktadır. Ali Bulaç’ın bu kavramları meşrulaştırması, acaba olaylara onlar gibi yaklaştığını mı ortaya koymaktadır?

Gerçi Ali Bulaç şu tespitleriyle açığını kapatmaya çalışmaktadır:

“İslamcılık, İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle “yeni” bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletlerarası harekettir. Başka bir deyişle İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden kurulması ideali ve çabasıdır.

“Ed Din” olan İslam bakış açısından bu tanımsal çerçeve her Müslüman’ın farz-ı ayn hükmünde daveti, davası ve duasıdır. Bu manada her Müslüman potansiyel, bittabi ve bizzarure İslamcıdır. Değilse bu Müslüman’ın “din algısı”nda sorun var demektir. Gayet açık ve tartışmasız ilahi hükümler hayatta uygulanmak için indirilmiştir; hükümler illetlerine mebni olarak değişebilirler, ama ne maksatlarına aykırı değiştirebilirler ne ebediyen yürürlükten kaldırılabilirler.

Salt inanç, ahlak ve ibadete indirgenen din, “Allah’ın bizim için seçtiği ve kemale erdirdiği din” (5/Maide, 3) olmayıp muamelatı ve ukubatı ya iptal eden veya etkisizleştirmek suretiyle bilfiil nesheden bambaşka bir telakki olup buna dinin “diyanet”e indirgenmesi denir. Din’in kendine çizdikleri özerk sınırlar içinde siyasete, iktisadi hayata, devletlerarası ilişkilere, toplumsal ve kamusal politikalara karışmayacağını/karıştırılmayacağını; hayat alanlarının düzenlenmesinde dinin referans alınmayacağını savunanlar, hakikatte dini kendi içinde reforme uğratanlar, Kur’an’ın açık ifadesiyle “Kitab’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddeden kimseler”dir: “Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.” (2/Bakara, 85). Bu yüzden diyebiliyoruz ki, İsrailoğulları gibi ‘Kitabın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkâr etmeyi’ göze alamayan her Müslüman bittabi ve bizzarure İslamcı’dır. Elbette kendini ‘İslamcı’ olarak isimlendirmek zorunda değildir, ama dininin hayatla, insanla ve toplumla ilişkilerini bu çerçevede ele almak durumundadır.”[3]

Ali Bulaç’ın derdi ve hedefi: Erbakan’ı İslami ilimlerden habersiz, bilgisiz ve yetersiz gösterip 3. nesil İslamcılar dediği Erdoğan ve AKP’yi meşrulaştırmaktır.

Çağımızın temel sorunlarını ve kanunlarını çok iyi tespit ve tahlil eden, bugünkü şartlara, ihtiyaçlara ve standartlara uygun İlmi ve İslami çözümler üreten ve bir sistem bütünlüğü içeren “ADİL DÜZEN” projelerini Medreseliler değil, Mektepliler hazırlamıştır. Yani Rasihun değil Ribbiyyun cinsinden Akevler ekibi hazırlamış, sonunda Erbakan’la birlikte olgunlaştırılmış ve dünyaya tebliğ edip tanıtılmıştır.

Acaba Ali Bulaç, kendisini hangi sınıftan saymaktadır?

1. sınıf ulema takımından ise, hani İslami bir devlet ve medeniyet sistemi niye ortaya koyamamışlardır?

Yoksa bu ulema bozuntularına göre, İslam Batı emperyalizminin ve ABD kapitalizminin foyalarını örten cilası ve aksesuarı mıdır?

Ali Bulaç:

“İslami ilimlerden habersiz” saydığı ve Erbakan’ı hedef aldığı 2. nesil İslamcıların ve özellikle Rahmetli Hoca’nın hangi prensip ve girişimlerini ve Adil Düzen’in hangi bölümlerini İslam’a (Kuran’a ve sünnete) aykırı bulmaktadır ve bunların doğrularını ve doyurucu programlarını niye insanlığa sunamamışlardır?

Ve hele SP’nin vitrindeki Genel Başkanı Mustafa Kamalak’ın Milli Gazete yazarları toplantısından ayrılıp, Erbakan’ın başını çektiği İslamcıları “Dini ilimlerden habersiz ve yetersiz” sayan bu Ali Bulaç’la Eyüp’te çay sohbeti için ayağına koşması nasıl bir hamlıktır? İslami “Demokrasi Dininin” felsefi kaynağı ve edebi sohbet fantezilerinin dayanağı yapan ve hele kendi partisinin liderini “İslami İlimlerden habersiz” sayan bu tiplere yaklaşıp yalakalık yapmak nasıl bir psikolojiyi yansıtmaktadır?!

“İslami İlimlerden habersiz” yani cahil ve bilgisiz ifadelerinin; o zevatı kötüleme ve küçültme, tabi ve takipçilerinin gözünden düşürme niyetiyle kasıtlı bir karalama olduğu açıktır.

Eğer Ali Bulaç; bugün İslam dünyasının ve tüm insanlığın, mevcut ekonomik, siyasi, ahlaki ve ilmi sorunlarını aşacak ve huzura kavuşturacak Kur’ani projelerini bir sistem bütünlüğü halinde ortaya koyamıyorsa, bu ya bilgi noksanlığından ve beyin kısırlığındandır; veya zalim güçlerden ve işbirlikçilerinden korkaklığından ve onlara yaranma arzusundandır. Bu çok bilgiç İslamcı Ali Bulaç, Fetullah Gülen Hocasına danışarak, prof. Hayrettin Karaman’la yardımlaşarak, hatta başta Diyanet Başkanı diğer İlahiyatçı proflarla ortak bir çalışma yaparak, AKP’nin yeni bir anayasa hazırladığı şu süreçte; niye, İslami, insani, adil ve dengeli bir anayasa örneği hazırlayıp ilgililere sunmaz ve kamuoyunu aydınlatmazlardı? Bunların İslamcılığı, İlahiyatçılığı, cemaatçiliği sadece ABD ve AB’nin ellerine tutuşturduğu demokrasi düdüğünü çalmaya mı yarardı?

BOP eşbaşkanlığı gereği ve Batının gözüne girme gayretiyle, NATO ile birlikte Libya’ya saldıran ve şimdi Suriye’nin parçalanmasına figüranlık yaptırılan Başbakan Recep T. Erdoğan ve AKP iktidarı, Myanmar-Arakan bölgesinde Budist zalimlerin saldırısıyla uğradıkları soykırımda 117 bin kayıp veren mazlum Müslümanların feryadına niye kulak tıkıyordu?

Ali Bulaç gibi İslamcılar, Fetullah Gülen gibi “vahşi kaplanın bir ceylanı parçaladığını seyredip günlerce ağlayan” riyakâr cemaatçiler Arakan faciasına nasıl duyarsız kalıyordu?

Arakan vahşetine sessiz ve tepkisiz davrananlar nasıl Müslümandı?

Hint Okyanusu Bengal Körfezinde Bangladeşe komşu Birmanya’ya bağlı Arakan’da yaşayan Müslümanlar büyük baskı ve şiddet altında hayat mücadelesi veriyordu. Sistematik bir soykırıma maruz kalan Arakanlı Müslümanlar gün geçtikçe artan tecavüzler, diri diri yakılmalar, toplu sürgün ve katliamlarla ülkelerini terk etmeye zorlanıyordu. Arakan’daki kan donduran katliamlar karşısında tüm dünya derin bir sessizliğe gömülüyordu.

Bunun adı: Sistematik Soykırımdı

Dünyanın sessiz bakışları arasında Myanmar’ın batısındaki Arakan bölgesinde Rohingya Müslümanlarına yönelik vahşet, dehşet verici boyutlara ulaşıyordu. Genç kızlar tecavüze uğrarken, camiler ve evler içlerindeki kadın, çocuk ve yaşlılarla ateşe veriliyor. Binlerce Müslümanın zorla göç ettirildiği ülkede, küçük çocuklar elleri bağlanıp nehre atılıyordu. Arakan’da sadece bir günde bine yakın insan vahşi yöntemlerle katlediliyordu.

Bizden başka Müslüman var mı?

Arakan’da Müslüman köylerine elektrik verilmiyor, cep telefonu kullanması yasaklanıyor, kullananlar 6 ay hapis yatıyordu. Erkekler yakalanmamak için dağlara kaçıyor, kadınlar tecavüze uğramamak için denize atlayıp intihar ediyordu.

Ve Arakanlı Müslümanlar feryat ediyordu: Bizden başka Müslüman var mı, varsa niye acımıza ortak olmuyor ve bize sahip çıkılmıyordu?

Ve daha da enteresanı; Burmadaki Fetullahçı okulları, bu katliamları yapan Myanmar’ın askeri cuntasıyla oldukça iyi ilişkiler içinde bulunuyordu. Hatta Zaman Gazetesinin haberine göre, 2008 yılındaki büyük kasırgada zarar gören Myanmar’daki devlet binalarının bir kısmı, Cemaatin öncülüğünde toplanan paralarla tamir ediliyor, AKP Milletvekilleri İlknur İnceöz ve Özlem Müftüoğlu da bu teslim törenine katılıyordu. Ve şimdi Fetullahçıların desteklediği Budist Cunta, Arakandaki Müslümanları soykırıma tabi tutuyor ve Amerikan uşağı ılımlı İslamcılardan tıs çıkmıyordu. Müslümanlara kan kusturan Myanmar’ın Dinsiz diktatörleri, neden acaba Fetullahçıları el üstünde tutuyordu? Herhalde, ya Fetullahçıları Müslüman saymıyordu, veya onların ABD Misyoneri olduklarını çok  iyi biliyordu. İşte bu tablo Ali Bulaç’ın ve üçüncü nesil İslamcıların ayarını açıkça ortaya koyuyordu.

Dünya çapında irtibatları ve istihbaratları bulunmasına rağmen; Milli Çözüm Dergisi’nin internet sitesinde Myanmar vahşetini gündeme getirmesinden ve Milli Gazete’nin konuya dikkat çekmesinden haftalar sonra, AKP Hükümetinin ve Fetullah Gülen cemaatinin Arakan Müslümanlarına, o da utanma pazarı ve şov amaçlı sahip çıkmaları ve yardım kampanyalarını birer propaganda ve istismar aracı yapmaları ise, bunların ruh ekranını yansıtıyordu.

 

 



[1] 26.07.2012, Zaman

[2] Fetret Dönemi Sona mı Eriyor?, 07 Ağustos, 2012, Milli Gazete

[3] İslamcılık nedir?, 21.07.2012, Zaman

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
1 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
ali

Mevcut SP yönetimi
Mevcut SP yönetimi ve Milli Gazete, TV 5, Ajans 5, AGD gibi Milli Görüşçü zannettiğimiz kurumlarda büyük bir ferasetsizlik, dirayetsizlik, ihlassızlık yaşanmakata, akp-f tipninin dümen suyunda gidiyorlar. Milli Görüşte yeni bir şahlanış gerekiyor…

Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
1
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx