“DARBE”LER KADAR, “DEMOKRASİ DEREBEYLERİ” DE TEHLİKELİDİR!
Atatürk’ün şüpheli ölümünün ardından İsmet İnönü’yü başa getiren ve devrimin kabuklarını alıp asıl kurum ve kavramlarının yönünü tersine çeviren sabataist cunta; sistemi yeniden yapılandırma sürecinde, Türk Silahlı Kuvvetlerini, dış düşmanlara karşı değil, iç düşman gördüğü Müslüman halkımıza karşı kullanacak şartları hazırladı. Maalesef ordumuzun, kendisine asıl tehdit ve tehlike olarak gösterilen Müslüman halkımıza, iç düşman olarak bakması sağlanmaya çalışıldı ve bu yönde sürekli ve suni gündemlerle kışkırtıldı. Amaçları, TSK’yı, dış Siyonist destekli iç sabataist ve masonik saltanatının demokrasi kılıflı despotizmine bekçilik yaptırmaktı. Ve bu istikamette nice talihsiz olaylar yaşandı. Ne var ki, Milli Görüş'le dirilen ve organize edilen Milli Derin Devlet yeniden Devlet-Millet yakınlaşmasını ve kaynaşmasını sağlamaya başladı ve tüm Milli kurumlardaki sabataist kadrolaşmanın etkinliğini ve direncini kırmayı başardı. Ancak hıyanet odakları, Müslüman Türk toplumu ile ordusunun dayanışma ve yardımlaşma içine girdiğini saklamaya çalışarak, Milletimizle Ordumuz arasında Laiklik kavgaları ve irtica yaygaraları çıkarmaya çalışmaktadır.
Hâlbuki ordumuzun, basit politika oyunlarından ve iç siyaset tartışmalarından uzak tutulması, onun saygınlığını artıracak ve asıl tehdit ve tehlike olan dış düşmanlara karşı hazırlıklarda daha kararlı ve caydırıcı olmasını sağlayacak ve toplumun her kesiminden tam bir güven ve destek alacaktır. Ama emperyalist ve Siyonist çevreler ve yerli işbirlikçi hainler ise, Ordumuzun kendi haksız ve ahlaksız sistemlerine bekçilik yapmasını, üstelik Milletimize yönelik bütün hakaretlerin suçunu ve sorumluluğunu da sırtına almasını arzulamaktadır. Bu şekilde kasıtlı olarak hırpalanıp yıpratılan Ordumuz ise, sürekli dış güçlere ve içimizdeki sabataist şebekeye mahkûm ve mecbur bırakılacaktır. Ama artık bu devran tersine dönmüş bulunmaktadır ve Ordumuz tekrar, Türkiye öncülüğündeki yeni bir Barış ve Bereket (İslam) Medeniyetinin kurulmasını sağlayacak tarihi ve talihli değişime ivme kazandıracaktır. Gerçekten sinsi ve sistemli bir tehlike olan “irticacılık, istismarcılık, ılımlı İslamcılık, radikal şeriatçılık” gibi şeylere, haklı olarak karşı çıkmak ve tedbir almakla beraber, Kahraman Ordumuzun, artık; Milletimizin, yani kendisinin varlık sebebi ve kahramanlık iksiri olan, yüce Dinimiz İslam’la ve dini inançlarını yaşayan Türk halkıyla sanki bir problemi varmış kanaatini yıkacak ve bu kasıtlı karayı aklayacak söylem ve eylemlerle ilgili adımları bir an evvel atması umulmaktadır. İşte bu bağlamda, E. Org. Yaşar Büyükanıt’ın KKK iken yaptığı ABD ziyaretini, farklı bir bakış açısıyla değerlendirmekte fayda vardır. Anahtar cümle Büyükanıt Paşanın şu sözlerinde saklıdır: “Ben ABD’den icazet almaya gelmedim. Türk askeri Atatürk’ün mirası ve Milli anayasası dışında kimseden icazet almaz!...” Hatırlarsanız, Erbakan Hoca’nın ABD ziyareti de “icazet almaya gitti” şeklinde çarpıtılmaya çalışılmıştı.
Darbecilik mi, Yoksa Demokrasi Derebeyliği mi Daha Tehlikelidir?
“Milli menfaatler” açısından uygulanması “zaruret” halini almış ihtilal yönteminin “hatalı ya da eksik uygulamalar”dan ötürü “yanlış” damgası yiyerek karalanması mı daha doğrudur, yoksa o günün ya da bugünün(!) zaruretleri ile söz konusu yöntem arasındaki bağıntının “gerçekçi” bir bakış açısıyla ele alınması mı? Sorusuna bir cevap bulunmalıdır. “Memleket hiçbir şeyden çekmedi şu darbelerden çektiği kadar!” diyerek “düzenbazlık çarkı demokrasi parkı”nda parsa toplayanlar, birilerini “ihtilalcilik ve demokrasi düşmanlığı”yla suçlayıp yer yer timsah gözyaşlarıyla karışık siyasal hıçkırıklar eşliğinde “Darbelerin Gölgesinde Bir Demokrasi!” edebiyatına sarılıyorlarsa; bunun nedenleri üzerinde iyi durulmalıdır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ordumuz, Türk Toprakları’nın ve Türkiye İdeali’ni tahakkuk ettirmek için sarf ettiğimiz çalışmaların yenilmesi imkânsız teminatıdır!” dediği hayati bir kurumun yıpratılmasına göz yumulmamalıdır. Ayrıca bu noktada, esasen bir ilim olması gereken “siyaset”in, “Batı’nın düşmanlarına savaşla yapamadığını diplomasi ile yapma sanatı” haline getirilmeye çalışıldığının altını çizmek de yerinde olacaktır... Ancak bugün bu noktada, “ülkenin bölünmez bütünlüğünü ve milli güvenliğini gözetmek” görevi ile vazifelendirilenler bu yükümlülüğü layıkıyla yerine getirmek şöyle dursun, tüm sorumluluk duygularını ve yasal yükümlülüklerini yitirmişlerken; “demokrasi” denilen “siyaset merkezli” ve asistematize olmuş sistematik yapının hangi mecraya doğru akacağı sualini sormak kaçınılmazdır!
“Demokrasi şövalyeliği”ne soyunarak, yapılan askeri müdahaleleri “toz duman olmuş ortamı durultmak” için değil de, paşaların keyfi kararlarından ötürü yapılmışçasına bir tavır takınanların “darbe” üzerine yarattıkları kamuoyu; ülkede zaman zaman netleşip zaman zaman gözden kaybolan “demokratlar - darbeciler” eksenindeki safları da sıklaştırdı! Dolayısıyla ülkeyi, “etnik ve dini bölücülük”, “terörizm” neviinden türlü “anarşi olayları” gibi ortalığa “bilinçli” olarak saçılmış “sosyal dinamitler”den kurtarmak adına zemini temizlemenin başka bir çaresini bulamayanlar, maalesef “suçlu”, “özgürlük karşıtı”, “ihtilalci” ve “faşo” diye hırpalanırken; o karambol ortamından maksimum derecede istifade edebilmek adına oltalarını piyasaya salan yabancı istihbarat servisleriyle can ciğer kuzu sarması olup “Ülkenin geleceği adına özgürce siyaset yapmak zorundayız!” plağı çalanlar ise “demokrasi kahramanı”dır(!)..
Ortaya çıkacak tablonun genel hatlarını şu şekilde özetleyelim…
DP’nin Tek Parti şımarıklığı:
Zira CHP, İstiklal Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı gibi iki önemli savaş arasında preslenmiş sorunlu bir dönemle baş etmeye çalışırken o an için belki de bir lüks olan “katılımcı demokrasi”yi geri plana iterek en acil adımları atmaya yönelmiş olabilir lakin DP’nin süreç içinde bir “siyasi özgüven”den “rahatlık”a ve hatta bir “vurdumduymazlık”a dönüşen “siyasi ukalalık”ı mantıksal bir gerekçe ile temellendirilemez! Adnan Menderes’in “Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm!”, “Ben orduyu astsubaylarla bile idare ederim!”, “14 Mayıs’ta Türk Milleti Halk Partisi’ni iktidardan, 3 Eylül’de ise muhalefetten sildi!” ya da “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz!” neviinden beylik sözleri ile 2 Mayıs 1954’te yapılan ve halkın yine DP dediği genel seçimlerin akabinde maalesef birçok siyasi oluşum ve liderin uğradığı “aşırı güç zehirlenmesi”ne uğrayarak basın ve akademik dünya gibi çeşitli güç dengelerine yönelik politikalarını aniden değiştirip sertleştirmesi ise; bu “siyasi ukalalık”ın somut görüngülerinden yalnızca birkaçıdır.
Sonuç olarak 27 Mayıs 1960 İhtilali gerçekleşmemiş olsaydı; 1954 Genel Seçimleri’nden sonra 1957’de de tek başına iktidar olma durumunu sürdüren DP’nin bir tek parti dönemi yaratması gayet doğal bir netice olacak ve CHP’nin demokrasi dışı görülen tek parti dönemi bu sefer DP’de tecelli ederek çok daha etkili ve yıkıcı bir şekilde halkın karşısına çıkacaktı. Mevcut siyasi planı değiştirmede “etkili” olacak “sıradışı bir yöntem”in uygulamaya konulması; o günkü koşullar itibarıyla “tercihi bir durum” değil, tamamıyla bir “zaruret” halini almıştı.
Bu askeri bir müdahale; “sıcak”, “sert” ve doğal olarak birçok “risk”i barındıran “beklenmedik bir hamle” sayılmalıydı ve 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi de şüphesiz içinde bazı aşırılık, eksiklik ve yanlışları barındıran bir müdahale konumundaydı.
1961 Anayasası ve Ani Gelen “Özgürlük”: Acaba darbeciler manipüle mi edildi?
27 Mayıs 1960 İhtilali’nin en tartışmalı ürünlerinden biri, şüphesiz 1961 Anayasası’dır. Önce tüm siyasi planı tasfiye eden askeri bir müdahale ve hemen akabinde de “Türkiye Cumhuriyeti’nin gelmiş geçmiş en özgürlükçü anayasası” denilen beklenmedik bir anayasal çerçeve.!?
Sonuçta tahrip gücü yüksek olmak durumunda olan müdahalenin etkileri böylesi bir adımla nötralize edilerek, sarsılan ve tedirginlik duyan toplumsal düzlemin içine girdiği titreşim dalgalarının şiddeti azaltılmaya çalışılmış; ancak bu zararı minimize etmeyi hedefleyen açılım; henüz daha hazır olmayan bir zemin üzerinde tatbik edilmeye kalkılınca, evdeki hesap çarşıya uymamış ve ilerleyen süreçte görüleceği gibi bu durum “sağ-sol çatışması” ile “etnik kalkışma”yı kışkırtmıştır.
Aslında bu açılımın ortamı germenin ötesinde yarattığı en önemli tehlike; “sağlıksız bir özgürlükçü anlayışa kilitlenen kitlenin ‘ulus – devlet anlayışı’nda ciddi yaralar açması” olmuştur. Zira söz konusu ani doz aşımı, kitleleri “ulus-devlet bilinci”nden uzaklaştırarak; etnik, dini, mezhebi ve sınıfsal farklılıkları maksimum derecede kullanmak isteyen dış odakların avlanma girişimlerini kolaylaştırmıştır. Ve nötralize edeyim derken bir katalizör halini alan bu astratejik hamle ile 1971 ile 1980’e doğru giden sürece istemeden de olsa zemin hazırlanmış ve bir türlü önü alınamayan süreç neticesinde “1961’de atılan özgürlükçü adım”, 1982 Anayasası ile geri alınmak durumunda kalınmıştır.
Askeri Kanada Sızan Virüs; “Hizipleşme”:
Siyasette olduğu kadar askeri kanat içerisinde de mevcut olan hizipler; söz konusu tehlikenin bertaraf edilebilmesi adına uygulanması bir mecburiyet halini almış olan müdahalenin “istikrar” ve “tutarlılık”ına gölge düşüren en önemli noktalardan biri sayılmalıdır. Ancak hastalıklı siyasetin doğasındaki bu saf değişiminin, 27 Mayıs öncesi askeri kanat içerisinde kök salışı çok daha problematik hususlar doğurmuştur. Hatta bu hizipleşmenin hem 27 Mayıs Hareketi’nin bir sonucu, hem de bir tetikleyicisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Zira DP Politikaları’nı destekleyen ya da bu çizginin karşısında olan alt rütbeli ve üst rütbeli gruplar arasındaki görüş farklılıkları; hem ihtilal kararını hızlandırıcı bir unsur olmuş, hem de müdahale sonrası istikrar ve tutarlılığın yakalanmasına engel oluşturmuştur.
Unutmayalım; nasıl ki hukuk için “Gün gelir herkese lazım olur” deniyorsa; aynı şey ordu için de geçerlidir. Hatta orduya duyulan ihtiyacın açığa çıkması için belirli bir zamana ihtiyaç da yoktur, zira ordu her an için “olmazsa olmaz bir güç” konumundadır.
Elbette ki ordunun siyasete müdahale etmemesini istemek de bir ordu karşıtlığı değildir. Lakin “Türkiye’nin en iyi ihraç malzemesi ordusudur!” diyen Soros gibi “demokrasi tacirleri”nin ekmeğine yağ sürmekten başka hiçbir şeye yaramayacak olan ve hatalı genellemelerle adeta bir “karalama kampanyası”na dönüştürülen böylesi bir yıpratma hareketine kapılmanın, toplumsal kitleyi, ülkeyi ve devleti nasıl bir noktaya doğru sevk edeceğini de sistematize bir anlayış dâhilinde iyi analiz etmek şarttır.
1971 Müdahalesi aslında tarihi CHP – DP rekabetinin bir sonucu olarak doğmuş; ordu-sol işbirliği ile bir DP uzantısı olan AP tasfiyeye çalışılmıştır.
Stratejik konumu ve “geçiş iklimi”ne açık kültürel zenginliği ile dış güçler tarafından her daim bir cazibe merkezi olarak algılanmış olan Türkiye; tehlike çanlarının çalmaya başladığı 1960 ile 1980 arasında yoğun bir dış operasyona tabi tutulmuş ve tehdit algılaması belirli bir boyuta ulaştığında, mecburen müdahale etmek durumunda kalan askerin, “zemin temizleme çalışmaları” da sonuç vermeyip mevcut siyasi istikrarsızlık ortamı daha da körüklenince yine olanlar olmuş ve 12 Eylül 1980 müdahalesi yapılmıştır. Ve bu sefer 1971’de yapıldığı gibi 1961 Anayasası’na ufak rötuşlar atmak yerine Anayasa üzerinde komple bir değişiklik yapma yoluna gidilmiş; erken bir adım olduğu için “ulus-devlet” anlayışını sekteye uğratmanın ötesinde sonuç vermemiş olan 1961 adımı geri alınarak, tanınan aşırı özgürlükler 1982 Anayasası ile büyük ölçüde tıraşlanmıştır. Ayrıca “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlanan 27 Mayıs Günü Kutlamaları da askeri yönetimce kaldırılarak, 1960 Müdahalesi ile ilgili çelişki yaratabilecek tüm hususlar temizlenmeye çalışılmıştır.
Ancak yabancı güçlerce vizyona koyulan dönüştürme operasyonunun en son perdesi olan 80 öncesi tablo böylesi bir adımla durdurulmamış olsaydı; uluslararası kurgunun değişmeyen kozları olan “Kürt-Türk”, “sağcı-solcu”, “Alevi-Sünni” gibi suni kamplaşmalar üzerinden hız verilen “Türkiye’yi dağıtma planı” amacına ulaşmış ve BAĞIMSIZ TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’nin temeline dinamit koymaya çalışanlar başarıya ulaşmış olacaktı. Dolayısıyla 12 Eylül Müdahalesi; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin belini bükmüş bir “zulüm abidesi” değil, tam aksine devletin varlığını devam ettirmesini temin eden bir “milli zaruret” olarak algılanmalıdır. Bu nedenle 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 müdahalelerinden daha sert bir imaj veren ve askerin karşı olduğu izlenimine rağmen 1983 Genel Seçimleri ile Amerika’ya yakınlığıyla bilinen teknokrat Özal’ın başa geçmesiyle perde arkası bulanıklaşan 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi; ne olursa olsun “bölünmeyi önleyici bir ihtilal” niteliği taşımaktadır. Belki 12 Eylül 1980 “bölünmeyi önlemenin tedbirleri”ni ortaya koyamamıştır, ama Sevr’i geçici de olsa önleyen bir müdahale olma sıfatını kazanmıştır.
Ancak 28 Şubat Süreci ile 1960’lı 70’li yıllarda bir hizipleşme olarak ifade edilebilecek “ordu içi saflaşma” bir “satılık paşalar skandalı”na dönüşmüş ve ordu içine yerleştirilen değil, ordu içinden satın alınan isimler üzerinden yürütülen operasyonla, maalesef ordu manipülasyona uğratılarak inşaası hedeflenen siyasi figürün yani AKP’nin zemini hazırlanmıştır. Dolayısıyla salt MGK Kararları düzeyinde bir müdahale olduğu için post-modern sıfatı ile nitelendirilen “28 Şubat”, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından planlanarak vizyona koyulan klasik bir askeri müdahale değil; “Siyonist cunta”nın, adeta taşeronlaştırdığı “askeri cunta” üzerinden yürüttüğü bir “dış operasyon” durumundadır. İtina ile yaratılan “irtica canavarı” üzerinden dezenforme edilen ordunun bazı kademeleri, istenilen yönde hareket ettirilerek siyasi düzlemin temizlenmesi sonucunda ise operasyon sonuç vermiş ve doğrudan talimatlarla yönlendirilen çoğunluk sahibi, güçlü ve “küresel tefeciler”e hizmette kusur etmeyecek kadar iyi programlanmış ‘AKP’ iktidara taşınmıştır” şeklindeki tespitler üzerinde dikkatle durulmalıdır.
“Bugünün Türkiyesi”nde “Darbe”yi Özleyen mi Çok, Yoksa Özleten mi?
Özet olarak “siyasi tarihin önemli parçalarından biri olan askeri darbeler”in toplumsal ve siyasi ortam üzerindeki etkileri ile yüzleşilip darbelerin eksileri kabul edildiği kadar; konuya aynı özenle, müdahalelerin zaruretleri ile TSK’yı da çevreleyerek Sevr’e yol bulmaya çalışan dezenformasyon odakları açısından da yaklaşılmalı ve sergilenecek olan bu topyekün değerlendirmeyle darbeler üzerinden yaratılan toz bulutunun kimlerin işine yaradığı üzerinde de kafa yorulmalıdır. Ayrıca şu nokta da açıklıkla ifade edilebilir ki; bu ülkede darbelere saldırmayı adet haline getirmiş güruhların çoğunun arkasından da güllerle çiçeklerle bezenen demokratik icraatlar falan değil, düpedüz “ihanet” çıkmıştır! Dolayısıyla kamuoyu önüne çıkıp “demokratik artistik yapanların” dillerine doladıkları “demokrasi ağıtlarına” aklıselim ile yaklaşılması daha doğru olacaktır.
Darbeleri geride bırakmış Türkiye’nin bugününe bakıldığında ise darbeyi özleyenden çok “özleten” bir siyasi kadronun iş başında olduğu sırıtmaktadır. Yani AKP icraatlarıyla bir darbeye adeta davetiye çıkarmaktadır.
• AB merkezli bir görüntü çizilip “AB’ye Uyum Süreci” içinde toplanan parsanın “küresel güç odakları”na akıtıldığı bir dış politika çizgisi,
• Bir küresel tefeci olan IMF ve dava arkadaşlarına ciro edilmiş bir iflas ekonomisi…
• DP İktidarı’nın ithalat çılgınlığına bir de özelleştirme çılgınlığını ekleyerek “yağma” mantığını meşrulaştırmaya çalışan bir milli servet tasfiyesi…
• Etnik kartları soğutarak oyun dışı bırakacağına sürekli ısıtarak sabotaj malzemesi haline getiren ahmakça bir parçalama stratejisi,
• AB’ye Uyum tezgâhı üzerinden başta “terör” olmak üzere birçok stratejik noktada pasifize edilen Anayasal Düzlem’i köklü bir değişime uğratabilmek adına var gücüyle çalışan köstebeklerden oluşan bir siyasi hıyanet felsefesi,
• MGK’nın sivilleştirilmesi gibi başlangıç hamlelerinin akabinde YAŞ Kararları’nın yargıya açılması gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’ni tamamen saf dışı bırakacak talimatları AB Masalı üzerinden uygulamaya koyan bir ruh sefaleti,
● Ve tamamen duygusal etkili bonuslar vasıtasıyla ehlileştirilen medya üzerinde yürütülen çürütme operasyonunu YÖK ve RTÜK gibi önemli kurumlar ile sürdürerek kendilerine bağışlanan koltuğun hakkını vermeye çalışan bir sözde “baş”bakan resmi ve cumhurbaşkanı portresi… Dolayısıyla bu noktada “Acaba darbeyi özleyen mi çok, yoksa zorla özleten ve davet eden mi?” diye sormak fazla yadırganmamalıdır. Yoksa birileri ülkenizin, ekmeğini yediğiniz zeminin temellerine dinamit yerleştirirken, mevcut yıkıma göz yumarak hatta alkış tutarak “bir demokrasi kahramanı” mı olmalıdır?
Sürekli “iç savaş” kuşkuları niye pompalanmaktaydı. Pompalı tüfek yığınakları sadece Melih Gökçek’lerin ucuz kahramanlık şantajı mıydı?
Maalesef Sn. Cumhurbaşkanı'nın; “Hayır diyen vatan hainidir, teröristtir, FETÖ şebekesidir” ithamlarından cesaret alan AKP'liler artık “Hayır”cıları tehdit ve şantaja başlamıştı. İşte AKP’li bir ilçe başkanının çektiği videoda: “Abi referandumda hayır diyenlere ne yapacağız?” diye sorduktan sonra elindeki tabancanın bütün şarjörünü boşaltmaktaydı. Hadi bunlar ahmak takımıydı. Ama Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlarından İlnur Çevik’in twitleri kafa karıştırıcıydı. Eski bir gazeteci olan ve Irak'ta Barzani ile çok sıkı ekonomik ilişkileri bulunan bu adamın: “Hayır diyenlere: 7 Haziran sonrası Türkiye'deki kaos ve istikrarsızlığı mumla ararsınız” tehditleri, iç savaş kışkırtıcılığı mı olmaktaydı? Bu şaşkın şımarıklara herhalde sormak lazımdı. Yahu şayet hayır çıkarsa nasıl bir kaos ve istikrarsızlık olacaktı? Bu ülke nereye kaydırılmaktaydı?
İlnur Çevik, bu tweet ile aynı muhtevada çok daha geniş bir şantajı Yeni Birlik gazetesindeki köşesinde yapmıştı:
“Bazıları bu referandumu yalnız sistem değişikliği için halk oylaması olarak görüyor ve esasında “hayır” oyu çıkarsa ülkede her şeyin normal akışında devam edeceğini hayal ediyor… Yani bu seçimde cumhurbaşkanlığı el değiştirmeyeceğine göre ve AKP iktidarı da olduğu yerde kalacağına göre mesele yok o zaman hayır olsa bile bir sıkıntı olmaz gibi bakanlar var… Ama kazın ayağı böyle değil… “Hayır” oyu halkımızın tercihi ve saygı duyulacak bir netice ama böyle bir neticenin ülkeye ciddi bir istikrarsızlık getireceğini bilmek için siyaset bilimcisi olmaya gerek yok… Ülke içindeki muhalefet ise “Hayır” oyunun hükümete güvensizlik oyu olduğunu iddia edip seçim diye zorlayacaklar hatta Cumhurbaşkanımızın durumunu bile sorgulayacaklar… İşte size istikrarsızlık senaryosu… Pişmanlık fayda etmeyecek, çocuklarımızın geleceğini ipotek altına almış olacağız. Ülkemize yazık değil mi?”
Peki gerçekten böyle bir “Kaygı” duyuluyorsa ve bu kaygı zirvelerde konuşulup duruyorsa, Türkiye istikrara mı yoksa kaos ve kargaşaya mı hazırlanmaktaydı?
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının hazırladığı iddianameye göre: 17/25 Aralık’tan sonra, yani, Fetullahçılarla hükümetin kapışmasından ve yollarının ayrılıp, büyük kavganın başlamasından sonra Fetullahçılar iki yasa çıkartmışlardı: Birincisi; 11 Şubat 2014’te hazırlanmıştı. İktidar partisinin oylarıyla kabul edilen yasayla askeri terfiler bir yıl öne alınmıştı. Dört yıllık albaylarla, üç yıllık generaller bu yasaya dayanılarak YAŞ kapsamına alınıp terfileri yapılmıştı. Böylece o yıl general yapılan 10 albay da darbe girişimine katılmıştı.
İkincisi; 27 Ocak 2014’te çıkmıştı. Bu yasa 37 AKP milletvekilinin imzasıyla Meclis’e sunulmuş ve oylanmıştı. Bu sayede 28-30 yıl görev yapan albaylara emekli olurlarsa 70 bin lira fazla ikramiye hakkı tanınmıştı. Böylece Fetullahçı olmayan albayların gönüllü tasfiyesi sağlanmış, Fetullahçı albayların önü açılmıştı.
Peki FETÖ soruşturmalarında SİYASİ AYAĞA bir türlü dokunulmaması acaba hangi kuşkuları yansıtmaktaydı?
Fetullahçı yapılanmayla ilgili “Bir taşı çektiğinizde arkadan kimin ya da kimlerin geleceğini bilmiyorsunuz! O kadar çok profesyonel isim var ki bilseniz şaşırırsınız! Özellikle FETÖ kanadında eğitimsiz adam yok. Çok başarılı bir şekilde istihbarat örgütlerinin desteğiyle kendilerini gizliyorlar... Bunu benim gibi onlar da biliyorlar. Sanırım sorun şu ki bu SIR'ları bilen çok kişi yok. Bu nedenle çok iyi gizleniyor ve senaryosu dışarıda yazılan oyunları iyi oynuyorlar! Ama asıl ben onların arkasındaki Karar Merkezlerine bakarım! Londra, Washington ve Moskova'da ne var ne yok diye bakarım. Bu nedenle de içerideki isimlere pek takılmam” diyen Ergün Diler gibileri BOP’un Dinci ayağının FETULLAHÇILAR, siyasi ayağının ise bu iktidar olduğunu nereye kadar saklayacaklardı?
FETÖ ihraçlarının AKP’nin iktidara taşınmasından ve 2003 yılından itibaren durdurulduğu itirafı savcının iddianamesinde yer almıştı.
İstanbul'daki 15 Temmuz darbe girişimi ana iddianamesi İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından onaylanmıştı. Fetullah Gülen ile birlikte 10 şüpheliye 92'şer kez müebbet hapis cezası istenen iddianamede, 1987'den itibaren FETÖ ile ilişkili olduğu tespit edilen 400 askerin TSK'den ihraç edildiğine, ancak 2003 yılından itibaren bu ihraçlara son verildiğine dikkat çekilmesi anlamlıydı!
2013 YAŞ'ta Terfi Edenlerin Çoğunun Darbeye İştirak Ettiği vurgulanmıştı!
İddianamede, 'FETÖ’nün TSK’deki yapılanması da anlatılmıştı. “1985’ten FETÖ’cü darbenin olduğu 2016’ya kadar FETÖ üyeliği iddiasıyla 400 personelin TSK ile ilişiği kesilmiştir. TSK, 2003’ten sonra FETÖ olduğunu bildiği kimsenin ilişiğini kesmemiştir” kaydı yer almıştı. 2013 YAŞ’ında terfi eden generallerin neredeyse tamamının FETÖ mensubu olduğu belirtilen iddianamede şöyle denildi: “2013 YAŞ’ta terfi eden generallerin 1-2 istisna hariç, hepsi darbeye fiilen iştirak ettikleri için TSK’den ihraç edilmiş veya tutuklu durumdadır. 2011 ve 2012’de YAŞ neticesinde de durum aynıdır. 15 Temmuz öncesi TSK’de görev yapan generallerin büyük bir kısmı darbeye fiilen iştirak etmiş veya FETÖ iltisakları tespit edilerek TSK’den ihraç olunmuştur. 2014 ve 2015’te albaylıktan Tuğg./Tuğa.lığa terfi ettirilen personelin yüzde 80’i ihraç edilmiş bulunmaktadır.” tespitleri de vurgulanmıştı. Yani öyle aldatılma, kandırılma değil, bilinçli suç ortaklığı sırıtmaktaydı!
Bu yazarin diger makaleleri
< Önceki | Sonraki > |
---|