YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6622cf37d12fd
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 3 3
Bugün : 23198
Dün : 26845
Bu ay : 475078
Geçen ay : 453014
Toplam : 23254042
IP'niz : 3.15.151.214

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Kur'an; hakikatin kaynağı, hikmetin kaymağı, saadetin kıynağı (çekirdeği) dır.

Kur'an; Allah'ın kelamı, kullarına hitabı, mevlamızın ruhlarımızı serinleten selamıdır.

İnanarak, ihtiyaç ve iştiyak duyarak metnini ve mealini okuyan herkes için ve her saniye yeniden nüzul ediyor gibi:

  • v Bütün sorunlarımızın çözüm anahtarları
  • v Bütün sıkıntı ve bunalımlardan kurtuluş kodları
  • v Hayatın anlamını ve amacını öğreten eğitim programıdır.

 Kur'an; insan denen ve kâinatın sırlarını ve yüce Yaratıcının tecelli vasıflarını gizleyen muhteşem ve muhterem varlığın şifrelerini çözen, çetrefilli ve tehlikeli geçitlerin yol haritasını çizen, yeryüzünde hilafet, ahirette edebiyat şerefine ileten saadet ve selamet kitabıdır. Kur'an; hiç eğrilip bükülmeyen hak; hiç eskimeyen ve eksilmeyen mutlak ve hiç değişmeyen dayanaktır.

Kur'an; aklın kavrayacağı her meseleye işaret, her haklı mücadeleye beşaret, her hayırlı mesleği teşvik edip cesaretlendiren ilahi bilgi merkezi makamındadır.

İlahiyatçı Prof. Dr. Talat Koçyiğit'in Kur'an mealine yazdığı şu önsöz, oldukça anlamlı ve aydınlatıcıdır:     

İnsan, akıl, kalb, duygu ve düşünce yönünden diğer varlıklardan çok farklı yaratılmış sosyal bir varlıktır. Yeryüzü üzerinde hem kendi hayatını. hem de neslini devam ettirebilmek için bir eşe ve dolayısıyla bir aileye muhtaç olduğu kadar, diğer insanlarla da yakın bir işbirliğine ve yardımlaşmaya muhtaçtır. Bu işbirliği ve yardımlaşma olmadan, onun, hayatını idame ettirebilmesi mümkün değildir.

Ancak, insanların sosyal bir varlık olarak biribirlerine olan bu devamlı ihtiyaçları, onların daima bir birlik ve beraberlik içinde yaşamalarını gerektirirken, her birinin sahip olduğu akıl, duygu ve düşüncenin birbirinden farklı oluşu ve her birinin dünya malına karşı içinde beslediği hırs ve tamah, aralarında bulunması gereken birlik ve beraberliğin teşekkülüne imkân vermemiş, fakat aksine, her fırsatta biribirleriyle mücadele etmelerine ve fırsat buldukça biribirlerini öldürmelerine sebep olmuştur. Hem sadece hemcinsini öldürmekle yetinmeyen insanoğlu, kendisini yaratan ve kendisine sayısız nimetlerle rızıklar veren Rabbini tanımak ve O'na şükretmek yerine, O'nu inkâr etmiş, daha da ileri giderek, O'nun yerine, kendine başka ilahlar edinmiştir.

İlk insanın yaratılışından sonra, yeryüzünde ne zaman küfür ve isyan son haddine ulaşmış ve insanlar, hakkı inkârda biribirleriyle yarışır hale gelmişlerse, onları, Allah'ın varlığı ve birliği inancına davet ederek doğru yola iletecek, kendilerine uyulduğu takdirde, dünya ve ahiret saadetiyle müjdeleyecek, fakat sırt çevrildiğinde de dünya ve ahiret azabıyla korkutacak peygamberler göndermek, ‘Din'le ilgili ahkâmın ikmaline kadar, Allah'ın değişmez kanunlarından biri olmuştur. Nitekim Nahl suresinin 36. ayetinde bu hususa işaret olunarak şöyle buyurulmuştur: ‘Biz, her ümmete, yalnız Allah'a ibadet etmeleri ve şeytandan da sakınmaları için bir peygamber gönderdik. Bu ümmetlerden bir kısmına Allah hidayet etmiş, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Nitekim yeryüzünde bir dolaşın da, peygamberleri yalanlayanların akıbetinin ne olduğunu görün. ‘Aynı surenin 63. ayetinde de şöyle buyurulmuştur: ‘Allah'a yemin olsun ki, senden önceki milletlere de peygamber göndermiştik; ne var ki şeytan, onlara amellerini süslü göstermiştir de, o peygamberleri yalanlamışlardır. O, bugün de onların dostudur ve onlar için acı bir azab vardır'.

Gönderilen bu peygamberlerin başlıca görevleri, yoldan sapmış insanları Allah'ın varlığı ve birliği inancına davet etmek ve hepsini de tek bir din içinde birleştirmekti. İlk Peygamber Adem (as)'den son Peygamber Muhammed (sav)'e kadar bütün peygamberlerin, insanları içinde birleşmeye davet ettikleri bu din, bir tevhid dini olan İslam'dan başkası değildi. Nitekim Enbiya suresinin 25. ayetinde bu husus en açık bir şekilde şöyle ifade edilmiştir: ‘Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, benden başka ilah yoktur; bu itibarla bana ibadet edin, diye vahyetmiş olmayalım.'

İlk insanın yaratılışından sonra, çeşitli aralıklarla gönderilen sayısız peygamberlerin insanlara tebliğ ettikleri din bir olunca, bu peygamberlerden bazılarına indirilen irili ufaklı kitapların da, birbirini teyid eden ve zaman ilerledikçe bazısı bazısına nisbetle daha mufassal ve daha mükemmel olarak gelen tek bir dinin kitapları olduğu anlaşılır. Nitekim Maide suresinin birbirini takip eden 44-48. ayetlerinde bu hususa da işaret edilerek şöyle buyurulmuştur: ‘İçinde nur ve hidayet bulunan Tevrat'ı elbette biz indirdik. Biz Tevrat'ta onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (olmak üzere kısası) farz kıldık… Onların izleri üzere (gitmesi için, arkadan), önceden gönderilmiş olan Tevrat'ı tasdik edici olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik; Ona da, hem kendinden önceki Tevrat'ı tasdik etmesi, hem de Allah‘tan korkanlara hidayet ve öğüt olması için, içinde hidayet ve nur bulunan İncil'i verdik… (Ey Muhammed!) Sana da, kendinden evvelki kitabı tasdik edici ve ona şahid olmak üzere, hak ile Kur'an'ı indirdik…'

Bu ayet meallerinden anlaşılan ve hiçbir şüpheye mahal bulunmayan gerçek mana şudur ki, Allah, bir takım şeriat hükümlerini ihtiva eden Tevrat'ı, tek bir dinin, yani İslam'ın kitabı olarak Musa'ya indirmiş, sonra Tevrat hükümlerini teyid ve tasdik etmek üzere İsa'ya İncil'i vermiş. Son olarak da, yine aynı dinin kitabı olmak ve kendinden önceki kitapları tasdik etmek üzere peygamberimiz Muhammed (sav)'e Kur'an'ı indirmiştir. Buna göre, her üç kitabın da, ayrı ayrı peygamberlere gönderilmiş olsa bile, zaman içinde giderek tekâmül eden ve Kur'an ile son şeklini alan İslam'ın kitapları olduğu anlaşılır. Ne var ki, bu kitapların ilk ikisi Tevrat ve İncil, Yahudi ve Hıristiyan olduklarını iddia ederek kendilerini İslam'dan ayıran kavimlerce tahrip edilip asılları ortadan kaldırılmış, böylece asıl müslümanlara, bu iki kitaba sadece ısım olarak inanmak kalmıştır. Kur'an ise, Hazreti Peygambere vahyedildiği şekilde ve hiçbir değişikliğe uğramadan, bir hidayet rehberi olarak günümüze kadar muhafaza edilmiştir; kıyamete kadar da öyle kalacaktır; çünkü onun muhafazasını Allah tekeffül etmiştir.

Bu açıklamalardan sonra şu husus kesin bir şekilde anlaşılmış olmaktadır ki, gönderilmiş olan bütün peygamberler, Allah'ın tek bir dinini tebliğ etmekle görevlendirildiklerine göre, bugün artık ne Yahudilikten ve ne de Hıristiyanlıktan söz etmek mümkündür. Al-i İmran suresinin 19 ve 85. ayetlerinde de belirtildiği gibi, Allah katında makbul olan yegâne din, İslam dinidir. Kim İslam'dan başka bir dinin peşine düşerse, o din ondan kabul olunmayacağı gibi, o kimse ahirette de hüsrana düşenlerden olacaktır. İşte bu sebepledir ki, Bakara suresinin 41. ayetinde Allah Ta'ala Yahudi'lere hitap ederek onları İslam'a davet etmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘(Ey İsrail oğulları!) Elinizdeki (Tevrat) ni doğrulamak üzere indirdiğim (Kur'an)e iman edin ve onu inkâr edenlerin ilki olmayın; ayetlerini de yok pahasına değişmeyin. Ve yalnız benden sakının".

Bu ayet meali ve diğer deliller, ister Yahudi olsun, ister Hıristiyan olsun, yahutta ne olursa olsun, bütün insanların Kur'an'a iman etmeleri ve İslam'ı din olarak benimsemeleri gerektiğini gösterir. Çünkü Allah katında yegâne makbul olan din İslam, bu dinin tek kitabı da Kur'an'dır.

Kur'an'ı Kerim Allah Kelamından oluşan bir kitaptır ve onun Allah kelamı olduğundan en ufak bir şüphe yoktur. Her kim kalbinde böyle bir şüpheye yer verirse, imanını ve İslam'ını yitirmiş olur; çünkü Allah'ın kitaplarına ve dolayısıyla Kur'an'a inanmak. İslam'da iman esaslarındandır. Ona inanmayan kimse, imanını yitirmiş olduğundan kâfir ismine müstehak olur ve Allah'ın rahmetinden uzak kalır. Hacc suresinin 55. ayetinde kâfirlerin bu halinden söz edilerek şöyle buyurulmuştur ‘Kâfirler, ölüm kendilerine gelinceye yahut müstesna bir günün azabı gelip çatıncaya kadar Kur'an'dan şüphe içindedirler.'

Kur'an'a iman, Kur'an'da yer alan Allah'ın emir ve yasaklarına helal ve haramlarına uymayı gerektirir. Nitekim Hazreti Peygamberin ahlakını soran bir kimseye Hazreti Aişe, ‘sen hiç Kur'an okumaz mısın? Peygamberin ahlakı Kur'an idi' demiştir.

Allah'ın haram kıldığını haram bilmek, helal kıldığını da helal bilmek, yine imanın gereklerindendir. Eğer bir kimse, ister kasıtlı, ister kasıtsız olsun, Allah'ın haram kıldığı bir şeye helaldir derse, yahut helal kıldığı bir şeyi haram ederse, Allah'a iftira etmiş olur. Bu konuyla ilgili olarak, Nahl suresinin 116. ayetinde şöyle buyurulmuştur: Dillerinizin yalan vasfetmesi dolayısı ile, şu helaldir, bu haramdır, demeyin; aksi halde, Allah‘a iftira etmiş olursunuz. Allah'a iftira edenler ise, asla felah bulamazlar.'

Kur'an hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmadıkça ve Kur'an ayetlerinin biribirleriyle olan bağlantılarını öğrenmedikçe, herhangi bir ayete dayanarak hüküm çıkarmak, yahut fetva vermek, insanı, Allah'a iftira etmek durumuna düşüren hallerdendir. Misal olarak Bakara suresinin içki ile ilgili 219. ayetini hatırlamak yeterlidir. Bu ayette Allah Ta'ala şöyle buyurmuştur: "(Ey Muhammed!) Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. (Onlara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günah, hem de faydalar vardır; fakat günahları faydalarından daha büyüktür.'

Bakara suresinin bu ayeti, Medine'ye hicretten sonra, içki hakkında ilk nazil olan ayettir. Ancak bu ayetle içki haram kılınmış değildir. Hatta Nisa suresinin "sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın" mealindeki 43. ayeti Medine'de daha sonraları nazil olduğu zaman da içki haram kılınmamıştı. Fakat sekizinci hicri senede Mekke'nin fethinden sonra Maide suresi ve bu surenin 90. ayeti nazil olunca, önceki iki ayette bir hayli sınırlandırılan içki kullanımı, bu ayetle artık tamamen haram kılınmış olmaktadır. Bu ayeti kerimede Allah Ta'ala şöyle buyurmuştur: ‘Ey iman edenler içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, şeytan işi birer pisliktir. Ondan sakının ki kurtuluşa eresiniz."

Şeytan işi bir pislik olarak nitelendirilen içki, bu ayetle haram kılındıktan sonra, herhangi bir kimsenin, ‘içkinin faydası da vardır' diyerek Bakara suresinin 219, yahut ‘sarhoş olmayacak kadar içki içmekte bir mahzur yoktur' diyerek Nisa suresinin 43. ayetine göre hüküm vermesi ve fakat içkiyi haram kılan son ayetten habersiz görünmesi, Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal kılmak ve Allah'a iftira etmek manasına gelir.

Kur'an'da, örneğini verdiğimiz içki ayetlerine benzer daha birçok ayet vardır ve bu ayetler arasındaki bağlantı gözönünde bulundurulandan herhangi bir ayetle hüküm vermek hiçbir müslümana yaraşmaz. Tirmizi'nin Cami'inde ve Ahmed b. Hanbel'in Musned'inde yer alan bir hadis-i şeriften öğrenildiğine göre, Hazreti Peygamber, ‘Kur'an hakkında bilgisizce, (yahut kendi keyfince) söz söyleyen kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın' buyurmuştur ki, bu Kur'an ayetlerine gelişi güzel mana verenler için küçümsenecek bir tehdit değildir.

Kur'an, Allah Ta'ala'nın, peygamberler silsilesinin son halkasını teşkil eden Muhammed (sav)'e vahiy yoluyla ve Cebrail vasıtasıyla indirdiği mukaddes kitabın adıdır. Kur'an'ı Kerim'in pek çok yerinde bu mukaddes kitabın Kur'an adı altında zikredildiği görülür. Mesela Bakara suresinin 185. ayetinde Ramazan ayından söz edilirken, insanlara yol gösteren ve hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'an'ın bu ay içinde indirildiği bildirilmiş, En'am suresinin 19. ayetinde, Hazreti Peygambere "bu Kur'an, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu' demesi emredilmiştir. Yusuf suresinin ilk üç ayetinde Kur'an'dan söz edilerek şöyle buyurulmuştur: ‘Elif. Lam. Ra. Bunlar, (bütün gerçeği) açıklayan Kitabın Ayetleridir. Biz onu anlayasınız diye arapça bir Kur'an olarak indirdik. Ey Muhammed! Sana vahyettiğimiz bu Kur'an ile kıssaların en güzellerini anlatıyoruz. Halbuki önceden sen, bunlardan habersizdin". İsra suresinin 9-10. ayetlerinde de ‘bu Kur'an, insanları en doğru yola iletir, iyi iş işleyen mü'minlere büyük mükafat olduğunu müjdeler. Ahirete inanmayanlara da acısı büyük azab hazırladığımızı haber verir' denilmiştir.

Örnek olarak sadece bir kaçının meallerini zikrettiğimiz bu Ayet-i kerimeler, Kur'an kelimesinin, Allah Ta'ala tarafından Hazreti Peygambere vahyedilen kitaba özel bir ad olarak verildiğini göstermeye yeterlidir.

Müfessirler, Kur'an kelimesinin lügat yönünden kökünü araştırmışlar, fakat belirli bir görüş üzerinde ittifak edememişlerdir. Bazılarına göre kelime, hiçbir kökten türememiştir. Bu sebeple o, Allah kelamına, bizzat Allah Ta'ala tarafından verilmiş özel bir isimdir.

Kelimenin bir kökten türemiş olduğu görüşünü ileri sürenler ise, hemzenin asit harflerinden biri olup olmaması yönünden onu değişik şekilde açıklamaya çalışmışlardır. Hemzeyi onun asit harflerinden saymayanlara göre Kur'an, bir şeyi bir şeye zammetmek, yaklaştırmak manasına gelen kara'e kökünden türemiş bir isimdır. Bu manada Kur'an sureleri, ayetleri ve harfleri biribirine yaklaştırılmış, eklenmiş bır kitap demektir. Diğer bir görüşe göre kelime, eş ve benzer manasına gelen kann (kara'in) den müştaktır. Zira Kur'an ayetleri birbirine benzer birbirini teyid ve tasdik ederler.

Kelimeyi hemzeyle okuyanlar ise, bazısı onun toplamak manasına gelen kary'den müştak olduğunu söylemişlerdir. Bu manada Kur'an, sure ve ayetleri, yahut kendinden önce indirilmiş olan mukaddes kitapların, özellikle itikada taalluk eden esaslarını, yahutta bütün ilimleri öz olarak kendinde toplayan, biraraya getiren kitabın adıdır. Diğer bazıları ise, kelimenin tilavet etmek, okumak manasına gelen kara'e kökünden türemiş mef'ül manasında bir masdar olduğunu ileri sürmüşlerdir ki, ‘okunan kitap' demektir. İslam Alimleri arasında tercih edilen görüşün, bu sonuncusu olduğu anlaşılmaktadır.

Allah Ta'ala'nın, Peygamberine indirdiği bu yüce kitabı, O'nun muhtelif surelerinde zaman zaman değişik isimlerle zikrettiği de görülür. Mesela Duhan suresinin ilk ayetlerinde Ha-Mim. Ve'l-Kitabi'l-mubin buyurduğu zaman, Kur'anı Kitab ismiyle zikrettiği anlaşılır ki, bu ismin Kur'anı Kerim'de sık sık tekrar edildiği görülür. Bunun gibi, Kur'an'a delalet etmek üzere Kelamullah, Nur, Huda, Rahmet, Furkan, Şifa, Mev'ıze, Zikr gibi isimler zikredilmiştir ki, bazı müellifler, Kur'an veya Kitaba sılat olarak gelen tabirleri de sıralayarak, bu isimlerin sayısını yüze kadar çıkarmışlardır.

Allah Ta'ala tarafından Hazreti Peygamber'e vahiy yoluyla gönderilmiş ve gönderildiği anda yazıya geçirilmiş olan Kur'an-ı Kerim, her birinin özel ismi bulunan ve sure denilen 114 bölümden meydana gelmiştir. Her sürenin birbirinden farklı sayılarda ayetleri vardır. Kur'an-ı Kerim'in mukaddimesi mahiyetinde olan Fatiha suresi nazarı dikkate alınmazsa, 286. ayetten müteşekkil olan Bakara suresi, Kur'an'ın başında, 5 ila 10 ayetli en kısa sureleri ise, sonunda yer almıştır. Bu bakımdan Kur'an'da uzun surelerden kısa surelere doğru geçişi gösteren bir tertibin bulunduğu dikkati çeker.

Yukarıda mahiyetine kısaca işaret ettiğimiz Kur'an-ı Kerim'in Hazreti Peygambere indiriliş sebebini anlayabilmek için, onun indirildiği sıralardaki insanlık alemine kısa bir göz atmak faydalı olacaktır.

Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerim, miladi yedinci asrın başlarında Arabistan Yarımadasının Hicaz bölgesinde nazil olmaya başlamıştır. Bu sıralarda Arabistan dışında iki büyük devlet biribirleriyle devamlı bir mücadele halinde bulunuyor ve her ikisi de Arabistan için büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Bunlardan birisi, Suriye ve Mısır'ı da elinde bulunduran Bizans veya Rum, diğeri ise, Irak ve Yemen'e hakim olan Pers veya Fürs İmparatorluğuydu ve her iki imparatorluk da, coğrafi mevkinin önemi ve özellikle Rum'lara Hind yolunu açacak olması dolayısıyla Arabistan üzerindeki hakimiyetlerini yaymaya çalışıyordu.

İranlıların dini Mecusilikti, yahut Zerdüşt dinine bağlıydılar. Bu sebeple, hakimiyetleri altında bulunan Irak ve Yemen'de de bu dinin yayılmış olduğunu ve Arabistan'a buralardan sızdığını kabul etmek gerekir. Bizanslılar ise Hıristiyan idiler; hakim oldukları Suriye ve Mısır'da bu dini yaymışlar, onun aynı zamanda Arabistan'a da girmesine yardımcı olmuşlardı. Zaten Pers'Ierden önce Hıristiyan Habeşlilerin işgalinde bulunan Yemen'de Hıristiyanlık yaygın bir halde bulunuyordu. Yahudiliğin ise, Suriye ve Filistin'de Hıristiyanların baskısına maruz kalan Yahudilerin güneye doğru göç etmeleri neticesinde yayıldığı görülür.

Bu değişik din ve inançlar, komşu ülkelerden Arap Yarımadasına girip kendilerine bazı yerleşim merkezleri sağlamaya çalışırken, bu ülkenin asıl sahipleri olan Araplar ise, müşrikliğin değişik görüntüleri altında kendi inançlarını koruma gayreti içinde bulunuyorlardı. Kur'an-ı Kerim, İslam öncesinde Arap Yarımadasında yaygın olan çeşitli din ve inançlara Hacc suresinin 17. ayetinde işaret ederek şöyle demiştir. ‘iman edenler, Yahudiler, Sabiiler, Nasraniler, Mecüsiler ve Müşrikler arasında Allah kıyamet günü hüküm verecektir, O her şeye kaadirdir."

Ayet-i kerimeden de anlaşıldığı gibi, İslam'dan önce Arabistan'da bulunan başlıca dinler, Yahudilik, Sabiilik, Hıristiyanlık, Mecüsilik ve bir de Müşrik dinidir.

Ancak bu değişik din ve inançlardan hiçbirisinin, mensuplarını gerçek ‘din' mefhumunun delalet ettiği hak yola ulaştırması mümkün değildi. Bu dinlerden bilhassa Yahudilik ve Hıristiyanlık, ilk insanın yaratılışından bu yana. Allah tarafından gönderilen peygamberler silsilesi içinde vücut bulmuş olmalarına rağmen, Yahudi ve Hıristiyanların maksatlı davranışlarıyla asif hüviyetlerinden uzaklaştırılmış, gayelerinden de saptırılmışlardı. Fiihakika gerçek din, Kur'an-ı Kerim'in İhlas suresinde de açıkladığı gibi, tevhid esası üzerine bina kılınmıştır: ‘Allah birdir. Her şeyden müstağni, fakat her şey O'na muhtaçtır. Ne doğurmuş, ne de doğurulmuştur, O'nun hiçbir eşi ve dengi yoktur. İlk insandan itibaren Allah'ın zaman zaman gönderdiği peygamberler vasıtasıyla insanlara tebliğ ettiği dinin esası da budur. Nasıl ilk peygamber Adem (as)'e bu esası öğretmişse, son Peygamber'e de aynı esası öğreten ve bunun bütün insanlara öğretilmesini emretmiştir. Nitekim Enbiya suresinin 25. ayetinde bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: ‘(Ey Muhammed!) Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, benden başka ilah yoktur; yalnız bana ibadet edin, diye vahyetmiş olmayalım."

Tevhidin bütün insanlara talimi hususundaki gerçek bu olunca, Yahudilerin Hıristiyanların yahut kendilerini başka bir dinin mensubu olarak tanıtan diğer insanların bu tevhidden haberdar olmamış ve kendilerine gönderilen peygamberlerin, onu kendilerine tebliğ etmemiş olmaları mümkün değildir.

Bütün peygamberler, Allah katında bir tek olan dini insanlara tebliğ etmek ve öğretmek için gönderilmişlerdir, Ancak ilk peygamberden son peygambere kadar gelip geçmiş bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri şeriat ahkâmı arasında bazı farklar varsa, bu, insanlık aleminde varlığı hiçbir akıl sahibi tarafından inkar edilemeyecek olan gelişmeye paralel bir dini gelişme olarak değerlendirmek gerekir. Bu bakımdan, her peygamber, insanlara tebliğ ettiği dini, kendinden önceki peygamberin tebliğ ettiği dini tamamlayan, zamanın ihtiyaçlarına cevap vermeyen hükümlerini tadil eden, yeni hükümler getiren ve fakat akaid, ibadet ve ahlak gibi dinin özüne taalluk eden hususlarda biribirini daima ve mutlaka teyid ve tasdik eden bir hüviyete sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Kur'an-ı Kerim'de, Maide suresinin 44. ayetinde ‘içinde hidayet ve aydınlık olan Tevrat'ı biz indirdik…' 46. ayetinde "onların ardından Meryem oğlu İsa'yı, ellerindeki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderdik."

48. ayetinde de "(Ey Muhammed!) Sana da hak olarak kendinden evvelki kitapları tasdik edici olarak ve onlara bir şahid olmak üzere Kur'an'ı indirdik…" Bakara suresinin 41. ayetinde Yahudilere hitap edilerek "elinizde bulunan Tevrat'ı doğrulamak üzere indirdiğim Kur'an'a iman edin", 91. ayette, "kendilerine, Allah'ın indirdiği Kur'an'a iman edin, denildiğinde, biz, bize indirilen Tevrat'a inanırız, diyorlar ve Tevrat'tan başkasını, ellerindekini tasdik edici olarak gönderilen bir hak olmasına rağmen inkar ediyorlar" buyurulmuş olması da bunu teyid eder.

Akaid (inanç ve ahlak) konusunda hiçbir peygamber bir diğerinden farklı inanç getirmemiştir. Allah'a, Allah'ın birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kadere, ahiret gününe ve bu gündeki hesaba iman, bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri esaslardır. Mü'minun suresinin 51-52. ayetlerinde ‘Ey peygamberler temiz şeylerden yiyin; salih amel işleyin, şüphesiz Ben ne yaptığınızı bilirim. Ve işte bu ümmetiniz, (hepsi tek bir dine, İslam dinine bağlı oldukları için) tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim; ‘Ben'den korkun buyurulmuş ve bütün peygamberlere, helal kazancın, ibadetin ve salih amelin emredildiği açıklanmıştır. Enbiya suresinin 73. ayetinde Lüt, İbrahim, İshak ve Yakub'tan söz edildikten sonra, onları emrimizle insanları doğru yola ileten imamlar yaptık; onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılıp zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi'; Meryem suresinin 55. ayetinde Hazret-i İsmail "etrafında bulunanlara, namaz kılmalarını emrederdi'; Ta-Ha suresinin 14. ayetinde Hazret-i Musa'ya hitap ederek ‘şüphesiz Ben Allah'ım; Ben'den başka tanrı yoktur; Bana kulluk et; Ben'i anmak için namaz kıl" Meryem suresinin 30-31. ayetlerinde henüz çocuk olan Hazret-i İsa'nın ağzından, ‘Ben, şüphesiz Allah'ın kuluyum, Bana kitap verdi ve Beni peygamber yaptı; nerede olursam olayım, Beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece namaz kılmamı, zekat vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti' buyurulmak suretiyle, bu peygamberlere namaz kılmanın, zekat vermenin ve hayırlı iş işlemenin nasıl emredildiği bildirilmiştir. Bakara suresinin ‘ey iman edenler oruç, sizden önceki milletlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı" mealindeki 183. ayetinden de anlaşıldığı gibi oruç, geçmiş peygamberler tarafından biliniyordu, Hacc ise, Hacc suresinin 27. ayetinde bildirildiği gibi, İbrahim (as)'e farz kılınmış, ayrıca insanları hacca davet etmesi emredilmiştir.

Daha önce işaret ettiğimiz Bakara suresinin "elinizde bulunan Tevrat'ı doğrulamak üzere indirdiğim Kur'an'a iman edin" mealindeki 41. ayeti gözönünde bulundurulursa, Allah Ta'ala'nın, Hazret-i Musa'ya indirdiği şeriat ahkamını ve ahlaki kaideleri bazı değişikliklerle ve farklı bir uslübla Hazret-i Peygamber'e de indirmiş olduğu anlaşılır. Her ne kadar bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın Hazret-i Musa'ya indirilen Tevrat'tan çok farklı olduğu bilinirse de, içinde ilahi rivayete dayalı bazı sahih haberlerin bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Bu haberler arasında Kur'an hükümlerine benzer hükümler bulunması gayet tabiidir. Mesela Tevrat'ın çıkış kitabında 20. Bab'ta yer alan meşhur ‘on emir'in. Hem Mana İncil'i (Bab 5)'nde yer alan Hazret-i İsa'nın dağdaki yazı, hem de Kur'an-ı Kerim ile tasdik edildiği görülür. Ancak, Tevrat ve İncil'de, bu emirler topluca zikredildiği halde, Kur'an'da Mekki ve Medeni surelerde dağınık olarak ve ihtiyaç duyulduğu zamanlarda meselelere çözüm getiren birer hüküm şeklinde indirilmiştir.

İtikad, ibadet ve ahlakla ilgili konularda, mukaddes kitapların getirdikleri hükümler arasındaki bu benzerlik, hepsinin de tek bir kaynaktan neş'et ettiklerini ve hepsinin de tek bir gayede birleştiklerini gösterir. Gerek Tevrat ve gerekse İncil ve Kur'an, hepsi de Allah Ta'ala tarafından indirilmiş olmaları dolayısıyla menşeleri, hepsi de Allah'ın tek olan dinine davet etmeleri dolayısıyla da gayeleri bir olan kitaplardır ve hiçbir din mensubunun bu gerçeği inkar etmemesi gerekir.

Ne var ki, gerek Yahudiler ve gerekse Hıristiyanlar, Allah'ın bir olan dinini parçalamışlar, kendi heva ve heveslerine uygun bir takım sapıklıklara din diyerek Yahudilik ve Hıristiyanlık adı altında inanmışlar, sonra da birbirlerini kötülemeye çalışmışlardır. Bakara suresinin 113. ayetinde de açıklandığı gibi, Yahudiler, Hıristıyanları itham ederek hak yol üzerinde olmadıklarını ileri sürrnüşler, Hıristiyanlar da Yahudiler hakkında aynı iddiada bulunmuşlardır. Oysa ellerinde bulunan kitaplar, biribirlerini tasdik ederek ve kendilerinden sonra gelecek olan kitap sahibi peygamberleri haber vererek kendilerini tek bir yola davet ediyorlardı ve eğer bunlar kendi kitaplarına iman etmiş olsalardı, yolları ayrılmaz, son gelen peygambere ve ona indirilen Kur'an'a da iman ederlerdi.

Kur'an-ı Kerim, Yahudilerin, kendi peygamberlerine ve kitaplarına inançsızlıklarını bütün açıklığıyla gözler önüne sermiştir. Bakara suresinin 47. ayetinden itibaren onlara ihsan edilen sayısız nimetlere rağmen, onların bu nimetler karşısında nasıl nankörlük edip küfre daldıklarını örnekleriyle görmek mümkündür. Firavun ordusundan kurtarıldıktan sonra, Musa (as)'nın kırk günlük yokluğundan faydalanarak bir buzağı heykelini kendilerine tanrı edinmeleri55[1], Allah'ı apaşikar görmedikçe Musa'ya inanmayacaklarını söylemeleri56[2], kendilerine kesmeleri emredilen bir sığırı kesmemek için direnmeleri57[3], Allah'tan başkasına ibadet etmemek, anaya, babaya, akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilik etmek, insanlara güzel söz söylemek, namazı kılıp zekatı vermek hususunda kendilerinden alınan misakı ihlal etmeleri58[4], kendilerine gönderilen peygamberlerden bazılarını inkar edip bazılarını öldürmeleri59[5], Allah'ın vahyini peygamberlere getiren Cebrail'e düşman olmaları60[6], Yahudilerin gerçek dinden ne kadar uzak kaldıklarını gösteren bir kaç örnektir. Ellerindeki Tevrat'ı ne derece tahrif etmiş olurlarsa olsunlar, içerisinde, onların bu inançsızlıklarını tasvib yahut kültürlerine mesned şekil eden tek bir ibareye rastlanmayacağına şüphe yoktur.

Hıristiyanlar da Yahudilerden farklı değillerdi. Maide suresinin 14. ayetinde ‘biz nasraniyiz diyenlerden de misak almıştık; fakat onlar, kendilerine tebliğ olunanın bir kısmını unuttular. Onun için, biz de onlar arasında kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık saldık' denilmek suretiyle Hıristiyanların nasıl doğru yoldan ayrıldıkları açıklanmış; yine aynı sürenin 17. ayetinde, onların ‘Allah, ancak Meryem oğlu İsa'dır' diyerek kâfir olmaları, sapıklıklarının en belirli örneği olarak zikredilmiştir. Hıristiyanları şirke götüren bu inanca göre, İsa'nın Allah olması, onu Allah'ın oğlu olarak kabul etmelerinin bir neticesiydi. Nitekim Tövbe suresinin 30. ayetinde bu hususa da işaret edilerek ‘Yahudilerin, Uzeyr Allah'ın oğludur; Hıristiyanların da Mesih (İsa) Allah'ın oğludur, dedikleri' açıklanmış, bunu takip eden ayette ise bu inançta olan kimselerin ‘Allah'ı bırakıp Alimlerini, Rahiplerini ve Meryem oğlu İsa'yı Rab edindikleri' bildirilmiştir.

İşte, İslamiyet geldiği zaman kitap ehlinden olan ve Allah'a, Allah'ın birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanmaları gereken Yahudi ve Hıristiyanların gerçek durumları bu idi. Bu halleriyle onların, diğer sapık din mensuplarından hiçbir farkları yoktu.

Kitap ehlinin karşısında bulunan ve inançları itibariyle müşrik adını taşıyanlar ise, insanların büyük çoğunluğunu teşkil ediyor, Arabistan'da da bunlar çoğunlukta bulunuyordu, Bunların Allah'a inanan, fakat ahireti inkar eden, hem Allah'ı hem ahireti inkar eden, Allah'a ve ahiret gününün bir çeşidine inanmış olsa bile, peygamberleri inkar eden çeşitli kolları vardı ve fakat hepsi de putlara ibadet ediyorlardı. Allah'a inananlar ise, ibadet ettikleri putların, kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanıyorlardı.


[1] (ayet 51)

[2] (ayet 55)

[3] (ayet 67)

[4] (ayet 83)

[5] (ayet 92)

[6] (ayet 97)

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Elif BAŞARAN

Elif BAŞARAN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx