AKP ve Cemaat’in TARAFI aynı;SADECE TARZLARI VE TAVIRLARI FARKLIYDI!
Hükümetle Cemaat arasındaki seviyesiz ve saygısız çatışmayı bir hayır ve hizmet yarışı veya Hak Batıl savaşı sanmak, gerçeği saklamak ve saptırmaktır. (İyi niyetle AKP’ye oy veren kitleleri Hükümet’in kurmay kadrosundan ve Cemaat’in istikametli talebe ve takipçilerini CIA-MOSSAD maşası üst kademe takımından kesinlikle ayırarak söylüyorum ki) Bu kahpe kavgayı, paralel çete oluşumlarıyla, meşru devlet kurumlarının, yani kirli ve hain parazitlerle Milli cephenin bir hesaplaşması şeklinde değerlendirmek de yanlıştır. Bu yaşananlar, şahsi ihtiras ve iktidarları uğruna dini, devleti ve milleti tahrip pahasına dış odaklara taşeronluk yapmaktan sakınmayan sapkınların, ilahi intikam ve kader kırbacıyla birbirlerini defedip saf dışı bırakma olayıdır. “Eğer Allah’ın, insanlar(ın hain ve zalim takımının) bir kısmını diğer kısmıyla (bazısını bazısıyla) def edip (etkisizleştirip devre dışı bırakması) olmasaydı, (adalet nizamı ve insan haklarına saygı çerçevesinde, birlikte huzur ve emniyet içerisinde yaşaması gereken) manastırlar, kiliseler, havralar ve Allah isminin çokça zikredildiği Camiler, muhakkak yıkılıp harap olurdu. Allah kendi (dini)ne yardım edenlere (ve Adil bir Düzen için gayret gösterenlere) kesinlikle yardım edecek (ve zafere eriştirecektir)” (Hacc: 40) ayeti bu gerçeği anlatmaktadır. Evet, kaderin cilvesi ve Milli Güçlerin sevkiyle, önce AKP Hükümeti eliyle Cemaat=CIA-MOSSAD takımı iyice deşifre edilip savuşturulacak, ardından dünyalık makam ve menfaat hırsıyla bir araya toplanan AKP dağıtılacaktır. Ey dostlar, Kur’an’ın adalet nizamını arzulamayan ve bu yolda gayesi ve gayreti olmayanların, Allah’ın ve Resulüllah’ın rızasını aradıklarına, hangi izan ve vicdanla inanılacaktır?
İnsanın tarafı ve safı!
İman; Hakka, hayra ve temel insan haklarına taraf olmaktır. Çünkü “İman edenler (mecburen) Allah yolunda (Hak ve adaleti hâkim kılmak amacıyla) çarpışıp çırpınanlardır. İnkâr edenler ise, tağut yolunda (haksızlık ve ahlaksızlık düzenleri devam etsin diye) çarpışıp çırpınanlardır” (Nisa:76) Yeryüzünde ve bütün tarih sürecinde, sadece iki saf=cephe bulunacaktır: Hak-Batıl, İman-Küfür, Rahmani-Şeytani… Ve insanların imtihanı işte bunlardan hangisine tabi ve taraf olduğu sorusuyla başlamaktadır. Haktan mı, Batıldan mı; İslam nizamından mı, yoksa Siyonist-Haçlı Batıdan mı? taraf olduğu, bir insanın en şaşmaz iman ayarıdır. Her konuda ve her durumda mutlaka Hakka taraf olmak ve İslam’ın safında yer almak ne kadar lüzumlu, olumlu ve onurlu bir davranışsa; kendi Cemaat, tarikat, mezhep, kavmiyet ve partisini İslam kardeşliğinin ve ümmet bilincinin üstünde saymak ve başka Müslümanlara nefret ve husumetle yaklaşmak olan “Tarafgirlik ve taassup” ta o denli aşağı ve bayağı bir anlayıştır.
İnsanın tarzı:
Bir insanın inancını, yaşama amacını ve faziletli farklılıklarını dışa vuran ve onun karakter ve kapasitesini yansıtan genel yaklaşımlarıdır.
İnsanın tavrı:
Tavır; bir durum ve bir oluşum karşısında kişilerin takındığı davranışlardır. “Tavır almak, tavır koymak, tavır takınmak” deyimleri, insanın etkileneceği olaylar karşısındaki tepkilerini anlatan kavramlardır. Örneğin şuurlu ve sorumlu bir Müslüman’ın, her yerde ve her halde İslam’ın birliğinden ve Müslümanların dirliğinden TARAF olması imani tercih ve gayretinin; zulme ve hıyanete düşmeyen farklı parti, tarikat ve cemaat mensubu din kardeşlerine ve ayrı Dinden kimselere olgun ve olumlu TARZI onun insani efendilik ve edebinin; çeşitli felaket ve musibetlere uğramış, her din ve düşünceden herkesin acısını paylaşan TAVRI ise vicdani erdeminin bir icabı ve toplumsal barışın ihtiyacıdır. Aksi halde rakip bildiği ve fayda gelmez zannettiği kesimlerin cenazelerine bile saygı göstermemek, o gençleri sahiplenmemek, ailelerinden ve yakın çevrelerinden bir taziye mesajını bile esirgemek ve hele “ben %50’den fazlayım” diye bu insani tavırlara tenezzül etmemek, Rahmetli Erbakan’ın tanımıyla açık bir “hidayet kararması”, vicdani damar ve duyarlılıkların kuruması ve “Mayasızlık fıtratının” açığa çıkmasıdır!
İnsan; tarafı, tarzı ve tavrıyla, özgün bir kimlik kazanır. Tarafı şahsiyetinin, tarzı haysiyetinin, tavrı ise hassasiyetinin dışa vurulmasıdır. Fetullah Hoca, Siyonist+Haçlı odakların Türkiye vitrin kuklası; Cemaat, CIA-MOSSAD’ın paralel yapılanmasıdır. Recep T. Erdoğan ise, Türkiye dahil 27 İslam ülkesinin parçalanmasını amaçlayan BOP’un eş başkanı, yani bu Siyonist planın kahyasıdır. Fetullah Hoca ve Cemaatin de, Recep T. Erdoğan ve AKP Hükümetinin de TARAFI, İslam Birliği ve Kur’an Nizamı değil, Avrupa Birliği ve Amerikan Müttefikliği temelli BATI’dır. Yani her ikisinin de gerçek ayarı ve tarafı aynıdır; sadece istismar alanları ve kendilerine verilen rol icabı, TARZ’ları ve TAVIR’ları farklıdır. Elbette bütün bunları birbirinden tamamen bağımsız ve alakasız sanmak yanlıştır. Ama imani tarafımız insani tavrımıza ve vicdani tarzımıza engel olmamalıdır.
İnsanların Tarafı (safı), Tarzı ve Tavrı, şu kaynaklardan beslenip olgunlaşıyordu:
İnsanların tarafı: kişinin inancıyla ve hayata bakış açısıyla; tarzı: fıtratı(yaratılışıyla), yetişme ve eğitilme aşamalarıyla; tavrı ise: onun ahlakıyla ve insani yaklaşımıyla alakalıdır.
İnsanların tarafı, ideolojik hedefleriyle; tarzı, psikolojik perspektifiyle; tavrı ise sosyolojik prensibiyle ilgili bir olgu sayılmaktadır.
İnsanların tarafı, temel değerlerini; tarzı, özel karakterini; tavrı ise genel terbiyesini yansıtır.
İnsanların tarafı, iman ayarıyla; tarzı, kafa yapısıyla; tavrı ise vicdani duyarlılığıyla ortaya çıkmaktadır.
Evet, insanların tarafının itikat ve iz’anıyla; tarzının ilim ve irfanıyla; tavrının ise ihsan ve insafıyla şekillendiği bir vakıadır.
Öz kız kardeşine hatta kendi annesine tecavüz ettikten sonra öldürmelerin başladığı, ensest cinsi sapıkların yaygınlaştığı, milyonluk rüşvetler alıp vermeye ve devlet malını zimmetine geçirmeğe fetvaların alındığı, Milli duyarlılıkların ve manevi sorumlulukların hızla erozyona uğradığı, kasıtlı olarak kamplaştırılıp kutuplaştırılan toplumun korkunç bir kaos ve kapışma ortamına hazırlandığı, günü kurtarmak için topraklarımızın, fabrikalarımızın, limanlarımızın yabancılara satıldığı bir Türkiye, işte bu erdemsiz ve edepsiz tavırların acı sonuçlarıdır.
AKP günü kurtarıyor, ama geleceğimizi karartıyordu!
Evet, AKP iktidarları döneminde, duble yolarla şehirlerarası trafik oldukça rahatlamıştı… TOKİ’lerle halkımızın konut ihtiyacı önemli ölçüde karşılanmıştı… Hastane ve sağlık hizmetleri kolaylaşıp yaygınlaşmıştı… Pek çok ilimize havaalanları yapılıp ulaşım çabuklaşmıştı… Eğitimde imkân ve fırsatlar artırılıp yeni üniversiteler açılmıştı… Keyfi başörtüsü yasağı pek çok resmi kurumda kaldırılıp birtakım temel haklar sağlanmıştı… Sosyal yardımlarla birçok mağdur aileye el atılmıştı… Ancaaak… Bütün bunlar, kanser tümörleri bütün iç organlarını sararken ve kan damarları kangrenleşirken, hastanın ağrı-sızılarını dindiren uyuşturucular verilerek, yüzüne estetik yapıp pudra sürmekten ve güzel elbiseler giydirip süslemekten farksızdı!.
Barzani’nin hatırı, Başbakan’ın inat katırını bastırıyordu!
06.03.2014 ATV’de canlı yayına katılan Başbakan’a Mehmet Barlas soruyordu:
- Mustafa Koç sizden randevu istiyor, ancak vermiyordunuz. Sonra araya çok hatırlı birini soktu ve randevu verdiniz. Bu hatırlı kişi kimdir?
Başbakan Erdoğan:
- Evet, Mustafa ve Ali Koç, abi kardeş geldiler, konuştuk ve görüştük, ama araya soktukları kişiyi bana sormayın!
Mehmet Barlas:
-Biz söyleyebilir miyiz? Çünkü haber değeri var!
-Tabii, buyurun söyleyin…
-Mesut Barzani!
-Evet, Koç şirketi Kuzey Irak’ta yatırım yapıyor. O yatırım hakkında görüştük…
-Peki, Aydın Doğan’a da randevu vermiyordunuz, eğer Barzani’yi devreye soksa verir misiniz?
Başbakan:
- Hayır, O’nun daha büyük bir aracı bulması lazım!…
Evet, görünüşte Fetullah Gülen cemaatine, yani Başbakan’ın ifadesiyle “Paralel Çete”ye destek olduğu ve “Faiz Lobisi”ne mensup bulunduğu için zehirli oklarına hedef olan Mustafa Koç’la Sn. Erdoğan, Mesut Barzani’nin hatırını kıramayıp şirketleriyle ilgili özel görüşmeler yapıyordu!?.. Kendi itirafıyla, aynı tür görüşmeleri rakip sayıp saldırdığı Milliyet grubunun sahibi Aydın Doğan’la da yapabileceğini, ancak daha hatırlı zevat’ın devreye girmesi gerektiğini söylüyordu! Toplumu sürekli çatışma ve kutuplaşma ortamına iten ve güya faiz lobisine haddini bildiren Recep T. Erdoğan, aslında onlarla ve Barzani gibi ortak dostlarının aracılığıyla sürekli görüşüyordu. Yani Cemaat-Hükümet kapışmasının senaryosu bile başkalarınca hazırlanıyor, Recep Bey ve Fetullah Gülen sadece rollerini oynuyordu!?
“İlker Başbuğ’un tahliyesi sembolik olarak yeni bir dönemin başladığının da işareti… Eğer AKP önümüzdeki seçimlerde yüzde 45 civarında bir oy alırsa söz konusu yeni dönem gerçekçi bir hüviyet kazanacak. Muhtemelen önümüzdeki yıla yayılan bir biçimde bürokrasi içinde bir ‘yeniden yapılanmaya’ tanık olacağız ve bunun akabinde çözüm sürecinde daha kalıcı adımlar atılacak. Hükümet geçmişte askerî vesayeti püskürtmek için Hizmet Hareketi ile koalisyon yapmıştı. Bugün ise yargının bir vesayet aracı olarak kullanılmasını engellemek üzere Cumhuriyet bürokrasisi ile koalisyon yapmaya meylediyor. Beklenti, hükümetin toplumsal meşruiyeti perçinlemesi ile birlikte, başta asker olmak üzere bürokrasinin de kendisini yeni duruma adapte edeceği. Böylece çözüm süreci Kürtler nezdinde de daha güvenilir bir ‘devlet’ zeminine oturacak. Dolayısıyla Başbuğ’un tahliyesinin işin özünde siyasî bir tasarruf olduğunu söylemek mümkün… Bunun, Türkiye’deki siyasî atmosferi belirgin bir biçimde değiştireceği açık… Laik kesimin yeniden özgüven kazanacağı bir döneme girilirken, AKP ile asker arasındaki ilişkinin yumuşamasına da tanık olacağız.” [1] diyen Etyen Mahçupyan, Ordu’ya yönelik tahribatların tamire çalışılmasından ve asker-sivil yakınlaşmasından, yoksa tedirgin mi oluyordu? Acaba bu yeni ittifaklar ve irtibatlar dönemini kimler başlatıyordu ve birbiri ardına cezaevinden çıkan isimler ve bunların ardındaki güç kimler oluyordu? Çünkü İlker Başbuğ başta olmak üzere pek çok tanınmış ismin tahliye edilmesi, Türkiye’de yeni bir dönemin başladığına işaret ediyordu. Tahliyeler, tahliye edilenlerden ziyade, yeni bir süreci başlatması bakımından önem kazanıyordu. Bu tahliye zinciri, elbette öncelikle hukukun gereği idi, üstelik çok da geç kalmış bir durumdu. Ancak bu tahliyelerin hukuk dışında da anlamı ve karşılığı bulunuyordu.
Tam bu sırada MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, Oslo görüşmelerine Abdullah Öcalan ve Başbakan Erdoğan'ın da katıldığını ima ediyordu. Terörist başı Öcalan'la Başbakan Erdoğan'ın; 'KCK Paralel Devlet' yapılanmasında Kuzey Kürdistan'ın kurulmasında ve Türkiye'de bir Kürdistan coğrafyası oluşturulmasında anlaşmaya vardığını söyleyen Vural, "Bu anlaşma muhtemelen yüz yüze bir görüşme neticesinde olduğuna ilişkin bende bir kanaat güçlüdür" diyordu.
Milliyet gazetesi sahibi Erdoğan Demirören'in İmralı tutanaklarının yayınlanmasından dolayı Başbakan Erdoğan tarafından azarlandığını ifade eden Vural, Öcalan'ın Erdoğan'ın koruma ve kollaması altında olduğunu vurguluyordu. Oslo'daki müzakereler sırasında Başbakan'ın Öcalan'la irtibata geçmesinin yadırganacak bir husus olmadığını belirten Vural, "Başbakan Erdoğan'ın yol arkadaşı Öcalan olduğu gayet açık ve net ortadadır. Böyle bir fotoğraf olduğunu biliyoruz. Fotoğrafın ötesinde bir harita üzerinde anlaştıklarını biliyoruz. Bu haritayı da meşrulaştırmak için adım atacaklarını söylüyorlar." diyordu.
“17 Aralık’tan beri taraflar kendisini haklı, karşısındakini haksız sayıyor. İki tarafın da süreç içerisinde karşısındakinin haksız olduğunu ispatlamak için kullanabileceği epey malzeme birikti. Tarafların her durumda desteğe hazır güçleri var ve o güçler karşı tarafı ‘bitirme’ üzerine kurulu bir stratejinin parçası oluyor. Geçmişte, şimdi birbirine karşı savaşan tarafları bir arada ‘bitirmeyi’ öngören askerlerce hazırlanmış bir plan kamuoyu bilgisi dahiline girdiğinde, ikisi birden, buna olağanüstü tepki göstermiş, o tepki yüzünden planı hazırlayanlar inkâr yoluna sapmışlardı. Oysa (askerlerin hazırladığı) o planın ‘gerçekliği’ bugün her zamankinden daha fazla kendini belli ediyor: İki tarafı bitirmeyle sonuçlanabilecek bir plan şu anda yürütülüyor.
En büyük kavgaları bu yüzyılda ‘dünya savaşı’ olarak yaşadı insanlık; savaşı başlatan ülkelerin (tamamı zararla bitirmiştir.) İki dünya savaşının tek galibi, her iki savaşa da sonradan katılan ülkedir: ABD... ABD’nin 11 Eylül (2001) sonrasında kendisini taraf ettiği savaşlardan sonra eski gücünde olduğu iddia edilebilir mi peki?
Savaşlar, kavgalar ülkeleri ve insanları bitirmiyor, bitirmekten beter ediyor, tüketiyor... Kimin haklı olduğu bir süre sonra artık önem taşımaktan uzaklaşıyor. Başlarda bir tarafa hak verenlerden ilerleyen dönemlerde saf değiştirenler çıkabiliyor. Saf değiştirmese de kanaat değiştiren çoğalıyor; dizlerini dövenler, “Elim kırılsaydı” noktasına gelenler ise gırla gidiyor. Kavga devam ederken taraflar bileniyor ve birbirinin yüzüne bakamayacak hale geliyorlar... Diyelim biri sonunda kazandı ve diğerini ‘bitirdi’. Kim kazançlı çıkacak bu durumdan? Biri kazanırsa, içeride geniş yığınlara ulaşmasında ve dünyaya açılmasında hep yanında bulduğu en büyük destekçisini kendi eliyle öldürmüş olacak; diğeri kazanırsa, ülkesinin ‘erdemli güç’ bilinmesinde en önemli bayrak taşıyıcıdan (Erdoğan’dan) mahrum kalacak... Hiçbir savaş veya kavga ebediyyen sürmüyor; bir gün geliyor, savaşlar da bitiyor... (ama tarafları da bitiriyor!?) [2] diye uyaran ve acı akıbetin farkına varan yandaş yazarların feryadı bile artık duyulmuyordu. Fehmi Koru böylece “Hükümet ve Cemaat’in TSK’yı sindirmek üzere bir araya getirildiğini” de itiraf ediyordu.
Parti-Cemaat çatışırken, devlet çöküyordu!
Ülkemizde “seçim”ler yaklaşıyor, ama program ve projelerden ziyade “çatışmalar”, “suçlamalar” ve “operasyonlar” konuşuluyordu. Bu durumda ülkemizde siyaset yıpranıyor, siyasiler yıpranıyor, partiler yıpranıyor, sosyal yapı yıpranıyor, milli yapı derinden çatırdıyor, kısaca devletimiz çöküşe sürükleniyordu. Askeriye zaten yeterince yıpranmış ve hırpalanmıştı, şimdi eğitim yıpranıyor, emniyet yıpranıyor, yargı yıpranıyor yani devletimizin bütün temel yapıları tahrip ediliyordu. Evet, Parti-Cemaat, AKP-Camia, Hükümet-Hizmet çatışıyordu. Türkiye zarar görüyor, siyasi ve sosyal yapımız erozyona uğruyor, devletimiz sarsılıyordu. Neden böyle oluyor, bütün bunlar ne anlama geliyordu?
Cumhuriyet kurulduğundan beri yolsuzluklara ve özellikle Sabataist-Masonik kesimin vurgun ve soygunlarına göz yumuluyordu. 1950’lerden itibaren ise maalesef iktidarlar yolsuzluklara ortak olmaya başlıyordu. Bugün söylenenlerin hepsi veya büyük bir ekseriyeti maalesef doğruydu. Cemaat bugün çok büyük bir servete, çok büyük organize ve uluslararası desteğe sahiptir; bu kadar büyük serveti nereden buldu, bu imkânlara ve desteğe nasıl kavuştu, Siyonist sermayenin ve Yahudi Lobilerinin Cemaat’i sahiplenmesi, neyi amaçlıyordu ve Cemaat din-iman hizmeti kılıfıyla bu gâvurların hangi işlerini kolaylaştırıyordu? Demirel ve Özal başta olmak üzere, Masonik iktidarlar ve bazı odaklar “anlaşmalı” olarak bunları neden destekliyordu? Başbakan Erdoğan bile “Ne istediler de vermedik?” diyordu! Koç’lar ve diğerleri bile son zamanlarda “sponsor” oluyor, arka çıkıyordu! Açıkça ifade edelim; Tanzimat’tan beri Masonlar da devletçe destekleniyordu! Mevcut düzen; yani bu “Zulüm-Zina-Rüşvet-Kayırma-İltimas-Faiz Düzeni” işte bu “kısır döngü” ve “dehşet dengesi” üzerine kurulmuş bulunuyordu. Bu “vahşi, zalim, faizci ve zinacı düzenin” gereklerini yapmayanlar; Erbakan gibi birkaç ayda iktidardan indiriliyordu!? AKP on iki seneden beri iktidarda “sadece faizci sömürü sermayesine her sene 40-50 milyar faiz ödediği için” kalabiliyordu, yani çalanların işini kolaylaştırdığı için orada oturabiliyordu! Tek çare “yeni bir anayasa”dır; “Adil Düzen’e Göre İnsanlık Anayasası”dır.”[3] Ve “Milli Çözüm-Milli Onarım İktidarı”dır!
“Hrant Dink’in cenazesine de Berkin Elvan’ın cenazesine de yüz binler katılıyordu. Aslında sadece cenazeleri değil benzeşen: İkisi de bu ülkenin itilip kakılan kesimlerinden geliyor: Hrant Ermeni, Berkin ise Alevi oluyordu. İkisinin de ölümünden birinci derecede devlet sorumluydu. Ve ikisinin de katilleri devlet tarafından korunuyordu.” [4] diyen Ruşen Çakır niye hükümeti suçlamaya ve halkı devlete karşı kışkırtmaya başlıyordu?
Ve sahi Tayyip Erdoğan onca ısrarlı çağrılara rağmen, neden Berk’in adını ağzına bile alamıyordu?
Ve artık, bu ülkede insanlar öyle “Sağcı-Solcu-Dindar-Ulusalcı-Alevi-Sünni” diye ayrılmıyor, hangi dünya görüşünden olursa olsun ikiye bölünüyordu, evet, bu ülke nereye sürükleniyordu?
MHP'li Oktay Vural, Başbakan Erdoğan ile Abdullah Öcalan'ın yüz yüze görüşme yaptığını ileri sürüyor, Kemal Kılıçdaroğlu ise Erdoğan'ın evinden, paraların kamyonla taşındığını belirtiyordu. Sabataycı Nazlı Ilıcak: “Böyle bir görüşme gerçekleşmiş olsa dahi, barış süreci kapsamında bunu makul karşılamak mümkün” diyor, ama Kılıçdaroğlu'nun söyledikleri gibi “17 Aralık'ta Erdoğan-Bilal telefon görüşmesinden sonra, paralar kamyonla taşınmışsa, ikamet edilen evlerin önünde bir kamyon görüntüsü ortaya çıkarsa, bence bu çok vahim bir durum” diye uyarıyordu.
Vatan gazetesi yazarı ve hükümet yalakası Hüseyin Yayman, seçim sonrası liderlerin akıbetini yazıyordu. Yayman'a göre en rahat lider Bahçeli ve Demirtaş oluyordu. “Erdoğan'ın durumu ise kazanınca şekillenecek” deniyordu. Kılıçdaroğlu kaybederse CHP'nin yaza doğru kongreye gitmesi bekleniyordu. Peki, Cemaat’in durumu ne olacaktı? Yayman'a göre onların durumu daha da zordu. Çünkü artık onlara selam vermeye bile korkuluyordu. Ancak Erdoğan'ı devirebilseler dahi, sonuç değişmiyordu. Onlarla işbirliği yapanların bir sonraki hedefi Cemaat olacağına kesin gözüyle bakılıyordu.
“Hizmet-hükümet gerginliğinde bir iç zaafımızı fark ettik; ahlakî olarak ciddi bir erozyona uğramışız, haberimiz yok. Ortada bir “yolsuzluk ve rüşvet” olduğu apaçık; kasalar, milyon dolarlar, Euro’lar, pahalı saatler, istifa ettirilen bakanlar, internete düşen ses kayıtları vs. Birileri hala bunların tamamı yalan, sahte delil ve temelsiz suçlama olduğunu savunuyor. Birileri de “Tamam da, neden şimdi?” diye soruyor. Bir de “Herkes çalıyor, hiç değilse bu adamlar iş yapıyor” sınıfında yer alanlara rastlanıyor. Son iki grupta yer alanlar yolsuzluk ve rüşvetin varlığını kabul ediyorlar. Esasında küçük bir grup hariç ezici çoğunluk yolsuzluk ve rüşvetin farkındalar. İtirazları “Neden şimdi?” ve “Herkes çalıyor, çalmayan mı var?” noktasında toplanıyor. İşte söz konusu itirazları yapanların ağırlıklı olarak “dindar-muhafazakâr çevreler”den oluşması asıl bünyedeki derin çürümeye işaret ediyor. Bir Müslüman düşünün, “Tamam yolsuzluk var, neden şimdi ortaya çıkarılıyor, yani tam seçim arefesinde, demek ki burada bir kasıt var” diyebiliyor. Önümüzde seçim olduğu doğru, ama bir değil üç seçim var: 30 Mart belediye, Ağustos Cumhurbaşkanlığı ve Haziran-2015’te genel milletvekili seçimleri. Bu itiraza göre “savcılar iki sene beklemelidir, aksi halde yolsuzluk dosyalarının gündeme gelmesi partiye zarar verecektir”. Vahim olan şu: İtiraz edenler yolsuzluk yapanların fiillerini sorgulamıyor.” diyerek çok derin bir kangrenleşmeye dikkat çeken Ali Bulaç, her nedense “Cemaat’in T.C. Hükümetiyle çarpışacak bu gücü ve güvenceyi hangi dış ve iç odaklardan aldığını ve neyin karşılığında kiralanıp kullanıldığını?” hiç gündeme taşımıyor ve sorgulamıyordu?
Hizmet cemaatine bağlı Zaman gazetesinin yazarı Kerim Balcı, Filistin'deki özgürlük mücadelesini aşağılayarak, Filistin mücadelesini terörist eylem olarak gösteriyordu. Son dönemde Fetullah cemaatinin anlaşılmaz bir şekilde İsrail'in basın sözcüsü gibi hareket etmesi, Filistinlileri derinden yaralıyordu. 14 Mart 2014 akşam Samanyolu Televizyonu skandal bir habere imza atıyordu: “İsrail Hava Kuvvetleri, Gazze'de teröristlere ait 7 hedefi bombaladı” diye haber yapıyor ve STV mazlum Filistinlilerin haklı direnişini terör hareketi gibi gösterip İsrail’e yaranmaya çalışıyordu. Her nedense Ali Bulaç gibi duyarlı ve tutarlı(!) Cemaat yazarları bu duruma hiçbir tepki göstermiyordu.
Zaman yazarı Ahmet Kurucan: “Benim Hocaefendinin sitemlerinden ve satır aralarına sıkıştırılan cümlelerden anladığım şu ki; Hocaefendi’yi bu süreçte en çok rahatsız eden bu hakaretler karşısında bazı dostların suskunluğudur. Geçen gün “gurbet içre gurbet yaşıyorum” derken bunu kastediyordu bana göre. “Ben 60 ve 80 ihtilalini, 71 muhtırasını, 28 Şubat postmodern darbesini, 99 Haziran fırtınasını gördüm ve yaşadım. Hiçbir dönemde bu kadar hakaret işitmedim” diyordu. Nitekim ömrü boyunca Hocaefendi ve Hizmet aleyhinde yazılar yazmış olan ulusalcı Hikmet Çetinkaya da aynı tespiti yapıyor. “Ben Gülen’i hep yazdım ama hakaret etmedim. Vallahi şimdi yazılanlar karşısında ağzım açık kalıyor” şeklinde hayretini belirtiyordu.
İyi de Fetullah Gülen ve ekibi, CIA ve MOSSAD’ın hedef gösterdiği herkesi suçlayan ve karalayan itham ve iftiraları gündeme taşırken, kendilerinin kirli ve çetrefilli ilişkilerini gündeme getirenlere (Milli Çözüm Dergisi gibi) “Ergenekoncu” diye saldırıp, sahte belgeler düzenlerken, bu masum ve mağdur insanların neler çektiklerini hala sezmiş ve tevbe etmiş görünmüyordu!..
İktidar ve Cemaat Karadelik’e yaklaşıyordu!
Sn. Başbakan; hidayet kararmasının, vicdani tutarsızlığın ve yolsuzlukların açığa çıkmasıyla köşeye sıkıştıran hukuki ve siyasi karamsarlığın neden olduğu psikolojik panik ve perişanlıkla, rakip gördüklerine seviyesizce sataşmaktaydı. Kendileri ve veletleri yolsuzluğa bulaştığı gerekçesiyle eski bakanlarıyla ilgili fezlekelerin Meclis’e sunulması Erdoğan’ı daha da hırçınlaştırmıştı. Polisin biber gazı kapsülüyle girdiği komada bir yıl sonra vefat eden14’ündeki Berk Elvan’ın babası, yine sokak olaylarında kör bir kurşuna kurban giden Burak Can’ın babasını arayıp başsağlığı dilediği halde, Başbakan hala kışkırtma, hakaret yağdırma ve kalabalıklara yuhalatma sorumsuzluğundaydı. Başbakanın bu tarzıyla Mavi Marmara katliamında İsrail deniz komandolarını haklı çıkaran Fetullah Hoca’nın tarzı arasında ne fark vardı?
“Türkiye’nin en büyük sorunu ne Kürt sorunudur ne de başka bir meseledir. Türkiye’yi yiyip bitiren, kemiren sorunun adı ‘derin devlet’tir. ‘Derin devleti’ Batı demokrasilerindeki ‘gizli devlet’le, yani istihbarat topluluklarıyla karıştırmamak gerekir. Bahsi geçen ülkelerde istihbarat birimleri, yasalar ve gelenekler ile seçimle gelen sivil hükümetlere bağlıdırlar ve Meclis ile yargının denetimine tabidir. Kanunlarla bağlı olmaması nedeniyle, söz konusu yapı üyelerinin bireysel çıkarlarının her zaman ön planda gözetmiştir. Hal böyle olunca, içeride laikliği kurtarmak veya sözde sakıncalı bir lideri engellemek adına dış güçlerle ittifaklara girişilmiş veya para vs. karşılığında devletin sırları/çıkarları dışarıya peşkeş çekilmiştir. Tüm bunlara ek olarak, çok uzak devletlerden komşularımıza kadar pek çok devlet ülkemizde sızma operasyonları gerçekleştirmiş ve bunda büyük başarılar da elde edilmiştir.” [5] diyerek Fetullah cemaatini dış güçlerle işbirliği yapan “Derin Kirli Devlet” olarak tanıtan Star yazarı ve Erdoğan yalakası Sedat Laçiner bize "Benim annem senin anneni Genel Lobi’de görmüş!.. E, sağlam bir papuçsa senin annen orada ne arıyormuş?..” fıkrasını hatırlatmıştı.. Yoksa Sn. Erdoğan, dış güçlerin beyni olan Yahudi Lobilerince boynuna asılan cesaret madalyalarını geri vermişti de bizim mi haberimiz olmamıştı?
Oysa ne Cemaat ne AKP, kaderin mekrinden-kumpasından ve ilahi intikamdan asla kurtulamayacaklardı. Erbakan’ın şahsında İslam davasına ve “Lider Ülke Türkiye” sevdasına hıyanet karşılığı, malum ve melun odaklarca parlatılıp iktidara taşınan bu suni ve sahte yıldız grupları, yakında kaderin Karadeliklerine yakalanıp yutulacaktı!.. Biliyorsunuz, Karadelikler; evrendeki “yıldız tuzakları” ve en karanlık kudret uçurumlarıydı. Bir yıldızın, bu Karadeliklerin çekim kuvvetinden kurtulması için saniyede 300 bin km. sürati, yani ışık hızını aşması lazımdı. Bu Karadeliklerin iç ve dış sınırını ayıran çizgi “olay ufku” tabir olunmaktaydı. İşte AKP ve Cemaat bu “olay ufkuna” hızla yaklaşmaktaydı. Daha önce Adalet Partisi ve Anavatan Partisi’nin akıbetleri şimdi AKP’yi bekliyordu.
Akp “Dini Siyasete”, Cemaat İse “Dini Siyonizme” Alet Ediyordu!
Recep T. Erdoğan, 30 Mart 2014 Yerel Seçim sonrası yaptığı balkon konuşmasında, başta Cemaate ve tüm muhaliflere yine ağır hakaretlerle saldırıyor, bir nevi intikam çığlıkları atarak “Bunların kaçmasına bile izin vermeyeceğiz, inlerine girip temizleyeceğiz!” şeklinde tehditler savuruyordu. İngiliz Financial Times, Başbakan’ın bu sözleri üzerine “Gülencilere yönelik sert önlemler geliyor!” şeklinde yorumlar yapıyordu. Özetle seçim zaferi sonucu yumuşaması ve herkesimi kucaklaması beklenen ve zaten öyle olması gereken recep T. Erdoğan, tam aksine daha da şımarıp taşkınlaşıyor ve; “İşte bu (acı ve alçaltıcı akıbet) sizin yeryüzünde haksız yere şımarıp şaşırmanız ve azgınca ölçüyü kaçırıp taşkınlaşmanız dolasıyladır!” (Mümin: 75) ayetinin tokadına uğrayacak günlere hazırlanıyordu.
Evet hırsızlıkların, yolsuzlukların, hukuki suçların ve ahlaki sorumlulukların seçim sandığında alınan sonuçlarla aklandığı havası oluşturanların ve hele ülkesinin geleceğini ve güvenliğini, şahsi ikbal ve ihtirasları uğruna malum odaklara rüşvet sunanların, Allah’ın “KAHHAR” sıfatından ve şehit atalarımızın bedduasından asla kurtulamayacakları ve derbeder olacakları dönem yaklaşıyordu.
“İnsanların mahrem hayatlarını kayıt altına almak, şantaj amaçlı kullanmak hem günah hem suçtur… Ancak cürümler apaçık hukuk ilkelerine göre ferdi olup cezaları da ferdi olmak durumundadır, “tüzel kişilikler”e ve bir yere “mensubiyeti dolayısıyla gruplar”a toplu ceza verilemez. Şimdi hükümete düşen mücrimleri teşhis ve tespit edip yargıya teslim etmektir. Ancak böyle yapılmayıp da bütün bir camia sürekli zan ve itham altında tutulur, her Allah’ın günü milyonlarca insan nefret objesi haline getirilir, toplum kutuplaştırılıp çatışma noktasına getirilirse büyük vebal olur. En son Dışişleri bünyesinde Suriye konusuyla ilgili yapılan toplantının ses kaydının internete düşmesi -eğer doğruysa- ürkütücüdür, içeriği itibarıyla vahamet arz ediyor. Konuşulanların internete düşmesi devletin sır denen bir tarafının kalmadığını göstermektedir.
Pekiyi, bu dinlemeleri kim yapıyor? Eğer hâlâ “paralel yapı” diye suçu Hizmet’e atanlar varsa, bu aklı başında kimseye inandırıcı gelmez. Nitekim Odatv’ye açıklama yapan bir askeri kaynak “olayın iktidarın sözünü ettiği ‘paralel yapı’nın çok ötesinde” olduğunu söylüyor. Mesele tam da budur. Başından beri önce Hizmet’i, ikinci sırada AKP’yi ve son sırada diğer dinî grupların tümünü hedef alan “içeriden destekli uluslararası bir operasyon”la karşı karşıya bulunduğumuzu anlatmaya, her üç mecradaki grupları uyarmaya çalışıyorum… Sızdırmalar ya dört kişiden birinin eseridir veya dünyayı uzaydan kontrol edebilen “küresel ağabey”in yüksek donanım ve maharetinin ürünüdür. Eski ajan Edward Snowden, “NSA’nın 2009’da devreye giren MYSTIC adlı programla belirli bir “ülkenin” tüm telefon konuşmalarını dinlediğini söylüyor. 2011’den itibaren “RETRO” adı verilen bir programla bu sistem 30 gün geriye dönük olarak tüm konuşmaları da geri çağırabiliyor. Bunun için bu sisteme “zaman makinası” deniyor.
Şu soru önemlidir: Bir NATO ülkesi olan Türkiye’de olup bitenlere NATO bigane midir? Yazık ki biz birbirimize düşerken, operasyonu planlayanlar hedeflerine adım adım ilerliyor. Hatırlayacak olursak ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger 11 Eylül saldırılarının hemen akabinde şöyle demişti: “Şimdi kültürler veya dinler arası bir çatışmadan çok, İslam dünyası içinde bir çatışma yaşanıyor… Mücadele asıl İslam dünyasında geçiyor.” İslam dünyası ve Türkiye bileşenlerine ayrılıp birbiriyle çatıştırılıyor. Gaflet içinde birbirimizi bitiriyoruz…”[6] diyen Ali Bulaç, bu sözleriyle Cemaatle Hükümeti dış güçlerin, daha doğrusu ABD derin devleti olan Yahudi Lobilerinin kapıştırdığını, böylece Türkiye’nin ve İslamiyet’in tahribine çalışıldığını dolaylı şekilde itiraf ediyordu!..
Diğer Fetullahçı Ali Ünal ise:
“Hz. Bediüzzaman (ra), “Her bâtıl mezhepte bir hakikat danesi bulunur ve bu mezhep, o dane üzerinde sümbüllenir.” der. Şia, Ehl-i Beyt muhabbeti ve bağlılığı hakikati üzerinde sümbüllenmeye durdu; fakat bu hakikati mecrasından siyasî alana taşırıp siyasî bir hizipleşmeye âlet etti ve katı bir azınlık mezhebi olarak, tarih boyu mücadelesini hep Müslüman çoğunluğa karşı verdi. Hz. Ali’nin (ra) kuduz hastalığı olarak nitelediği Haricîlik, hükmün Allah’a ait olduğu hakikatine dayandı; fakat bu doğruyu yanlışa âlet ederek, yine katı bir siyasî klik, bir terör örgütü gibi vücut buldu ve yüz binlerce Müslüman’ın kanının akıtılmasına sebep oldu. Evet, din siyaset temelli tanımlanıp, siyasî ‒sosyal bir ideoloji, özellikle bir muhalefet ideolojisi haline getirilince mecrasından sapar. Bu sapma, siyasetin ve ideolojik katılığın tesiri altında tarafgirlik ve “meleği şeytan, şeytanı melek gösteren” inatla birleşince şeytan ölçüsünde bir tehlike haline gelir ve Hz. Bediüzzaman’a “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” dedirten de budur.
Evet, Türkiye’nin özellikle nihayet AKP iktidarıyla yaşadığı da farklı bir süreç değildir. İslâm ilim, ahlâk ve maneviyatı içinde bütünüyle yoğrulup şekillenemeden İslâm’ı siyasî bir ideoloji halinde benimseme, onu siyasete zemin kılma ve bu zemin üzerinde iktidara yürümenin varacağı başka bir netice olamazdı. Yolsuzluk, para ve güç zehirlenmesi, rüşvet çarkı, manevî-ahlâkî erozyon, halkı kamplaştırma, dış politikada fiyasko; suçüstü yakalanmayı hukuksuzluk, kanunsuzluk ve yaygarayla örtme çabası ve tarihte Haricîlerin yaptığı, Şia’nın yapageldiği gibi, İslâm’ı gerçekten temsil edenler aleyhinde her türlü yalan ve iftira üzerine kurulu bir propaganda ve karalama kampanyası. Ama, seçimlerin neticesi ne olursa olsun ve ülke çapında belki ağır bedeller ödenebilecek de olsa, inşaallah Müslüman kitleler kendilerine teorik olarak anlatılamayan gerçeği yaşayarak görecek, “Camia” ülke içinde ve dışında çok daha güçlenerek ve prestiji artmış olarak bu badireden çıkacak, Türkiye’de şimdiye kadar ona şüphe ile yaklaşan bir kesimle de aralarında sağlam köprüler kurulacak ve İslâm, artık gerçek temsili ve temsilcileriyle tanınır ve anılır olacaktır”[7] sözleriyle:
a- AKP’nin İslam tarihindeki Şiiliğin ve hariciliğin bir türevi olduklarını ve “Dini siyasete alet ettiklerini” savunuyordu.
b- Ama Fetullahçıların, çok daha beter safsatasıyla “Dini Siyonizme ve Papalık Misyonu projelere alet ettiklerini” saklamaya çalışıyordu!
c- Üstelik Ali Ünal, 12 yıldır, bütün güçleriyle “Dini siyasete alet eden” bu AKP’yi hararetle desteklediklerini herkesin unuttuğunu sanıyor, halkın aklıyla alay ediyordu.
d- Yetmez “Türkiye’de şimdiye kadar (Cemaate) şüphe ile yaklaşan bir kesimle de aralarında sağlam köprüler kurulacak” diyerek CHP-Cemaat ittifakına işaret ediyor hiçbir zaman Milli ve haysiyetli değil, hep batıla hizmetçi ve sünepe siyasetin aleti olacaklarını ilan ediyordu.
e- Ali Ünal’ın “Cemaatin, İslam’ın gerçek temsilcisi” olduğu iddiası ise asılsız bir safsata ve alakasız bir saplantıydı. Çünkü hiçbir mezhep, meşrep, hizip ve ekip, İslam’ı kendilerinin temsil iddiasına kalkışamazdı, bu diğer bütün Müslümanları dışlamak hatta sapkınlıkla suçlamak anlamını taşırdı. Oysa bütün Cemaat, tarikat, İslami teşkilat ve oluşumlar, her biri kendi alanında ve anlayışında, sadece İslam’ın hizmetçileri sayılırdı.
Tuncay Güney “Fetullahçılığın, Siyonist odakların maşası!” olduğunu açıklıyordu!
Bir dönem Gülen hareketinde bulunan, hatta Fetullah Gülen’in çok yakınlarına kadar sokulan ve ifadeleri Ergenekon davalarına delil sayılan Tuncay Güney, Kanada'dan A Haber'e cemaatin bilinmeyenlerini ve kirli ilişkilerini açıklıyordu. JİTEM, Ergenekon, Gülen cemaati ve İşçi Partisi'nin içine sızdığı ve buralardan topladığı bilgileri Mehmet Eymür'e ulaştırdığı iddia edilen Tuncay Güney’in işyerinde, Ergenekon davasının başlamasına gerekçe gösterilen belgeler 2001 yılında bulunmuştu. Davanın iki iddianamesinde adı yüzlerce defa geçen "Ergenekon'un kilit ismi" Güney davada sanık ya da tanık değil firarî şüpheli olarak görünüyordu.
A Haber'de "Yaz-Boz" programında röportajı yayınlanan Güney'in tanıtıldığı anonsta;
“Cemaati kim kurduruyordu? Pensilvanya'da, güvenlik önlemleri neden artırılıyordu? Ordunun cemaatteki gölgesi kim oluyordu? Hoca, kimi görünce ayağa kalkıyordu? Altunizade'deki merkeze kimler gelip-gidiyordu? Hangi Armatör ABD'li petrol şirketinin bastığı Risale-i Nur'ları gemisiyle taşıyor ve milyarlar kazanıyordu? Cemaate asıl parayı veren, hangi ünlü Türk işadamı çıkıyordu? Gülen, yabancı istihbarat servisleriyle nasıl tanışıyordu? Bank Asya'yı kuran Yahudi fonu nerede bulunuyordu? "Sağ" görüşlü insanların öldürülmesi için suikast emrini kim veriyordu? Cemaatin 5 kasasından birini öldürmek amacıyla harekete geçen DHKP-C'yi kim son anda durduruyordu? Cemaat, hangi sorunları çözmek için, kime ne kadar rüşvet ödüyordu? Fetullah Hoca, kimler için "Dinlensin" emrini veriyordu? Hangi devlet adamlarına kadın servisi yapılıyordu?” Sorularının yanıtlandığını bildiriyordu.[8]
“Cemaatin kara kutusu” olarak tanıtılan Tuncay güney o röportajında:
* Fetullah Hocanın ve kurmaylarının Rotary ve Lions kulüpleri ve mason localarıyla irtibatlarını
* 30 yıldır CIA ve MOSSAD güdümünde çalıştıklarını
* DHKP-C militanlarına nasıl yalvardıklarını ve şerlerinden kurtulmak için Doğu Perinçek’i aracı yaptıkları
* Cemaatin, mevcut ve muhtemel rakipleri hakkında hangi şantaj kaset ve belgeleri hazırlayıp, gerektiğinde kullanmak üzere sakladıklarını
* 31 Mart seçimlerinden sonra, Erdoğan iktidarını yıkmak, orduyu Mısır örneği müdahaleye zorlamak üzere faili meçhuller dahil hangi kışkırtıcı ve ortalığı karıştırıcı planlar yaptıklarını aktarıyor, ama Ali Ünal gibi yandaş ve yalaka yazarlardan tıs çıkmıyordu!?
* Yoksa TSK’yı karalamak ve komutanları hapse tıkmak için konuşurken doğru söyleyen ve iftiralarına rağbet edilen Tuncay Güney, şimdi Fetullahcılar hakkında konuşurken “asla itimat ve itibar edilmez, şarlatan bir adam!”mı sayılıyordu?
Hükümet-Cemaat atışması ve Bediüzzaman istismarı!
Bediüzzaman’ın, kendi döneminin özel şartları gereği başvurduğu bazı taktik ve tavsiyelerinin, hatta sonunda pişmanlık duyacağı:
* Mason İttihatçılara destek sağlamak
* Abdülhamit Han’a karşı safta yer almak
* Ve, huzurlu bir ölümü bile kendisine reva görmeyecek ve daha önceki uyarılarını dikkate almadıkları için talihsiz bir darbe ile devrilecek olan Menderes iktidarına aşırı ve yararsız bir tarafgirlik tavrı takınmak gibi şahsi girişimlerinin, sanki “dini bir vecibe” ve “edile-i şeriye” gibi gösterilip istismar edilmesi, maalesef hala sürdürülmektedir. Sonunda “Başörtülüler Arabistan’a gitsin!” “Kur’an’daki hüküm ayetleri artık geçersiz ve gereksizdir!” diyerek ayarını ortaya koyan Süleyman Demirel’in, yıllarca peşinden giden ve onun mel’anetlerine hikmet ve mazeret üreten Nurcu kardeşlerin; artık düşünmeleri ve hem Üstadı, hem Risale-i Nur'ları, Kur’ani hüküm ve hakikatler ışığında anlamaya yönelmeleri gerekmektedir. Geçmişte hataları bugün de AKP için tekrarlamaları üzüntü ve hayret vericidir.
[1] 13.03.2014
[2] 15.03.2014, Star
[3] R. Nuri Erol, Milli Gazete
[4] 13.03.2014, Vatan
[5] 16 Mart 2014, Star
[6] Zaman / 31 03 2014
[7] Zaman / 31 03 2014
[8] İnternethaber / 29 03 2014
< Önceki | Sonraki > |
---|