KENDİ İTİRAFLARIYLA:FETULLAH GÜLEN’İN “KÜÇÜK DÜNYASI” VE REFERANDUMLA İLGİLİ “DÜŞÜK FETVASI”!
Daha dün, “Okullarda din derslerini mecburi anayasa maddesi haline getirdiği için” Kenan Evren paşaya övgüler dizen ve cennetliktir diyen Fetullah Gülen,
Bugün, “Bu milletin evladını sağcı solcu diye cephelere ayırıp çarpıştırmış ve akıttıkları kan ve gözyaşından yararlanıp kendi saltanatlarını kurmuş” diye horozlandığı ve o kardeş kavgasını ve kaos ortamını hazırlayan Amerika’nın suçunu üzerlerine yıktığı 12 Eylülcülerin yargılanması için referanduma “evet” çağrısı yapıyordu.
Daha dün, “Erbakan Hoca’nın milli ve bereketli Refah-yol hükümetine karşı, Siyonist mahfillerin ve işbirlikçilerin başlattığı 28 Şubat yıkım kampanyasına destek veren ve televizyonlara çıkıp Erbakan’a hücum eden Fetullah Gülen..
Bugün, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerini sözde kınıyor ve karşı çıkıyordu.
Daha dün; Tapındığı ve kapılandığı ABD’nin vahşice katlettiği milyonlarca masum Müslümanın feryadını duymayan, ama Saddam’ın bir serseri füzesi Tel Aviv yakınlarına düşünce, üzüntüsünden uyuyamayan Fetullah Gülen..
Mağdur ve mahkum Gazzeli Müslümanlara insani yardım gemisi taşıyan Mavi Marmara’ya, hem de uluslararası sularda saldırıp 9 Türk gönüllüyü katleden terörist İsrail’i “izin alınması ve talimatlarına uyulması gereken otorite” kabul eden, yani yardım şehitlerinin kanını ve hatırasını heder eden Fetullah Gülen..
Bugün çıkıp, “12 Eylül döneminde, cezaevinde işkence edilen bir solcu için çektiği ıstırap ve üzüntülerini” beyan ediyordu!?
Ve bu her devrin adamı… Ve bu hep güçlünün yandaşı ve yardakçısı… Ve bu çifte standardın, sahte tavırların ve din istismarının “hizmet erbabı” kılıflı kahramanı Fetullah Gülen, sonunda baklayı ağzından çıkarıyor ve asıl maksadını şöyle kusuyordu: “Avrupa Birliğine namzet olan ve Ortadoğu’da yeni açılımlar başlatan ülkemizin (yani AKP hükümetinin) bir kısım cellâtlıkların vesayet baskısının (TSK’yı kastediyor) önünü almaya yönelik bu anayasa değişikliklerine, imkân olsa, mezardakileri bile kaldırıp “EVET” demesi gerektiğini” söylüyordu!
Yani PKK Kürdistan’ının kurulup Türkiye’nin parçalanmasına, ülkemizin emperyalist Haçlı AB’nin eyaleti ve Siyonist İsrail’in vilayeti yapılmasına fetva veriyordu.
Amerika ve Haçlı Avrupa emperyalizmine tepkili, milli haysiyet ve hassasiyet sahibi subayları, birtakım uydurma gerekçelerle ve güdümündeki MİT, Emniyet ve yargı mensupları eliyle Ergenekon soruşturmasına katıp bunların sicilini kirleterek yükselmelerini önleyen ve diğer subaylara da gözdağı veren Fetullah Gülen; herhalde bu gücünü Siyonist Yahudi lobilerinden alıyordu ve ona bu isimleri NATO ve CIA veriyordu. Yoksa bütün bu bilgiler ve projeler ilkokulu bile dışarıdan bitirmiş ve askerliğini “istihbarat eri” olarak yerine getirmiş birisinin kerameti mi sayılıyordu?
Fetullah Gülen böylece istediğinin önünü kesiyordu! Askeri personel kanunu ve Subay Sicil Yönetmeliği çok açıktı: Tutuklu ya da tutuksuz yargılanması devam eden subaylar terfi edilemiyordu! Ergenekon, Poyraz, Kafes, Gölcük, Erzincan davaları ile Balyoz ve Karargâh evleri soruşturmalarında, aralarında general ve amirallerin de bulunduğu 300’e yakın muvazzaf subay hedef alınıyordu. 2010 yılı YAŞ öncesi 102 general ve subay için yakalama emri çıkarılması da dikkat çekiyordu.
Fetullahçılar, ekonomide küresel sömürü sermayesine taşeronluk yapıyordu
Ayrıca Fetullahçılar, kısa adı TUSKON olan Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu eliyle sanayi odalarına ve işadamı örgütlerine hakim olmak için atağa geçiyordu. Daha önce alttan alta yürütülen bu çalışmalar, son dönemde dört koldan kuşatma harekâtına dönüşüyordu. Zira Fetullahçılar, özellikle Anadolu’nun sanayi kentlerindeki “Anadolu Kaplanları”nı yerle bir edip, şirketleri aracılığıyla onların pazarlarını ele geçirmiş bulunuyordu.
Fetullahçıların ekonomi birimlerini ele geçirme girişiminin işaretlerinden birini, “Tayyip Bey benim idolüm” diyen işadamı Ethem Sancak veriyordu. Sancak, daha önce üyesi olduğu TÜSİAD’dan ayrılıp TUSKON’a övgüler dizmeye başlıyordu.
Fetullahçıların, operasyonlarını 7 bölgede kurdukları federasyonlara bağlı 142 “sanayici ve işadamı derneği” eliyle götürdüğü biliniyordu.
Türkiye’de özel sektör kurum ve kuruluşların uluslar arası alandaki ilişkilerini bugüne kadar yasa ile kurulmuş, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) bünyesindeki Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) üzerinden gerçekleştiriliyordu.
12 Mayıs’ta Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medyedev’in Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında TUSKON operasyonu su yüzüne çıkıyordu. Heyette yer alan Rus işadamlarıyla Türk işadamları arasındaki toplantıyı DEİK yerine bu kez TUSKON organize ediyordu.
TUSKON, Gül ve Erdoğan himayesinde yürüyordu
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan’ın son dönemdeki yurtdışı gezilerine TUSKON’cular katılıyordu. Bu tür gezilerde işadamları için düzenlenen toplantıları da yine Abdullah Gül ve Recep Erdoğan himayesinde TUSKON gerçekleştiriyordu.
Fetullahçılar ilk iş olarak İş Hayatı Dayanışma Derneği (İŞHAD) aracılığıyla ekonomide örgütlenmeye başlıyordu. İŞHAD, 1993 yılında o dönemde Refah-Fazilet çizgisindeki, kısa adı MÜSİAD olan, sonradan kaytarıp AKP çizgisine kayan Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği’ne alternatif olarak kuruluyordu. Uzun süre sessiz ve derinden giden İŞHAD bu süre içinde her sektör ve bölgede dernekler oluşturup, bunların bir araya getirilmesi ile ortaya çıkan federasyonların üst örgütü olan TUSKON kuruluşuna zemin hazırlanıyordu. Sanki Fetullah Gülen Erbakan’ın oluşturduğu her kurumun sahtesini ortaya çıkarıp Milli Görüş’ün altını oymakla görevli gibi davranıyordu!
Kısa adı TUSKON olan Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu, 2005 yılında 4 federasyonun bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyordu.
TUSKON’un başkanlığını daha önce İŞHAD başkanı olan Rızanur Meral yapıyordu.
TUSKON Türkiye’de 80 İlde, sanayici ve işadamı adıyla kurulmuş 142 derneğin 7 bölgeye ayrılmış 7 federasyon üst organı olarak çalışıyordu. TUSKON’a üye derneklerin 13 bin 500 üyesi olduğu belirtiliyordu.
TUSKON geçen yıl yaptığı bir toplantıyı “Davos’a alternatif” diye sunmuştu. 2009 yılının Mayıs ayında “Dünya Ticaret Köprüsü” adı altında yapılan toplantıya 145 ülkeden iki bin 300 işadamı ile Türkiye’den üç bini aşkın işadamının katıldığı söyleniyordu. Dışarıdan gelenlerin Siyonist Yahudi sermayesiyle irtibatları dikkat çekiyordu.
Bu sayede, küresel sömürü sermayesi, hem 1969’daki TOBB Başkanlığından beri Erbakan’ın oluşturmaya çalıştığı Milli şuurlu Anadolu girişimcileri kösteklenip TÜSİAD’ın kâhyalığını yapacak işbirlikçi işadamları kollanıp kullanılıyor, hem de “dindar insanlar her sahada güçleniyor” havası verilip, emperyalizmin hizmetindeki ılımlı İslam’ın ve Fetullahcılığın reklâmı yapılıyordu.
Tam böyle bir süreçte Alev Alatlı denen sosyalist Kemalist ve de sabataist Bayan TV’lere çıkıp:
“Küresel güçlere ve sisteme entegre olmayan hiçbir hükümet, parti ve ekonomik girişime başarılı olma şansı verilmeyecektir. AB süreci de Atatürk’ün dolaylı bir hedefidir ve bir çağdaşlaşma projesidir. Artık katı laiklik esnetilip halkımızın asırlardır uygulaya geldiği bazı durumlar resmen de kabul edilmeli, örneğin imam nikâhlı evlilik ve çok eşlilik meşru ve mubah görülmelidir” diyordu. Yani küresel sermayenin emrinde ve Siyonist merkezlerin güdümünde olmak şartıyla bazı geleneklere ve İslami gereklere izin verilmesini istiyor ve Fetullah’ın ılımlı İslam’ına destek çıkıyordu. Hatta Masonlarca AKP’nin liberal ekonomisinin mimarlarından sayılan sabataist Faik Öztrak, Deniz Baykal sonrası CHP’nin üst yönetimine hem de değişimci havasıyla getiriliyordu.
Şimdi bazı düzeltme ve eklemelerle aktaracağımız şu çarpıcı gerçekler üzerinde kafa yorulmalıydı:
Hatırlayacaksınız, İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine yapmış olduğu müdahaleden sonra 9 kişinin yaşamını yitirmesini, AKP hükümeti iç politikada istismar edip kullanmayı düşünürken, Gülen’in yaptığı açıklama, gündemi doğrudan etkilemişti.
Gülen, ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a verdiği söyleşide;
“Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak” olarak nitelemişti.
Peki, Gülen bu mesajla ne demek istemişti? Neden böylesi bir mesaja gerek hissetmişti? Bu soruya çok yönlü yanıt verilebilirdi.
Wall Street Journal gazetesi, ABD küresel sermayesi tarafından çıkartıldığı gibi editörlerinin önemli bir kesimi de Yahudi kökenli olması bir yana, uluslararası güçlerin mesajlarını kamuoyuna yansıtan bir dergiydi.
ABD’nin ve küresel sermayenin İsrail ile Türkiye’ye arasında gelişen bu olumsuz süreçten çok açık olarak rahatsız olduğu bilinmekteydi. Gülen üzerinden yapılan uyarı çok yönlü mesaj içerikliydi. Gülen’in önemli kaygısını ‘otoriteye başkaldırmak’ olarak belirtmesi dikkat çekiciydi.
Bu tamamen politik ve ideolojik bir bakış açısı içermekteydi. Evet Gülen bütün yaşamı boyunca derin devlete hakim ve zalim otoriteye hizmet etmişti. Hiçbir koşulda ezilenlerin ezenlere, haklıların haksızlara karşı çıkmasını istememişti.
Tersine, zalim otoriteye boyun eğmeyi temel bir felsefe olarak benimsemişti. İtaat etmek onun cemaat ilişkilerinin de temelini teşkil etmişti, O Hak ve adaletin değil, kuvvetlinin emrindeydi.
Bunun için, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgaline mazeret uyduruyordu. Filistin halkının İsrail işgaline geliştirdiği ayaklanmayı desteklemiyordu.
Zalim de olsa otoriteye kayıtsız-şartsız uyulmasını talep ediyordu. Bunun için de, İsrail devletinden izin alınmadan gemilerin gönderilmesini doğru bulmuyordu.
Siyonist Yahudilerin güdümündeki ABD, Gülen cemaatinin hem Türkiye’deki organizasyonlarının hem de AKP üzerindeki ağırlığının farkındaydı. Bu bakımda Türkiye’ye uyarıyı Gülen üzerinde yapmayı tercih ediyordu.
Böylelikle, AKP’nin Siyonist projelerden sapmaması, güç dengelerini bozmaması, belirlenen küresel düzeninin dışına çıkmaması için güçlü bir mesaj veriyordu. Gülen’in ABD’nin izni olmadan hiçbir adım atmayacağı zaten biliniyor, bir bakıma ABD’ye tercümanlık yapıyordu.
Peki, Fetullah Gülen kim oluyordu?
Fetullah Gülen’in yaşamına dair bilinenler bilinmeyenlerden çok fazlaydı. Ancak kendisi tarafından anlatılan hayat hikâyesindeki küçük kesitler incelendiğinde önemli ipuçlarına ulaşılmaktaydı. Bu nedenle Gülen’in oynadığı tarihsel rolü daha iyi anlayabilmek için yaşamının bazı noktalarını irdelemek lazımdı.
Gülen’in ‘İsrail otoritesine saygı gösterilsin’ biçimdeki mesajının bir başka önemli arka planı daha vardı. ABD’deki Yahudi lobisiyle çok yakın bağları bulunmaktaydı. Görünüşte müthiş bir Türk-İslam sentezcisi rolü oynamaktaydı, ama Yahudi lobisinin de gözdesi konumundaydı. Yahudi etiketli gazetede, dergide, bir internet sitesinde, Fetullah Gülen’e dair herhangi bir eleştiri bulmak gerçekten imkânsızdı.
Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti yoksa ortak kökenden gelmelerinden mi kaynaklanıyordu?
Gülen ne anne tarafından ne de baba tarafından kökenini bir türlü ortaya koyamıyordu. “Küçük Dünyam” isimli kitabının ilk baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söylüyor, ama daha sonraki baskılarında bunu değiştiriyordu.
Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesinden geliyordu. (Yönetmen Sinan ÇETİN de babası Van Başkaleli annesi Ahlatlı bir Kürt Yahudisi oluyordu. )
Fetullah Gülen’in ailesi karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle sürgüne tabi tutuluyor ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne yerleşiyordu. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınıyordu.
Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginç bağlantılara götürüyordu. Gülen’in annesinin ismi “Refia” oluyordu. Anneannesi yani nenesi Hatice hanımın ise Şükrü paşazadelerden geldiğini açıklıyordu.
“Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme” diyordu.
Edirne ilinde bulunan Şükrü Paşazadeler ise, 1492 yılında İspanya’dan kovulunca Trakya’ya gelip yerleşen Safarad Yahudi göçmenleri olarak biliniyordu.
Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek için Türk olduğunu söyleyen sabataylardan oluşuyordu. Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu gizlemek için olsa gerek dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin Müslümanlığına özel bir vurgu yapıyordu.
Yaşamında baba tarafını çok az anlatıyor, ama anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurguluyordu. Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatıyordu ki, hikâyeyi okuyan herkesi hayran bırakıyordu.
Acaba, Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni, onların gerçek kimliğini gizleme çabası mıydı? Ya da Yahudiliğe duyduğu gizli hayranlık mıydı? [1]
Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini kökenden olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, dinimizce de, insan hakları sözleşmesine de aykırıydı. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, inanç ve ahlak temelleri, ideolojik görüşleri, politik duruşu ve tarafgirliği esastır.
Ancak uluslararası alanda belirgin bir etkinliğe ulaştırılan ve politik dengeleri belirleme gücüne sahip kılınan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması da kafa karıştırıcıydı… Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da açıktı.
Üstelik gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait ‘şecerenin kaybolduğunu’ ortaya atmaktaydı.
Her iki ailenin seyyid olduğuna dair soruya geçiştirmeli bir yanıt verip. ‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’ demesi enteresandı.
Hele Kürtler içerisinde ‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaktaydı.
Çok zengin bir ailenin çocuğuydu
Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının ne kadar yoksulluk içinde geçtiğinden dem vuruyordu. Yoksulluk içinde büyüdüğünü vurguluyor ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösteriyordu. Kendi anılarını anlatırken ise bunun tersini söylüyordu.
“Halil Dede’min çocukları buradaki gayrimenkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar… Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.”
80 bin altını (bugünkü parayla 30 Milyon Dolar) olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok zengin olması gerekiyordu.
Babasını “Ermeni düşmanı” olarak göstermesi de sırıtıyordu!
Gülen ailesindeki ırkçı-şöven duygularının çok olduğunu nedense sık sık gündeme getiriyordu.
Örneğin
“Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi” diyordu.
Ama bütün ‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir ailenin Erzurum, Van, Muş gibi bölgelerde ki Ermeni hadiselerinde nasıl bir rol oynadığından hiç bahsetmiyordu!
Gülen’in Nurcuların arasına girişi kontrgerilla kararı mıydı?
Yaşamı karanlıklarla dolu olan Gülen’in Nurcu cemaatinin içine gönderilmesinin dahi, MİT ve kontrgerilla gibi derin devletin gizli ve masonik örgütlerinin kararı olduğu anlaşılıyordu. Kendi yaşamına dair anlattıkları da bunu doğruluyordu.
Erzurum'da öğrencilik yıllarında ‘Bediüzzaman'ın yanından gelen Muzaffer Arslan'ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanıdığını ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmadığını’ belirtiyordu. Ramazan nedeniyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar veriyor ve sohbetler yapıyordu. Gittiği her yerde ilk işi, “derin devletin bölge yöneticilerinden biriyle ilişki kurması” oluyordu. Hem de çok kısa sürede bunu başarıyordu.
“'Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Mehmet Şergil'in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Kırkıncı Hoca, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'şark'ı bir dolaş gel' demiş, o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti.”
Yeni Asyacılar Grubu’nun kurucusu olarak bilinen Gülen ile birlikte kendisini ‘Nurcu’ olarak tanıtan Mehmet Kırkıncı, Said-i Nursi hareketinden görünen, ama Türk-İslam sentezini benimseyen, yıllarca Nurculuk adına, meşhur mason ve münafık din istismarcısı, aynı zamanda katı şeriat düşmanı ve sonunda Ergenekon’un gönüllü avukatı Süleyman Demirel’i ve Adalet Partisi’ni çok aktif olarak destekleyen ve koyu Erbakan karşıtı olarak bilinen bir cemaat Hocasıdır.
Diğer kişi ise Yahudi asıllı Üsteğmen Esad Keşafoğlu’dur, Bu kişi, Türkeş’le birlikte Amerika’ya gönderilen ve CIA tarafından kontrgerilla eğitimi verilen grubun içerisinde olan bir subaydır.
ABD’nin çok özel olarak eğittiği ve Türkiye’de anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirdiği bir subayın Gülen ile yakın dostluğunun olması ve birlikte dini toplantılara katılması da enteresandır.
Gülen hangi askerler tarafından korunmaktaydı?
İlginç olan en önemli nokta, Gülen’in bütün yaşamı boyunca yürüttüğü bütün faaliyetlerde mutlaka bazı subaylarla yakın bir ilişki kurmasıydı.
Hangi il veya ilçeye giderse gitsin, mutlaka iletişim halinde olduğu bir kısım askeri elamanlar vardı. Özellikle de askerler tarafından korunması da dikkatlerden kaçmamaktaydı. Ayrıca savcı, hâkim, emniyet müdürü, komiser vs. çok yakın ahbaplıkları vardı.
“Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla içli dışlıydım” sözleri kendi itirafıydı.
Asker kökenli Vali Sabri Sarp ile iletişimleri gayet iyi idi. Askerlik şubesi başkanı Karadenizli Albay ile yakın bir ilişki içindeydi.
Gülen’in askerlik yaşamı da son derece şüphe çekici ve enteresandı!
Askerdeyken kontrgerilla faaliyetlerine uyumlu bir çalışma yürütüyordu. Daha askeri birliğine katıldığı andan itibaren askerlerin himayesine giriyordu.
“Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım’dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz Bey, onun Harbiye’den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti. Ayrıca Kurmay Başkanı Reşad Taylan’a ben de Edirne’deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk’ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.”
Nizamiyeden içeri girer girmez, subayların korunmasına alınan Gülen’e bu ilgi, Allah’tan gelen bir yardımıydı, yoksa onun yürüttüğü ve yürüteceği dönemin kontrgerilla faaliyetlerinin ve sabataist-masonik mahfillerin içinde yer alması mıydı?
Bunlar torpil mi, Keramet mi sayılmalıydı?
Birinci torpilli, ilkokula gitmediği için, Erzurum’da dışarıdan diploma almasıydı.
İkinci torpilli görev İmamlık sınavını kazanması ve Edirne’ye İmam olarak atanmasıydı.
Gülen’in açıklamasına göre ‘uzun yıllar Türk Hava Kurumu Başkanlığını yapmış olan eski Milletvekili Mustafa Zeren” devreye girmiş ve Edirne Müftülüğünü aramış ve ardından “Yeğenimin gözlerinden öperim, imtihanı kazandı” müjdesini aktarmıştı.
Üçüncü torpilli görevi ise askerde istihbaratçı olmasıydı!?
“Dört ay sonra, Özmutlu’nun aracılığı ile beni de yüksek sürate ayırmışlar. Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime, içtimaya çıkmam ve rahat ederim diye komutana söylemiş…
Böylece “yüksek sürate” yazıldık. Hâlbuki benim kafamda Genelkurmay’da kalma planı vardı. Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı” diyen Fetullah Gülen acaba bir er olarak Genel Kurmay da ne yapacaktı?
Hayret, İslamcı görünen Gülen, ordunun laik subayları ve sabataycıları tarafından özel torpilli telsizci olarak istihbarat görevine alınmıştı! Böylelikle ordu içindeki bütün konuşmaları dinleme olanağına sahip kılınmıştı. Bu görevin sıradan birine verilmeyeceği açıktı. Bir de Genelkurmay’da görev alma isteğinin olması da bir başka ilgi çekici noktaydı. Gülen, Mamak’ta acemi birliğindeyken, Tümen komutanlığında ilk namaz kıldıran imam olarak da tanınmıştı. Hatta kendisinin deyimiyle mescit dahi açmıştı.
“Bir de askerde iken mescit yaptık. Hayatında hiç namaz kılmamış insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcut varsa, yaklaşık 30 kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. Sinema salonunda Cuma namazı kıldırdım, Hutbe de okudum”
Din konusunda çok hassas olduğu söylenen Ordu’nun en önemli birliğinde namaz kıldırması, hutbe okutması, vaazlar yapması, Gülen’in etkinliği ve kerametiyle hiçbir ilgisinin olmadığı esas olarak ona biçilen görevle ilişkisi olduğu açıkça sırıtmaktaydı.
Askeri İstihbaratçı Gülen, Camilerde vaazlara başlamıştı!
Gülen, telsiz istihbaratçısı olarak İskenderun’a gitmişti. Her ne kadar, kura çekimi sırasında iki kez üst üste Erzurum çıktığını söylese de pek inandırıcı değildi. Bir askere dört kez kura çekimi yaptırılması nedendi?
Üçüncüsünde Diyarbakır’ın çıktığını ama bu kez de subayların gönlünün razı olmadığını söylemekteydi. İskenderun’a gelişi ile çok yönlü faaliyetleri eşzamanlı yürütmekteydi.
“Komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun himayesini çok gördüm. Beni haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı ayarlamıştı.”
Karanlık odaklarla ve Laik komutanlarla olan ilişkisi ona özel muamele yapılmasını, özel yerde kalmasını sağlayacak özellikteydi. İlginç olan bir başka önemli nokta da, her hafta İskenderun Merkez Camiinde vaazlar vermesiydi?
Geldiği ikinci hafta vaazlarına besmele çekmişti. Peki bir askerin, hele o dönemde, çıkıp camilerde vaaz verebilmesi gücü nereden gelmekteydi? Kimler bunu organize etmekteydi? Kendi söyleminde, verdiği vaazları dinlemeye birçok subay da iştirak etmekteydi. Gülen nasıl bir görev üslenmiş ki, asker olarak, camilerde vaazlık yapabilmekteydi?
Askerdeyken özel görevle Erzurum’a niçin yollanmıştı?
Gülen, ABD’nin bölgede uyguladığı anti-komünizm ve ılımlı İslam stratejisini uygulamak için görevlendirilmiş biri olarak hemen her alanda faaliyetlerini yürütmekteydi. Özellikle halkın dini duygularını kullanmaya özel bir önem verilmişti. Kendisine 3 aylık hasta raporu ayarlanıp Erzurum’a gönderilmişti. Öncelikli görevi anti-komünist mücadeleyi örgütlemek olarak belirlenmişti. Asker olarak geldiği Erzurum’da ikinci Komünizmle Mücadele Derneğini kurup faaliyete geçirmişti.
“...Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı... Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık.
Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize yol gösterdi...” ifadeleri kendisine aittir
Bu görevini yerine getirdikten sonra Erzurum ve çevre illerinde propaganda faaliyetlerine devam etmişti.
Dönemsel olarak provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı, halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına rağmen, zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırıvermişti.
“Yine ikindi vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz! Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok, Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim.
Yolda iltihaklar da olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlarca benimsenmişti” diyen Fetullah Gülen “Derin Devlet Ajanlığını” da itiraf etmekteydi.
Bu provokasyon bir ön hazırlık aşaması gibiydi. Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisiydi. Maraş katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğu test edilmişti.
Derken, Üç aylık izin süresi dolmuş ve hastalık gerekçesiyle bir aylık izin daha verilmişti. Böylece 4 aylık sürede Erzurum ve çevresinde çok boyutlu örgütlenmelere girişmişti.
Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar vermişti. Vaaz sırasında:
“Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyor. Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaydetmişler. Meğer benim gelip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa gaye ikinci Menemen hadisesi çıkartmakmış. Askerlerden bir ikisi ‘vurun şu herifi’ deyince halk bağırıp çağırmaya başlamış, Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacakları bir şey kalmadı.”
Bu olay toplumsal provokasyonun bir başka deneme alanını oluştururken, camiye gelen askerlerin, yine bir başka özel görevli bir askeri tutuklaması serüvenidir!
“Gülen, tutuklandığı anda, hemen tümen komutanına bildirildi. Gülen’e göre Tümen komutanı ‘milliyetçi birisiydi. Ona gidenler:
“Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir, Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik. Ayrıca, derhal Ankara’ya Genelkurmaya gitmişler ve oradaki bazı paşalarla görüşmüşler.”
Bu sözler Gülen’in kontrgerilla ve istihbarat tarafından ne kadar kıymetli olduğunun belgesiydi. Ya Rab bir asker için ne generaller devreye girmekteydi!
Genelkurmayın devreye girmesiyle hemen serbest bırakılacak ve İskenderun’da birliğine dönecekti.
İskenderun’a gelir gelmez, yine merkez camiinde vaazlar verecekti. Halkın dini duygularını kullanarak tahrik edecek ve bir bakıma yeni bir provokasyon denemelerine girişecekti.
“Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin çerçevelerini indirmek lazım gibi şeyler söyledim. Sert konuştum. Askeri elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz veriyordum. Bir başka konuşmamda da ‘devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu vazifeyi kim yapacak’ diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler söylemiştim.”
Er olarak hava değişimine gittiği Erzurum’dan gelir gelmez, hem de asker elbisesi ile vaaz vermek ve halkı galeyana getirmek, Gülen’in cesaretinden ve kerametinden kaynaklanmadığı kesindir. Böyle rahatça hareket etmesini sağlayan nokta, derin devletin kontrgerilla güçleriyle olan gizli ve kirli ilişkileridir.
Asker olarak camilerde vaazlarını süreklileştiren Gülen ikinci bir kez tutuklanır. Ancak Genelkurmayın müdahalesiyle hemen serbest bırakılır.
“Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan -Genelkurmay - ‘mademki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz’ mealinde telefon ve telgraf gelmiş. Hiç beklemediğim bir anda, bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta, hapishaneye girdi. Daktilosunu da yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdılar. Sonunda da, ‘bundan böyle hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın.”
Genelkurmay’ın, ordu ve tümen komutanların devreye girmesi, Gülen’in üstlendiği KONTRGERILLA göreviyle ilişkilidir. Bu nedenle askeri açıdan suç görülen bütün yasalar, Gülen için geçersizdir. Bir asker olarak camilerde ve hatta bazen askeri elbisesinin üzerine cübbe giyerek vaazlar vermesi, sanırım ordu tarihinde tek örnek Gülen’dir. O dönemdeki Genel Kurmay’ın ve komutanların din gayreti midir, yoksa ABD’nin ve masonik merkezlerin marifeti midir?
Gülen, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran General Tural’ın korumasındaydı! Gülen’i koruyan önemli kişilerden biri de dönemin 2. Ordu Komutanı Cemal Tural’dır. Belki de dikkat edilmesi gereken en önemli ilişkilerden biride bu irtibattı.
Gülen şunları aktarmıştı:
“Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu. O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Molla Mustafa Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı. Şimdi durum ve tutumumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şakiler bugün eller üstünde.”
Fetullah Gülen’in o gün şaki (eşkiya) dediği Barzanileri bugün el üstünde tutan ve Kuzey Irak Kürdistan’ı resmileştirmeye çalışan AKP’yi hararetle desteklemesi ve Güneydoğumuzu da Kürdistan’a katacak Kürt Açılımlarını “tarihi barış girişimi” olarak değerlendirmesi de bunların karanlık tiyniyetinin ve kiralık şahsiyetinin diğer bir göstergesiydi.
Gülen’in övdüğü Cemal Tural’ın yaptığı çok önemli bir iş daha vardı: Bediüzzaman Said-i Nursi’nin mezarını yerinden kaldırıp kaybettiren kişiydi. Gülen, bunu çok iyi bildiği halde nedense hiç bahsetmemişti.
Bu nedenle Gülen’in, Nurcu olduğunu iddia etmesi çok bilinçli bir tahribat içindi. Yoksa, Said-i Nursi’ Hz. lerinin mezarını ortadan kaldıran generale duyduğu saygıyı vurgulaması. Çok açık bir çelişki değil miydi?
Said-i Nursi’ye dair anılarında geçen tek bölüm şunlardı:
“Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. 'Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?' hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.”
Hayret Fetullah Gülen, askerliğinin önemli bir kesimini kışlanın dışında yapmıştı.
24 aylık askerliğin yaklaşık olarak 10 ayını farklı şehirlerde camilerde verdiği vaazlarla geçirmiş veya ABD hesabına komünizmle mücadeleyi örgütlemekle meşgul edilmişti. Bunun için de askerliği 34 gün erken bitirtilmişti.
“İkinci bölük komutanı Mahmud Mardin-Mardinli Yahudi MUNGAN ailesinin ve Sabatayist Mardinlerin akrabası-adında bir yüzbaşıydı.
Çok sert bir insandı. Meğer o da her zaman gelip beni dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden çıkınca hemen yanıma geldi. ‘Ben seni çok dinledim. Şimdi ben seni evine göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkandan gönderirim’ dedi… Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkamdan gönderdiler.”
İşte böyle Gülen’in yaşamının her anı torpillerle renk kazanmıştı. Ama konuşmalarında öyle sözler söyler ki, dinleyenler acır, üzülür, efkârlanırdı. Yaşamını öyle çileli anlatırdı ki, insan hayranlık duyardı. Ama yaşamını az çok incelediğimizde bunun böyle olmadığı, bütün yaşamı boyunca derin güçlerin önemli ekipleri tarafından korunup kollandığı anlaşılmaktaydı.
Fetullah Gülen Kontrgerilla eğitim kampları kurmaktaydı!
Gülen, hemen her dönem kirli devletin gizli gücünü arkasına almıştı. Bütün faaliyetlerinde gizli ilişkilerin özel bir rolü vardı. Örneğin, eğitim kampları olarak anlattığı süreçin, bir bakıma derin devlet destekli kontrgerilla çalışmalarının bir parçası olduğu çok açıktı.
Özellikle 1965-1980 yılları arasında, kontrgerilla güçlerinin, toplum içerisinde anti-komünist propagandayı süreklileştirmek ve Müslüman gençliği kapitalizme köleleştirmek için, askeri ve politik eğitim kampları kurdurduğunu biliyoruz. Gülen bu sürecin çok önemli bir halkasını oluşturmaktaydı. Gülen tarafından, Edremit, Buca, Avcılar, Kızılkeçeli bölgelerinde kurulan ve devlet tarafından da korunan eğitim kamplarında yüzlerce genç eğitime tabi tutulmuşlardı.
Kampların amacını şu cümlelerle açıklanmıştı:
“Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Urfa’dan, Diyarbakır’dan bile talebe geliyordu. Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizami bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir.”
Çok açık olarak belirtildiği gibi, bu kamplar, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya bölgesinde uygulamaya koyduğu ‘yeşil kuşak’ stratejisinin somutlaşmış biçimi olan ‘komünizmle mücadele’ politikasının Türkiye’de güncelleştirilmesinin bir parçasıydı. Siyonizme uşak, Kapitalizmle uyumlu ılımlı İslam safsatasının temelleri atılmaktaydı.
O sırada MHP’ye bağlı olarak kurulan ama esasen MİT ve CIA tarafından organize edilen ‘Komando Kampları’ gibi Gülen öncülüğünde oluşturulan ‘İslamcı Kampların’ da birer kontrgerilla faaliyeti olduğu sonradan anlaşılacaktı.
12 Mart 1971 Askeri darbesi sırasında kısa bir süre tutuklanmasına rağmen, kampların faaliyetini kesintisiz olarak sürdürmesi hayret uyandırıcıydı.
“Benim tutuklu olduğum dönemde de, kamp hizmeti devam etmişti. Bu hizmet çok masumdu ve hedefi de gençleri komünizm ve anarşizmden koparmaktı…
Ben katıldığımda Avcılarda kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar’da 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar’ın kapasitesi daha da arttırıldı ve ortalama bu kampa 80-100 arasında insan katılabiliyordu.”
Peki, bu gücü nereden alabildi? Tutuklu olmasına rağmen, kamp eğitimlerini nasıl örgütledi? Kendi deyimiyle, “çevresinde çok az kişi kalmasına rağmen”, bunu başarması elbette derin devlet destekli “ilahi bir inayetti!”.
MİT ve CIA desteğinde, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen, Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenmişti. Zaman zaman tutuklansa da, Ankara’daki üst düzey dostları vasıtasıyla her defasında paçayı sıyırıvermişti. Gülen’in kısa sürelerle tutuklanıp cezaevine konulması, onu meşrulaştırma ve etki gücünü arttırmanın bir aracı olarak kullanılmasını sağladığı da çok belirgindi.
Amerikan İslamcısı ‘Altın Nesil’ Konferansları
Gülen’in adına ‘Altın Nesiller’ dediği Amerikan İslamcı, yeni bir genç kuşağı yetiştirme politikasına başlarken, bunun ilk adımını Malatya ve Diyarbakır’da atması tesadüf değildir.
Bu iki ilde ‘Altın Nesil’ konferanslarını verir. Esas amacı çoğu Kürt kökenli gençleri anti-komünist mücadele ekseninde Türk-İslamcı kılıfı ve Amerikan kafalı olarak örgütlemektir.
“1976 yılında seri konferanslara çıkmıştım… İşin olumlu yanı Malatyalı gençlere ait olmak üzere çok coşkulu olmuştu. Evet, ben en diri dinleyici kitlesini Malatya’da bulmuştum… Erzurum da çok iyiyiydi… Diyarbakır’da da Altın Nesil Konferansı’nı verdim. Güneydoğuda bugün patlak veren hadiselerden, ben o günde endişe içindeydim…” demektedir.
O süreçte, Barzani’nin bir lider gibi kabul edilmesini içine sindiremediğini söyleyen Fetullah Gülen’in, bugünlerde Açılım projelerine ve Barzani yönetimine destek vermesi münafıklığın çok açık bir örneğidir.
Uluslar arası istihbarat ve ekonomik güçlerin kullanım merkezleri olarak bilinen Gülen okullarında yetiştirilen ‘Altın Nesil’ gençler içerisinde küresel emperyalizme karşı Siyonist İsrail’in zulümlerine duyarlı Kur’an merkezli, İslam birliği amaçları taşıyan bir kişiye rastlamak mümkün değildir.
Kendisini önce Hz. Hamza, sonra Mehdi, ardından MESİH olarak gösteriyordu!
Gülen’in bir başka özelliği de kendisini olağanüstü güçleri olan birisi olarak tanıtmasıdır.
“Ben merdivenden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona ‘hoca geliyor, fakat biz onun hakkından da geliriz’ diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce şaşırdı. Tabii ki, onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha sonra anlayacaktım… ‘Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yanına sokulamazlar’ dedim… Sonra trans halindeki bacımız, ‘nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?’ diye bağırmaya başlamış.” Burada kendisinin Hz. Hamza olduğunu ima ediyordu.
Gülen’in insanların psikolojik sorunlarını istismara yönelip güya çözmesi bir yana, anlattığı uyduruk hikâyelerden anlaşılacağı gibi müthiş bir egoizm ve kendini beğenmişlik duygusu taşıyordu.
Vaaz sırasında hıçkırarak ağlaması, kendisini sıradan zavallı göstermesinin arka planında, ona büyük bir farklılık fantezisi yaşatıyordu.
Dikkat edilirse yaşamına ait anlattığı bütün anılarında, kendisini sürekli Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali gibi İslam büyükleriyle kıyaslıyor, hızını alamayarak Mehdilik ve Mesihliğe soyunuyordu.
Zengin insanlara ve Tüccarlara özel bir zaafı vardı!
Fetullah Gülen, gittiği bölgelerde devlet yöneticileriyle irtibatlar kurarken, aynı zamanda tüccarlarıyla, zengin eşrafıyla da yakın ilişkiler geliştirmesi dikkat çekmektedir. Yaptığı örgütlemede onları özel olarak değerlendirir. Özellikle anti-komünist mücadele stratejisine bağlı olarak kurdukları kampların bütün masraflarını bölgenin zenginlerine ödettirir. Bu bakımdan İzmir’de, Kestane pazarını kendisine mesken seçmesi de bilinçli bir tercihidir. Burası aynı zamanda ekonomik bir merkezdir. Yahudi kökenli tüccarların ve işadamların yoğun olduğu Kestanepazarı, Gülen’in ilişkilerinde önemli bir dönemeçtir. Örneğin Kamp kurmak için Ankara’da topladığı 3 bin liralık bonoyu, Yahudi esnaflar vasıtasıyla Kestanepazarında paraya çevirir. Bugün, Gülen cemaatine ait olan uluslar arası şirketlerin çok önemli bir kesimi özellikle Yahudi kökenli dünya kapitalist şirketlerle çok yakın ilişkileri bilinmektedir.
Önceleri Asker dostu geçinirdi, şimdi TSK karşıtıydı!..
Şeriat düzenini savunduğunu iddia eden Gülen’i en çok destekleyip koruyan da o dönemin laik geçinen generalleri olması ilginçti. Ama aynı Gülen şimdi Ergenekon bahanesiyle Subayların ezilmesine nedense sevinmekteydi!
Örneğin, 12 Mart 1971 askeri darbesini desteklemek için vermiş olduğu bir vaazda, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için dini merasim yapılmasını dahi eleştirmişti:
”Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Ama ardından da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?” demişti.
Haziran 1980’de yani askeri darbeden yaklaşık olarak 3 ay önce, İzmir’de camide verdiği vaaz da, darbe çağrısı yaparak şunları dile getirmişti:
“İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet... Bu nasıl iştir!.. Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu? Ne oldu askere? Polisler nerede? Marks’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır.”
Aynı Fetullah Gülen’in, şimdi referandumda “Evet” denilmesi için gayretlenmesi ve 12 Eylülcülere veryansın etmesi, onun karakter yapısını göstermekteydi.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra ve sözde arandığı bir sırada yine bir camii vaazında yapmış olduğu ve daha sonra ‘Sızıntı’ dergisinde yayınlanan konuşmasında şunları söylemekteydi:
“Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (...) bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (...) onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam... Düşmanı kıskıvrak yakalama bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi (...) ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”
Gülen cemaati ile bazı generaller arasında bir kısım farklılıklar olmasına rağmen ortak bir ittifak kurmalarının altında ne yatmaktadır? Bunlar birbirlerinin çıkarlarını niçin korumuşlardır?
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, bir yanda afişlerle aranan Gülen, öte tarafta İzmir’de camilerde darbeyi desteklemek için vaazlar yapmaktaydı. Dönemin Milli Güvenlik Konseyi sekreteri Haydar Saltık’ın himayesi altında, darbeyi desteklemek için dolaşmaktaydı. İlginç olan Türkiye’nin iç politikasının olağanüstü süreçlerinde, Gülen’in mutlaka, Ankara’da bir general tarafından korunmasıydı… Üstelik bunlar Din Düşmanlığı ve masonik bağlantıları bilinen insanlardır. Gülen’in devletin istihbarat örgütleriyle olan ilişkisi artık kamuoyuna açıklanmalıdır. Gülen’in yaşam hikâyesi tahmin edildiğinden çok daha karanlıktır. Kozmik odaların gizli yerlerinde Gülen’e ait çok büyük bilgiler ve belgeler vardır. AKP hükümeti geçmiş yılların karanlıklarını ve kendi kiralık ortaklıklarını aydınlatmaya yanaşmamaktadır. Yapılmış onlarca provokasyonları, katliamları hiçbir şekilde açığa çıkartmayacaktır. Çünkü izlerin birçoğu Gülen’in kapısına çıkmaktadır. MİT artık tamamen ılımlı İslamcıların ve CIA figüranının denetimi altındadır. Geçmiş yıllara ait arşivler açılabilirse, bunların münafık yüzleri ortaya çıkacaktır. Ama açmaya hiçbir şekilde cesaret edemezler, çünkü o arşivlerin her karesinde Gülen’in fotoğrafı vardır.
Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Dairesi ile olan derin irtibatlarının bütün dosyaları, CİA ile olan özel bağlantıları, yer aldığı provokasyonların tamamı herhalde MİT’in gizli dolaplarındadır.”[2]
“Milli Görüş kaçkını ve Yahudi yanaşması AKP hükümeti, hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını istemiyorsa, öncelikle açması gereken Gülen dosyasıdır. Bu dürüst ve şeffaf olmanın ilk şartıdır.”
[1] Dr. Mustafa Peköz / www.sendika.org
[2] Aynı Siteden Yararlanıldı
Bu yazarin diger makaleleri
< Önceki | Sonraki > |
---|