Cemaat ve Tarikatların Islahı ve İntizama Sokulması İçin ADİL AHLÂKİ DÜZEN PROGRAMI
Cemaat ve Tarikatların Islahı ve
İntizama Sokulması İçin
ADİL AHLÂKİ DÜZEN PROGRAMI
Yozlaşan ve yoldan çıkan bir kurumun, bir oluşumun ve bir topluluğun öncelikle imhası değil, elbette ıslahı lazımdır. Bunların ıslahı ve hayırda yarıştırılmasının ilk şartı da; mutlaka resmiyet kazandırılması, sistem bütünlüğüne katılması ve otokontrol altına alınmasıdır. Kangrenleşmiş uzuvların ve kanserleşmiş urların temizlenip ayıklanması dışında, böylesi sosyal oluşumların ve sivil yapılanmaların kökünü kurutmaya çalışmak, hem yararsızdır, hem de peşinen başarısızlığa mahkûm bir adımdır.
CIA tertipli FETÖ darbe girişimi, geç de olsa bazılarımızın ve ilgili kurumlarımızın gözlerini açmıştı. Şayet “Bir musibet bin nasihatten evladır” gerçeğine uygun davranılsa ve gerekenler yapılsa, bu şeytani fesatlıkları tarihi fırsatlara dönüştürme kapısı aralanmıştı. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı değerli Mehmet Emin Özafşar, Al Jazeera'ye açıklamalar yapmış; FETÖ türü yapıların tehdit unsuru olmaması için cemaatlerin kayıt altına alınması gerektiğini hatırlatmıştı. Böyle bir ihtiyacın farkına varılması bile önemli bir aşamaydı. Çünkü palyatif ve günübirlik tedbirlerle FETÖ benzeri yapıların ifsadına engel olmak imkânsızdı.
İyi de bu cemaat ve tarikatlar, nasıl disipline sokulacak ve hangi statü ile kayıt altına alınacaktı?
Şu anda İslam dünyasında bunun en belirgin örneği eksik de olsa Mısır’da vardı; orada da maalesef dini hizmetleri kontrol ve baskı altında tutmak amacıyla yapılandırılmıştı. Mısır’da cemaat önderleri, imamlar, hocaefendiler, tarikat şeyhleri, mürşitler yasal bir statüye kavuşturulmuşlardı, hepsine devlet protokolünde yer ayrılmıştı. Bir tarikatlar konseyi vardı, onun altında toplanmışlardı. Mısır’daki bu yapılanmaya gidilmesinde; 1995 senesinde Kahire’de Ezher öğrencilerine ve öğretim görevlilerine yönelik yaptığımız 40 günlük, ADİL DÜZEN seminerlerinin de etkili olduğu duyumları alınmıştı. Ama ne var ki Adil Düzen bir bütün olarak ele alınmadığı, tarikat ve cemaatlerin rahatlıkla ve İslami doğrultuda çalışmaları değil, sadece kontrol altında tutulmaları amaçlandığı için tam verimli ve dengeli bir yapı kurulamamıştı. Her şeye rağmen bu girişim, en azından ilk-örnek teşkil edecek bir adımdı ve kısmen de olsa önemli yararlar sağlamıştı. Mısır’da Şazeliler, Bedeviler ve Rufailer başta olmak üzere 73 ayrı tarikat kayıt altında faaliyet yapmaktaydı. 90 milyonluk Mısır’da, bunların kayıtlı mensupları 10 milyonu aşmaktaydı. Bunların hepsi kamusal kimliğe sahip bulunmakta ve şeyhleri müftüyle birlikte devlet protokolünde oturmaktaydı. Programları, amaçları, üye mevcutları, örgütlenme modelleri ve metotları ile faaliyet alanları şeffaftı, hesap kitapları denetlenebilir durumdaydı. Sadece Müslüman Kardeşler Cemaati, gayriresmi ve sakıncalı bulunduğundan resmiyet altına alınmamıştı. Bu elbette yanlıştı ve haksızlıktı. Ama Mısır’daki bu uygulamanın daha adil ve şamil bir programını Erbakan Hoca “Adil Düzen’de Ahlâki Yapılanma” başlığı ile hazırlatmıştı. Biz de bazı eksiklerini tamamlayıp, anlaşılır ve uygulanır pozisyona taşıyarak olgunlaştırmaya çalıştık.
Cemaat ve tarikatların ıslahı ve otokontrol (murakabe) altına alınması çalışmaları ise Diyanet İşleri Başkanlığımızca ve onun bünyesinde kurulacak emin ve ehil uzmanlardan oluşan kurumlarca yapılmalıdır. Sistemin tazyikinden ve siyasetin tahakkümünden kaynaklanan bazı hata ve noksanlıklara rağmen Diyanet Teşkilatı; en yararlı, hayırlı ve başarılı kurumlarımızdandır ve kesinlikle lazımdır. Adil Ahlâki Düzen Programı, Diyanet Teşkilatımızın da en etkin ve yetkin şekilde yeniden yapılanmasına; siyaset, ekonomi ve yargı kurumlarından bağımsız, ama hepsiyle irtibatlı ve bağlantılı olarak ağırlık ve saygınlık kazanmasına vesile olacaktır.
Velhasıl, cemaatlerin ve tarikatların faaliyetlerinin ve programlarının denetlendiği bir sistem mutlaka lazımdı!
Çünkü başka türlü bu yapıların yozlaşmasına, hatta dış güçlerce kullanılmasına engel olunamazdı. Artık demokratik şeffaflık, cemaat ve tarikat gibi sosyal organizasyonlar için de sağlanmalıydı. Böylece Devlet Düzeni ve kamu hizmeti bir bütünlüğe ulaşmalıydı! Bugün, mevcut tarikat ve cemaatler bünyesinde toplanan zekât, kurban ve bağış paraları on milyarlarca liraya ulaşmaktaydı. Bunların hiçbirinin kaydı ve hesabı tutulmamakta, nerelere harcandığı veya kimlerin kasasına aktarıldığı soruları hep yanıtsız kalmaktaydı. Hem ekonomik, hem psikolojik, hem de sosyolojik ve politik bir sömürü çarkına dönüştürülen tarikat ve cemaatlerin mutlaka disiplin altına alınması, düzenle entegre bir resmiyet kazandırılması ve tabi ciddi, sürekli ve sistemli bir kontrole tâbi tutulması kaçınılmazdı.
● ADİL AHLÂKİ DÜZEN’İN YAPISI
Adil Düzen’de Ahlâki Kurumlara katılımın mecburi tutulması:
Adil Düzen’de; o toplumu teşkil eden farklı inanç ve hayat tarzına sahip bütün insanların kimlik kartlarında sadece bağlı bulundukları “DİN” değil, asıl üyesi oldukları TARİKAT ve CEMAAT’leri ve diğer mensubiyetleri de yazılı olacaktır. Hatta o toplumda varsa ateistler ve dinsizler bile ayrı, ama birbirlerinden sorumlu ekipler sayılacaktır. Çünkü Dinli-Dinsiz herkesin; içinde yaşadığı ve nimetlerini paylaştığı topluma karşı, elbette sorumlulukları, ahlâki ve vicdani zorunlulukları vardır.
Örneğin Müslümanların; “Kadiriliğin, Nakşiliğin, Alevi-Bektaşiliğin filan şubesi, Nurculuk ve Süleymancılığın filan ekibi…” Veya Hristiyanların, “Ortodoks, Ermeni ve Protestan çeşidi” gibi her vatandaşın doğrudan irtibatlı bulunduğu manevi hizmet ve mezhep ekolleri kendi özgür beyanlarıyla saptanacaktır. Devletin İstihbarat ve Emniyet kaynaklarından ve savcılık kayıtlarından, haklarında “olumlu ve genel huzura katkı sunucu” raporları alınan, örneğin; İlahiyat Fakülteleri Tasavvuf Bölümü Hocalarından, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki, ilgili ve bilgili ilim adamlarından oluşan seçkin bir heyet huzurunda yapılacak imtihanlarda, “ehliyet ve liyakat” belgesi almayı hak kazanan ahlâki ve tasavvufi hizmet erbabı, toplumun manevi olgunlaşma işlevinde yetkili sayılacaklardır. Ancak bu ahlâki eğitim ekollerinin ve değişik tarikat hizmetlerinin; “tarihi süreçler içindeki gelişim seyirlerine özel terbiye usullerine ve kalbi tedavi prensiplerine” karışılmayacaktır. Bu ahlâki-manevi hizmet ve mensubiyet ekiplerine ve ekollerine resmiyet kazandırılacak, böylece disiplin ve düzen altına sokulacaktır. Yani manevi ve ahlâki ekollerin hem konumları yükseltilmiş ve yetkilendirilmiş olacak, ama aynı oranda sorumlulukları da arttırılacaktır… Bu DİNİ ve AHLÂKİ grupların ülkedeki genel yetkilileri DEVLET şûrasında, diğer bölgesel ve yerel temsilcileri ise İL, İLÇE ve BUCAK şûralarında danışman olarak görev alacaklardır. Böylece hem halkın manevi-ahlâki sorunları ilgili makamlara kolaylıkla taşınacak, hem de çözüm yolları kolaylaşıp hızlanacaktır. Ayrıca kendi mensuplarına kaliteli hizmet sunma ve topluma duyarlı ve yararlı elemanlar kazandırma çabaları oranında, bu Ahlâki Kurumlara genel bütçeden pay ayrılacak ve saygınlık kazandırılacaktır.
Tezkiye Beratı (iyi hal kâğıdı) verme yetkisi tanınması: Ancak aynı zamanda bu Ahlâki gruplara; devlet görevlerine atamalarda veya resmi ihale alımlarında; “Bu kişi bizim güvenilir ve ehil bir üyemizdir. Topluma vereceği zararları ortaklaşa tazmin etmeye kefilizdir.” şeklinde bir TEZKİYE Beratı (iyi hal kâğıdı) verme yetkisi tanınacaktır. Yani şimdiye kadar savcılıklardan alınan, ama maalesef hiçbir işe yaramayan ve zararları karşılamayan uygulama, DİNİ ve AHLÂKİ kurumların sorumluluğuna bırakılacaktır. Bu durumda, “Toplumu zarara uğratan, ihaleyi yarım bırakıp kaçan, üstlendiği görev ve yetkileri kötüye kullanan” kimselerin vereceği bütün zararlar, ona tezkiye beratı veren ve kefaletini üstlenen ahlâki kurumlardan tazmin edilip geri alınacaktır. Özel bütçelerinin yetmemesi durumunda, o ahlâki grubun diğer üyeleri, bu kişinin topluma verdiği zararları ortaklaşa karşılamak mecburiyetinde kalacaklardır. İşte böyle bir durumda, hiçbir manevi-ahlâki ekip; hırsız, ahlâksız ve vicdansız bir insanı bünyesinde barındırmayacak, her cemiyet kendi mensuplarını otokontrol altına almaya çalışacak ve böylece mutlu ve doğru bir toplum oluşacaktır.
Ahlâki Teminat ve Tazminat Sistemi Şöyle Çalışacaktır:
Elbette ve öncelikle DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) bünyesinde Tarikat ve Cemaatlerin ahlâki eğitim sistemini ve hizmet takibini yapacak bir üst birim kurulacaktır. Üniversitelerdeki yetkin Tasavvuf Hocalarından, seçkin Medrese Mollalarından ve Diyanet uzmanlarından oluşan heyetler huzurunda yapılacak ehliyet (yeterlilik) sınavları… Ve devletçe yürütülecek emniyet (güvenilirlik) ve samimiyet araştırmaları sonucu halkı irşat ve ıslah makamına layık bulunanlara resmi izin ve icazet belgeleri dağıtılacaktır. Çağdaş şartlara, ihtiyaçlara ve standartlara uygun manevi ve ahlâki tedavi ve terakki (yükselme) metotları, geleneksel tasavvufi tezkiye ve terbiye kurallarıyla harmanlanıp hazırlanan seminerler sonucu sorumlulukları belirtilmiş olacaktır. Yani manevi irşat ve ahlâki ıslah konumundaki şahsiyetlere; müntesiplerini nasıl eğitip olgunlaştıracakları ve onlardan nasıl sorumlu tutulacakları anlatılacak, bu şartları kabul edenlere resmi fırsat ve ruhsat sağlanacaktır.
Farz edelim ki; herhangi bir TARİKAT’a, Nurculuk ve Süleymancılık gibi bir CEMAAT’e… Ya da sade bir Müslüman olarak DİYANET’e… Hristiyanlık ve Yahudilik gibi başka dini bir MENSUBİYET’e veya herhangi bir AHLÂKİ teşekküle “ÜYE”lik statüsüyle bağlı bir kişi, bu manevi-ahlâki mensubiyet merkezinden:
“Bu şahıs bizim güvenilir bir üyemizdir. Devlete ve millete vereceği zararları tazmin etmeye kefilizdir” şeklinde tezkiye ve teminat beratı (iyi hâl kâğıdı) alarak:
• Bir ihale kazanan,
• Devletten kredi alan,
• Önemli ve yetkili bir makama atanan,
• Esnaf, sanatkâr ve ticaret erbabı sayılan,
• Veya doktor, mühendis ve makinist gibi görevleri bulunan kimseler, görev, yetki ve mesleklerini kötüye kullanarak devletin ve fertlerin zararına yol açar ve fırsatını bulup kaçarlarsa; bunların millete verdikleri zararlar, bağlı oldukları ahlâki ve ilmi kurumlardan ve manevi münasebet halindeki tarikat ve cemaat ortaklarından tahsil ve tazmin edilecek; böylesi ayarsız, duyarsız ve ahlâksız kimseleri bünyelerinde barındırmanın sorumluluğunu üstlenmiş ve cezalarını yüklenmiş olacaklardır.
Bu durumda, hiçbir TARİKAT, CEMAAT veya dini topluluk; hırsız, huysuz ve hilekâr kimselere kefil olmayacak, mensuplarını emin ve ehil insanlar olarak eğitip geliştirmeye yoğunlaşacak, böylece manevi istismarcılık, riyakârlık ve sahtekârlık dönemi son bulacaktır. Bu sayede tarikat ve cemaat mensupları arasında, birbirlerini sürekli takip ve terbiye etme ve otokontrol sistemiyle disiplin ve denetleme süreci başlayacaktır.
Böylesi resmi ve yetkili bir ahlâki kurumdan TEZKİYE ve TEMİNAT beratı alamayan kimseler, herhangi bir meslek ve memuriyet, kredi, şirket ve ihale işlerine katılamayacaklarından, herkes dürüst, doğru, ahlâklı ve sorumlu bir tavır takınmaya mecbur kalacaktır.
Şimdiki gibi “Biz müritlerimizin ruhlarını bir kibrit kutusuna koyup cebimizde taşıyarak, görevli meleklerden saklayıp-kaçırıp cennete salacağız!” diyecek kadar sapkın ve sahtekâr tipler İRŞAT makamına oturamayacak, Kur’an’ın sarih (açık) ayetlerine, Resulüllah’ın sahih (doğru) hadislerine, ilmin verilerine, aklın ve vicdanın gereklerine aykırı safsata ve sapkınlıklar müşteri bulamayacaktır. Çünkü ahirette ŞEFAAT etme yetkisi Allah’ın elindedir; sadece izin verdikleri şahsiyetler, şefaat edilmesi münasip görülen kimselere aracı ve yardımcı olacaklardır. Henüz dünyada iken peygamberler dışında hiç kimse “Ben size şefaatte bulunacağım!” iddiasına kalkışamayacaktır. Çünkü kendisinin bile imanla öleceği ve mahşerde şefaat etme izni verileceği kesinlikle belli olmayan bir konuda yetkili gibi konuşanlar, sadece yalancı ve istismarcı takımıdır!
A- Adil Düzen’deki MANEVİ-AHLÂKİ YAPILANMA’nın genel prensiplerini ise şöyle sıralayabiliriz:
1- Manevi-Ahlâki Düzen diğer (İlmi, İktisadi ve Siyasi) düzenlerle uyum içinde çalışacak ama onların emrinde ve güdümünde değil bağımsız olacak, üstelik etkisi ve yetkisi kadar sorumluluğu da bulunacaktır.
2- Dini ve ahlâki kurumların asıl amacı; iyiyi, doğruyu ve güzeli göstermek olacaktır.
3- Zorlama yerine, sevdirme ve inandırma yöntemini esas alacaktır.
4- Adil Ahlâki Düzen’in önemli bir fonksiyonu da değişik din, mezhep ve cemaatleri bir arada ve barış içinde yaşatmak ve toplumda karşılıklı saygı-sevgi ve hoşgörüyü yaygınlaştırmaktır.
5- Adil Ahlâki Düzen; Din ve vicdan hürriyetinin korunmasına, gerçek bir laikliğin ve örnek bir demokrasinin uygulanmasına ve bu konuda saldırıya uğrayanların savunulmasına çalışacaktır.
6- Adil Ahlâki Düzen; genel Düzen’in aktif bir unsuru olarak murakabe (müfettişlik), tezkiye (mensuplarına iyi hâl belgesi vermek), bilirkişilik, tahkikat (tarafsız ve adil soruşturma), sağlığın korunması, sosyal güvenlik ve dayanışmanın sağlanması ve genel ahlâkın korunması konularında hem yetkili ve hem de sorumlu olarak görev yapacaktır.
7- Dini eğitim ve öğretim çalışmalarını ve halkın bu konudaki ihtiyaçlarını karşılayacaktır.
B- Dini ve ahlâki kurumların şu hedefleri gerçekleştirmesi planlanmıştır:
1- Her konuda Hakkı üstün tutma, Hakka bağlı ve saygılı olma düşüncesi taşıyan,
2- Her türlü zulüm ve ahlâksızlığa karşı meşru metotlarla mücadele ruhu ve cihat gayreti içinde olan,
3- Menfaatçi ve materyalist değil, maneviyatçı ve ahlâki değerlere sahip ve seviyeli bulunan,
4- İçki, uyuşturucu, kumar ve fuhuş gibi kötü alışkanlıklardan; yalan, iftira, fesatçılık, fırsatçılık gibi ahlâksızlıklardan uzak duran,
5- Dini bilgi ve becerileri yeterli ve tutarlı olan,
6- Gönül huzurunu ve gerçek mutluluğu yakalayan insanlar yetiştirmek.
C- Bu ahlâki kurumların toplumsal görevi ve işlevi ise şunlar olacaktır:
1- Fert-cemiyet ve devlet arasındaki irtibat ve intizamı sağlamak ve sağlamlaştırmak.
2- Vatandaşların dini sorunlarını ve sıkıntılarını çözüme bağlamak ve sorularını cevaplandırmak.
3- Denetleme (murakabe-müfettişlik) görevini yapmak.
Adil Düzen'de müfettişlik-murakabe görevi; dini-ahlâki kurumlara verilecek ve bağımsız hareket edecektir. Şimdiki sistemde müfettişler, Bakanların veya Genel Müdürlerin emrindedir ve tabiatıyla onların güdümündedir. Yani saf vicdani kanaatleri ile hareket edecek kadar bağımsız değildir. Ve bu durum, haliyle adaleti gölgelemektedir.
4- Tezkiye: Kurulacak Adil Düzen'de manevi merkezler ve meşrepler gibi ahlâki kuruluşların ve farklı dini cemaatlerin, bir manevi şirket ortaklığı şeklinde düzenlenmesine ve kendi mensuplarına ticari, siyasi ve sosyal münasebetlerinde hem "bu mensubumuz emindir, itimat edilebilir, kendisine kefiliz" şeklinde tezkiye ve teminat beratı veren, hem de onların yolsuzluk ve zararlarını tazmin ve telafi eden yetkili ve sorumlu kurumlar olmasına dikkat edilecektir.
5- Tahkikat (soruşturma), ekspertiz (malların kalite kontrolü ve ihtilafların çözümü), sağlığın korunması, sosyal güvenlik ve dayanışmanın sağlanması hizmetlerine resmen ve fiilen katılmak ve ilgili makamlara geçerli ve güvenilir raporlar hazırlamak da ahlâki kurumların görevleri arasında olacaktır.
D- Adil Ahlâki Düzen’in Başlıca Teşkilatları Şunlardır:
1- Dini hizmet kuruluşları,
2- Dini eğitim ve öğretim kuruluşları,
3- Ekspertiz (malların kalite kontrolü) kuruluşları,
4- Tahkikat (soruşturma) kuruluşları,
5- Sağlık hizmetleri kuruluşları,
6- Sosyal dayanışma ve yardımlaşma kuruluşları,
7- Ahlâki dayanışma, tebliğ, terbiye ve davet kuruluşları,
8- Emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker, (Hakkı ve ahlâkı koruma ve üstün tutma, iyilikleri yürütme, kötülükleri önlemeye çalışma) teşkilatları,
9- Hakka davet ve hayra hizmet kuruluşları ve hayır vakıfları olacaktır.
E - Dini-Ahlâki Sistemin Teşkilât Özelliklerine Gelince:
1- Kuvvetler ayrılığı esasına sadık kalınacak, bugünkü yasama, yürütme ve yargı yanında, 4. güç olarak “Denetleme” görevini yürütecek olan Dini-Ahlâki kurumlar bağımsız çalışacaklardır. Dini-Ahlâki Düzen; siyasi, ekonomik ve ilmi düzenlere müdahale etmeyecek, onlar da dini düzene karışmayacaklardır.
2- Dini grup ve kurumlar, cemaatleri sayısınca ve diğer hizmetleri karşılığında genel bütçeden pay alacaklar, ayrıca ortak üye aidatlarından oluşan özel bütçeleri bulunacaktır.
3- Her türlü meşrep, tarikat veya cemaatin; Bucaklarda orta, İllerde yüksek, Devlette ise üst seviyeli temsilcileri bulunacak ve oradaki şûraların tabii üyesi sayılacaklardır. Böylece resmi etkinlik ve yetkinlikleri artan AHLÂKİ-DİNİ teşekküller, toplumda “DENETLEME VE DENGELEME” görevlerini huzurla ve sorumlulukla yerine getirmiş olacaklardır.
Bu durumun, temel eserlerimizde bir karşılığı var mıdır?
İslam'da inanç ve ibadet esasları ve şekilleri kesin ve kâmil olarak gösterildiğinden daha çok ticaret, siyaset, sanat, iktisat ve sosyal hayatı içine alan "muamelat" konuları değişmeye ve gelişmeye müsait olduğu için; haliyle bu konularda yeni içtihatlara, yeni kurum ve kurallara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durum bizlere, her asırda geçerli ve yeterli, yeni düzenlemeler yapma imkânı da kazandırmaktadır. Bu nedenle tarikat, meşrep, mektep ve mezhep, vakıf, dernek ve parti gibi ilmi, ahlâki, siyasi ve sosyal müesseseler de isim ve şekil olarak kaynaklarımızda yer almamaktadır. Ancak bunlarla ilgili temel esaslar ve hükümler mutlaka vardır. İşte ilim ehlinin görevi; bunlardan yola çıkarak, yeni kurumlar ve yeterli kurallar oluşturmaktır.
İşte Adil Düzen'de öngörülen vekâlet ve kefalet kurumu da ilmi bir yapılanma olup; kimlere, niçin ve nasıl vekil ve kefil olunacağının şartları kaynaklarımızda zaten vardır. Bunun gibi iptidai bir pasaport sistemi sayabileceğimiz "eman verme" veya "emanına alma" uygulaması cahiliye döneminden sonra Ashab-ı Kiram tarafından da uygulanmış, bizzat Efendimizin fiili ve kavli sünnetleriyle harpte ve sulhta kimlere ve nasıl eman verilebileceği öğretilmiştir... Şöyle ki: Dışarıdan gelen bir yabancı, o bölgede rahatça ve serbestçe ticaret ve seyahat yapabilmek için, kendisini yakinen tanıyan bir kabile reisinin emanına girerdi. Bu durum; "filan kişinin hak ve hürriyetlerini koruyacağımızı, hırsızlık ve cinayet gibi zararlarına da kefil olacağımızı ilan ediyoruz" demekti... Böylece çevresinde itimat sağlayamayan, emanına girecek tanıdık kimseler bulamayanlar ortada kalırdı.
Hatta İslam fıkhında, cinayet işleyen kimselerin ödemesi gereken diyeti (tazminatı) verecek gücü yoksa, bu miktarın mensup olduğu kabilesi ve aşireti arasından toplanması esas alınmıştır. Ta ki her kabile kendi mensuplarını imanlı, ahlâklı ve vicdanlı kişiler olarak yetiştirmeye, kötüleri ve katilleri bünyesinde barındırmamaya dikkat ve gayret etsin. Bugün kabileler ve aşiretler yerine, tarikatlar ve meşrepler veya farklı dinden cemaatler bulunmaktadır. Geçmişte aşiretlerin yaptığı teminat verme ve tazminat ödeme işlevini, şimdi Adil Düzen’de ahlâki ve dini oluşumlara yüklemenin hukuka uygun olacağı anlaşılmış olmalıdır.
Efendimizin (SAV); "İstişare edilen, emin (ehil ve güvenilir) olmalıdır" hadisi de, kişiler hakkında sorulduğu zaman; "Bu kimse ehil ve emindir" diyen şahıs veya kuruluşların "güvence verebilecek ve sorumluluk yüklenecek şartlara ve sıfatlara haiz bir resmiyet taşımalıdır" manasına da işaret edilmektedir.
Böylelikle; manevi ve uhrevi hizmet verecek olan ahlâki/dini kuruluşlara resmiyet ve ciddiyet kazandırılmış, toplum hayatında etkili ve yetkili bir konuma çıkarılmış olacaktır. Tabiatıyla nimet-külfet dengesi esasına uyularak yetkileri oranında da sorumlulukları bulunacaktır. Artık bütün manevi hizmet ve meşrepler ahlâklı ve emin insanlar yetiştirmeye çalışacak, o ülkede hayır ve hizmet yarışı başlayacaktır. Sahtekârlık ve riyakârlık işe yaramayacak, ahlâk kurumlarından iyi rapor alamayan huysuzlar ve hırsızlar kötülük fırsatı bulamayacaktır. Mensuplarının vereceği maddi ve manevi zararı, o cemaatin bütün üyeleri birlikte tazmin etmek (ceza olarak ortak bütçedeki paylarından ödemek) durumunda kalacaklarından, herkes birbirini devamlı uyaracak ve koruyacaktır. Böylece Peygamberimizin, "Müslümanlar (Hakka ve hukuka teslim olmuş insanlar) bir vücudun parçaları gibidir." hadisinin hedefi de gerçekleşmiş olacaktır.
Siyasi yönden partilerin, ilmi yönden okul ve ekollerin, iktisadi yönden sendika ve derneklerin resmi temsilcileriyle birlikte; Bucak, İl ve Devlet Şûralarının tabii üyeleri sayılacak olan ahlâki kuruluş yetkililerine, bu uygulama ile ayrıca bir saygınlık ve ağırlık kazandırılacaktır.
Adil Düzen’de öyle dengeli bir sistem kurulacaktır ki; hiç kimse ne maddi ne de manevi, hak etmediği bir makam ve menfaati asla kullanamayacak, hak ettiğinden de mahrum kalmayacaktır... Görev ve yetkiler, hatta şeref ve rütbeler; kişi ve kuruluşların insafına ve inisiyatifine bırakılmayacaktır. Ve tabii asla unutulmamalıdır ki burada üzerinde durulan: Ahlâki Kurumların, resmiyet ve hizmet açısından yeniden yapılanması, çağdaş statü ve standartlara kavuşturulması, yetki ve sorumlulukları artırılarak etkinlik kazandırılması ve Adil Düzen'in önemli bir unsuru olarak toplum ve devlet hayatındaki yerine oturtulması ve böylece manevi karakollar olarak toplum düzenine ve disiplinine katkıda bulunmasıdır. Yoksa kalbi tasarruf ve terbiye konusunda olsun, ruhi kemâlat ve marifet hususunda olsun... Bunların özel eğitim, irşat ve hizmet usullerine müdahaleye kalkışmak yanlıştır. Bu konular, devletin ve resmiyetin yetki sahasının dışındadır.
● DİNİ VE AHLÂKİ SİSTEMİN ÇALIŞMA ESASLARI VE AHLÂKİ AMAÇLARI
1- İLMİ Ahlâk kazandırmak:
a- Herkesi sabır ve saygıyla dinleme,
b- İlmi ve insani tartışma kurallarını öğrenme,
c- Şahsi karar verebilme yeteneğini geliştirme,
d- Hakkı ve haklıyı savunma gayreti gösterme şuuru aşılanacaktır.
2- MESLEKİ Ahlâk aşılamak:
a- Sözünde durma ve kimseyi aldatmama,
b- Hile ve haksızlık yapmama,
c- Çalışkan ve üretken olma,
d- İmkân, eleman ve zaman israfından kaçınma duyarlılığı aşılanacaktır,
3- SİYASİ Ahlâk şuurunu yaygınlaştırmak:
a- Kurallara ve kanunlara uyma,
b- Amirlere ve yetkililere itaatli olma,
c- Hakem (mahkeme) kararlarına rıza anlayışı aşılanacaktır.
4- SOSYAL VE TOPLUMSAL Sorumluluk Ahlâkı olgunlaştırmak için de:
a- Savunma gayreti, Hak ve adaleti koruma ahlâkı (İslamiyet'teki CİHAD gibi),
b- Toplanma ve cemaat olma ahlâkı (NAMAZ gibi),
c- Dayanışma ve ölçülü yaşama ahlâkı (İNFAK gibi),
d- Sağlıklı ve ölçülü yaşama ahlâkı (ORUÇ gibi),
e- Seyahat ve turizm ahlâkı (HAC gibi) ve anlayışı kazandırılmak amacına yönelik programlar hazırlanacaktır.
F- DİNİ - AHLÂKİ DÜZEN’İN çalışma prensipleri şunlar olacaktır:
1- Müspet ilme ve aklıselime uygun, yani tabii olması,
2- Uygulanabilir kolaylık ve pratiklikte bulunması (YÜSR),
3- Tabii ve tarihi gelişme ve değişmelere açık bulunması (İCMA-İÇTİHAT),
4- Dengeli ve adil olması,
5- İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin gibi kriterleri ortaya koyması,
6- Zorlama değil, inandırma ve sevindirme-sevdirme esasına dayanması.
● ADİL DÜZEN’DEKİ AHLÂKİ YAPILANMADA, DİNİ VE AHLÂKİ KURUMLARIN “DENETLEME GÜCÜ”NÜN GÖREV ALANI VE SORUMLULUKLARI
Bugünkü bâtıl ve Batılı sistemlerde, yasama meclislerine yasa yapma (kanun koyma) yetkisi yanında ayrıca “denetleme” yetkisi ve görevi de verilmiştir. Hem karar alma ve kanun koyma, hem de alınan kararın doğruluk ve kontrolünü aynı kuruma vermenin, “iş bölümü kuralları” açısından da, “güvenilirlik şartları” bakımından da sakıncalı olduğu bir gerçektir. Ayrıca Bakanların ve Genel Müdürlerin emrinde ve memur statüsünde çalışan müfettiş ve murakıpların; bağımsız hareket edemeyecekleri ve vicdani kanaatlerine ters düşebilecekleri zaten bilinmektedir. Bu nedenle Adil Düzen’de “yasama” yetkisi ile “denetleme” yetkisi birbirinden ayrılmış ve böylece şimdiki sistemdeki, “kurumların kendi kendisini denetleme” çelişkisi de giderilmiştir. Batılı rejimlerdeki müfettiş, murakıp, hesap uzmanı, kontrolör, zabıta, eksper, tahkikat komisyonları ve devlet denetleme uzmanları gibi dağınık ve bağımlı kurumların, fonksiyonlarını tam ve tarafsız olarak ve tesir altında kalmadan yapabilmeleri için, denetleme yetkisi ve görevi; Adil Düzen’de Dini-Ahlâki kurumlara devredilmiştir.
Gerek tahkikat (soruşturma) çalışmalarına, gerek yargı (mahkeme) kararlarına kolaylık sağlamak üzere; gerek delil toplama ve tespitleri yapma işinde olsun, gerek üretilen malların standartlara uygunluğunu ve kalite kontrolünü yapma işinde olsun ve gerekse ruh ve beden sağlığını koruyan ve sağlık hizmeti yapan kurumların denetimi işinde olsun;
a- Gerekli ve yeterli dini eğitimden ve ilgili mesleki öğretimden geçmiş,
b- Ahlâki değeri ve dürüstlüğü denenmiş ve belirlenmiş,
c- Ruhuna ahiret düşüncesi ve hesap endişesi yerleşmiş,
d- Makam ve menfaat açısından bir yere bağımlı olmadığından, vicdani kanaatiyle hareket edebilen kimselerin teftiş ve denetleme hizmetini yapmaları, elbette daha isabetli ve verimli olacaktır. Bugün Batı’da hastanelerin büyük çoğunluğunun kiliselerin yönetimi ve denetimi altında bulunması da bu yüzdendir.
Bu yazarin diger makaleleri
< Önceki | Sonraki > |
---|