YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
66067e2de5469
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 5 8 8
Bugün : 10989
Dün : 16551
Bu ay : 406197
Geçen ay : 338123
Toplam : 22732147
IP'niz : 44.222.92.134

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 Yüce yaratıcı, her insanın tabiatına; hem iman ve iyilik etme, hem de küfür ve kötülüğe yönelme fıtrat ve fırsatını yerleştirmiştir. Her insanda hayat boyu, Rahmani düşüncelerle Şeytani dürtüler sürekli mücadele halindedir. Kendi irade-i cüziyesiyle, aklına ve vicdanına uyarak tercihini haklı ve hayırlı yönde kullanan, sebat ve sadakat ehli iman ve insani olgunluğa erişmekte; ama nefsi arzularını ve dünyevi çıkarlarını önceleyenlerin, bir dönem iyilik ve istikamet üzere olsalar da, sonunda direnemeyip değerlerini rüşvet verip dejenere edenlerin ve böylece manevi ve ahlaki prensipleri ya inkâra veya istismara yönelenlerin bu yamuklukları giderek onların KARAKTERİ ve AHLAK GENİ haline gelmekte ve kemikleşmektedir.

“Deki; herkes kendi ŞAKİLE’sine (fıtrat halini almış karakter ve tıynetine göre düşünce ve) davranış (sergiler)” (İsra: 84) ayeti bu gerçeği haber vermektedir.

Bir zamanlar namaz kılan, oruç tutan, dini kitaplar okuyan, ama sonunda çeşitli sebepler ve etkenlerle sapıtıp Maoist ve anarşist bir çizgiye kayan Abdullah Öcalan’la, yine uzun bir sure Milli Görüş düşüncesinde ve İslam istikametinde bulunan, ama ardından dünyalık makam ve menfaat arzusuyla, “Milli Görüş gömleğinden ve kimliğinden soyunarak” ılımlı İslam’a ve emperyalist-Siyonist odaklarla uyuşan Bülent Arınç, çok farklı ve aykırı zannedilse de, aslında aynı karakter ve tıynete sahiptir. Öcalan iyilik ve istikametinden ayrılıp inkârcı komünist felsefeye, Arınç ise haklı ve hayırlı çizgisinden kaytarıp, istismarcı kapitalist yörüngeye girmiştir. Zaten Bülent Arınç’ın PKK’lılara ve BDP’lilere özenti ve sempatisinin sebebi de, herhalde bu tıynet ve karakter benzerliğidir. Bir zamanlar “Ermeni dönmesi, hain, Zerdüşt, kâfir!” diye sataştıkları PKK’lılara karşı şimdi “Onlara yapılan haksızlıklara uğrasaydık biz de dağa çıkardık!” itirafları ve rüşvet-i kelamları, işte bu fıtrat yakınlığının bir alametidir. Ve zaten maddi eşyada zıt-aykırı kutuplar birbirini çektiği halde, ruhi sahada ve insanlar arasında aynı-benzer kutupların birbirini sevdiği tabii ve tarihi bir gerçektir. Kur’an-ı Kerim ayetlerinin ve hadisi şeriflerin ısrarla vurguladığı; “inkârcı kâfirlerle istismarcı münafıkların gizli işbirliği ve gönül muhabbeti” de bu yüzdendir.

“Kim zulme (ve saldırıya) uğradıktan sonra (zalimler etkisiz bırakılıp cezalandırılmak suretiyle) nusret bulup (hakkını alır ve huzura kavuşursa) artık onlar (saldırganlar) aleyhine (işkence, hakaret ve temel insan haklarından mahrumiyet gibi) bir yol verilmiş değildir” (Şura: 41)

“Ancak, insanlara zulüm yapan, yeryüzünde (ülkesinde ve bölgesinde) BAĞİY’liğe kalkışıp (isyan ve anarşi çıkaran)ların aleyhine yol verilmiş (onların fitne ve fesadını önleyici tedbirlere müsaade edilmiştir)” (Şura:42)

ayetleri ortada iken ve yine mevcut hukuki gerçekler ve vicdani kanaatler dururken, hala kalkıp: “Ana dilde savunma hakkım kısıtlansaydı… Bu hakaretler bana da uygulansaydı… Biz de dağa çıkardık” sözleri sadece riyakâr bir duygu sömürüsü değil, aynı zamanda bir “ruhi uygunluk” gösterisidir.

Şimdi:

• Abdullah Öcalan’ın hapisten kurtarılmasına ve hazırlanan “Özerk Kürdistan” oluşumunda kendisine özel ve yarı resmi bir statü kazandırılmasına yönelik haklı tepkileri törpülemek

• PKK’lı eşkıyalara ve BDP’li pervasızlara mazeret ve meşruiyet üretmek ve onları masum ve meşru konuma yükseltmek

• AKP’nin; Türkiye’mizin parçalanmasına ve milli birliğimizin dağılmasına yol açacak gaflet (belki de bilinçli hıyanet) girişimlerine “şefkat ve merhamet kılıfı” geçirmek

• Asıl suçlu ve sorumlu olarak Türkiye Cumhuriyetini gösterip, bütün kötülüklerin ve kirli işlerin kaynağı(!) olan bu devleti çökertmenin günah değil, mubah olduğu kanaatini kafalara yerleştirmek

gibi sinsi hesaplar ve sünepe tavırlarla, “Baş terörist Apo’nun gençliğinde beş vakit namaz kılacak kadar dindarlığına, Gül’den Kışanak gibi BDP’li küstahların, Diyarbakır cezaevinde uğradığı barbarlık(!)lara” vurgu yapan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “Onların yerinde ben de olsam, dağa çıkardım!” sözleri bunların niyetini ve tıynetini yansıtması bakımından önemliydi. Ve zaten Fatih Altaylı da Haber-Türk TV’de AKP sözcüsü Hüseyin Çelik’e: “Bununla Abdullah Öcalan’ı serbest bırakmanın yolu mu açılıyor?” sorusunu yöneltmişti.

Ve zaten Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Abdullah Öcalan’ın geçmişteki dindarlığına dair “Öcalan’ın lisedeki arkadaşları şimdi nerelerde, kendisi ise teröre bulaştı” türünden açıklaması sonrası, lise döneminden Öcalan’ı tanıyan Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Durmuş Yılmaz’dan açıklama gelmesi ve Öcalan’ın lisede 5 vakit namaz kılan biri olduğunu belirtmesi, hazırlanan bir senaryonun sahnelenmesi gibiydi.

Peki, duygusallık numaralı riyakârlık yönü öteden beri ağır basan Bülent Arınç’ın: “Önceden çok kızıp beddua ettiği BDP’li kadın milletvekilinin Diyarbakır cezaevinde yaşadıklarını öğrendikten sonra, ona kızmaktan vazgeçtiğini, aynısını kendisinin de yaşaması halinde, dağa çıkmaktan imtina etmeyeceğini” nasıl değerlendirmek gerekirdi?

“Böylesi tevil ve tahliller, PKK’ya katılıp dağa çıkan herkesi, çektiği baskıların haklı bir tepkisi olarak görmeye yöneltmez miydi? Hâlbuki Diyarbakır cezaevi yokken de PKK faaliyetteydi. Öcalan’ın 1979’da, darbeden bir yıl önce Suriye’ye geçtiğini herkes bilirdi. Zulmün PKK’nın işini kolaylaştırdığı bir gerçekti, ama Diyarbakır cezaevi olsaydı da olmasaydı da PKK terörü körüklenip üzerimize sürülecekti. Hatta PKK’nın en büyük sıçramayı baskı dönemlerinden çok, demokratik açılım dönemlerinde yaptığını kim inkâr edebilirdi? Bir takım baskı ve haksızlıklara maruz kalmak, hiç kimseye dağa çıkma ve her türlü zalimliği yapma hakkını vermezdi” itirazları elbette yerindeydi.

Bülent Arınç’ın mantığıyla, PKK’nın ve BDP’nin zulmüne uğrayanların da dağa çıkmasını ve anarşiye kalkışmasını haklı görmek ve teşvik etmek gerekmez miydi?

Bülent Arınç’ın “Size üç arkadaştan bahsedeyim; üç kişi Anadolu’dan gelmişler, birisinin adı Durmuş, birisinin adı Yakup, birisinin adı Abdullah. Tapu Kadastro Meslek Lisesi’nde arkadaşlık yapıyorlar. Lise Ankara’da, Maltepe’de, Demirtepe tarafında bir yerde. Okulun karşısında da yurt var. Anadolu’dan gelen bu öğrenciler bu yurtta bir aradalar. Üçü namaz kılıyorlar, üçü de inançlı insanlar. Çok iyi arkadaşlıkları var, Maltepe Camisi’ne gidiyorlar, ders çalışıyorlar. Hepsi Anadolu’dan gelmiş, ailesinden bu eğitimi almış veya bu gelenekleri yaşatan insanlar. Sonra yıllar geçiyor; bunlardan birisi yurt dışında tahsil yapan, Hukuk’ta okurken benim de bir yıl arkadaşlığımı yapan Durmuş Yılmaz olarak Türkiye’de Merkez Bankası Başkanı oluyor. Uşaklı Durmuş Yılmaz, o üç arkadaştan birisi. İkincisi Yakup İnce, Konya’dan yetişmiş bir mühendis, 30 yıldır Medine-i Münevvere’de mühendis olarak çalışıyor. Üçüncüsü de, Abdullah Öcalan. Tapu Kadastro Meslek Lisesi’nin öğrenci yurdunda, birbirlerini çok seven, namazı beraber kılan, orucu beraber tutan, iftarlara, sahurlara beraber kalkan bu insanların hayatları hangi noktada kesişmiş, hangi noktada ayrılmış. Türkiye’nin son 50-100 yılını bu tablonun içinde görebilirsiniz…”

sözlerini: “Aynı ülkenin, aynı milletin ve aynı değerlerin mensubu olan gençlerin bir kısmını solcu-PKK’lı, bir kısmını sağcı ve ırkçı kafalı, bir kısmını da AKP’liler gibi ılımlı İslamcı ve din istismarcısı yapan aynı dış güçler ve işbirlikçi çevrelerdir” gerçeğinin dolaylı bir itirafı gibi okumak ta mümkün ve münasip değil miydi?

Abdullah Öcalan’ı, diğer PKK’lıları ve BDP’li yandaşlarını: “Derin devlet tarafından aldatılmış, kullanılmış, MİT’in kuklası ve kurbanı yapılmış” gibi göstermek ve aslında bunca hakaret ve nefreti hak etmedikleri kanaatini yerleştirme çabaları: bir zamanlar MHP’nin silahlı ve azılı militanı, şimdilerde Fetullahçı Zaman yazarı ve AKP yalakası yani her ortamın fırsatçısı ve karanlık odakların figüranı Mümtazer Türköne tarafından da “Anadilde savunma hakkım kısıtlansa, ben de dağa çıkardım” sözleriyle dile getirilmişti. Bülent Arınç’ın ifadeleriyle Mümtazer Türköne’nin sözleri, bunların aynı Siyonist mahfillerde pişirilip, bunlar eliyle servis edildiğini göstermekteydi. İyi de Bay Bülent Arınç, gençliğimizi farklı kutup ve kulvarlara iten merkezlerle, 28 Şubat’ı tertipleyerek; Erbakan’ı devirip AKP iktidarına yol veren merkezlerin ve dahi PKK’nın arkasındaki güçlerin hep aynı olduğu gerçeğini niye gizlemekteydi?!

“İçinizdeki kini bu şekilde kusup insanları dağlara çıkmaya özendirin diye mi bu mevki ve makamlar size verildi? Sizin 17 yaşındaki militan bir kızın avukatlığını yapmak yerine yine sizin yanlış ve çanak tutucu politikalarınız yüzünden daha analarının yaktığı kınalar ellerinden çıkmadan o üzüldüğünüz militan kızların şehit ettiği vatan evlatlarının hakkını korumanız gerekmez miydi? Çünkü 17 yaşındaki o anarşist kız, sevgilisine papatya toplamak için dağa çıkmış değildi! Hem sonra sizin bu kadar dağ hevesiniz vardı da kimler sizi engelledi?”[1]  

Her kime karşı ve hangi maksatla yapılırsa yapılsın, işkencenin, hakaretin, şiddet ve dehşetin hepsi lanetlenmiştir. Bir PKK’lının da, başka bir suçlunun da, yakalandıktan veya teslim olduktan sonra bu tür insanlık dışı muameleye tabi tutulmasını hoş görmek elbette mümkün değildir. Bu tür vahşi yaklaşımlar, insanları ıslah’a değil, ifsada ve isyana sürükleyecektir. Ancak, PKK’nın kuruluş gerekçesini ve bunca katliama yönelmesini, bu tür ferdi ve fevri işkencelere bağlamak ta ayrı bir gaflettir. Kaldı ki, iktidara geldikten bu tarafa, AKP PKK’ya hep böyle zeytin dalı uzattığı ve açılımlar başlattığı halde, neden acaba terör saldırıları azalmak yerine daha da azdırılmış olduğunu da Bülent Arınç’ın yanıtlaması gerekir!

Kaldı ki, Bay Bülent Arınç, siz inancı ve idealleri uğrunda, gerekirse makamından ve menfaatinden geçip dağa çıkacak, hayatını ve rahatını ortaya koyacak bir karakter ve kabiliyete sahip misiniz? Böyle olsaydı Milli Görüş’ten kaytarıp kirli ve zalim güçlerle işbirliğine girişir miydiniz? Siz Milli gayret ve manevi hassasiyet gütseydiniz, AJC’den (ABD Yahudi Kongresi’nden) CESARET MADALYASI, ADL (Yahudi Karşıtlığıyla Mücadele Derneğinden) ÜSTÜN HİZMET madalyası verilen Sn. Erdoğan’ın yalakalığını yapmayı şeref bilir miydiniz?

Yoksa sizin “DAĞ”ınız, ABD midir ki, hayranı olduğunuz Fetullah Gülen gibi, zoru görünce oraya hicret(!) etmekte, dara düşünce Amerika’ya gitmektesiniz!?

2012 Kasımında, Suriyeli muhalif gruplarla Esad yanlılarının İran’daki bir toplantısında Türkiye’den katılan Demokrat Parti Genel Başkanı Namık Kemal Zeybek, (ki bu toplantıya SP Genel başkanı Sn. Mustafa Kamalak ve Abdullatif Şener’in de katıldıkları basına yansımıştı) Ülkeye döndükten sonra Anayurt Gazetesine yaptığı açıklamalarda: “10 bin kadar Taliban militanının, Türkiye’yi üs olarak kullanıp Suriye’de savaştığını, Hatay Cilvegöz’de hazırlanan özel konteynır kampında barındırılan bu militanlara 3 bin kadar da Türk’ün katıldığını ve bunların Amerika’dan özel destek ve emirler aldığını” belirtmişti. Aylar geçmesine rağmen bu korkunç iddialara, AKP iktidarı ve dağa çıkan PKK’lıları haklı gösteren Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından, niye hala hiçbir yanıt verilmemişti?

Konya’da gaza gelip:

“Kuvvetler ayrılığı önümüze engel oluyor!” diye kükreyen, ama tenkit ve tepkiler üzerine, hemen vazgeçip;

“Kuvvetler ayrılığını en güçlü biz savunuyoruz!” diye çark eden oturaklı ve kararlı(!) bir Başbakanın…

Ve yine, önce:

“PKK’lıların yerinde olsam, ben de dağa çıkardım!” gibi laflar eden, ama eleştirileri görünce ve hele Başbakandan paporayı yiyince, hemen dönekleşip:

“Dağa çıkmayı aklımın ucundan bile geçirmedim” diyen Bülent Arınç gibi duyarlı ve tutarlı(!) bir Başbakan Yardımcısının güdümündeki bir AKP iktidarının; ciddi ve netice verici hiçbir adım atamadığı Mavi Marmara saldırısıyla ilgili, sadece halkın havasını indirmeye yönelik ve göstermelik bir hukuki soruşturmayı bile başa götüremediğine, yandaş yazarları dahi itiraz ve isyan etmişti.

Mavi Marmara saldırısı olduğu gece, İskenderun’da yapılan “PKK” saldırısının İsrail bağlantısına ilişkin güçlü şüphelerin” üzerine niye gidilmemektedir?

Mesela, Mavi Marmara davası ile ilgili soruşturma kapsamında güvenlik birimleri delil toplaması, o saldırıya İsrail askeri olarak katıldığı, tanık ifadeleriyle kesinleşen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı (Yahudi asıllı) kişilerle ilgili haber yapılması neden hemen müthiş bir anti-semitizm kampanyasına çevrilmektedir?

AKP’li Dışişleri Bakanlığının, benzer bir kampanya için gereksiz bir açıklama yayınlamasının sebebi nedir? Bu açıklamanın, dava ile ilgili soruşturma sürecini zayıflatacağı, soruşturmayı yürütenlerin işini zorlaştıracağı, hesap edilmemiş midir?

İşte Mavi Marmara baskınına uğrayanların, İsrail askerleri arasında Türkiyeli Yahudilerin de bulunduğunu belirttikleri ifadeleri:

Tanıklardan biri: Aşdot limanına götürülmeden geminin güvertesinde uzun bir süre bekletildik. Orada bir askerle diyaloga girdik. Bana “Şişli’de oturduğunu (Yahudi bir aileye mensubiyetini R.P.), kısa bir süre önce askerlik yapmak için İsrail’e geldiğini, tekrar İstanbul’a döneceğini” söyledi. Aşdot’a götürüldükten sonra sorgumuza katılan askerlerden ikisini Taksim Meydanı’nda gördüm.

Bir başka tanık: Özgürlük Filosu’na İzmir’den katıldım. Açılan ateşle omuzumdan yaralandım. İsrail’de beni sorgulayan askerler arasında (Türkiye Yahudilerinden R.P.) İzmirli bir asker vardı. Kendisine konuşmak için haber gönderdim ancak hiçbir şekilde bu isteğime olumlu yanıt vermedi.

Şimdi bu kişilerin dava kapsamında ifadesinin alınmasından daha doğal ne olabilir? Bundan neden rahatsızlık hissedilir? Davayı sabote etmek isteyen İsrail uzantılı çevreler ve nüfuz casuslarının kullandığı kışkırtıcı dil sadece ve sadece bu davayı sabote etmeye yöneliktir.

Eğer biz, kampanyadan ürküyorsak, bu kişilerden ifade alamıyorsak, o zaman davayı da kapatalım gitsin. Başka türlü bir davadan söz etmek mümkün olmayacak çünkü. İçeride ve dışarıda, bir karartma operasyonu görüntüsü hissediliyor. Umarım yanılıyorumdur…”[2]

AKP’lilerin İsrail Karnesi!

İsrailli Siyonist politikacı, diplomat ve özellikle AKP ve Erdoğan yanlısı Bayan Tzipi Livni; Abdullah Gül Dışişleri Bakanı iken, Türkiye’yi ziyareti sırasında kendisine Gül tarafından verilen ziyafette “özel kaşer-Yahudilerde helal sayılan yiyecekler” menüsü ikram edilmişti. Tzipi Livni, Mavi Marmara saldırısında Türkiye’yi “haksız ve patavatsız” göstermişti.

İşte bu Livni: “Hamas ile mücadelemiz dinimizin gereğidir ve kıyamete kadar sürecektir” diyen kahpedir.

Livni’nin, Hamas ve Hizbullah gibi direniş örgütlerine karşı, Müslüman ve işbirlikçi müttefik olarak, Mahmut Abbas’ı ve Recep T. Erdoğan’ı görmesi ilginçtir.

Tzipi Livni kimdir?

(5 Temmuz 1958, Tel Aviv), eski Mossad ajanı, İsrailli politikacı eski İsrail Dışişleri Bakanı ve başbakan yardımcısı olarak bilinir.

Eski birer Irgun militanı olan Eitan Livni ve Sara Rosenberg’in çocuğu olarak Tel Aviv’de dünyaya gelmiştir. Polonya doğumlu babası Eitan Livni, İngilizlere karşı direnen Irgun örgütünün operasyon şefiydi. Ortodoks yani tutucu bir aileye sahip olan Livni, 12 yaşından beri vejetaryendir. Anadili İbranice’nin yanı sıra İngilizce ve Fransızca bilmektedir.

Mesleki Yaşamı

İsrail Savunma Kuvvetlerine hizmet eden Livni, askerliğini tamamlaması ve bir yıl hukuk okuduktan sonra Mossad’a girmiştir. 1980’li yıllarda Avrupa’da, İsrail gizli servisi Mossad’ın ajanı olarak görev yapan Livni, işin stresini gerekçe göstererek Mossad’dan yine 80’lerde istifa etmiş ve hukuk öğrenimine devam etmiştir. Ehud Olmert’in Kadima’nın liderliği için tekrar aday olmayacağını açıklamasından sonra yapılan parti içi seçimleri kazanan Livni 17 Eylül 2008 tarihinde Kadima’nın liderliğine getirilmiştir.

Partisi Kadima, 10 Şubat 2009 erken genel seçimlerinde ilk sırada olmasına rağmen Benyamin Netanyahu liderliğindeki Likud partisi sağcı partilerin desteği ile hükümeti kurma yetkisini alarak yönetime gelmiştir. Tzipi Livni ise Ana Muhalefet Lideri görevini üstlenmiştir. 27 Mart 2012 tarihinde yapılan Kadima Kongresi’nde Şaul Mofaz’a karşı parti liderliğini kaybetmiş ve görevi Mofaz’a devretmiştir. 1 Mayıs 2012 tarihinde ise milletvekilliğinden istifa etmiştir.

Tzipi Livni’nin Dışişleri Bakanı olarak ziyaret ettiği Ankara’da görüştüğü Türk yetkilileri arasında Abdullah Gül dışında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Tayyip Erdoğan ve MGK Genel Sekreteri Yiğit Alpogan ile görüşmüşlerdi. O sırada Tzipi Livni ile görüşen Cengiz Çandar’ın edindiği izlenimlere göre:

1. “İki-Devletli çözümü” savunanlar açısından zaman daralmaktadır;

2. İsrail açısından, Filistin tarafıyla bir çözüme ulaşmak için bir “partner” olmaması sıkıntı doğurmaktadır. (Yani 2012 sonlarında BM’de Filistin’e “Gözlemci Devlet” statüsü İsrail’in işine yaramaktadır. R.P.)

3. Tek taraflılığı, İsrail’in ideolojisi sanmak yanıltıcıdır.

Bunlar ne anlama mı geliyordu?

İşte “deşifre” edilmiş hali:

1. İsrail, deniz (Akdeniz) ile nehir (Şeria nehri) arasındaki coğrafyada “iki-devletli çözüm”den, yani bir “Yahudi ulus-devleti” olarak İsrail Devleti’nin varlığından ve tanınmış ve güvenlikli sınırlar içinde yaşamasından ve bir de müzakereler sonucu belirlenecek sınırlar içinde kurulacak bağımsız Filistin devletinden yanadır. Tzipi Livni’nin uzun açıklamalarında en çok “telaffuz” ettiği bu “iki-devletli çözüm” kavramı idi ve bunu İsrail namına “tarihi bir taviz” olarak görüyor ve destekliyordu!

2. Bu amaca ulaşmak için, Hamas yönetiminde bir Filistin hükümetiyle görüşülemez. İsrail Mahmut Abbas’tan yanadır. Hamas, seçimler yoluyla iktidara gelse bile -ki, bu, İsrail’in uyarılarına rağmen uluslararası toplumun ve Abu Mazen’in (Mahmud Abbas’ın) hatası olmuştur- bir “terörist örgüt”tür. İsrail, Hamas’ı “çözüm için partner” olarak görmemektedir. Abu Mazen ile görüşülebilir, kendisi Filistinlilerin, İsrail’in “meşru gördüğü” başkanıdır ama Abu Mazen’in elinin ne kadar güçlü olduğu tartışmaya açıktır.

3. İsrail, çözüm yolunda tek başına ilerlemek istememektedir. Öyle yaptığı takdirde, sevimsiz görüntü vermektedir. İsrail de “müzakereler yoluyla ulaşılacak çözüm”den yanadır. Ama, bunu İsrail tek başına elde edemez. Bunun için, uluslararası toplumun yardımı ve özellikle Türkiye’nin desteği lazımdır.

Buradan Türkiye’ye bir “özel rol” çıkarmalı mıyız? Tzipi Livni, bunun için mi “ilk ziyareti”ni Türkiye’ye yapmıştı?

İsrail’in bir numarası Ehud Olmert, ilk ziyaretini nasıl ABD’ye yaptıysa, iki numarası da, ilk ziyaretini bunun hemen ardından Türkiye’ye gerçekleştirdi. Bunu, kendi tanımıyla ABD, İsrail ve Türkiye arasındaki “üçgen ilişkide” anlamak gerekirdi. Yani, Türkiye ve Erdoğan iktidarı, İsrail’in gözünde Hamas ile kendisi arasında bir “arabuluculuk” rolünü yerine getirecekti.

Suudi Arabistan ünlü Kral Faysal ödülünü, Erdoğan’a, özellikle Filistin konusunda sarf ettiği çabalardan dolayı vermişti. Suudi Arabistan, her ne kadar İsrail’i tanımayan ender ülkelerden biri olsa da, ABD’nin eski ve güvenilir müttefikiydi. AKP iktidarından ve Erdoğan’dan istenen, görünürde Hamas’ı pohpohlasa da, gerçekte Mahmut Abbas’a destek vermesiydi. Ve zaten ABD Savunma Bakanlığı yetkilisi Yahudi Mattev Mark Horn, İsrail’in stratejik NATO toplantılarına katılması yönünde AKP Türkiye’sinin ikna edildiğini belirtmişti.[3]

Bu durumu o dönemde Kadima partisi muhalefet lideri, ‘’güvercin’’ Livni, şöyle dile getirmişti:

‘’Türkiye bir taraf seçmeli… Tabi ki Arapların veya Yahudilerin tarafını seçmesini istemiyoruz… İsrail, Filistin Kurtuluş Örgütü (Abbas), Mısır, Ürdün ve bütün dünya ile fondementalist (radikal) İslam arasında tercihini yapmalı….’’ Yani Hamas ve Hizbullah’ı etkisizleştirmeli!?

İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman önceki bakan Livni ve iki bayan milletvekiline ‘fahişe’ demişti. Doğu Avrupa Yahudilerini temsil eden ve aslen Moldova’dan İsrail’e göç eden Lieberman İsrail içindeki ırkçılıktan hep şikâyet etmiş ve başta Polonya olmak üzere Batı Avrupa kökenli Yahudilerin yani Eşkenazların devleti ele geçirmesinden söz etmişti. Bu şikâyet ağırlıklı olarak Doğu kökenli Sefarad Yahudileri tarafından da dile getirilmektedir. Afrika’dan göç eden Yahudilerin durumu ise çok daha beteredir.

Lieberman’ın lideri olduğu Evimiz İsrail Partisi‘ne oy verenler genellikle başta Rusya olmak üzere Doğu Avrupa ülkelerinden gelen ırkçı, bağnaz ve dinci çevrelerdir. Livni İsrail medyasına da yansıyan demeçlerinde, “Mossad ajanı olarak görev yaptığı gençlik yıllarında Araplarla yattığını ve özellikle Fransa’da birçok Filistinliyi öldürdüğünü” itiraf etmiştir. Üstelik Lieberman da İsrail’e göç etmeden önce doğup büyüdüğü Moldova’da bar fedaisi olan birisidir. Lieberman yolsuzluk, rüşvet ve görevi kötüye kullanmaktan dolayı istifa etmiştir. İşte bu Liberman ile Netanyahu’nun seçim ittifakı yapması ilginç bir siyonist karakteridir.

Ama İsrailli yöneticiler arasında en ilginç olanı 4 yıl önce Livni’nin de bakan olduğu dönemlerde cumhurbaşkanı olan Moşe Katsav isimli Siyonisttir. Babası Kasap olarak İran’dan göç eden ve İsrail’e gelince Katsav soyadını alan bu zat şimdi hapistedir. Çünkü yanında çalışan kadınlara ve genç kızlara sarkıntılık ve tecavüz etmiştir. İşte bazı Masonların ve liberal takımının ağzından düşürmedikleri ‘Ortadoğu’nun iki laik ve demokratik ülkesi Türkiye ve İsrail…” böyle yönetilmektedir.

İsrail’in ne denli ‘laik ve demokratik’ olduğu bellidir. Kendi aralarında ne kadar farklılık ve sorun olursa olsun, demokratik yöntemlerle seçilen tüm İsrailli yöneticilerin ortak paydası Filistin halkını öldürmektir. AKP’liler Filistin devletine BM’de gözlemci statüsü tanındı diye göbek atarken, Netanyahu’nun binlerce binayı Filistin topraklarında inşa etme kararına karşı hiçbir ciddi tepki görülmemektedir. Çünkü Netanyahu’nun arkasında ‘Yılın adamı’ Obama vardır ve 4 yıl önce ona Nobel Barış Ödülü boşuna verilmemiştir.

Yahudi çevrelerce bir süredir tartışılan ‘MOSSAD çalışanı kadın casusların, yabancı erkeklerle birlikte olmalarının haram veya helal olup olmaması meselesi’, bu defa sadece İsrailli Yahudiler arasında değil, İranlı Yahudiler arasında da tartışmaya yol açması ilginçtir.

Yahudiliğin Modern Ortodoks mezhebine bağlı bir araştırma müessese olarak modern teknolojik gelişmelerin Yahudi Hukuku’na uygun şekilde geliştirilmesi için çalışan Zomet Enstitüsü, yayınladığı bir bildiriyle Yahudi dünyasında yeni tartışmaları körüklemiştir. MOSSAD’ın kadın ajanlarının İsrail’in bekası için istihbarat toplarken yabancı erkeklerle cinsel ilişkiye girmelerinin haram olmayıp caiz olacağına dair fetvayı ilan eden Haham Ari Şavat’ın ifadeleri İsrail’de ve İran’daki bazı Yahudi çevreleri rahatsız etmiştir.

İfadelerini meşrulaştırmak için Yahudi şeriatına göre deliller gösteren Şavat, M.Ö. 500 senelerinde İran Hükümdarı Ahaşveroş ile birlikte olup dindaşlarının menfaatine çalışan meşhur Yahudi kadın Ester’in icraatlarına dikkat çekmiştir.

İranlı Haham: “fuhuş her türlü haramdır, teşvik edenler recm edilmelidir”

İran Yahudi cemaatinin lideri Maşallah Gülistaninejad ise; “Her ne sebeple olursa olsun fuhuş büyük bir günahtır ve insanları buna teşvik edenler cezalandırılmalıdır” demişti. Gülistaninejad, devlete hizmet için kadınların cazibelerini kullanarak rakipleriyle cinsi ilişki kurmalarını tasvip eden eski İsrail Dış İşleri Bakanı Tzipi Livni’yi de dinsizlik ve ahlaksızlıkla itham etmişti.

Suriye’nin Parçalanması ve Armegeddon Savaşı!

Siyonist Merkezler, Arz-ı Mev’ut inancıyla Büyük İsrail İmparatorluğunu kurma ve adım adım BOP’u uygulama yolunda önemli bir aşama olarak Suriye’nin Parçalanmasına karar vermiştir. Sonunda Rusya ile Amerika’nın; Beşşar Esad’ın da mensup olduğu Nusayrilerin Akdeniz kıyısındaki Lazikiye ve Tartusu içine alan bir Alevi eyaleti, PYD’nin kuzeyinde (Türkiye’nin sınırında) bir Kürt bölgesi ve Şam civarında ise Sünni Arap devleti oluşturulması konusunda uzlaştıkları haberleri gelmektedir. Maalesef AKP iktidarı ise bu sürece sadece figüranlık etmiştir.

Hatta, Rusya’nın bile itiraf ettiğine göre: “Esad, kimyasal silahlarıyla ilgili tüm yığınak ve hazırlığını en stratejik iki-üç bölgeye yerleştirmiştir.”

Esad, muhaliflerin saldırmaya bile cesaret edemeyeceği ‘kurtarılmış bölge’ arayışı içine girmiştir. Bunun amacı ise: “Rejimin yıkılma ihtimaline karşı, küçük de olsa bağımsız bir devlet kurabilmektir.”

Suriye’nin üç, hatta dört ayrı devlete bölünme ihtimali görüşülmektedir. Bunlardan birinin de, Alevi devleti olacağı sır değildir Çünkü Suriye nüfusunun yüzde 20’si Alevi Nusayrilerdir. Sözde BM Suriye Barış Elçisi Lahdar Brahimi’nin “Suriye Somali’ye dönmeden ve farklı parçalara bölünmeden bir çözüm bulunmalıdır” sözleri de, Suriye’nin bölünmesine karar verildiğini göstermektedir.

Başbakan Erdoğan bile sonunda bu gerçeği fark edip, Star-NTV yayınında o endişesini açıkça dile getirmiş ve ‘Suriye’nin Irak gibi olma tehlikesi var’ demiştir. Ama Sn. Erdoğan “Kuzey Irak, Suriye ve Türkiye Kürdistan’ının birleşip, Türkiye’nin himayesine girmesi” oltasını yutacak kadar gaflet ve cehalet sergilemektedir. Bu arada İsrail İran’a saldırı için hazırlık görmekte Arap Baharı dediğimiz sokak gösterilerini şimdi Tahran sokaklarında denemeye girişmektedir.

Türkiye’ye Almanya, Hollanda ve ABD’den Patriotlar’ın yerleştirilmesini, askerlerin gönderilmesini, işte bütün bu gelişmeleri göz önüne alarak analiz etmelidir. Hemen öncesinde hararetli tartışmaların, uzun müzakerelerin ve Rusya’nın sert tepkisinin ardından NATO radar sistemlerinin Anadolu’ya konuşlandırılmasını yeni bir savaşın alt yapısı olarak görmelidir.

Hatırlayalım, daha önce İran Genelkurmay Başkanı Patriotlar konusunda ‘Bunlar üçüncü dünya savaşı hazırlıkları’ gibi laflar etmişti. Başbakan ‘Saçmalıyor’ diyerek küçümsedi ama bugün ciddi ciddi Ortadoğu’da büyük bir savaşın hazırlıkları yürütülmektedir.

Unutmayalım ki, 1. ve 2. Dünya savaşları da böylesi çok küçük kıvılcımlarla ateşlenmiştir. Ve hele İttihatçıların gizli ve kirli entrikalarla nasıl Osmanlı’yı 1. Dünya savaşına ittiklerini bir daha hatırlatmak yerindedir. Evet, bölgemizin İsrail’den, ülkemizin ise AKP’den kurtulma zamanı gelmiştir.



[1] Osman İnce, Sen Ancak Uludağ’a Çıkarsın

[2] İbrahim Karagül, 24.12.2012, Yeni Şafak, Mavi Marmara Karartması mı?

[3] Bak: 26 Aralık 2012, Milli Gazete

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Rahmet PAKGÜL

Rahmet PAKGÜL

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

ÖZEL YAZILAR

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx