YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6606475259056
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 5 8 8
Bugün : 9831
Dün : 16551
Bu ay : 405039
Geçen ay : 338123
Toplam : 22730989
IP'niz : 3.89.163.156

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Ergün Poyraz’ın: Siyonist Yahudi güdümlü “Amerikan State Univercity of NewYork Eress” tarafından, Sabataist Şerif Mardin’e hazırlattırılan “BEDİÜZZAMAN” adlı kitabındaki hesaplı çarpıtmaları ve alakasız yorumları gerçekmiş gibi esas alarak, O büyük şahsiyeti “Ermeni asıllı ve hıyanet kasıtlı” gösterme çabaları; AMERİKADAKİ İMAM kitabındaki CIA figüranı Fetullah Gülen’le ilgili ciddi ve hayret verici tespitlerinin güvenilirliğine de maalesef gölge düşürmekteydi. (Bak Sh. 32,36) Bediüzzaman’ın Van Gölü kenarında ve Edremit yakınında, Dini ilimlerle fenni ilimlerin birlikte okutulacağı, Mısırdaki El-Ezher Üniversitesi benzeri Medresetüz-Zehra girişimini, o dönemin İngiltere Van Konsolosu Albay Chamsi’nin de ve tabi Kürtleri kışkırtmak maksadıyla böyle bir hedefi olduğu gerekçesiyle Üstadı “İngilizlerin adamı ve Ermeni Militanı” diye itham etme gayretleri, elbette çirkin ve temelsiz bir iftiradan ibaretti. O süreçte, Ermenilerin Bitlis ve Van’da oldukça kalabalık, zengin ve etkin olduklarını ve Bediüzzaman’ın da bu bölgede doğup yaşadığını bahane ederek, O’nu şeytanların bile nefret edeceği şeylerle suçlamak, eğer koyu bir bilgi fukaralığından kaynaklanmıyorsa, mutlaka İslam düşmanlığının dolaylı bir şekliydi.

Oysa Şerif Mardin, CIA istasyon şefi Yahudi-Siyonist Graham E. Fuller gibi birisinin himayesindeki kişiydi. Ve hele Ergün Poyraz sadece sürgüne ve mahkemeye gidişlerinde bir iki sefer bindiği, başkalarına ait bir chevrolet arabayı öne sürüp “Bediüzzaman yaşadığı devirde sayılı zenginler arasındaydı” (sh.55) diyerek gülünç duruma düşmekteydi. Çünkü Onun dünyaya metelik vermediği ve asla mal-mülk edinmediği dost-düşman herkesin bildiği şeydi. O tarihlerdeki yüzlerce Osmanlı âlimi ve müellifi gibi, Latin harflerini bilmediği –çünkü Arap harfleriyle okuyup yazma öğrendikleri- için, Bediüzzaman’ı cahillikle suçlayıp saçmalaması ise tam bir bilgisizlik ve gerçeklere ilgisizlik göstergesiydi. (Bak. Sh.241) Bediüzzaman’ı kendi eserlerinden ve tarihi belgelerden araştırıp tanıma zahmetine katlanmayan, hatta o kıymetli eserleri okuyup anlama kapasitesinden bile yoksun bulunan bazı kolaycı ve ön yargılı kimselerin; Onunla ilgili çoğu kasıtlı ve saptırıcı yorum ve yayınlara dayanarak hüküm vermeleri, hem böylesi ilim ve irfan erbabına hem de kendi okurlarına karşı tam bir saygısızlık ve sahtekârlık alametiydi, üstelik gayet ucuz ve uyuz bir gayretkeşlikti. Kaldı ki, böylesi tarihi şahsiyet ve hadiselerin, perde arkası psikolojik ve sosyolojik nedenlerini, taktik ve stratejik hedeflerini de çok ince ve derince kavramaya çalışmak ve hesaba katmak gerekirdi.

Ancak hakkını teslim etmek gelir ki; kitabın asıl konusu olan Fetullah Gülen’le ilgili tespitleri, oldukça gerçekçi ve belgeliydi. Hâlbuki Bediüzzaman, haçlı ve emperyalist batının (Amerika ve Avrupa’nın) kışkırtmasıyla ayaklanan Ermeni Militanlarının da destek çıktığı Rus işgaline karşı, gönüllü milis komutanı olarak, Bitlis savunmasına katılıp savaşmış, yaralanıp esir alınarak Rusya’ya gönderilmiş ve yıllarca zindanlarda çile çektirilmiş vatanperver ve mücahit bir din âlimiydi. Bu arada “HÜR ADAM” filmi de; tarihi gerçekleri çarpıtmaya, Bediüzzaman, istismarıyla ılımlı İslamcıları ve Amerikan uşaklarını kahramanlaştırıp meşrulaştırmaya ve Atatürk düşmanlığı üzerinden TSK’yı yaralayıp yıpratmaya yönelik mesajlar içermekteydi.

Bediüzzaman Said Nursi, çağımızın en büyük âlimlerinden olup; sağlam hadis ve haberlerle müjdelenen büyük devrim ve değişime alt yapı ve ön hazırlık görenlerden, çok önemli bir şahsiyettir.

Kendisi Kürt kökenlidir. Ancak bütün himmet ve hizmetini Türkiye’ye ve aziz milletimize vermiştir. “Türk olan bir tek Hulusi’yi, binlerce cahil kürde değişmem… Binlerce gafil kürdü, birer Türk olan Asım, Refet ve Hüsrev’e mukabil görmem”[1] diyecek kadar ırkçılık düşüncesinden uzak bilinmektedir. Türk devletine, milletine ve askerine, aşk derecesinde bağlı birisidir. Ve zaten en birinci ve bahtiyar talebesi olan Elazığlı Hacı Hulusi (Yahyagil) Bey de, Çanakkale, Kafkas ve Milli Mücadele gazisi olan şerefli bir Albay emeklisidir.

Bizim kanaatimize göre, Atatürk konusunda bir “İltibas-karıştırma” mevzubahistir.

Atatürk, Tanzimattan beri ülkenin hayati kurumlarını ele geçiren ve bütün dünyada hâkimiyetlerini hissettiren Siyonist Yahudiler ve Sabataist dönmelere rağmen, hiçbir hareketin başarılı olmayacağını sezmiş ve onların yanında ve yolunda görünerek, en azından zahiri ve resmi planda Anadolu’yu kurtarmayı ve Türkiye Cumhuriyetini kurmayı hedeflemiştir. Ve tabi yıllar sonra fark edilen bu çok ince siyaset ve stratejisinde; Sabataist dönmeleri ve Siyonist Yahudileri bile uzun zaman inandıracak gerçekçi bir rol üstlenmiştir. O’nun bu dâhiyane rolünü fark edemeyenlerin: “Türkiye’mizi Siyon ülkesi, milletimizi Yahudi kölesi” yapmaya çalışan hıyanet şebekesine duydukları haklı nefret ve tepkiyi bazen, onların elebaşı görünümündeki Mustafa Kemal’e yöneltmelerini çok dikkatli tahlil etmelidir.

Bakınız, Bediüzzaman bu konuda şunları söylemektedir:

“Lozan antlaşmasından sonra, İngiltere Avam Kamarasında, kendisine yöneltilen “Türkler’in istiklalini (bağımsız cumhuriyetlerini) niçin tanıdınız? Eğer, böyle olacaktıysa, bunca savaşı ve zayiatı niçin yaptınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Curzon şu cevabı vermiştir: “Çünkü işte asıl bundan sonra Türkler, bir daha eski satvet (Kuvvet) ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları Kur’an ve İslam yolundan koparmakla, ruh ve maneviyat cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” Demek ki Mustafa Kemal ve İsmet’in razı oldukları durum, Türk milletini manen ve İslamiyet yönünden öldürme ve yok etme planıdır. İslam dinine ve ümmetine hıyanet eden o dehşetli şahsın, önemli bir kuvvetinin ve ekibinin Yahudiler olacağı yolundaki hadis ve haberlerin doğruluğunu; Lord Curzon ve Hayim Naum gibileri ortaya koymaktadır”[2]

Bu sözlerden de açıkça anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, Yeni Türkiye Cumhuriyetinin perde arkasındaki Yahudi ve dönme hıyanetini herkesten önce sezmiş, ancak Atatürk’ün de onlardan birisi olduğunu zannetmiştir. Hâlbuki Atatürk en güçlü bulunduğu, muzaffer bir komutan ve Cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde, Bediüzzaman’ı defalarca Ankara’ya davet etmiş, hürmet ve rağbet göstermiş, çok önemli ve yetkili görevler vermek istemiş ve bütün bunlara rağmen Bediüzzamanın çok sert ve ters tepkilerinin asıl niyetini bildiği için olacak ki, kendi fıtratına hiç uygun düşmeyecek şekilde, yine de sabır ve sükûnetle karşılık vermiştir. Bakınız, Bediüzzaman’ın Mısır’daki El-Ezher üniversitesine karşılık, hatta içinde müspet ilimlerle dini ilimlerin birlikte okutulacağı ve bütün Asya’daki Müslümanların ilmi ve İslami yükseköğretim merkezi olacağı; Türk, Kürt, Arap, Acem, Hint, Çin gibi farklı kavimlerin kaynaşacağı Türkçe, Kürtçe ve Arapça’nın birlikte konuşulup okutulacağı bir “Medresetüz Zehra”yı Van ilimizde kurmak istediğinde, Ankara Büyük Millet Meclisindeki 200 mebustan, başta Mustafa Kemal’in de bulunduğu 163 mebus, şimdi trilyonlar değerinde olan 150 bin Lira tahsisat vermeyi kabul etmişlerdir.”[3]

Bediüzzaman Osmanlının son dönemlerinde İstanbul’daki Dar’ul-Hikmet azası iken batılı barbarların Çanakkale’ye hücumu üzerine “Hutuvat-ı Sitte” isimli gaddar zalimlerin yüzüne tüküren risalesi, daha sonra İstanbul’u işgal eden İngiliz başkomutanına okutulunca, oldukça hiddetlenmiş ve Bediüzzaman hakkında idam kararı vermiştir. Ancak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ve özellikle Kürtler arasında çok sevilen ve sayılan Bediüzzamanın öldürülmesi halinde, aşiretlerin isyan edeceği ve İngilizlerin Anadolu’yu parçalamak üzere düşündükleri Kürdistan hayalinin suya düşeceği endişeleri hatırlatılınca bundan vazgeçmiştir.[4] İşte Bediüzzaman’ın bu kabiliyet ve karakterini iyi bilen Atatürk, onun kıymetini ve ehemmiyetini takdir ederek, defalarca Ankara’ya davet etmiştir. Bunların birkaçına olumsuz cevap veren Bediüzzaman, sonunda yakın dostu Van valisi Tahsin Beyin de ısrarıyla Ankara’ya gitmiş ve Mecliste ayakta alkışlarla karşılanıp, hürmet ve rağbet gösterilmiştir. Bir müddet Hacı Bayram civarında ikamet eden Bediüzzaman, pek çok mebusun namaza başlamasına, Mecliste daha büyük bir mescit açılmasına öncülük etmiştir.

Ancak bu arada, mebuslar arasında namaz ve dindarlık konusunda şiddetli münakaşa ve münazaralar da başlamıştır. Bunun üzerine Atatürk, Bediüzzaman’a: “Sizin gibi kahraman bir Hoca bize çok lâzımdı. Bu yüzden sizin yüksek fikirlerinizden istifade etmek niyetiyle buraya çağırdık… Ama siz, gelir gelmez en önce, namaza yönelik şeyler konuşup yazmakla işe başladınız ve maalesef aramızda ihtilaf çıkardınız…” deyince, üstad hiddetlenerek ve sert cevaplar vererek Ankara’dan ayrılmıştır.[5]

Bu tür karşılık ve karışıklıklara hiç tahammülü olmayan Atatürk’ün, yine Bediüzzaman’ı saygı ve sükûnetle dinlemesi ve hoş görmesi oldukça dikkat çekicidir ve üzerinde durmak ve düşünmek gerekir. Yine bizim kanaatimize göre Atatürk, Siyonist dönmelerin milleti dinsizleştirme faaliyetlerine karşı, Bediüzzaman’dan yararlanmak istemişti. Çünkü O’nun geçmişte İttihat Terakkiyle münasebeti ve Abdulhamid’e karşı muhalefeti, böyle bir hizmette, gizli hıyanet komitelerine karşı da oyalayıcı bir fırsat doğurabilecekti… Ancak Bediüzzaman’ın, takvasından ve tavizsiz yaklaşımından kaynaklanan: “Beyin eğitiminden önce Beden eğitimi” yaptırmak cinsinden biraz aceleci davranışı ve daha sonra yazacağı Risale-i Nur’ların “önce imanı takviye” prensibine de aykırı olarak hemen namazla işe koyulması, Atatürk’ün bu girişimini başlamadan bitirmişti. Ve yine yeri gelmişken bir kanaatimizi daha belirtelim ki: Bediüzzaman’ın Sultan Abdulhamid’i önce müstebid (İstibdatçı ve Zorba) ve baskıcı zannetmesi, Mason cemiyeti olan İttihat Terakkiyi, hürriyet ve adalet fedaîleri bilerek içlerine girmesi ne ise; Atatürk’ü, devleti ve cumhuriyeti ele geçiren hıyanet ekibinin başı olarak görmesi ve hatta dönmelerin damadı olan ve Anıtkabir’i yaparak ve Atatürk’ü koruma kanunu çıkararak, Mustafa Kemal’in tabulaştırılıp Siyonistler tarafından istismarına ve Türkiye’nin Amerika’nın yarı sömürgesi yapılmasına çalışan Adnan Menderes’i bir İslam kahramanı ilan etmesi de, aynı “İltibas” (özü biri birinden farklı, ama yüzü çok yakın ve benzer şeylerin karıştırılması) hadisesidir.

Mustafa Kemal’in:

 Dünyaya hâkim ve galip devletleri ürkütmeden Yeni Türkiye Cumhuriyetini güçlendirmek için zaman kazanma stratejisini ve bu maksatla verdiği tavizleri,

 Türkiye’yi “ön İsrail” yapma hesabı güden Siyonist Yahudi merkezleri ve içerideki İttihat ve Terakki artığı sabataist ve masonik şebekeyi umutlandırıp oyalama taktiğini ve mazeretini,

 Bazıları zaten maalesef dönme Yahudilerin ve işbirlikçi gafillerin güdümüne girmiş, bir kısmı da meskenet yuvasına ve istismar ocağına çevrilmiş dini cemaat ve tarikatların Cumhuriyete yönelik tahrik ve tertiplerini önleme mecburiyetini hesaba katmayarak,

 Mustafa Kemal’in, kasıtlı ve azılı bir din tahripçisi, malum ve mel’un güçlerin tabii hizmetçisi olduğunu sanarak; O’nun ileride çok talihli sonuçlar doğurabilecek, yüksek rütbeli ve yetkili, resmi ve dini görev tekliflerini reddeden Üstat Bediüzzaman Hz.leri; anlaşılan İslamiyet’e ve Millete yönelik tahribatların aleti olmaktan sakınmış, ama bizim kanaatimizce tarihi bir fırsat kaçırılmıştır. Ancak, unutmayalım ki, kader her şeye baskındır.

Atatürk’ün, her türlü imkân ve iktidar elinde olmasına rağmen, Bediüzzaman’ın bu ağır tenkit ve tahriklerine karşı, ona gayet sabırlı ve saygılı bir tavır takınması, Onun bir diktatör değil, ne kadar demokrat bir kişilik olduğunun da göstergesidir. Çünkü bugün demokrasi havarisi kesilen yöneticilerin, kendilerinin gaflet, cehalet ve hıyanetlerini konuşup yazanları, nasıl yaftalatıp tutuklattıklarını ve ağız dolusu hakaretler yağdırdıklarını herkes görmektedir.

Üstelik Bediüzzaman: “Atatürk’e ilişilmemesi gerektiğini” söylemekte ve Ankara’daki davranışından dolayı pişmanlık göstermektedir:

“Beni Ankara’ya istediler, gittim. Gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. “Bizimle beraber çalış” dediler. “Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle beraber çalışamaz. Fakat size de ilişmez” cevabını verdim. Evet, ilişmedim, hatta ilişenlere de iştirak ve meyil değil, belki teessüf ettim. (Mustafa Kemal’in aleyhine çalışanları asla hoş görmedim) Çünkü İslam Milliyetçiliğinin gelenekleri lehinde yararlanılabilir (Atatürk gibi) acip, (hayret verici) bir askeri dehayı (maalesef benim sert tepkilerim) bir derece bu ananelerin aleyhine dönmesine bir vesile oldu. Evet, ben, özellikle reisicumhurda muannid (inatçı ve kararlı) bir deha hissettim ve (kendi kendime söz verip) dedim: “Bu dehayı kuşkulandırıp İslami ananelerin aleyhine çevirmek caiz değildir.” Onun için elimden geldiği kadar dünyalarından çekildim ve karışmadım.”[6]

Ama bazıları, Atatürk’ün Bediüzzaman’a karşı bu ilgisini, “O’na Milletvekilliği, üniversite öğretim görevliliği, Şeyh Sünusi gibi umumi Anadolu vaizliği gibi önemli hizmet tekliflerini: “onun nüfuzundan, (etkinliğinden) kendi hesabına yararlanmak istiyor. Bediüzzaman’ı susturmak ve kendine bağlamak istiyor”[7] şeklinde değerlendirmiştir. Hâlbuki tarafsız ve ön yargısız bir şekilde ve dikkatle incelenirse, bu olaya bizim bakış açımızla yaklaşılabileceği de görülecek ve hak verilecektir.

Üstelik üzerine: “Çok mühim bir mektup” notu düşülerek Cumhurbaşkanlığı arşivinde saklanan bir mektupta, Üstat Bediüzzaman Hz.leri Mustafa Kemal’e:

“İslam Âleminin Kahramanı Paşa Hazretlerine! şeklinde hitap etmekte, “Ey Şanlı Gazi, Yüce Şahsiyetiniz hem muzaffer ordunun hem de Yüce Meclisin şahsi manevisini temsil ediyorsunuz” diye övmektedir. Bu mektubunda on maddelik tavsiyelerinin 9. Maddesinde: “Sizin bu başarılarınızı, yüksek hizmet ve fedakârlığınızı takdir ve tasvip eden ve sizi canu gönülden sevenlerin çoğunluğu inançlı insanlardır ve sağlam Müslümanlardır. Öyle ise sizin de Kur’an’ın emirlerine uygun davranmanız, hem Müslüman halkın yararınadır, hem de şerefinizi artıracaktır” sözleri ile Mustafa Kemal’le ilgili kanaatlerini ve ondan samimi beklentilerini dile getirmektedir.

Elazığ Palu kazasındaki Şeyh Sait Efendi’nin, Van’daki Bediüzzaman’dan “Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir… Yardımınız gereklidir” diyerek yapmayı tasarladığı isyan hareketine katılmasını isteyen mektubuna: “Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’e hizmet etmiş ve çok âlimler-veliler yetiştirmiş necip bir millettir. Bunların torunlarına ve ehli imana kılıç çekmek caiz değildir. Siz de sakın böyle bir işe girişmeyiniz ve bu teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Ülke dâhilinde silahla değil, islahla neticeye gidilir. Millet irşat ve tenvir edilmelidir”[8] şeklinde cevap vermesine rağmen, kaderin sevkiyle ve Risale-i Nurun yazılması hikmetiyle, Isparta’nın ıssız bir kasabası olan Barla’ya sürgün edilmiştir.

Bediüzzaman ve Ordu:

Kahraman Türk ordusuna çok değer veren ve sürekli övgüyle bahseden Bediüzzaman: “Ben bu milletin bahadır ordusunun milyonlarca efradını, eratını ve subaylarını samimiyetle seviyorum, hürmet ve haysiyetlerini, elimden geldiği kadar korumaya çalışıyorum. Ama benim garazkâr ve mason muarızlarım ise, bir tek adamı sevmek ve yüceltmek bahanesiyle, Türk ordusunun şehit olan ve hayatta bulunan milyonlarca mensubuna hıyanet ve hakaret ediyor… Bana hücum edenlerin tek bahanesi “Mustafa Kemal’e itirazım ve dost olmadığım”dır. Hâlbuki o beni taltif etmek (itimat ve itibar göstermek) ve bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya resmi yetkili umumi vaiz olarak göndermek üzere Ankara’ya çağırmıştır”[9] diyerek aleyhindeki iddiaları yalanlamaktadır.

Bediüzzaman; geçmişteki, günümüzdeki ve gelecekteki milyonlarca mensubuna hayran ve hayırhah olduğum “Bin seneden beri cengâverliğini, gaziliğini ve hak peresliğini dünyada gösteren ve ispatlayan… Kur’an’ın bayraktarlığını kılıçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan[10] bir ordunun bir tek kumandanına, yanlış ve haksız bulduğum davranışları yüzünden karşı çıkmam bahane edilerek, bana bu denli hücum ve hakareti hak ediyor muyum? diye sormakta ve aslında Atatürk’ün istismar ve suiistimal edildiğine parmak basmaktadır.”

Bu arada, biz de merak edip soruyoruz: Geçmişte ve günümüzde “Atatürk’e dil uzatıyor. Rejimi tehlikeye atıyor” gibi bahanelerle Müslüman düşünür ve din adamlarına yapmadıklarını bırakmayan asker ve sivil sahte Atatürkçüler, şimdi, ABD’li Siyonist Yahudi Graham Fuller’in “Atatürk’ün düşünceleri kendi çağı için gerekliydi. Bugün artık geçerli değildir. Zaten Türkiye bir ulus da değildir. Türkiye ulusal kimliğini, yörüngesini ve dünyadaki yerini, yeniden gözden geçirmelidir. Türkiye diniyle barışmalı, ılımlı İslam’la hoş geçinmelidir[11] şeklindeki hezeyanları karşısında niye susmaktadır? Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetinin temellerine dinamit koyan Siyonist ve emperyalist kafirlerin önünde secdeye kapananlar, sadece sahtekar değil, aynı zamanda satılıktır!… Ve zaten Atatürk’ün asıl niyetini ve hedefini sezen dış güçler ve Sabataist dönmeler, O’nu mason doktorları eliyle zehirleyerek genç yaşta ölüme yollamış ve bunu bilen Atatürk “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz!…” diye feryat etmeye mecbur kalmıştır.[12]

Aziz Türk milletinin ve Devletinin maddî ve manevî iki güçle ayakta kalacağına inanan Bediüzzaman:

“İşte; 1- Haysiyet-i askeriye (yani ordunun onuru, değeri, gücü ve kuvveti), 2- Hamiyet-i İslamiye (İslam ve iman gayreti) ve Şeriat-ı Muhammediye (Kur’an’ın bütün insanlığa getirdiği adaleti) bir terazinin iki kefesindeki Ağrı dağı ile Sübhan dağı gibi iki dengeye benzer”[13] diyerek, ordunun önemini ve değerini ortaya koymaktadır. Ve yine kendi kanaatlerini yüzüne karşı söylediği halde, fikre ve ilim ehline hürmetinden dolayı Atatürk sükût geçmiş ve müsamaha göstermişken daha sonra, o mason zındıkların tahrikiyle sıradan bir subayın, hatta onbaşının kendisine hakaret etmesi karşısında, Bediüzzaman haklı teessüflerini açığa vurmakta ve “Sait Nursi, devlete başkaldırıyor” bahanesiyle mazlumlara zarar gelmesin diye bütün bunlara katlandığını anlatmaktadır.[14]

Bu durum, Atatürk’ün Bediüzzaman’ın nüfuzundan korktuğu veya yararlanmaya çalıştığı zannını da boşa çıkarmaktadır.

Çünkü üstadın da teessüf ve teessürle ifade ettiği gibi; sıradan bir karakol çavuşunun bile hakaret etmeye kalkıştığı ve hiç kimsenin sahip çıkamadığı bir zatın geniş çevresinden ve etkinliğinden korkulacağını söylemek tutarlı bir iddia olmaktan uzaktır.

Öyle ise, bize göre Atatürk’ün, Bediüzzaman’a yaklaşımında daha başka amaçlar aramalıdır.

• Yurdumuzun barbar batılılarca işgali sırasında ve mütareke yıllarında; istila kuvvetlerine şiddetle ve cesaretle karşı çıkıp direnen ve Milli Mücadeleye ve Atatürk’ün Ankara Hükümetine taraftarlık gösteren[15]

 

• Anadolu hareketine karşı İngilizlerin dayatmasıyla Damat Ferit Hükümetinin, Şeyhülislam Dürrizade imzasıyla yayınladığı “Bunlar İsyan etmiştir. Öldürülmeleri gerekir” fetvasını “Müslüman halkı Kuvay-ı Milliye aleyhine kışkırttığı” için kabul etmeyen, Ankara Müftüsü Rıfat Börekçinin fetvasını destekleyen[16] ve “Zıt kavramlar yer değiştirmiştir; Zulme adalet, Cihada isyan, esarete ise hürriyet adı verilmiştir” diyerek Atatürk’ün başlattığı Milli Mücadeleyi cihat ve hürriyet hareketi kabul eden

 

• “Ankara’da mevcut 200 mebustan 163 mebusun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde aynı Üniversite (Üstadın Van’da kurmayı tasarladığı Medresetüz zehra) için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi”[17] diyerek Atatürk’ün ve Ankara Hükümetinin, kendisinin hayırlı teşebbüslerine destek verdiğini dile getiren Bediüzzaman’la Atatürk arasında bazı konularda yanlış anlaşılmaların olabildiğini söylemek, acaba birtakım kimseleri niye böylesine huysuzlaştırmaktadır?

Hatta Hz. Üstat Yeni Said döneminde ve Kastamonu’da bulunduğu süreçte yazdığı “İnna Eateyna” sırrında: “12–13 sene sonra İslamiyet’e darbe vuranların başlarında öyle müthiş bir patlayış olacak ki kıyamete kadar unutulmayacak” mealindeki İstihrac-ı cifri çok geniş bir dairede olduğu halde; nur müjdesi sırrının aksine olarak; dar bir dairede ve hususi bir hükümette tatbik etmek suretiyle, fikrim o geniş daireyi ihata edemeyerek, o hakikatin suretini değiştirmiş…” (Kastamonu Lahikası 27.Mektup Ehemmiyetli, fakat bir derece mahremdir) diyerek, bazı işaret ve beşaretleri karıştırdığını ve bu kusur ve karıştırmalarından dolayı manevi sıkıntılara uğradığını, kendileri de itiraf ve ifade buyurmaktadır.

Ama her şeye rağmen, müjdelenen ve hasretle beklenen Mehdiyet Medeniyetinin en önemli destek ve dayanağının yine Asil Türk ordusu olacağını haber veren Bediüzzaman şunları söylemektedir:

“Gariptir, hem çok gariptir (hayret edilir ki) yedi yüz sene boyunca İslamiyetin ve Kur’an’ın elinde Şeref-şiar (Şan ve şerefle şöhret bulan), barika-asa (Şimşek gibi parlayan) bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülük (düşüncesini), muvakketen (geçici bir dönem) İslamiyetin bir kısım Şeairine (Ezan, Kur’an, İmam-Hatip, başörtüsü gibi dinin simgelerine) karşı kullanmaya çalışır. Fakat (tam) muvaffak olamaz (sonunda) geri çekilmeye (mecbur kalır) (Çünkü) “Kahraman ordu, dizginini onun (masonluğun, Siyonist ve sabataist gurubunun) elinden kurtarıyor” (ve kurtaracak) diye, (hadis) rivayetlerden anlaşılıyor.”[18]

Evet, Yunanistan’ın Stratejik Araştırmalar Enstitüsü eski başkanı Korgeneral Tagaris tarafından yazılan ve ABD Chicago’da Hıristiyan Siyonistlerin Armegeddon yayın evinde 1978’de basılan ve ücretsiz dağıtılan kitabında:

“Biz Türklerin canavar derecesinde barbar bir ırka mensup olduğumuzu… Anadolu’da farklı din ve kökenden milyonlarca insanı katledip, şimdi kendimize ait olmayan topraklarda oturduğumuzu… Öyle 50 milyon falan değil, Kürtler, ermeni ve Rum asıllılar sayılmazsa nüfusumuzun 20 milyonu zor bulduğunu… Tarihi adaletin bu Türk vahşetini temizlemek üzere; Anadolu’da yeniden Kürdistan’ın, Ermenistan’ın ve Pontus İmparatorluğunun kurulmasının şart olduğunu”[19] yazarken…

Ve yine Avrupa konseyinin 26 Nisan 2003 tarihli kararında 6’ncı ve 12’nci maddelerinde “siyasi çözüm” diye, azınlık saydığı Kürtlere ve diğer kökenlere her türlü haklarının verilmesini zırvalarken, hala AB’ye girmeye can atan NATO kafalı gafillere… Başbakan iken, Kuvvet komutanlarının atama görüşmelerini ve MGK’daki gelişmeleri Ertuğrul Özkök, Zafer Mutlu ve Hasan Cemal gibi sicili bozuk gazetecilerle konuşup değerlendirecek kadar seviyesini alçaltan Bilderbergci Mason Mesut Yılmaz gibi siyasilere…[20] Emin Çölaşan’ın 27 Mart 2003 tarihli köşesinde “Bu süreçte beni ürküten bir şey var. Genel Kurmay Başkanının kişiliğinde, toplumun güvendiği tek kurum olan Silahlı kuvvetlerin yıpranmasından endişe ediyorum” dediği… 28 Mart 2003’de Mustafa Balbay’ın ise: “Acaba yurt dışında ve NATO kışlasında on sekiz (18) sene kalmasının etkisiyle mi, ülkemizin hassasiyetlerine ve dengelerine batı gözüyle bakıyor?” diye hayret ettiği bazı generallere rağmen…

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında, Yarbay rütbesiyle komutanı olduğu Kocatepe muhribinin, Genel Kurmaya gönderdiği yanlış mesajlar yüzünden Yunan savaş gemisi zannedilerek bizim jetlerimizce vurulup batırılmasına sebep olan… Kocatepe muhribimizle en az 60 (altmış) Mehmetçiğimizi deryanın dibine batıran… Ama kendisi denize atlayan, nasıl bir tesadüfse, bu savaş ortasında oralarda güya avlanan İsrail balıkçı gemisi tarafından bulunup kurtarılan!.. Ve bu olaydan sonra hızla yükselip Oramiral olan, hatta bir ara Genel Kurmay başkanlığına oynayan ve 28 Şubatın meşhurlarından sayılan… Emekli olunca da Korkmaz Yiğit gibi devlet soyguncularına katiplik yapan Güven Erkaya gibi bazı ucuz kahramanlara… Korgenerallikten emekli edilince MHP’ye girip Devlet Bahçeliye danışman olan ve Amerika’nın Irak işgaline karşı çıkanlara şiddet ve hiddetle saldıran ve: “Amerika Afganistan’daki batağı kurutamaz” dediler. Bak adam gitti, iki günde halletti orayı… Irak savaşında da aynı şeyler söylendi… “Neymiş; gelmesinler, gitmesinler, bölgede bilmem neler olurmuş…” Adam geldi vurdu, yerleşti… Ve Amerika bir daha buradan gitmez!”[21] diyen ve ABD’nin işgal ve işkencesine sevinen milliyetçi danışmanlara rağmen…

Kurmay Albay rütbesiyle 1978–80 arası Kara Harp Okulu öğrenci Alay komutanı iken, 500 Harbiyeliden 400 kadarını, bölücü ve yıkıcı faaliyetlerinin tespit edilerek bu kutsal ve Milli kurumdan atılmasını sağlayan… Ege ordu komutanlığı sırasında, 3 Haziran 1997 gecesi İzmir’e giden ve Hikmet Köksal, Güven Erkaya, Ahmet Çörekçi ve Teoman Koman’la birlikte; gizli güçlerin dayatmasıyla Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın yönetime el koyup, Erbakan hükümetini devirme teklifine; 3’ncü Ordu komutanı Atilla Ateşle beraber cesaret ve dirayetle karşı çıkarak, masonik merkezlerin bu oyununu bozan… Ve Genel Kurmay Başkanı olduğunda da, birçok davet almasına rağmen Amerika’ya gitmeyip, Çin, Hindistan, Pakistan, Japonya ve Rusya’ya ziyaretler yapan ve ABD-AB emperyalizmine karşı Türkiye merkezli yeni bir oluşumun sinyallerini yakan Hüseyin Kıvrıkoğlu gibi asaletli, haysiyetli, cesaretli ve Milli düşünceli “baş tacı”larımız vardır.

Harp Akademilerindeki bir konuşmasında “AB’ye mahkûm ve mecbur değiliz. Bir ütopya uğruna ülke geleceğimizin ve güvenliğimizin tehlikeye girdiğini göz ardı edemeyiz… Hatta gerekirse ülke ve bölge yararımız ve Milli çıkarlarımız için İran ve Rusya ile irtibat ve ittifaklar kurabiliriz” anlamında tarihi ve talihli tespitler ve tembihler yapan Milli haysiyetli paşalarımız da vardır…

Elazığ’daki 8’nci Kolordu Komutanlığından tanıdığımız ve 1995 Ekiminde Antalya’da yapılan uluslar arası Güvenlik ve işbirliği konferansında: “Daha ne zamana kadar ulusal çıkarlarımızı göz ardı etmek pahasına, ABD’nin çıkarlarına hizmet edeceğiz!?” TSK ve Türkiye, kraldan ziyade kralcı kesilip, kendi savunma ihtiyaçlarını bir kenara itip, NATO direktiflerinin esiri olmuş gibiyiz!… Biz bu yanlış zihniyetin cezasını, hazırlıklı olmadığımızdan dolayı Güneydoğudaki terör mücadelemizde çok acı şekilde çekmişiz!” diye haykırışlarını hatırladığımız mert, metin ve Mümin komutanlarımız vardır.

Duyarlı bir aydınımızın yerinde tespitiyle, “dönemin İngiliz Büyükelçisi ve mason Reşit Paşanın birlikte hazırladığı ve Tanzimat-ı Hayriye diye toplumun aldatıldığı süreç aslında, Müslüman Türklerin çözülmesi ve Barbar batılılarca fikren ve fiilen esir edilmesinin en somut adımıdır. “En az yüzde on hain kontenjanımız vardır” ve emperyalist güçler içimizdeki bu hainler eliyle ülkemizi kontrol altında tutmaktadır.

Mustafa Kemal, bu çözülme sürecinin hızını azaltmaya ve dâhiyane bir manevra ile hain masonları oyalamaya ve hiç değilse sınırları belirli bir vatan parçasını kurtarmaya çalışmış ve başarmıştır. Atatürk, rejimi Cumhuriyet olan Milli bir devlet kurmak ve bunu İslam-Ümmet bilincinden süzeceği Milli ve medeni bir kültür temeline oturtmak amacını taşımıştır. Atatürk her türlü mandacılığın ve Batılılara dayanmanın karşısındadır. İsmet İnönü ile aralarındaki uyuşmazlığın esas nedeni de bu noktada aranmalıdır. İsmet İnönü mandacıdır. Tam hürriyetten değil, dış himayeden yanadır. İşte bu yüzden Hatay sorunu sırasında Atatürk’le araları tamamen açılmış ve Mustafa Kemal, İsmet İnönü’yü Başbakanlıktan uzaklaştırmış ve ölünceye kadar yanına yaklaştırmamıştır. Ve Atatürk’ten sonra onun ölümüne sebep olan hain güçler (masonlar ve dönmeler) tarafından İnönü hiç hesapta yokken Cumhurbaşkanı yapılmış ve uydurdukları Kemalizm safsatasıyla Atatürk’ün başlattığı Milli, yerli ve haysiyetli bir dönemi kapatmış, Tanzimat’la başlayan çözülme sürecine yeniden hız kazandırmıştır. Anadolu’yu parçalama planı olan “SEVR” ameliyatının yapılabilmesi için, Milletimizi narkozla uyuşturma aşaması sayılan “LOZAN”ın gizli maddeleri bir bir tatbikata sokularak, ülkemizdeki etnik ve dini çatışma ve yozlaşmanın yolları açılmıştır.

 


[1] Barla Lahikası Sh:1503

[2] Bak: Emirdağ Lahikası Sh:1820–1821 Rİsalei Nur Külliyatı 2. Cilt Nesil Neşriyat

[3] Bak: Emirdağ Lahikası 27.Mektup

[4] Tarihçe-i Hayat İlk Hayatı Sh:2137

[5] Tarihçe-i Hayat İlk Hayatı Sh:2138

[6] Said Nursi Tarihçe-i Hayat. Eskişehir Hayatı

[7] Bak: İlk Hayat Sh:2139

[8] Barla Hayatı Sh:2140

[9] Emirdağ Lahikası 27. Mektup

[10] Emirdağ Lahikası 27. Mektup

[11] Hulki Cevizoğlu Bütün Kaleler Zapt Edilmedi Sh:8

[12] Dünyanın Gizli Yöneticileri Mehmet Öksüz Mavi Ay Yayınları

[13] Divan-ı Harbi Örfi Sh:1925

[14] Emirdağ Lahikası 27. Mektup Sh:1760

[15] Külliyat Nesil Yay. 1. Cilt Sh:1080- Başbakanlığa mektup

[16] Bak. Bediüzzamanın hayatı. Yeğeni Abdurrahman Nursi Sh. 106-107 Piran yay. İst

[17] Emirdağ Lahikası 27. Mektup

[18] Beşinci Şua 3. Küçük Mesele 3. Hadise

[19] Atilla İlhan’la Birkaç Saat Hulki Cevizoğlu Sh:5-6-7

[20] Apolet-Kılıç ve İktidar Faruk Mercan 4. Baskı Doğan Kitap Sh:33

[21] Apolet-Kılıç ve İktidar Faruk Mercan Sh:258

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx