TÜRKİYE’DE SİYASETİN TIKANMASI VE SEFALETİN, HALKI CANINDAN BIKTIRMASI
Sn. Erdoğan’ın Hırsları Yüzünden:
TÜRKİYE’DE SİYASETİN TIKANMASI
VE
SEFALETİN, HALKI CANINDAN BIKTIRMASI
Türkiye’nin Suriye Operasyonu’na Pentagon’un İtirazı!
30 Kasım 2022 gecesi Savunma Bakanı Hulusi Akar, ABD'li mevkidaşı Lloyd Austin ile bir görüşme yapmıştı. Görüşmede; Pentagon'un bir numaralı isminin haddini aşıp Akar'a, bir süredir gündemde olan Suriye'ye yönelik askeri operasyon ile ilgili uyarıda bulunduğu basına sızmıştı. 13 Kasım’da İstanbul’un kalbi Taksim’e düzenlenen kanlı terör saldırısı sonrasında TSK Suriye’ye askeri hava operasyonu gerçekleştirirken, gözler bir süredir gündemde olan kara harekâtına çevrilmiş durumdaydı. Terör örgütünün İstiklal Caddesi’nde sivilleri hedef aldığı terör saldırısı sonrasında hem Ankara’dan hem de Suriye’den gelen açıklamalar olası bir kara harekâtına hazırlıkların başladığı şeklinde yorumlanırken, bu sırada Savunma Bakanı Hulusi Akar ile Pentagon’un (ABD Savunma Bakanlığı) tepe ismi Lloyd Austin’in bir telefon görüşmesi yaptıkları anlaşılmıştı.
Pentagon tarafından yapılan açıklamada, Austin’in Akar’a; Türkiye’nin Suriye’ye yönelik yeni bir askeri operasyon yapmaması konusunda çok “güçlü bir tepki” gösterdiği vurgulanmıştı. Görüşmede, Austin’in 13 Kasım’da gerçekleşen saldırıdan dolayı taziye dileklerini ilettiği de hatırlatılmıştı. Pentagon tarafından yapılan açıklamada, “Bakan Austin, son dönemde gerçekleşen ve bazıları doğrudan bölgedeki partnerlerimizle, IŞİD’i yenmek için çalışan ABD personelinin güvenliğini riske atan hava operasyonu da dahil olmak üzere, Suriye’nin kuzeyi ile Türkiye arasında yaşanan gerilimin yükselmesinden dolayı endişelerini dile getirdi” ifadeleri yer almıştı. Açıklamada ayrıca, “Bakan Austin, gerilimin azaltılması çağrısını yaparken, Bakanlığın, Türkiye’nin Suriye’de yeni bir askeri operasyon yapmasına güçlü bir şekilde karşı olduğuna yönelik açıklamalarını paylaştı” sözleri tam bir küstahlıktı, çünkü bu “Stratejik Ortaklık” değil, açıkça bir düşmanlık tavrıydı. Bütün bu girişim ve gelişmelerden sonra Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile doğrudan görüşmek artık hayati önem taşımaktaydı.
ABD ve Rusya'dan art arda 'Pençe-Kılıç Hava Harekâtı' çıkışları!
Pentagon, Türkiye’nin Suriye ve Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirdiği Pençe-Kılıç Hava Harekâtı’na karşı olduğunu açıklarken, Rusya’dan da arka arkaya Türkiye’nin Suriye harekâtıyla ilgili karşı tavırlar gelmeye başlamıştı.
ABD’nin açıklamasından kısa bir süre sonra uluslararası haber ajanslarında bir “son dakika” haberi daha yayımlanmıştı. Haberde, Rusya’nın Suriye Büyükelçisi Alexandr Lavrentyev’in ifadeleri yer almıştı. Rus haber ajanslarının aktardığı haberde Lavrentyev, “Türkiye, Suriye’de aşırı askeri güç kullanmaktan sakınmalı ve Kürt sorunu için barışçıl bir çözüm aramalı” çağrısında bulunmuşlardı. Yani, güya stratejik ortağımız Amerika da, fiili ortağımız Rusya da, Suriye’deki haklı operasyonlarımıza karşıydı.
Beşşar Esad’la İrtibat ve Kurumsal Akıl
Sadece iç politikada değil, dış politikada da Erdoğan’ın plansız, programsız ve tutarsız tavırları yüzünden iktidar sağa sola yalpalayıp durmaktaydı. Düne kadar hakaret yağdırdıklarına bugün yaklaşmak ve yaranmak zorunda kalmakta, daha önce hürmet ve rağbet ettiklerine bir anda ters davranmaya başlamaktaydı. Bu dengesiz ve ilkesiz yaklaşımlar ciddi zafiyetlere yol açmakta, hükümeti itimat ve itibar edilmez konuma taşımaktaydı.
“Suriye ile görüşme konusunda yapılan açıklamalar iyice sıklaşmaya başladı. Hatta İngiltere merkezli Reuters Haber Ajansı’nın iddiasına göre, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın görüşme talebini reddettiğine dair bir haber bile yayımlandı. Bu haberin içinde, Esad’ın Türkiye seçimleri sonrasını işaret ettiğine dair ifadeler de kullanıldı. Bundan 5-6 yıl önce böyle bir görüşme atmosferi ortaya çıkmış olsaydı, sorunun aşılması için bugüne göre daha ümitli konuşulacaktı. Tam da bu noktada sonda söyleyeceğimi başta ifade edeyim; Suriye ile kesinlikle görüşülmeli ve problemlerin ortadan kalkması için müzakerelere bir an önce başlanmalıdır. Ancak bugün için Suriye ile görüşmek, sadece Suriye ile görüşmek anlamını çoktan aşmıştır. Rusya ve İran’ın kendi beklentilerine uygun şekilde aynı anda razı olacağı, Amerika Birleşik Devletleri’nin ise başta Türkiye, sonra da Rusya ve İran ile çatışan bölgesel hedeflerinin maksimum derecede buluşacağı şartlar lazımdır. Bu ne kadar mümkün, onu sizlerin takdirine bırakıyorum.
ABD’nin, Suriye’de istikrarın sağlanması diye bir derdi bulunmuyor. Aksine ABD, ülkedeki kaosun devam etmesi yönünde bir yol haritasına göre hareket ediyor. Bölgesel aktörlerin enerjisinin Suriye’de harcanmasına dönük planlar yapıyor. Ülkenin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için önemli bir laboratuvar olan vasfını korumasını hedefliyor. İran’da devam eden çalkantılar, Rusya’nın Ukrayna savaşında yaşadığı kafa karışıklıkları, ABD’nin Suriye’ye bakışında bazı değişiklikler meydana getirdi. Geçen süre zarfında herkesin yerel unsurlarla olan ilişkisi daha da kalıcı hale geldi. Rusya, Suriye yönetimi ile ittifakını devam ettirirken, ABD’nin yerel partner olarak tanımladığı SDG (PYD/YPG) ile de görüşmelerini sürdürüyor. Hatta ABD’den uzaklaşmaları yönünde onlara telkinde bulunuyor. Çünkü SDG’nin Suriye’deki en organize yapı olduğunu düşünüyor. Rusya, diğer yapılanmalar ve terör örgütlerinin konjonktürel sürecin bir parçası olduğunu düşünüyor. Türkiye ise bir taraftan sınır güvenliğini temin etmeye çalışırken, olası Esad ile müzakerelerin başlaması sonucu, bu görüşmelere muhalif olan Suriye içindeki unsurların nasıl tepki verecekleri konusuna odaklanıyor. Ayrıca sığınmacılar meselesinin çözümü için en başta Suriye ile görüşmenin şart olduğu net olarak anlaşılmış bulunuyor. Avrupa Birliği (AB) ile imzalanan “Geri Kabul Anlaşması”nın dertlere derman olamayacağına dair kesin bir kanaat giderek oluşuyor.
Yani görüldüğü gibi Suriye’de Esad, ülkenin tamamında söz sahibi olmadığı için onunla yürütülecek bir süreç, sorunun sadece belli bir kısmına dönük çözümlere sebep olacaktır. Bir de 4 milyona yakın insanın yaşadığı ve yüzlerce terör örgütünün varlığından söz edilen İdlib var ki; işte orasının nasıl masaya yatırılacağı ise ayrı bir muammadır. Peki, bütün bunlara rağmen Suriye ile neden hâlâ görüşülmeli noktasındayım? Kaldı ki bu düşüncemiz sadece bugüne ait de sanılmamalıdır. Öteden beri iletişim kanallarının açık tutulması gerektiğini ısrarla vurgulamaya çalışmıştık. Çünkü böyle bir görüşme bazı belirsizliklerin netleşmesini sağlayacak, soruna bakışlardaki benzerlik ve farklılıkların daha net ortaya çıkmasına yol açacaktır. Ayrıca ülke içindeki diğer unsurların, konumlarını gözden geçirmelerine zemin hazırlayacak, Suriye üzerinden bölgesel hesaplar içinde olanların ise maddi-manevi maliyet analizi yapmalarını zorlayacaktır.
Bunun için güçlü bir iradeye ihtiyaç olduğu ortadadır. Birbiriyle sürekli çelişen tutum, eylem ve söylem içinde bulunan bu iktidarın Suriye konusunda süreci normalleştirme yoluna sokması çok zordur. Artık dış politikada yeni bir iktidara, diplomaside ise yeni ve milli yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Aksi takdirde ne Mısır’la ne de Suriye ile sorunların aşılması konusunda gerekli mesafeler alınamayacaktır. Bu iktidarın dış politikayı iç politikaya malzeme yapması, bu ülkelerle yaşanan krizlerin yönetimini oldukça zorlaştırmıştır. Bunca kırılgan aşamalardan geçen dış politikada şimdi kurumsal aklı inşa etme zamanıdır.”[1] vurguları haklıydı ve çok önemli gerçeklere parmak basmıştı. Bu da her şeyden önce bir Milli Mutabakat iktidarını gerekli kılmaktadır.
Türkiye’nin En Acil Sorunu Bu İktidardan Kurtulmaktı!
BOP’la ilgili çok yol alınmıştı. Ülkemiz, BOP’a göre bölünecek 22 ülkeden birisi sayılmaktaydı. Türkiye’ye Irak, Suriye, Libya gibi açıktan saldıramamışlardı. Önce işbirlikçi bir iktidar bulacaklardı. İşbirlikçi ortakları için baston görevi yapacak muhalefeti de oluşturacaklardı. Ayrıca cemaat görünümlü ajanlarını ülkemizin sinir ucu görevi yapan kurumlarına, Yargı’ya, Emniyet’e, Ordu’ya, Milli Eğitim’e sokacaklardı.
Ergenekon, Balyoz ve türevi davalar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni dönüştürmek için kurgulanmıştı. ABD’nin hedef ülkelerde gerçekleştirdiği Turuncu Darbeler, bizde kurgulanmış davalar üzerinden devreye sokulacaktı. 15 Temmuz tezgâhıyla rejim laçkalaştırılacak, küresel şebekeyle uyumlu bir sistem oluşturulacaktı. Yargı yozlaştırılacak, Ordu parçalara ayrılacak, bütün gücün tek kişide toplanması sağlanacaktı. Demokrasi dalavereleriyle egemenlik milletten alınıp kaçak saraya aktarılacaktı. Sonunda artık hiçbir direnç noktası kalmadığına göre, Türkiye üzerindeki emellerine kolay ulaşacaklardı(!)...
Büyük İsrail’e zemin hazırlamak ve Suriye’yi boşaltıp Türkiye’nin başına bela sarmak üzere 7 milyon Suriyeli Türkiye’ye sürülerek yumuşak işgal sağlandı. Sınır mayınları bu proje için temizlenip hazırlandı. Sınıra, mayın temizleme kılıfıyla İsraillilerin yerleştirilmesi amaçlanmıştı. O dönem gösterilen direnç nedeniyle bunu tam başaramamışlardı. Kendi askerlerimiz mayınları temizlemiş, çok kayıplar vermek zorunda kalmıştık.
Ardından ülkelerinden sürülen ve kaçmaya mecbur edilen Suriyeliler ülkemize doluşmuşlardı. Bunların çoğu masum olsalar da, aralarında on binlerce ajan ve provokatör vardı. Sonra ABD ile birlikte Doğu sınırımızdaki mayınlar temizlenmeye başlandı ve maalesef bu sefer Afgan göçüne zemin hazırlandı… Afganistan’dan gelen genç erkeklerin çoğu ABD’nin birlikte çalıştığı Afganlılardı. Yetmezmiş gibi ardından, Afrika’nın en uç noktasındaki ülkelerden yığınla insanlar ülkemize gelmeye başladı. Ardından Ruslar, Ukraynalılar ve başka yabancılar Türkiye’ye doluşmuşlardı. Bunun Siyonist ve Emperyalist bir proje olduğu açıktı. Antalya bölgesinde yapılan satışlarda 100 satış varsa, 90’ı yabancıyaydı. Siyonizm’in tek dünya devleti hedefi için ulus devletlerin harcının kırılması lazımdı. Harç kırılınca giderek kuma dönmek ve ufalanmak kaçınılmazdı.
Bu arada; AKP iktidarı, Haçlı AB’nin talimatıyla misyonerliği serbest bıraktı. AB ülkelerinden başlayıp ABD’liden Koreliye kadar misyonerler bütün ülkemize dağıldı. Türkiye, ev kiliselerle dolup taştı. Erbakan’dan koparılan işbirlikçi İslamcılar, Lawrence’nin mirasçıları çıktı. İngiliz uşağı olan ve Atatürk’ün ölüm fermanını hazırlayan Şeyhülislam Dürrizade Abdullah ile Erbakan’ın 28 Şubat fermanını imzalayan aynı odaklardı, AKP ise hıyanet ortaklarıydı.
Emperyalizmin işbirlikçileri, sadık vatan evlatlarını köyünden koparmak için tarım ve hayvancılığı bitirmeye çalıştı. Anadolu gibi yüzlerce endemik türe ev sahipliği yapan Türkiye’de yerli tohum yasaklandı. Vahşi bir vandallıkla ve vurdumduymazlıkla Anadolu Toprakları’nın rahmi söküldü, doğurganlığı kısırlaştırıldı. Türk Milleti’nin direncini kırmak için ülkemiz borçlandırıldı. 1,5 trilyon dolar borcun altına sokulup devlet esir ve rehin alındı.
Hatta ayrıcalıklı bir sınıf oluşturularak, bunların çocukları çeşitli bahanelerle askerlikten kurtarıldı. Yetmez, Anadolu’nun yoksul çocuklarının çaresizliğini kullanarak bir nevi paralı asker yapıldı. Bu mandacı kafalar, ya gaflet ve dalâletle veya bilerek ve isteyerek ülkemizin işgaline taşeronluk yaptılar. Basının satılık ve kiralık kalemleri, lejyoner askerleri, millet ve devlet düşmanı devşirmeler bu işgale karşı çıkanları “faşist” olmakla suçlayıp, bastırmaya çalıştılar.
Sultan Abdülhamit Han’ı tahttan indirdikten sonra, mason ve sabataist İttihatçılar eliyle toprak satılarak Filistin'e yerleştirilen Siyonist Yahudiler de, işe ruhsatsız olarak ev, dükkan, fırın, mağaza vb. inşa ederek başlamışlardı. Bugün orada bölgenin çıbanbaşı ve özellikle İslam ve Türk düşmanı İsrail Terör Devleti vardır. Evet Tarih, ders çıkarılması gereken bir bilim dalıdır. Bu sığınmacı sorunu acilen çözülmezse, Türkiye’yi büyük felaketlerin beklediği unutulmamalıdır. Bunun için bir Milli Mutabakat İktidarına acilen ihtiyaç vardır.
Netanyahu’nun: “Erdoğan bana 6 saatte bir Hitler derdi, ama bakın ilişkilerimiz düzeldi!” itirafı!
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD’li gazeteci Bari Weiss'e konuk olduğu Podcast programında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la ilişkileri üzerine açıklamalarda bulunmuşlardı. Erdoğan'ın her yaptığını onaylamadığını ama ilişkilerinin düzelmesinden memnun olduğunu söyleyen Siyonist lider, “Bana 6 saatte bir Hitler derdi, ama şimdi ilişkilerimiz düzeldi!” diyerek Erdoğan’ın gerçek ayarını ortaya koymuşlardı.
“Bakın, yıllarca Erdoğan’ın en yakın arkadaşı Barack Obama'ydı. Çok yakın dostlardı, bir dediğini iki yapmazdı. Sanırım bu da Erdoğan daha fazla gazeteciyi hapse attıktan ve kısaca Türkiye’yi standartların altında bir demokrasiye çevirdikten sonra değişmeye başladı. Bizim ilişkilerimiz de iyiye doğru yol aldı, bana eskiden her 6 saatte bir Hitler derdi, şimdi normalleşmeye yanaştı!” ifadelerini kullanan Netanyahu, dalga geçer bir tavırla Erdoğan gibileri nasıl hizaya soktuklarını hatırlatmıştı...
Iğdır Ovası İsraillilere mi satılmaktaydı?
Saadet Partisi Konya Milletvekili Abdulkadir Karaduman, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum tarafından cevaplandırılmak üzere TBMM Başkanlığı’na verdiği soru önergesinde, Iğdır Ovası ve çevresinde yer alan birçok köy arazisinin İsrailli yabancılar tarafından satın alınıp alınmadığını sormuşlardı. Soru önergesinde Büyük İsrail Projesi detayı ise dikkatlerden kaçmamıştı. Ermenistan-Nahçıvan-İran sınırında yer alan, ülkemizin en verimli ovalarından olan Iğdır Ovası’nın mülkiyeti ile ilgili ciddi endişelerin bulunduğunu dile getiren önergede, “Özellikle birkaç yıldır bölgedeki köylerin ve ova arazisinin İsrailli yabancılar tarafından satın alındığı, birçok köy arazisinin geçen 10 yıllık süreçte el değiştirdiği belirtilmektedir” ifadeleri yer almıştı.
Son 20 yılda İsrailliler Türkiye’de kaç taşınmaz satın almıştı?
Önergede: İsrail’in, Filistin toprakları üzerindeki nüfus ve nüfuz gücünü artırmaya, öncelikle tarım arazilerini satın alarak başladığını ve Iğdır Ovası’nın da bu haritalarda sözde Ermeni devleti sınırları içerisinde gösterildiğini hatırlatılarak, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’a konuyla ilgili 8 soru bulunmaktaydı:
1- Iğdır Ovası’nın statüsü niye açıklığa kavuşturulmamıştır? Hazine’ye mi aittir, yoksa Bakanlığınız veya diğer merkezi kamu idarelerine mi ait bulunmaktadır?
2- Mevcut iddiaların gerçekliği nedir? Iğdır Ovası’nda herhangi bir satış söz konusu mudur? Eğer satış yapılıyorsa, kimlere, hangi şartlarda yapılmaktadır?
3- Son 10 yılda Iğdır Ovası ve civarında yabancıya toprak satışı yapılmış mıdır? Yapıldıysa hangi ülke vatandaşları, hangi bedellerle, ne kadarlık bir satın alma yapmıştır?
4- Harran Ovası ile ilgili olarak da benzer iddialar dile getirilmektedir. Harran Ovası’nın mülkiyetiyle ilgili son durum nedir? Ne kadar kamu, ne kadar özel tapu vardır?
5- Başta Iğdır ili ile Ege ve Trakya bölgeleri olmak üzere ülkemizin çeşitli illerinde iddia edildiği gibi arazi alımı/satımı var mıdır? Varsa ne kadarı yerli, ne kadarı yabancıya satılmaktadır? Bu satışlar neticesinde Türk vatandaşlığı kazanan kişi sayısı kaçtır?
6- Yapılan satışlar kamudan mı, yoksa özel/tüzel kişilerden mi gerçekleşmektedir?
7- Son 20 yılda İsrail vatandaşlarının veya İsrail asıllı vatandaşların Türkiye’de elde ettiği taşınmaz sayısı, cinsi ve miktarı nedir?
8- Bu iddialarla ilgili olarak herhangi bir soruşturma ve araştırma yapılmakta mıdır? Süreç ve sonuç nedir?
Ülkedeki açlık, ahlâksızlığı da azdırmaya başlamıştı!
“Siyasi iktidar, bundan birkaç sene öncesine kadar ekonomideki sıkıntıların hiçbir tanesini kabul etmiyor, sürekli olarak amiyane tabirle “ekonominin uçtuğunu”, “yedi düvelin bizi kıskandığını” vs. iddia ediyordu. Sorunlar artık inkâr edilemez noktaya varınca ve vatandaşın da bir numaralı gündemi halini alınca, yine sorumluluktan kaçarak ama suçu da “günah keçilerine” yıkarak kabullenmeye mecbur kalıyordu. Bu durumun ilk örneği; birkaç sene önceki “patates-soğan için kurulan” tanzim çadırlarında yaşanıyordu. O dönem, ekipler aldıkları talimatlar gereği depo baskınlarına çıkıyordu. Hükümetin bizzat teşvik vererek desteklediği ve stratejik bir sektör olarak gördüğü “lisanslı depoculuk” diye bir olgunun varlığına rağmen depolara yönelik “fırsatçılık” suçlamaları ve yandaş medya eliyle bir propaganda yapılıyordu. Neticede, birkaç küçük ceza haricinde hiçbir şey çıkmıyordu. Fiyat artışlarının sonucuna odaklanıp sebepler es geçilince ne olacaksa, tam da o oluyordu.
Bugün de izlenen yanlış politikaların neticesi olarak birkaç sene öncesine göre çok daha vahim bir tablo ve hiperenflasyona doğru koşan bir manzara görülüyordu. Üretici enflasyonu ile tüketici enflasyonu arasındaki fark 70 puanları buluyordu. Bu şu demek; üreticiler, yüklendikleri maliyetlerin tamamını değil de bir kısmını tüketicilere yansıtabiliyordu. Öyle olunca da önümüzdeki süreçte, bu yapılamayan zamlar peyderpey fiyatlara yansıyacak anlamını taşıyordu. Üretim ve girdi maliyetlerini düşürmeden, enflasyonu yani fiyat artışlarını düşürmek mümkün olmuyordu. Bu yalın gerçeğe rağmen, birkaç sene önce depo basan anlayış, bugün de büyük marketlere yönelik benzer bir yol izliyordu. Sonuçlar üzerinden halkı yine meselenin gerçek sebebinden uzak tutmanın yolu, bir kez daha yeni bir günah keçisi bulmakta aranıyordu. Bu amaca yönelik olarak hazır kıta bekleyen gazeteci kılıklılar da dahil olmak üzere internet trolleri anında harekete geçiyor ve kendilerince boykot vs. kampanyaları başlatıyordu. “Durumdan vazife çıkaran” bazı belediyeler de birkaç tane market şubesini çeşitli gerekçelerle mühürlüyor ve kurtarıcı kahraman rolü oynanıyordu.
Yaşananların koskoca bir akıl tutulması olduğu gerçeği bir yana, ortadaki enflasyon sorununun sorumluluğunu üstlenmemek gibi son derece ibretlik bir vakıayı gizleme çabası sırıtıyordu. Devr-i iktidarları döneminde uyguladıkları neoliberal ve piyasacı iktisadi politikaların, özellikle de son 4-5 yılda, halkın büyük bir bölümünü korkunç bir hızla ve oranda fakirleştirmesi realitesi, gündelik yaşamda insanları bu ucuzluk marketlerinin kucağına itiyordu.
Son 3-4 senelik süreçte hayatımıza girmiş olan konu başlıkları; “tanzim satış çadırları”, “ucuz ekmek, ucuz gıda kuyrukları”, “milyonlarca hanenin sosyal yardıma muhtaç olması ve bununla geçinmeye çalışması”, “faturaların kredi kartına taksitle ödenmesi”, “ödenemeyen borçlar”, “kiralanamayan evler”, “market alışverişinin bile lüks hale gelmesi”, “ayakkabıyı, kışlık montu alışveriş kredisiyle almak” vs. vs. … Bütün bunlar unutturulmak ve “vurun abalıya” diyerek, tüm kabahat birilerinin sırtına yıkılmak isteniyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerdeki “Yoklukları, sefaleti tarihe gömdük” ifadesi ise Türkiye’nin gerçekliğiyle taban tabana zıt bir palavraydı. Sefaleti tarihe gömdüysek, neden sürekli olarak asgari ücret (ki sefalet ücretidir ama toplam işgücünün yarısı da buna talim etmektedir) konuşuluyordu? Emeklilerin önemli bir bölümü bu sefalet ücretinin dahi altında maaş alıyordu! Nerede “tarihe gömülen sefalet” o zaman?
Ucuzluk marketlerinin pıtrak gibi çoğalması da tabana yayılan ekonomik çaresizliğin, geniş halk yığınlarının son dönemlerde de hızla fakirleşmesinin sonucuydu. İktidar partisinin sosyolojik tabanının neredeyse ana tedarikçisi olan bu marketleri bile tefe koymaları, sonlarının yaklaştığını gösteriyordu!” diyen Burak Kıllıoğlu çok önemli tespitler yapmaktaydı.
Din İstismarının Tıkanması ve “Faize Karşıyız!” Edebiyatının İflası
Birazcık olsun, ekonomiden anlayan bilir ki; bir ülkedeki enflasyon o ülkenin gerçek faiz oranının yaklaşık iki katıydı. Örneğin ABD’de faiz oranı 3,75, enflasyon ise %7,5 kadardı. Zaten bütün ülkelerde faiz oranıyla enflasyon oranları hemen hemen yarı yarıyaydı veya çok yakın rakamlardı. Ama Türkiye’de ve özellikle AKP döneminde enflasyon %100’leri aşmışken ve toplum pahalılık, geçim darlığı ve sefalet içinde kıvranırken, Merkez Bankası faizlerinin talimatla %10’lar seviyesine çekilmesi ve “bakın faizi tek haneli rakamlara indirdik” diye övünülmesi, iktidarın hem milleti hem kendi kendisini aldatmasıydı ve tabi maskaralıktı.
“Bütçe açığı, 2021’de 192 milyar liraya çıkmıştı. 2022 için de hedeflenen rakam önce 278 milyar lira olarak açıklandı, eylül ayında ise yapılan düzeltme veya teknik tabiriyle “revizyon” ile birlikte açık hedefi 461 milyar liraya ulaştı. “Açık hedefi” ifadesi başlı başına enteresan bu arada. “Hedef” fazla vermek değil de “açık vermek” olunca, ortada bir sorun olduğu da sırıtmaktaydı. 2023 yılı için açıklanan bütçe açığı hedefinin 659 milyar lira olduğu anlaşılmıştı. Bunun 600 milyar lirasının “doğalgaz ve elektrik faturalarına sübvansiyonlardan” oluşacağı açıklanmıştı. “Devlet, milletin yanında” denebilir ama aynı hassasiyetin halkı fakirleştiren “gayri iktisadi” ekonomi politikalarını “kör gözün parmağına” şeklinde uygularken neden gösterilmediği sorulmalıydı. Bu alicenaplıkta 2023’ün seçim yılı olmasının büyük bir payı olduğu açıktı.
2021 ve 2022 yıllarında bütçenin açık vermesi, 2023 için de çok büyük bir bütçe açığı öngörülmesi, küresel ekonominin içinde bulunduğu şartlar ve özellikle enerji piyasasının allak bullak olmasının getirdiği ilave yüklerden ötürü anlayışla karşılansa da mesela, bütçeden faize ödenen tutar, küresel koşullara bağlanamazdı. Türkiye’nin artan risk primi (CDS), yurt dışından borç alma maliyetini artırıyor ama bunun arkasında da riski yükselten unsurların başında ekonomi yönetiminin tutarsızlıkları, yanlış hamleleri vs. vs. yatıyordu. Bu riskler yükseldikçe, daha yüksek faizle borçlanılıyor ve bütçeden borç ve faizlerine de çok ciddi bir kaynak aktarımı yapılıyordu. Bu durumun Türkçesi, bütçenin rantiyeye aktarılmasıydı.
Bütçe, eylül ayında 78,6 milyar lira açık verirken, ocak-eylül dönemindeki açık ise 455 milyar liraya varmıştı. Bütçeden faize eylül ayında 33,1 milyar lira; ocak-eylül döneminde ise 207,1 milyar lira akmıştı! 2023 bütçesinde öngörülen faiz ödemeleri ise 565 milyar lirayı aşmıştı. Bu korkunç bir rakamdı. Böylesi bir tutar, halkın cebinden rantiyeye akıtılacaktı. Rekor bir açık verecek olan bütçenin tek sorumlusu olarak doğalgaz ve elektrik sübvansiyonlarını göstermek sahtekârlıktı. Faize akan servet, bütçeyi de delik deşik ediyordu. Merkez Bankası’nın politika faizini düşürmesi tam bir aldatmacaydı. Resmi enflasyonun bile %100’ü bulduğu bir atmosferde, enflasyonla faiz oranı arasındaki makas 90 puanı geçmişken, faiz oranının artıp azalması tam bir cambazlıktı. Faize mi yoksa oranına mı karşı oldukları pek anlaşılamayan ama kamuoyuna “yüksek faiz oranına” karşı olduklarını duyuran iktidar sahipleri, faiz oranını indirmekle hatta sıfırlamakla faizin ortadan kalkmadığını bilmiyor olamazlardı.
Faizi indirmekle övünürlerken, bankaların yani faizcilerin, rantiyenin kârlarındaki rekorlara ise bir yorum getiremiyorlardı. Bunlar uyguladıkları yanlış politikanın sonucuydu. Enflasyonist ortamda hiçbir mantığı olmayan faizi indirme politikası net olarak bankaları ihya ediyordu. Paradan para kazananlar, tarihin en parlak dönemini yaşıyordu. Geçen yıla (2021) göre kârlarındaki artış %500 seviyelerini buluyordu. “Faizi tek haneye düşürecek, bu zulmü kaldıracağız” diyen iktidar sahiplerine hatırlatmak lazımdı; bütçeden faiz ödemesine 700 milyar lira yani yaklaşık 40 milyar dolar ödemek bu gariban halka zulmün daniskasıydı. İktisadi koşulların aksine bir inatla enflasyonist ortamda yapılan faiz indirimlerinin bankalara yani rantiyeye “tarihin en büyük kârlılık rakamlarını” sağlamak zulmün Erdoğancasıydı!.. Tarihin en faizci uygulamalarını yapıp da “zulmü kaldıracağız” dense de bütçenin rakamları ortadaydı ve bu rakamlar da bütçenin “faiz bütçesi” olduğunun kanıtıydı!”[2]
Sonuç: Doğru ve Doğal Ekonominin Esasları İslam’dadır!
Çağımızda ekonomik hayatta liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, komünizm ve karma ekonomi adı verilen sistem ve doktrinlerin görüş ve düşünceleri bazı değişikliklerle birlikte üretim, tüketim, mübadele… alanlarında yeryüzünde az-çok bir uygulama imkânı bulmuşlardır. Ama toplumları ve insanlığı getirdikleri nokta ortadadır… Zamanımızda iktisadi mekanizmayı ve yapıyı çalıştıran birtakım kurumlar vardır. Bir malın üretiminden tüketimine kadar geçen bütün safhalarda ve çeşitli yerlerde katkıda bulunan bu kurumlar arasında; banka, kredi, işçi ve işveren sendikaları, muhtelif odalar ve dernekler, belediyeler, hükümetler ve devlet yapısı bulunmaktadır.
İşte biz İslam’ın böyle veya bunların yerini tutan kurumları bulunup bulunmadığını; emek, sermaye, mal, para, banka, kredi, mülkiyet, toprak, su, kâr, kira, ücret, fiyat, vergi ve bütçe… gibi konularda hangi esasları getirdiğini araştırdığımızda karşımıza şunlar çıkmaktadır: Öncelikle İslam’ın da bir ekonomik sistemi vardır. Çünkü İslam bu konuda birtakım esaslar getirmiş bulunmaktadır. İslam’ın getirdiği bu ekonomik esaslar genel olarak her zaman ve her yer için geçerli kurum ve kurallardır. İslam ekonomisi; birey ile toplumu birlikte ele alır ve aralarında bir denge sağlar. Yoksa birey için toplumu, toplum için bireyi feda etmek yanlıştır ve zulüm sayılır. Böylece İslam’ın diğer sistemlerden farklı bir ekonomik yapıya sahip olduğu açıktır. İslami sistem; bu kendi nevi şahsına münhasır yapısıyla statik değil, dinamik konumdadır. Çünkü ekonomik bünye çeşitli durumlarda denge sağlayabilir ve herhangi bir sebeple hastalandığı zaman kendi kendini tedavi edebilir olmalıdır. İslam ekonomisi getirmiş olduğu vergi anlayışı ile sermayelerin nerelere ve hangi alanlara akıp yoğunlaşacağını ve dolayısıyla nelerin ve hangi malların ne kadar üretileceğini sağlayıp ayarlamaktadır. Böylece aynı zamanda hem piyasadaki mal kıtlığı ve yokluğu ortadan kalkmakta ve hem de bazı geçici krizler önlenmiş olmaktadır.
Bütün tabiat insanoğlu için yaratılmıştır. Ay, Güneş, yıldızlar ve gökyüzü; toprak, su, bitkiler, hayvanlar ve yeryüzü insanın hizmetine amade kılınmış olup onun yararına bedelsiz ve ücretsiz olarak meccanen üretim yapmaktadırlar. Ekonomik hayatta insanın önemli bir yeri vardır. İnsanın emeği bir mal gibi olmadığı için arz-talep kanunlarına tâbi tutulamaz. Böylece ücretlerde de herhangi bir kısıtlama yapılamaz. İnsanın el emeği ve göz nuru, en kutsal bir rızıktır.
En küçük ekonomik birlik, sosyal hayatta olduğu gibi aile yapısıdır. Zaten İslam’ın toplum düzeni aile üzerine kurulmuştur. Anne, baba ve evlatların birbirlerine karşı hak ve vazifeleri vardır. Aile bireylerinden birisinin ölümü halinde malların intikali konusunda İslam miras sistemi uygulanır. Malı en iyi bir şekilde idare etmek demek olan “mülkiyet ve mülkiyet hakları” insan olma sıfatına dayandığı için bu hak onun elinden asla alınamaz; tam tersine ekonomik alanın tüm kademelerinde saygı gösterilmek zorundadır. Fakat mutlak mülkiyet, tam ve sınırsız bir mülkiyet anlayışı da yanlıştır. Onun için mal, hiçbir suretle boş yere çarçur edilemez; yakılıp yıkılamaz. Çünkü İslam ekonomisinde tarifeli bir mülkiyet anlayışı vardır. Zaten üretim vasıtaları, menkul ve gayrimenkul bütün mallar bireylerin mülkiyetleri olup belli statüleri uyarınca işlevlerine devam etmek durumundadır.
Faiz haram ve yasak; fakat kâr ve ticaret ise serbest ve mubahtır. İslam ekonomisinde getirilen serbest piyasa ve hür teşebbüs esasları normal şartlar altında her zaman geçerli ve yararlıdır. İş hayatındaki tüm meslekler ve tüm sanatlar serbest bir şekilde sahiplerini bulduğu için böylece doğal iş bölümü kendiliğinden müdahalesiz bir şekilde sağlanacaktır; devlet kurumları sadece organizatör konumundadır. Üretim faktörlerinin gelirleri olan ücret, kira ve kâr meşru olup ücret emeğin, kâr rizikonun, kira da faydalanmanın bir karşılığı olarak meşru sayılır. Faiz ise gayrimeşru olup hem haram hem de yasaktır. Çünkü faizin kâr ile kira gelirlerine benzer bir tarafı yoktur; risk taşımaz ve karşılığı olmayan bir fazlalıktır. Onun için de İslam ekonomisinde faizin her çeşidi ve her türlüsü haram kılınmıştır.
Toplumda gelir dağılımı, hak ve vazifelere göre en adil bir şekilde düzenlenmiş bulunmaktadır. Ferdi gelir ile milli gelir iç içe birbirleriyle yakından alâkalı olup, ferdi gelir milli gelir içerisinde ele alınır. Bu sebeple de birey-toplum dengesi sağlanır. Birey için kötü, faydasız ve zararlı olan şeyler toplum için de kötü, faydasız ve zararlıdırlar. Toplum için faydalı olan bir şey, birey için de faydalıdır. Toplum için zararlı olan bir şey, birey için de zararlıdır. Kendilerinden kaçınmak mümkün olmayan çocuk, ihtiyar, kör, topal, hasta… gibi çaresizlerin hayatları İslam toplum düzeninde güvenlik altına alınmıştır. Bütün vatandaşların can ve mal güvenlikleri devletin teminatı altında olup ayrıca prim usulü ile çalışan sigorta şirketlerine ihtiyaç bırakılmamıştır. Zira bütün insanların, hayvanların ve hatta bitkilerin bile hayatları sigorta altına alınmıştır. Nafaka kurumu; yakın akrabalardan başlayıp devlete kadar uzanır ve devlet bütçesinde sonlanır. Kimsesiz olan kişilerin velisi devlettir, onlara devlet eliyle bakılacaktır.
Meşru olan ihtiyaçlar meşru bir şekilde ve münasip yöntemlerle yerine getirilip tatmine çalışılır. Böylece tüketim, tasarruf ve yatırım arasında bir denge sağlanır. Onun için malların hepsinin tüketime veya yine hepsinin yatırıma kaydırılması ekonomik mekanizmanın işleyişini bozacaktır. O yüzden İslam ekonomisinde ekonomik faktörler ve alanlar arasında tam ve istikrarlı bir denge sağlanmış bulunmaktadır. Malların bütün yeryüzünde tedavül etmesi esas olup; bilhassa serbest ticaret sayesinde ekonomik alan bütün dünyadır. O sebeple koruma ve kollama adına malların dolaşımını engelleyen gümrük gibi vergiler İslam ekonomisinde yoktur. Serbest ticaret ve serbest rekabet esas kabul edilmesiyle içte ve dışta fiyatların en iyi bir şekilde oluşmasına imkân sağlanmış ve normal şartlar altında ayrıca devlet müdahalelerine ihtiyaç kalmamıştır.
Altın ve gümüş; malların değerini ölçen ve onların mübadelesini sağlayan bir vasıta, yani para olarak işlevsel olmalıdır. İslam’a göre bu iki maden aslında para vazifesini görmek üzere yaratılmıştır. Kâğıt paralarda enflasyon ne ise madeni paralarda tağşiş odur. Bir dizi haksızlıklara sebep oldukları için İslam ekonomisinde tağşiş (başka maden karıştırma, ayarını bozma) ile enflasyon ve devalüasyon yani paranın değerini düşürmek asla caiz değildir. Bireylerin kendi rıza ve müdahaleleri olmadan başkaları tarafından onların kazandığı malın ve paranın değerlerini düşürmek, sahiplerine zulümden öte ekonomik yapı için de zararlıdır. Buna göre enflasyon ve devalüasyona sebep olan her türlü davranıştan sakınmalıdır.
İhtiyaç duyulduğu zaman faizsiz bir banka (bir Karz-ı Hasen kurumu) elbette kurulmalıdır. İslam düzeninde bankalar; kâr-zarar ortaklığı (mudarebe şirketi usulü), faizsiz kredi sağlama ve emanet mal esası ile çalışma gibi üç ayrı statüye tâbi tutulacaktır. Faizli Bankalarda ise çalışmayı sağlayan ve sermayeyi temin eden kaynak faizdir. Faizsiz bankada ise karz alma ve kredi alma imkânı sağlanacaktır. Kredi alıp verme esasları ayrı bir düzenleme ile ayarlanıp şartları ortaya konulacaktır. Mesela bazı alanlar için kredi kapıları kapalı iken bazı alanlar için ise açık olacaktır. Buna göre; çalışma ve ödünç kredilerinin caiz, fakat ticari kredilerin ise caiz olmadığını rahatlıkla söyleyebilme imkânı vardır.
Vergi, devlet düzeninin gerektirdiği bir husus olup; bireylerin, toplumun imkânlarını kullanıp faydalandığı için devlete ödemeleri lazımdır. Böylece vergiyi ancak zengin olan kimseler verecek, fakirlerden vergi alınmayacaktır. Vergi vermenin sebebi maldır; yani vergide mükellefiyet yani varlıklı olma teorisi esas alınmıştır. O sebeple malı olmayan kimselerden vergi alınmaz. Onun için İslam ekonomisinde dolaylı vergiler yoktur. Normal şartlar altında bu vergi şartlarını ve esaslarını değiştirmek yanlıştır ve yasaktır. Vergiyi düşürmek bütçeye ve millete, artırmak ise bireylere zulüm sayılır. Bu sebeple vergi nispetlerinin düşürülmesi veya yükseltilmesi yanlıştır.
İslam ekonomisinin getirdiği esasları, kanun ve kuralları uygulayan kimseler ve ülkeler refah ve saadete ulaşırlar. Fıtrat ve tabiata aykırı olup ters düşen esasları uygulamak krizlerin doğmasına yol açmaktadır. Yanlış ve zararlı yollar, toplumu çözülüş ve çöküşlere kaydırır. İnsanlığın refah ve saadetini temin edecek olan tek düzen İslam’dır. Çünkü İslam düzeni fıtri ve doğal bir nizamdır.
Ve maalesef Din istismarıyla iktidar olan AKP, 20 yıldır, Adil Düzen adına samimi ve ciddi hiçbir adım atmamıştır.
[1] Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız
[2] Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız
Bu yazarin diger makaleleri
< Önceki | Sonraki > |
---|