Reklam
Reklam
Reklam

SABATAYCILIK İSTİSMARI VE BİR GERÇEĞİN ABARTILMASI.

Kullanıcı Değerlendirmesi: / 1
ZayıfMükemmel 

 

Bediüzzaman'ın ifadesiyle; "İfrat (herhangi bir konuda aşırılık) ta; tefrit (gereği kadar önem vermeme, tembel ve tedbirsiz davranış) ta zararlı ve saptırıcıdır. Ancak; ifrat (aşırılık ve taşkınlık) daha çok azdırıcı ve daha büyük tahribatlara yol açıcıdır."

Ülkemizde, Siyonizm ve sabataycılık konusunda da maalesef, kasıtlı bazı kesimlerde hesaplı bir ifrat (aşırılık), bazı kesimlerde de yine kasıtlı bir tefrit (duyarsızlık), göze çarpmaktadır.

 

Siyonizm: Bazı Yahudilerin bütün dünyaya hakim olma siyasetidir.

Sabataist'lik ise: Özellikle Türkiye'de, Yahudi asıllı olduğu halde Müslüman gözükme sinsiliğidir.

Bugün, Sabetaycılığı gündeme getirenler, esas itibariyle üç noktada yoğunlaşmaktadır.

1- "Osmanlıyı, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni ve Cumhuriyeti, Yahudi Dönmeleri yönetiyordu" denmek istenmektedir,

2- "Cumhuriyet Dönemi milliyetçi, Kemalist, İslamcı, Liberal ve Sol Akımları Sabetaycılar yönetiyor" denmek istenmektedir,

3- "Sabetaycı aileler ve kişiler kendi kimliklerine sahip çıksın, kimliklerinin farkına varsın, başkaları da bunu bilsin" denmek istenmektedir.

1- Bu gündemi anlamak için, İngiliz-Rus aksına dönmemiz gerekiyor. Zira bu aks, bugün Büyük Ortadoğu Projesi adı altında yeniden kurulmaya çalışılmaktadır. Çünkü Almanya, Avrupa Birliği adı altında yeniden atağa kalkmıştır.

Osmanlı parçalandıktan sonra, İngiltere ve Sovyet Rusya'nın gizli ve dolaylı uzlaşımı 1921 yılında yenilenmiştir. ‘Hatırlı aracılar'ın ve jeopolitik uzmanlarının (Siyonist patronların) devreye girmesiyle, İngiltere-Rusya ilişkilerinin tarihi ve "dünya gerçekleri", acemi Bolşevik liderlere anlatılmış ve sanki Asya'da imparatorluk kurma karşılığında, sürekli devrim idealinden vazgeçilmesi sağlanmıştır. Bu perde arkası uzlaşım, a-İngiliz nüfuz alanına Sosyalizmi sokmama, b-Rusya'ya bırakılan nüfuz alanında ise İngiltere'nin yer almaması şeklinde bir anlaşmaya dayanmaktadır. Bu anlaşmada en kritik hat, Türkiye-İran Hattı'dır. 1918'den itibaren devrimden sonra saf değiştiren Rus güçleri, Türkiye ve İran'daki işgal güçlerini çekerken silah ve mühimmatını da anti-İngiliz direnişçilere bırakmaktaydı. İşte bu 1921 yılındaki anlaşmadan sonra, Türkiye ve İran'da bağımsızlık hareketleri başarılı olmuş ve yeni rejimler ortaya çıkmıştır. İşte İngiltere ile Rusya'nın dolaylı uzlaşımı; bu bağımsız devletlerin varlığına; istemeyerek te olsa razı olmak zorunda kalışlarını ifade etmektedir. Savaş yorgunu İngiltere ile devrim yorgunu Rusya arasındaki bu zoraki; uzlaşma ile hayat alanı bulan Cumhuriyet, Mustafa Kemal şahsında, bu uzlaşmanın sezildiğini gösteren bir denge durumunda şekillenmişti. Lozan'dan sonra, Mustafa Kemal'in sağ kolu görünümündeki sabataist Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras şahsında Rus eğilimi, İsmet İnönü şahsında ise İngiltere eğilimi bu dengenin korunmasını sağlamıştı. Tabii ki sonradan İngiltere tarafı ağır basacaktı. Ama Sovyetlerle ilişkiler de, sıkı bir yakınlık içindeydi. (Yani Mustafa Kemal, Sultan Abdülhamit'in denge politikasını, siyasi ve stratejik bir deha ile sürdürmekteydi.)

Cumhuriyetin kuruluş sürecinde, bütün okuryazarlarını ve beyin takımını, özellikle Çanakkale'de ve İstiklal harbinde, maalesef kaybeden devlet, mübadele yoluyla, yeni cumhuriyetin bürokratik kadro, sermaye, girişimci ve meslek sahibi nüfus ihtiyacını gidermeye çalıştı. Mübadele, iddia edildiği gibi, sadece bir sabetaycı komplosu değil, aynı zamanda ve bu manada bir devlet aklının icabıydı. Okuma yazma ehli, meslek sahibi ve yabancı dil bilen insanların yeni devlet örgütlenmesinde öne çıkması, doğaldır. İşte İngiltere, bu öne çıkanlarla muhatap oldu ve tabir caizse bütün anlaşmaları bunlarla yaptı. Zaten İngiliz siyonistlerinin İslam Dünyası'na liderlikten yani "Hilafet" ten vazgeçme şartıyla razı olduğu Türkiye Cumhuriyetinin yeni elitlerinin pek öyle İslam derdi olmayan göçmenlerden ve daha stratejik görevlerin sabataist dönmelerden oluşması, İngiltere için arzulanan bir fırsattı. Bütün bunlar olduktan sonra ve hele de bugünkü konjoktüre göre yeniden yorumlayan yenilmiş psikoloji, tüm bu süreci bir planlama olarak görüp, hem Osmanlı'ya sığınmış olan millet sisteminin bir parçasına dönüşen küçük bir azınlığa olağanüstü yetenek, basiret, planlama, örgütlenme özellikleri atfetmekte hem de Milletin ve Devletin iradesini ve mücadelesini adeta hiçe saymaktadır! (Evet, Siyonist güçler ve yerli sabataist ve mason işbirlikçiler çok sinsi ve şeytani oluşumları hazırlayan ve hızlandıran taraftır. Ama Atatürk gibi, Kuvay-ı milliye ruhu ve milli görüş şuuru taşıyan ender ve önder liderlerin aleyhimizdeki bu planların birçoğunu lehimize çevirmeyi başardığı da unutulmamalıdır.)

1926 İzmir Suikastı tasfiyelerini, İngiltere göz yummuştu... Zira İngilizler, yeni kadroları İttihatçılara kıyasla daha acemi ve kendileri için elverişli buluyor ve İttihatçıların tekrar iktidarı ele almalarından korkuyordu. Bu tasfiyeden sonra rahatlayan Cumhuriyet Eliti, önce, kendi içinde bizim toprakların en yaygın çelişki tarzı olan kişisel nedenlerle fraksiyonlaşmıştı. Ancak zaman içinde, özellikle 1930'larda İkinci Dünya Savaşı yaklaşınca, cumhuriyeti kuran farklı dengedeki eğilimler, fraksiyonlara damga vurmaya başladı. Mustafa Kemal, İngiliz-Rus rekabetinin ve mecburi işbirliğinin ve bazı Siyonist emellerin yarattığı Türkiye Cumhuriyetinin varlık ve beka şansını korumaya çalışırken, İsmet İnönü, İngiliz-Fransız bloğuna yakın duruyordu. Yani, 1930'lardan itibaren uygulanan siyasetlerin ve iktidar bloğundaki çatışmanın, bu dış güçlerin siyaseti ile paralelliği vardı. Ki sonradan, İsmet İnönü ‘Şef' olunca, Mustafa Kemal'in kurduğu denge bozulmuş ve iktidar neredeyse bütünüyle İngiliz-Fransız safına kaymıştı. 2. Dünya Savaşı sonrasında, İngiltere nüfuz alanını ABD'ye devredince, başta Celal Bayar olmak üzere, yedek isimler üzerinden bu yeni güç odağına ve Siyonist sermaye hegomonyasına uygun bir dizayn yapıldı. Yani, devlet, Batı'ya uygun vitrin düzenlemesi konusunda, Batı'yı bile şaşırtacak kadar maharetli bir geleneğe sahipti. (Daha doğrusu yuları bu sefer Amerika'ya kaptırmıştı.)

Sonuçta, Türkiye Cumhuriyeti, 1940'ların ikinci yarısından itibaren Mustafa Kemal'in temsil ettiği dengeyi bozarak, açıkça Anglo-Sakson-Yahudi bloku safında olduğunu ilan etti. Soğuk Savaş ve sonrasında süren bu taraf olma beyanı, her zaman Kıta Avrupası ve derin Katolik odağın paralelindeki Sol, Sağ ve İslamcı akımların muhalefeti ile karşılaştı. İngiliz-Rus güdümündeki gizli uzlaşımın oluşturduğu denge oyunu; Bu sefer yerine anti-Rus ve açık Batı tercihine yönelen siyasetin, göze batmayan ancak daha etkili bir başka muhalifi daha vardı: Soy Kemalistler! Soy Kemalizm; sert, anti-Amerikancı bir söylemin içerisinde, hem anti-Avrupacı bir perspektifi, hem de Avrasya kavramına yüklediği İngiliz- Rus uzlaşımından oluşan eski dengenin ihyasını içeren bir pozisyonu temsil etmekteydiler. Bugün, Soğuk Savaş sonrasındaki on yıl boyunca, Kıta Avrupası paralelindeki Sol, Sağ ve İslamcı akımların tasfiye edildiği, bu tasfiye içinde Anglo-Sakson-Yahudi bloka devşirilenlerin öne çıkarıldığı ve bunlara karşı da Soy Kemalistlerin mevzi direnç hatlarında tutunmaya çabaladığı bir politik alt-üst sürecinin tam ortasındayız.. Ve tüm bu gerçek çatışma eksenlerini perdeleyen, bu perdeleme işlevi yanında sadece bilenlerin anladığı, şifreli konuşma dili işlevi de gören ‘sabetaycılık' mevzusunu konuşmaktayız!..

Tüm bu süreci, Sabetaycılar'ın veya masonlar'ın ya da başkalarının; devleti ele geçirmesi ya da bir biriyle kavgası olarak okuyanların doğruluk payı vardır!.. Milli oluşum ve kurumları tamamen yetersiz, yetkisiz ve çaresiz gösterici tavır ve yaklaşımlar da elbette yanlıştır, yararsızdır ve kendi kendimize haksızlık, hatta komplekse varan bir özgüven noksanlığıdır.

Kısacası, Cumhuriyeti, İngilizler ya da sabataycılar değil, bu millet kurmuştur. Ancak yenilgi koşullarında Batı'daki ve doğudaki iki büyük güçle işbirliğine giderek ve Siyonist dış güçlerin bazı heves ve hedefleri görmezden gelinerek, adeta yaşamak için birçok şeyi de ipotek ederek ve rehin vererek kurmuştur. Cumhuriyet, milletin toparlanma ve nefes alma imkânıdır. Nitekim seksen yıl sonunda öyle de olmuştur.

Bugünkü asıl sorun: büyük bir yenilgiden sonra, milletin çok zayıf bir anında, Osmanlı aklı'nın refleksif görevlendirmeleri tarzında; yeni Cumhuriyetin oturması ve gelişmesi için: bazı yetenekleri ve etiketleri hatırına görevlendirilen ve İngilizlerin de onayıyla çeşitli imtiyazlar elde eden bir elit tabakanın, zaman içinde bu rollerini ve görevlerini unutarak, oyunu ciddiye almaları, tuttukları mevzilerden milleti aşağılamaya, devletten dışlamaya, devleti de tapulu malları gibi kullanmaya yönelen oligarşik bir ‘hava'ya girmeleridir... Bu elit yapısı içinde, Sabetaycı kökenliler ağırlıkta olabilir, ama Çerkez kökenli olabilir; Türk, Kürt, Laz, Arnavut ta olabilir. Bu kökenlerin yoğunlukla kimlerden oluştuğu hiçbir şekilde önemli değildir.

Önemli olan iki ölçü vardır:

1- Millete, milletin inancına, değerlerine, tarihine, coğrafyasına sadakat ve samimiyet...

2- Batı ile ilişkilerde, ajanlığa kaymayan bir mesafe ve ciddiyet...

Bu iki ölçüyü taşıyan her kim olursa olsun ve kökeni, ideolojisi, dini, mezhebi ne olursa olsun, iktidar olmayı, devlette yer almayı hak eder. Aksi durumda, Osmanlı aklının: tasfiye, devşirme, ödüllendirme ve cezalandırma geleneği gündeme girer! Bu da etnik ya da dini nedenlerle değil, sadakatin bozulması nedeniyle geçerlidir. Bugün Batı ajanlığı ve millet düşmanlığı yapanlar, adı ve nüfusları belli bir topluluk değil, kökeni, dini inancı ve siyasal pozisyonu farklı olabilen ve toplumdan çok devlette ve sermaye çevrelerinde yuvalanmış bir zihniyet ve siyaset erbabıdır. İşte bazıları Sabataycılığı, kökeni Sabataycı olmayan bu hıyanet oligarşisini perdelemek içinde kullanmaktadır.

3-Bazı Sabataycıların ülkemize ve milletimize karşı hangi hakaret ve hıyanetlere giriştiğini, gizli ve kirli ilişkilerini elbette ve bütün dönmeleri suçlu ve sorumlu göstermeyecek şekilde, elbette ilmi ve gerçekçi bir yaklaşımla ortaya koymak ve toplumu uyarmak gerekir. Ancak, Türkiye'nin entelektüel ve sanatsal birikimini, adeta sadece bu topluluğa mal etmekte yersizdir. Çünkü böylece hem bu topluluğa olağanüstü yetenek ve yetkiler atfetmekte hem de geri kalan herkesi ‘Etrak-ı bî idrak' (anlayışsız Türkler)düzeyine düşürmektedir.

Dahada tehlikelisi: toplumu geliştiren ve olgunlaştıran temel faaliyet olan fikri politik çabalar için her kesime güvensizlik ve kuşku tohumları ekilmektedir. Yani sonuçta, İslam, Sol ya da milli değerler için öne çıkan herkese, ‘bakın bunun kökeninde de bir şeyler vardır', kuşkusu ile yaklaşma telkin edilmekte, böylece; küresel projeler dışında ortaya çıkabilecek her söylem, akım ve fikir, hiçbir fazla uğraşa gerek kalmadan, peşinen kuşkulu, tehlikeli, arkası karanlık ilan edilmeye müsait hale getirilmektedir.

 (O dönemde Almanya'nın şemsiyesi altındaki Doğu Yahudiliği olgusu, İngiliz oligarşisi içinde bir kanadı anti semitik çizgiye yöneltmişti. Bu çizgi, İngiliz devleti içinde, artık başka nedenlerle hala vardır.) Demek ki, Sabetaycılık iddialarını, eskiden olduğu gibi bugün de, çok işlevli ve başarılı bir suçlama tekniği olarak kullanmak isteyen kesimlerede itibar etmemelidir. Karalamak istenen herkese yapıştırılacak ucuz, kolay ve çıkmayan bir etikettir. Gerçekte, Sabetaycı kökenlilerin birçoğu bu kökeni unutmuştur ve herhalde aynı mezarlığa gömülmek gibi aile geleneğinin yaşatılması dışında, Sabetacılık felsefesi dönmelerin çoğu tarafından terk edilmiştir. Zaten Sabataycı köklerine vurgu yapılan ünlü isimlerin birçoğu, bu tartışmalardan sonra aile büyüklerine koşup köklerini sorgulamaya başlamıştır. Demek ki, dönmeler, artık dönmüştür...

4- Şimdi tam bu noktada üçüncü ve çok ürkütücü maddeye geliyoruz: Bu tartışmayı gündemde tutanların bir kısmının amacı da, artık olmayan Sabetaycı bir nüfus yaratmaktır. Bu nüfus, doğal olarak İsrail'in Türkiye'deki azınlığı olacaktır. Ve Sabetaycılığını kabul eden ya da etmeyen birçok (hepside elit) aile ve kişi, İsrail'in -Batıyı taklit eden-yeni azınlık siyasetinin malzemesi yapılacaktır.

Bu durumda, bir Yahudi alışkanlığını hatırlamamız gerekir; bilindiği gibi, Yahudiler, M.Ö 500'lü yıllardan başlayarak Tevrat'ı yazmış, yani kendi yaşamadıkları birçok tarihi kendilerine mal etmişlerdir. Böylece, İbrahimi geleneğe de, Hz. Musa'ya da sahip çıkmış, kendilerine ilahi bir kimlik ‘çalmışlardır'. Tıpkı bunun gibi, üretmedikleri her şeye el koyma alışkanlığı, Yahudiler'in ekonomik becerisinin de kaynağıdır. Faiz ve menkul ticareti, borsa, banka, medya, sinema vb. sektörler, tamamen bu Yahudi karakterine uygun, yaşamadan yaşamış gibi yapılabilen, üretmeden kazanma yöntemleridir. Bu Yahudi karakteri, tarih yazıcılığında da kendini gösterir. Örneğin birçok Yahudi tarihçisi, Roma da, Fenike'de, Kartaca'da, Avrupa tarihinde,  Rus, Hind, İran, Çin tarihinde abartılı Yahudi izleri keşfeder. Adeta yaşamadıkları, özendikleri ama yapamadıkları birçok şeyi bu yolla yapmış gibi gösterirler. Böylece hem insanlığa kapalı kabile asabiyetini bu yüceltme ile sağlamaya çalışırlar; hem de kendilerini olduklarından büyük ve güçlü göstererek bulundukları toplumda yerlerini ve güvenliklerini sağlama alırlar.

Bu açıdan bakıldığında, Yahudi yazarların kitapları, bir çok tarihi ve ünlü kişi ve ailenin Yahudi yapılışı ile doludur. Aynı tekniği, Sabetaycı yazarlar ve Sabetaycılık uzmanı (!) yazarlar da kullanmaktadır. "Osmanlı'yı ve Cumhuriyeti Yahudiler yönetmiştir, bir çok ilki onlar meydan getirmiştir, toplumu onlar modernleştirmiştir; sanat, edebiyat, kültür hayatı onlar sayesinde yücelmiştir, büyük lider ve komutanların çoğu Yahudi ya da dönmedir, vb.,vb..." Oysa gerçek bunun tam tersidir. Yahudiler her yerde olduğu gibi Osmanlı'da da küçük bir azınlıktır, 16. yüzyıldan sonra gözden düşmüşlerdir, 17. yüzyıldan beride ancak Müslüman olmaları ya da Müslüman görünmeleri şartıyla ticaret yapmalarına izin verilmiş bir topluluk olarak bugüne gelmişlerdir. Cumhuriyet sürecinde, maalesef millet yetişkin evlatlarını kaybettiği için geçici olarak öne çıkarılmışlardır ve millet evlatları yetiştikçe de, onlar sınırlarına çekileceklerdir. Zaten asimile olmuş ve kökleri ile bağlarını da kesmişlerdir. Ama hala köklerini sürdürmeye çalışanlar var ise, millete sadakati bozmadıkları sürece, özgürce yaşamalarına müsaade edilmiştir. Esasen, geçen yüzyıldaki zoraki imtiyazları nedeniyle, bir çok Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut, Boşnak aile, Sabetaycı ailelerle iş yapmak, onların bürokrasideki imtiyazlarından faydalanmak için onlarla evlenmiş, ya da ortak olmuştur. (Son günlerde meşhur edilen Evliyazadeler ve benzeri bir çok aile, bu şark kurnazlığı yanında, belki de devletin derin denetim alışkanlığının devamı niteliğinde bilinçli olarak Selanikli dönmelerle karışmış/barışmıştır.)

Bu nedenle; illa ki bir kök tespiti yapılacaksa, Yahudi ya da sabetaycı bilinen isimlerin sonradan Yahudiliğe ya da Sabetaycılığa dönme, onlarla karışma olduğu tespit edilmelidir. Hatta, Osmanlı sınırlarından İsrail'e göçenlerin kökleri de bu açıdan incelense aslında bir çoğunun Osmanlı etnik unsurlarından oldukları ortaya çıkacaktır. Özellikle 1970 ve 1980'li yıllarda göçenlerin bir çoğu, dünya Yahudi gücünün nimetlerinden faydalanma güdüsü içinde olanlardır.

Hatta, esasen İsrail'deki Yahudi nüfusun çoğu Yahudi bile değildir. Özellikle Afrika kökenliler ve Rusya'dan göçenler, ya hiç değildir, ya da sonradan Yahudileşmiş tersinden dönmelerdir. Bu manada, dünya Yahudi nüfusu, bizce olduğundan fazla gösterilmektedir.

Sonuç olarak, Sabetaycıların kendini abarttığı, Sağcılarında-şimdi bazı solcularında-öteden beri gizli düşman mantığıyla Sabetaycıları abarttığı söylenebilir...

Bu çift yönlü abartı;

1-Ekonomi-politik analiz yöntemini geri plana atıp, heretik-metafizik spekülasyon kültürünü egemen kılmaya yaramaktadır,

2-Büyük anlatıların geri çekildiği bir dönemde, insanların olan biteni sağlam inanç ve yöntemlerle izah etmek yerine, ezoterik, komplocu ve şaman büyücülüğüne benzer gizem kültürüne sarılmalarını pekiştirmektedir.

3-En önemlisi, yine bu dönemin bir özelliği olarak, sınıfsal gerçeklikler, sömürü, kapitalizm, emperyalizm gibi somut sistemik gerçeklikleri örtecek bir tarzda, premodern-feodal kimlik izharları öne çıkartılmaktadır. Bu süreç, insanların kendi iradeleriyle seçmediği ve değiştiremeyeceği soy, sop, entik-mezhebi köken vb. biyolojik-doğal kimliklerini her şeyin temeli yaptığı ve abarttığı bir akıl tutulması sürecidir.

Sonuç: BOP İçin Elit Dönüşümü Hazırlığımı Yapılmaktadır!?

Sabetaycılık meselesi üzerinden yaratılan abartılı gündem, acaba belirli bir kısım elitin tasfiyesini mi içermektedir? Bu elit, Kemalist değerlere sahip, Batılı yaşam tarzını benimsemiş ve halkla çelişki içindeki bir sınıftır. Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında, bu tasfiye için iki mana yüklenebilir:

1- Türkiye, bölgenin liderliğini kabul ederse, bu misyon için, yüzü doğuluyu andıran, Doğu kültürüne aşina, biraz da Müslüman yeni bir elit gerekecektir. Bu nedenle, Batı kapısına rehin alınmış Türkiye'nin eski elitleri, bu yeni dönemin BOP Türkiyesi'nde bölge halklarına negatif bir fotoğraf vereceklerdir. Bu yüzden, bu elit, tasfiye edilmese de, en azından vitrinden çekilecektir, bu manada, yeni vitrinde, Çerkez, Kürt, Laz ve Arap kökenli devşirmeler yoğunlukta olacaktır.

2- Türkiye'ye bölge liderliği gibi havuçlar uzatılsa da, asıl hedef Türkiye'nin de tasfiyesidir! Bu çerçevede, Mustafa Kemal başta olmak üzere, Cumhuriyetin kurucuları ve kuruluşu konusunda şaibe yaratılarak, hem halkla devlet arasında, hem de devletin kendi kurumları arasında bir güvensizlik ve çatışma körüklenecektir. Sabetaycılık söylentisinin asıl son vuruşu bu olacaktır. Böylece, ‘bu ülke madem gizlice Yahudilerinmiş, o halde her yol mübahtır, isteyen kendi devletini kurabilir, isteyen kendine bir  etnik kültür icad edebilir' dönemi başlayacaktır ve maalesef başlatılmıştır!..

Her iki senaryo da, esasen bir birini beslemekle birlikte, ilkini Avrupa, ikincisini ise İngiltere-İsrail ve Amerika senaryosu olarak okuyabiliriz. İlk senaryo, yeni misyona razı edilmiş Kemalist görünümlü faşist bir restorasyona, ikinci senaryo ise, iç savaşa kadar uzanabilecek her tür kaosa çıkar. İlk senaryo, batının yeni Singapur'u yada Japonya'sı yapılmış zengin görünümlü ama perişan ve çürümüş bir Türkiye, İkinci senaryo ise, batısı AB özel statülü üyesi, doğusu ‘İsraile komşu' yeni ajan devletlerle kuşatılmış daha küçük bir Türkiye demektir!

Her halükarda, Türkiye, kritik bir eşiğe gelip dayanmıştır!

"Ancak, bu senaryoların ihmal ettiği bir nokta vardır. Türkiye, İngiliz-Rus dingilini ve dengesini kendi aleyhine olmaktan çıkartacak yeni jeopolitik, stratejik ve psikolojik opsiyonlara sahiptir, buna bağlı olarak ta, Cumhuriyetle kazandığı zaman ve imkânları iyi değerlendirmiştir ve bu parantezi, daha büyük bir cümle kurmak için kapatıp, yeni bir büyük jeopolitik inşa etmeninde eşiğindedir. Bu bağlamda, Türkiye'de abartılı haliyle bir Sabetaycılık sorunu yoktur, ancak Batı ajanı, din ve millet düşmanı bir oligarşi sorunu vardır. Bu oligarşinin de dini ya da gizli kimliği değil, açık misyon ve ilişkileri önemlidir. Bu oligarşiyi tasfiye edebilen bir Türkiye, Osmanlı'nın zamanında yaptığı türden başka topluluk ve toplumları da kendi sistemi içine alabilmeyi, sınırı aşanları ‘Müslümanlaştırmayı' ya da onlarla korkmadan bir arada yaşamayı da gündemine alacak bir düzeye tekrar çıkabilecektir. Yine de, o günlere kadar, oligarşiyi, köklerini, bağlarını, ilişkilerini, niyetlerini milletin yakından izlediğini ve ‘‘sadakatı' bozan ya da bozacak her etnik, mezhebi, gizli açık topluluğun, bunun bedelini er ya da geç ödediğini hatırlatmak yeterlidir... Sabetaycılık, son tahlilde zaten Osmanlı Yahudileri'nin ödediği bir bedeldir. Şimdi de, bu kökten gelen ya da başka kökten olsa da aynı ajanlık ve sadakatsizlik bedbahtlığına koşar adım gidenlerin sonu da farklı olmayacaktır.

Bu meseleyi, yukardaki iki madde bağlamında, bilerek ya da bilmeyerek- ‘abartanlar' ise, bu milletin basiretinin kendi küçük zekalarından daha gelişmiş olduğunu er ya da geç öğreneceklerdir.

Milletin basireti, Osmanlı aklıdır. Akıl tutulması, bu akılla çözülecektir.[1]



[1] Yarın Dergisi / Temmuz 2004 / Ahmet Özcan -"Akıl Tutulması" yazısı.


Bu yazarin diger makaleleri

  Gemi yapımında ve lüks inşaat taşlarını tutturmada kullanılan zift (katran,...
Devami
  Prof. Dr. Erol MANİSALI, Prof. Dr. Şükrü Sina GÜREL,...
Devami
  Konunun daha rahat anlaşılması için, bazı güncel (ve müptezel) olayları...
Devami
"İlmi düzen", genel düzenle uyum içinde olacak, ancak bağımsız hareket...
Devami
  Cumhurbaşkanı Seçiminin ilk oturumunda 367 şarttır! Erbakan Hoca'nın: "367'yi ciddiye alın!"...
Devami
Sonsuz şükürler olsun ki bizler Müslümanız. Allahu Teâla bizlere “Müslümanlar”...
Devami

Makale Paylaşım Sayısı: 4830

Yorum ekle

Yazdığınız her yorumla birlikte IP adresinizin kayıt edildiğini ve Türkiye Cumhuriyeti hukuk kurallarına aykırı, iftira ve genel ahlaka aykırı tarzda yorumlarınızdan hukuken ve vicdanen sorumlu tutulacağınızı tekrar hatırlatırız...


Güvenlik kodu
Yenile

SON YORUMLAR