YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
660659ca03d07
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 5 8 8
Bugün : 10138
Dün : 16551
Bu ay : 405346
Geçen ay : 338123
Toplam : 22731296
IP'niz : 54.234.184.8

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

ABD’nin demokrasi kriterleri

Hatırlanacağı gibi Nobel barış ödülü; Irak’ta, Afganistan’da, hatta Pakistan’da binlerce sivilin ölmesine sebep olan ABD Devlet Başkanı Obama’ya bağışlanmıştı. Yani dünyadaki en kanlı en büyük savaşların müsebbibine… Obama konuşmalarında sık sık Irak ve Afganistan’dan askerlerini çekeceğini söylemiş, Goantanamo’nun kapatılacağını vaat etmiş, ama pratikte hiçbir adım atmamıştı. Bu vaatlerin aksine Amerika, bırakın buralardan çıkmayı, işgali daha da uzatmanın planlarını yapmış ve bu ülkelerdeki askerlerinin sayısını artırmıştı.

 

Hâlbuki Amerika’nın Irak ve Afganistan’ın ekonomik ve siyasal durumunun düzelmesine ve emniyetini tesisine etkin olabilecek imkânları vardı, ama bunun için hiçbir girişimde bulunmamıştı.

Obama konuşmasında Amerika’nın dostlarını demokratik ülkeler diye tanımlamış, “İran’da, demokrasi yanlısı grupları demokratik olmayan hükümete karşı desteklediklerini” vurgulamıştı. Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Bahreyn ve Azerbaycan’ı ABD’nin dostları arasında saymıştı. İşte bunlar demokratik ve stratejik ortaklardı.

Hiçbir seçim sistemi bulunmayan, kadınların araba kullanması dahi yasak olan Suudi Arabistan demokratik bir ülke (!) sayılmıştı… Çünkü Amerika’nın dostu ve hizmetkârıydı. Amerika ve İngiltere’nin tüm Arap topraklarının tapusunu adına yaptığı El Suud ailesi, bu topraklarda ne isterse yapmakta, azınlıklara karşı yapılan zulüm ve işkenceden tutun halkın reform taleplerini bastırmaya kadar ellerinden geleni ardına koymamaktaydı.

Diğer Amerikan dostu ülke Mısır’dı. Yıllardır diktatör Mübarek yönetiminde olan Mısır,  Mübarek’ten sonrası için de onun oğlu olan Cemal’i Cumhurbaşkanı atamıştı. Bu Amerikan demokrasisini yansıtmaktaydı.

Ve diğer dost Bahreyn ki; her zaman Amerika’nın deniz üssü olarak kullandığı topraklardı.  Arabistan’a benzeyen bir yönetim… Yüzde 25 azınlığın yüzde 75 olan çoğunluğa hükmettiği bir devletçik konumundaydı.

Diğer dost devlet Azerbaycan’dı; o da “Aliyev”lerin saltanatıydı…” “Aliyev”lerin hüküm sürdüğü bu ülkede, görünüşte seçimler yapılarak, krallık cumhuriyet elbisesine sokulmaktaydı.

Amerika’nın demokratik olmayan düşman ülkeleri

Obama dostlarının yanında düşmanlarını da yâd ediyor ve onları insan haklarındaki ihlalden dolayı suçluyordu. ABD Başkanı Obama özellikle İran’a değinerek hükümete karşı muhalif hareketi desteklediğini belirtiyordu.

İran ki; seçimlerin halkın katılımıyla yapıldığı, kadınların çok aktif olduğu hatta kadınların üst düzey devlet kurumlarında, bakanlıklarda çalışmasıyla biliniyordu.  Yanı sıra İran,  farklı dinlerden olan azınlıkların parlamentoda temsil edildiği bir ülke ama Amerika,  İran’ı demokratik olmayan insan haklarını ihlal eden bir ülke olarak adlandırıp siyasi ve iktisadi baskı altına sokuyordu.

Diğer demokrat olmayan ülke Belarus (Beyaz Rusya); bu ülke de Amerika ve Batı ülkeleri tarafından insan haklarını ihlal eden ve demokratik olmamakla suçlanan bir ülke konumundaydı. Ama biliyoruz ki demokrasi ve insan hakları Belarus’da, Azerbaycan’dan daha fazla önem taşımakta ve bu ülkede demokratik kurallara uyulmaktaydı.

Burada aklımıza şu sorular geliyordu:

İran, hangi kritere göre anti demokrat ve insan hakları ihlalcisi olarak baskı altına alınıyor ve diğer saydığımız ülkeler demokratik ve insan haklarına saygılı olarak tanımlanıyordu?

Ve bu ülkeler gerçekte demokratik olmamalarına ve insan haklarını takmamalarına rağmen niçin hiçbir baskıyla karşılaşmıyordu?

Aslında bu sorunun cevabı açık; İran ve Belarus bağımsızlıklarına önem veriyor ve başkalarının istediklerini yapmıyordu. Hâlbuki diğer ülkeler; ülkesinin ve Müslüman halkının istediğini yapmayıp İsrail ile ilişki kuruyor ve ülke menfaatlerini Amerika’ya satıyor, İsrail’e Amerika’nın istediği gibi davranıyordu.

Obama’ya göre demokrat olmak; “kendini Amerika ve İsrail’e teslim etmek” anlamına geliyordu. Diktatörlükle yönetilse bile kendini ve ülke menfaatini Amerika’ya ve İsrail’e satan demokrat sayılıyordu.

Hiç şüphe yok ki; eğer Amerika ve İsrail’in isteklerine karşı duran ve demokrat olmamakla suçlanan İran, yarın nükleer enerjiden vazgeçtiğini ve İsrail’i tanıdığını söylerse tüm baskılardan bir anda kurtulacağını biliyordu.

Çin-ABD gerginliği ve nedenleri:

Çin’i İran müdahalesine mecbur etmek için ABD’nin Tayvan’a füze, helikopter ve gemi satma kararına sert tepki gösteren Çin yönetimi, Washington ile karşılıklı askeri ziyaretleri askıya almıştı.

Şinhua ajansının haberine göre, Çin Savunma Bakanlığı tarafından yapılan duyuruda; silah satışı şiddetle kınanarak, “Çin tarafı, ABD’nin Tayvan’a silah satışının şiddetli zararlarını ve nefret uyandırıcı etkilerini dikkate alarak, karşılıklı askeri ziyaretleri askıya almıştır” denilerek ABD’ye sert çıkılmıştı.

ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), Tayvan’a 6 milyar dolarlık füzesavar Patriot füzeleri, mayın tarama gemileri ve Black Hawk helikopterleri vereceklerini açıklamıştı.

Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı He Yafei de hükümet olarak Tayvan’a silah satışını şiddetle protesto ettiklerini belirterek, ”böyle bir durumda ABD ile yapılan ikili işbirliğinin de ciddi düzeyde olumsuz etkileneceğini” vurgulamıştı.

ABD-Japonya ittifakı çözülmekteydi!

ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın 2009 Kasım ortalarında başlayan on günlük Uzakdoğu gezisinin sonuçları ortaya çıkmıştı. Çin’de umduğunu bulamamış olan Obama, Çin’den önce 14 Kasım’da uğradığı Japonya’da da hayal kırıklığı yaşamıştı. Obama, Japonya gezisinde üç önemli konu üzerinde durdu: Birincisi, malum, ekonomik krize ortak çare arayışı idi. Görüşmelerin bu konuya ilişkin yanını kısaca “Kelin merhemi olsa başına sürerdi” atasözü özetler. Kriz Japonya’da öylesine derinden etkiler yaratmıştı ki, 55 yıl boyunca neredeyse tek partili rejim gibi ülkeyi yönetmiş olan Liberal Demokrat Parti (LDP), geçen sonbaharda yapılan milletvekili seçimlerinde ezici bir yenilgi alarak iktidardan uzaklaşmıştı. Bu yaz yapılan parlamentonun üst kanadı seçimlerini de kazanan Demokratik Parti’nin (DP) lideri yeni Başbakan Yukio Hatoyama, BRİÇ (Brezilya-Rusya-Hindistan-Çin) ülkelerinin Amerikan Doları’nın yerine yeni bir uluslararası para birimi geçirilmesi planına yakın durmaktaydı.

Obama’nın Japon yetkililerle görüştüğü diğer iki stratejik konu, Okinava takım adalarındaki Amerikan askeri üslerinin geleceği ile ABD’nin Japon topraklarında bulundurduğu nükleer silahlardı.

Japonya ABD’nin gizli sömürgesi miydi?

Amerikan basını ABD-Japonya ilişkilerini “stratejik ortaklık” diye tanımlamaktan pek hoşlanırdı. Bizdeki kimi anlı şanlı uluslararası ilişkiler profesörleri de Amerikan basınının bu klişesini tekrarlayıp durmaktaydı. Ancak iki ülke ilişkilerinin tarihi incelenince, “stratejik ortaklığın” anlamı ve içinin gün gün boşaldığı anlaşılacaktır.

Amerikan-Japon “stratejik ortaklığının temelinde, ikinci Dünya Savaşı’nın sonlarında 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya, üç gün sonra Nagazaki’ye atılan ve 200 bin insanın canına mal olan iki atom bombası vardı. ABD bombaları attıktan sonra, Japonya 14 Ağustos akşamı kayıtsız şartsız teslim oldu. 2 Eylül’de Amerikan Missouri uçak gemisinde imzalanan teslimiyet anlaşmasıyla, ABD’nin Pasifik orduları komutanı Yahudi asıllı Orgeneral Douglas MacArthur Japonya’nın tam yetkili askeri valisi atanmıştı.

Günümüz Japonya’sını iki belgeye dayandırdı: Mac Arthur’un 1947’de yaptığı anayasa ile 1952 yılında imzalanan ve Amerikan işgaline son veren San Francisco Antlaşması.

Anayasasının dokuzuncu maddesi, Japonya’nın savaş açmasını yasaklamıştı. Anayasaya göre, kara, deniz ve hava birliklerinden oluşan Japon silahlı kuvvetleri Japonya toprakları dışında harekâta katılamazdı. Sadece ülke sınırları içinde savunma görevi yapacaktı.

Japonya’nın dış güvenliği ise, ABD-Japonya Güvenlik Paktı da denilen San Francisco Antlaşması uyarınca ABD’ye bırakılmıştı.

35 bin dolayında Amerikan askerini barındıran Okinava’daki 14 ABD üssü bu antlaşmanın mirasıydı. Amerikan nükleer başlıkları ise, Japon yasaları yasaklamasına rağmen LDP’nin 1960’ların başında aldığı gizli kararla Japonya’ya sokulmuşlardı. Japonya’nın askeri bakımdan ABD’ye bağımlılığını açıklayan bir başka örnek, LDP hükümetinin kendi anayasasını ihlal ederek Irak işgaline asker yollamasıydı. İşgalin başlarında Irak direnişçileri Japon askerlerini kaçırıp dünya kamuoyuna teşhir edince, Japon hükümeti askerlerini geri çekmek zorunda kalmıştı.

Okinava’daki Amerikan üslerine Japon halkının tepkisi zaman zaman güvenlik kuvvetleriyle çatışma boyutuna taşınmıştı. Okinava takımadaları Çin ve Kore yarımadası açıklarında yer aldığı için, Çin ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti de bu üslere karşıydı.

Japonlar, Hiroşima ve Nagazaki’ye ABD’nin atom bombaları atmasını ise hiç unutmamıştı. ABD vesayetiyle özleştirilen LDP’nin seçim yenilgilerinde, Japon halkının bu iki konudan beslenen Amerikan karşıtlığının önemli payı vardı.

Şimdi Başbakan Hatoyama halktan aldığı destekle, Amerikan üslerinin Okinava’dan çıkarılmasını istiyordu. Obama, görüşmeler sırasında üslerin küçültülmesini ve yeniden konumlandırılmasını öneriyor, ancak Hatoyama’yı ikna edemiyordu. Japon tarafı kendi tezinde direndiği için üsler konusu görüşmelerde bir çözüme kavuşamıyordu.

Obama’dan bir ay önce Japonya’ya giden ABD Savunma Bakanı Robert Gates, nükleer başlıklar konusunun kapalı kapılar arkasında görüşülmesini rica ediyordu. Gates’in ricalarına rağmen, Japon hükümeti konunun araştırılması için bir komisyon kurmuştu. Dışişleri Bakanı Katsuva Okada, komisyonun araştırmalarının son aşamasına geldiğini ve sonucun Ocak ayında açıklanacağını duyurdu. Gates’ten sonra Obama’nın ricaları da para etmiyordu.

Japon hükümetinin üsler ve nükleer silahlar konusundaki tutumu, Çin başta olmak üzere komşularını memnun ediyordu. Okinava’daki üslerin kapatılması, ABD’nin Batı Pasifik’teki müdahale gücünü zayıflatacağı gibi, Japonya’yı komşularına karşı eskisi gibi öne süremeyeceği anlamına geliyordu.

Japon araştırma komisyonunun Amerikan nükleer varlığı hakkında yapacağı açıklama ise, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin nükleer silahlanmasına engel olmaya çalışan ABD’nin ayağına dolanacaktı. Ayrıca Japon komisyonu hangi Amerikan gemisinde ve uçağında ne kadar nükleer başlık bulunduğunu belgeleyeceği için, komisyonun açıklaması bölge ülkelerine önemli istihbarat sağlayacaktı. Böylece Amerikan nükleer silahlarını izlemek kolaylaşacaktı

ABD, 1970’li yıllarda İstanbul Boğazından geçen Sovyetler Birliği gemilerindeki nükleer silahları saptamak için, elçilik teknesi görüntüsü altında özel sensörlerle donatılmış bir tekne filosu kurmuştu. Bu teknelerin saptadığı nükleer başlıkların hangi ülkelere gittiği gemiler izlenerek bulunuyordu.[1]

Tektonik tehditler Türkiye’ye yönelmişti!

Haiti’deki korkunç depremden sonra, Devlet Başkanı Rene Preval’in, 3500 Amerikan askerinin asayişi sağlamak üzere BM ve Haiti güçlerine yardımcı olacağını açıklaması üzerine başlayan tartışmalar sürüyordu. Başkan 3500 diyor, ama 12 bini geçmesi bekleniyordu. Havaalanları ABD kontrolünde, diğer ülkelere yardım için bile geçiş verilmiyordu. Adeta Haiti “gizlice işgâl ediliyordu!

50 binin üzerinde insanın hayatını kaybettiği, yapıların yüzde 80’nin yıkıldığı Haiti depreminden sonra nedense akla ilk gelen veya getirilen yer İstanbul olmuştu. Los Angeles Times Gazetesi, 7 şiddetindeki depremin yıktığı Haiti başkentiyle, İstanbul arasında benzerlik kuruluyordu.

Los Angeles Times’ın ardından Forbes Dergisi, Norveç merkezli bir enstitünün raporunu yayınladı. Buna göre, “dünyada deprem riski en büyük 20 şehir arasında İstanbul ile İzmir de var ve İstanbul’da şiddetli bir depremde 55 bin kişi hayatını kaybedebilir” deniyordu.

Bunları, Almanya Karlsruhe Üniversitesi Geofizik Bölümü ile Yer Bilimleri Araştırma Merkezi’nin tespitleri izliyordu. Bu tespitlerin merkezinde de yine İstanbul vardı ve Alman uzmanlara göre, “inanılmaz boyutlarda” zarar vermesi beklenen deprem, her an gerçekleşebileceği söyleniyordu.

Kandilli Rasathanesi’nden Prof. Atilla Ansal, “İstanbul’da olası depremde yaklaşık 70 bin kişinin öleceği” tahmininde bulunuyordu.

Ne hikmetse dış politikada da “deprem”li mesajlar veriliyordu.

Mesela İsrail Cumhurbaşkanı Peres 13 Kasım 2007’de TBMM’de yaptığı konuşmada, “Türk vatandaşlarının 8 yıl önce başlarına gelen deprem felâketinde İsrail’in yardımlarını takdirle kabul ettiklerini biliyorum” diyordu.

Yine İsrail, geçen Ekim’de TRT’deki “Filistin-Ayrılık” dizisinin yol açtığı krizde Türkiye’ye verdiği sert notada, “Dizide soğukkanlı katiller olarak gösterilen İsrail askerleri, 1999’daki yıkıcı depremin ardından en zor anlarında Türk sivillerin yardımına koşanlarla aynı askerlerdir…” hatırlatmasını yapıyordu. Yoksa bütün bunlar: “Gölcük depremi, tektonik tertiplerimiz sonucu yaşanmıştır. Emrimizden çıkarsanız, İstanbul’u da sallayıp yıkarız” tehditleri olarak mı okunmalıydı?

ABD, niye toplama kampları inşaatına girişmişti?

ABD’nin gizli hükümeti olan ve Obama’nın bile sözünün geçmediği FEMA, son günlerde Amerika’nın birçok eyaletlerinde toplama kampları kurduğu iddiaları dolaşıyordu.

Birçok insan-ki buna Amerikan vatandaşlarının çoğunluğu da dahildir-ABD’de Yahudi güdümlü gizli bir hükümetin olduğunu ve bunun gerektiğinde Başkan’ı aşıp kararlar alma yetkisi bulunduğunu bilmiyordu. Bu hükümetin adı kısaca FEMA olarak bilinir. (Federal Emergency Management Agency) Yahudi Lobilerinin tertip teşviki ve Başkanlık direktifi ile kurulan bu hükümet aslında bir felaket olması ve merkezi hükümetin çökmesi durumunda Amerika’da yönetimi devralmak için oluşturulduğu söyleniyordu. Son günlerde bu gizli kurumun Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde toplama kampları inşa ettiği ve bunların şimdilik boş bekletildiği konuşuluyordu. Bunun ortaya çıkmasıyla birçok insan ‘bu toplama kampları ne ve kimler için kuruldu, Amerika neye hazırlanıyor’ sorusunun peşine düşüyordu.

FEMA istediği takdirde insanları sorgusuz sualsiz tutuklama ve süresiz gözaltında tutmak gibi yetkileri de almış bulunuyordu. (Bu yetkiler Executive Order denilen numarası 10990’dan 11931’e kadar giden direktiflerle veriliyordu)

Bütün bunlar: ‘acaba Amerika bir büyük felakete mi hazırlanmaktadır’ sorusunu hatırlatıyordu. Örneğin; Alaska’da kurulan toplama kampının 2 milyon kişiyi tutacak kadar büyük olduğu biliniyordu. Bu büyük felaketin ne olacağı düşünülüyordu, bir doğal felaket mi bekleniyordu yoksa bir nükleer savaş hazırlığı mı yapılıyordu veya Amerikan ekonomisinde ani bir çöküşle büyük şehirlerde sistemin tamamen çökeceği mi düşünülüyordu? Bu çok gizli birim Washington’daki FEMA binasının beşinci katında yer alıyormuş. Demir kapılar arkasında çalışılan birime sadece gömleklerinin üzerinde Kızılhaç ve yakalarında ise çarmıh işareti taşıyanlar alınıyormuş.

İşin ilginç yanı FEMA ile ilgili bilgilere Amerika’nın büyük gazetelerinde hemen hemen hiç rastlanmıyordu. Bu örgüt Amerika’nın çeşitli yerlerinde gizli sığınaklar inşa etmek için 1 milyar 300 milyon dolar harcıyor, ama Kongre’de bu işten haberdar olan Kongre üyelerinin sayısı en fazla 20 kişi kadardı. Bunlar ise sadece güvenlik izni çok yüksek tutulmuş üyelerdi. Kongre’nin geri kalanı hiçbir şeyden haberdar değildi.

Amerika’da korkunç işler için hazırlanılıyor ve bunlara start ne zaman verilir bilemiyorum. Belki İran ile bir nükleer krizi buna kılıf olarak kullanırlar belki de Amerika’yı da vuracak bir global ekonomik krizi tetiklerler. Bu ikincisi de olasılık, çünkü Amerikan ekonomisini içinde bulunduğu durumda sürdürmenin artık imkânsız hale geldiği de son zamanlarda sıkça söylenmeye başlandı. Bu tür fikirler birçok insana fantezi olarak geliyor, olabilir doğaldır bu, gerçekleri okumadan önce de bana fantezi geliyordu bunlar ama şimdi sadece korkuyorum o kadar” diyen Serdar Turgut haklıydı.

“The Laboratoire européen d’Anticipation Politique Europe 2020 (LEAP/E2020)” adlı kuruluşun yayınladığı; Europe 2020 Alarm/ Global Systemic Rupture/Iran/USA-Release of global world crisis” adlı çalışmasına göre:

ABD ekonomisi, küresel kriz üzerinde belirleyici olan en temel faktör. Dış ticaret açığı, borçları hızla yükseliyor. ABD bankalarının borç üzerindeki payı 1982’de yüzde 18 iken 2004’te yüzde 1,7’ye düştü. Yabancıların payı ise 17’den yüzde 48’e yükseldi. Ticaret Bakanlığı, 2004’te 668 milyar dolar olan açığın, 2005’te 804,9 milyar dolara yükseldiğini açıkladı. İlerleyen aylarda en kötü senaryoları besleyecek hale gelmesi bekleniyor. Doların Çin Yuan’ına karşı olması gerekenden yüzde 40 daha değerli ve ABD Pekin’e Yuan’ın değerini yükseltmesi için baskı yapıyor. Baskının sonuç doğurmaması halinde Çin’i ambargo ile tehdit ediyor.

“Amerika’nın topyekûn ekonomik çöküşten kurtulma şansı sadece onda bir. Çöküşten sonra kendini vuracak ekonomik gerilemeden kurtulma şansı onda üç. Ardından (üçüncü aşama) gelecek karmaşadan sonra nihai anlamda ekonomik kıyametten (Armageddon) kurtulma şansı ise onda altı.”

Princeton üniversitesinden Paul Krugman, “ABD ekonomisinin 1990’lardaki Arjantin ekonomisine benzediğine, dolardaki değer kaybı ticaret ve bütçe açıklarıyla birleşince Bush yönetiminin ekonomik bir felaketle yüzleşeceğine” dikkat çekiyor. Bu öngörülerin gerçekleşmesi demek, dünyanın yeniden kurulması demek. Böyle bir dünyanın bugünkü gibi olmayacağı ortada.

FEMA (Federal Acil Yönetim Ajansı) yeniden yapılanıyor. Hem de nükleer saldırı, isyan ve iç savaşa göre. Olağanüstü hal ve sıkıyönetim yasaları yeniden belirleniyor. Bankacılık işlemlerinden vatandaşlık yasalarına kadar ABD olağanüstü şartlar için hazırlık yapıyor. ABD çapında 800 toplama kampı/cezaevi hazırlanıyor. Hepsi mahkum kabul etmeye hazır ama şu an hepsi boş. FEMA tarafından yönetilecek bu kampların birçoğu binlerce insanı barındıracak nitelikte.”

Bizim yorumumuz:

ABD kendisinin ve İsrail’in başına gelecek ekonomik, siyasi, sosyal ve askeri felaketleri biliyor ve bekliyordu. Bizdeki Seferberlik Kurumunun benzeri olan FEMA teşkilatının hazırladığı korunak ve barınakların Amerikan halkı için olduğunu düşünenler yanılıyordu, hatta hamakat gösteriyordu. Çünkü 300 milyon insanın, ancak birkaç milyon kişiyi barındıracak kamplara sığmayacaklarını akılları basmıyordu. Hâlbuki bu sığınaklar Amerika ve İsrail’deki Siyonist Yahudilerin seçkinleri için hazırlanıyordu. Ve tarihi hesaplaşma yakın görünüyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Hasan Bögün / Aydınlık Türkiye

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

İsmet SEZGİN

İsmet SEZGİN

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx