3. DÜNYA SAVAŞI KIVILCIMLARI VE TÜRKİYE’DEKİ ABD ÜSLERİNİN AMACI
3. DÜNYA SAVAŞI KIVILCIMLARI
VE
TÜRKİYE’DEKİ ABD ÜSLERİNİN AMACI
3. Dünya Savaşı Başladı mı?
Rusya'nın başkenti Moskova’da bulunan Kremlin Sarayı çevresine hava savunma sistemi kurulduğu konuşulmaktaydı. Gerek Ukrayna ile girdiği savaş süreci gerek ülke ekonomisinin kötüye gidişi, Rusya Lideri Vladimir Putin'i tedirgin etmeye başlamıştı. Dünyayı, nükleer silah kullanmak ile tehdit eden Kremlin yönetimi; olası bir 3. Dünya Savaşı’nın çıkma ihtimaline karşı, yanına çekmeye çalıştığı ülkeler ile kutuplaştırmaya çalıştığı farklı kesimleri tetikleme gayreti gösterirken; Ukrayna Savaşı’nda en büyük darbeyi, arkasında olacağını düşündüğü ancak gerekli desteği görmediği Çin'den almıştı. Zaman zaman kendi ülkesinde de güvenlik tedbirleri çerçevesinde ortadan kaybolan Putin’in, şimdi ise “adım adım dünya savaşına hazırlanıyor” söylentileri kulaktan kulağa yayılması tedirginliğe yol açmıştı. Öyle ki; Rus Hava Kuvvetlerinde görevli Mi-8 kargo helikopterleri Kremlin Sarayı’na çok sayıda askeri envanter taşımıştı. Bölge kaynaklarından alınan ancak resmi ağızlardan doğrulanmayan bilgilere göre Putin, Kremlin'i hava savunma sistemleri ile donatmıştı. Öte yandan Rus parlamentosunun alt kanadı Duma, Rus ordusuna katılmamak için ülkeyi terk eden Rus vatandaşlarına farklı bir vergi sistemi uygulanması konusunda mutabakata varmıştı.[1]
Rusya'dan İntikam Saldırısı
Rusya Savunma Bakanlığı, Ukrayna'nın doğusuna intikam saldırısı düzenlendiğini ve saldırıda 600'den fazla Ukrayna askerinin öldürüldüğünü aktarmıştı... Diğer yandan, Rusya, Ukrayna'nın bombardımanına rağmen Rus ordusunun Ortodoks Noel’i nedeniyle ilan edilen ateşkese uymaya devam edeceğini açıklamıştı. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski ise Rusya'yı, Ortodoksların Noel bayramı dolayısıyla ilan ettiği 36 saatlik ateşkes sırasında Ukrayna'ya saldırı düzenlemekle suçlamıştı. Rusya’nın, Ukrayna'nın Kramatorsk kentine düzenledikleri füze saldırısında 600'den fazla Ukrayna askerinin öldürüldüğü yönündeki açıklaması Ukrayna tarafından yalanlanmıştı. Kramatorsk Belediye Başkanı Oleksandr Honcharenko, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada; Rus saldırılarında okulların hedef alındığını ve bu saldırılarda can kaybının olmadığını belirterek, "Rusya'nın gece boyunca gerçekleştirdiği füze saldırılarında 2 okul, 8 apartman ve 1 otoparkta hasar oluştu. Hiçbir can kaybı olmadı" ifadesini kullanmıştı.
Rusya Genelkurmay Başkanı, Ukrayna'daki Birliklerin Başına Atanmıştı.
Rusya Genelkurmay Başkanı Valeri Gerasimov, Ukrayna'daki "özel askeri operasyondan" sorumlu Müşterek Askeri Kuvvetler'in başına atanmıştı. Rusya Savunma Bakanlığı'ndan yapılan yazılı açıklamada, Rus ordusunun Ukrayna'ya yönelik komuta kademesinde değişikliklerin yapıldığı vurgulanmıştı. Valeri Gerasimov'un Müşterek Askeri Kuvvetler'in başına getirildiği bilgisine yer verilen açıklamada, Müşterek Askeri Kuvvetler'in önceki komutanı ve Hava-Uzay Kuvvetleri Komutanı Sergey Surovikin'in ise Gerasimov'un yardımcılığı görevini yürüteceği açıklanmıştı.
Özel askeri operasyondan sorumlu komuta kademesindeki seviyenin, operasyon kapsamında yürütülen görevlerin genişletilmesi nedeniyle yükseltildiğinin vurgulandığı açıklamada, "Değişiklikler, Rus ordusunun birimleri arasındaki etkileşiminin daha yakın bir şekilde organize edilmesi, her türlü desteğin kalitesinde ve birliklerin yönetiminin etkinliğindeki artışla da ilgilidir" ifadesi yer almıştı.[2]
“Rusya'nın Karargâhı Vuruldu! 400 Rus Askeri Öldü” İddiası
Rusya Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Ukrayna ordusunun Donetsk’teki Askeri Üsse düzenlediği füze saldırısında, 63 Rus askerinin öldüğü açıklanmıştı. Ukrayna ordusu tarafından yapılan açıklamada ise, Makiivka’da Rus askerlerinin konuşlandığı bir binanın füzelerle hedef alındığı doğrulanmıştı. Füze saldırısında 400 Rus askerinin öldürüldüğü, 300 askerin ise yaralandığı vurgulanmıştı. Öte yandan, Rus ordusu gece saatlerinde başkent Kiev’e insansız hava araçları ile saldırı düzenlemiş, bir kişi yaralanmıştı.[3]
Fransa’dan, Ukrayna’ya Daha Fazla Destek Mesajı
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Rusya’nın Ukrayna’nın başkenti Kiev’e ve diğer bazı şehirlere çok sayıda hava saldırısı düzenlemesinin ardından Ukrayna’ya daha fazla destek sözü vermiş, Rus saldırılarının ardından Ukraynalı mevkidaşı Volodimir Zelenski ile telefon görüşmesi yapmıştı. Görüşmeye ilişkin yaptığı yazılı açıklamada, Macron “Fransa’nın, askeri teçhizat dahil olmak üzere, Kiev tarafından belirlenen ihtiyaçlara karşılık olarak Ukrayna’ya desteğini artırma” sözü verildiğini açıklamıştı. Macron, saldırılarla ilgili endişesinin altını çizerek, G7 ülkeleri ve Avrupalı müttefikleri ile yakın temas halinde olduğunu hatırlatmıştı.[4]
Rusya, Türkiye'yi Ukrayna'ya Silah Tedarikini Durdurması Konusunda Uyarmıştı!
Rusya İnsan Hakları Ombudsmanı Tatyana Moskalkova, TBMM Başkanı Mustafa Şentop'tan "durumun daha fazla tırmanmasını önlemek" için Ukrayna'ya silah tedarikini durdurmasını istediğini açıklamıştı. Moskalkova, söz konusu talebi TBMM Başkanı Şentop ile Ukrayna Ombudsmanı Dmytro Lubinets ve Türkiye Ombudsmanı Şeref Malkoç'un da katıldığı bir toplantı sırasında dile getirdiğini aktarmıştı. Türkiye, Rusya ve Ukrayna ombudsmanlarının üçlü toplantısı Ankara'da yapılmıştı.[5]
ABD, Türkiye'nin Hamlesine Niye Sahip Çıkmıştı!?
ABD Dışişleri'nin; Türkiye'nin Rusya-Ukrayna Savaşı'nı sona erdirmek üzere oynadığı yapıcı rolü takdir ettiklerini, Türkiye'nin iki ülkeyle ilişkilerini barış için kullandığını bildirmesi kafaları karıştırmıştı. Bu itiraflar, Türkiye’nin başını belaya sokmak üzere ABD tarafından kışkırtıldığını açığa vurmaktaydı. Günlük basın toplantısında, Rusya'nın Ukrayna'da ateşkes ilan etmesi üzerine Türkiye'nin bu konudaki çabalarına yönelik sorulara yanıt veren ABD yetkilisi Price, "Türkiye'nin bu barbarca savaşı sona erdirme çabasıyla oynadığı yapıcı rolü çok takdir ediyoruz. Türkiye'nin Ukrayna'nın toprak bütünlüğüne olan kararlı bağlılığını ve Ukrayna ile Rusya arasındaki diyaloğu geliştirme çabalarını takdir ediyoruz." değerlendirmesini yapmıştı. Oysa Ukrayna-Rusya Savaşı’nı kendileri kışkırtmışlardı.[6]
Papa’nın, Türkiye’nin arabuluculuk çalışmalarını övmesi de mide bulandırıcıydı!
Papa Francis, Vatikan'da görev yapan Büyükelçilerle bir araya toplanmıştı. Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Lütfullah Göktaş'la görüşen Papa’nın, Türkiye'nin Rusya-Ukrayna arasındaki arabuluculuk çalışmalarını övmesi kafaları karıştırmıştı.
Lütfullah Göktaş, açıklamayı Twitter’da yapmıştı. Papa'nın yeni yıl vesilesiyle Vatikan’daki Büyükelçileri kabul ettiğini söylemişti. Göktaş, Papa’yla tokalaşma sırasında kendisi "Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna arasındaki arabuluculuk çabaları Vatikan’da da takdir topluyor." ifadesini kullanmıştı.[7] Oysa Papalığın tarih boyunca hiçbir konuda; örneğin Kıbrıs, Ege sorunları, PKK saldırıları karşısında hep Türkiye’nin aleyhine tavır aldığı halde, şimdi Türkiye’yi pohpohlamasının arkasında elbette bir art niyet aranmalıydı.
ABD’nin Türkiye’ye yaptığı “Güvenlik uyarısının” ardından; İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, İsveç, Belçika ve İsviçre gibi Batılı ülkelerin İstanbul’daki konsolosluklarını geçici olarak kapatma kararı almaları da, aslında ülkemizi ablukaya almanın ve yeni bir dünya savaşında “düşman” olarak tanımanın dolaylı mesajıydı. Elbette bu bir psikolojik savaştı ve hatta Türkiye’yi NATO’dan çıkarma tehdidi sayılmaktaydı. Evet bunlar doğruydu ve Haçlı Batı açısından olağandı. Ancak özellikle gizlenen ve dile getirilmeyen bir gerçek daha vardı: Konsolosluk kapatan Batılı ülkeler aynı zamanda Sn. Recep T. Erdoğan’a dolaylı destek sağlamaktalardı. Çünkü görünüşte ara sıra Batı’ya diklenen -ama gerçekte AB kapısında diz çöken- AKP iktidarından umut kesen ve yeni arayışlara yönelen kararsız seçmenlerimizin, Batı’nın bu küstah tavırları karşısında tekrar Erdoğan’a kaymaları hesaplanmamış olamazdı.
Peki, Bir 3. Dünya Savaşı’nda Türkiye’deki ABD Üsleri Kime Karşı Kullanılacaktı?
ABD, yayılmacı politikası kapsamında, toprakları dışında Birinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan üs ve tesis kurma çabası, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren giderek artmıştır. ABD hegemonyasının en önemli temsilcisi olan bu üs ve tesisler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni dünya düzeninde ABD’nin üstlendiği rol ile yeniden şekillenmiş durumdadır. Soğuk Savaş sürecinde ABD, SSCB’nin yayılmasını engellemek (çevreleme politikası) ve çıkacak büyük savaşı topraklarından olabildiğince uzakta karşılamak için üs ve tesislerini yeniden konumlandırmıştır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında SSCB’nin tehditkâr tutumu neticesinde Batı, dolayısıyla ABD yanlısı bir dış politikaya kaymıştı. Bu kapsamda 23 Şubat 1945 tarihinde Türkiye ile ABD arasında yapılan anlaşma ile yeni bir süreç başlamıştır. Anlaşmanın ikinci maddesi “Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, tedarik edebilmek vaziyetinde bulunduğu ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri, sühuletleri veya malumatı Amerika Birleşik Devletleri’ne temin edecektir” ile Türkiye’nin ABD güvenliği için önemi vurgulanmıştı. Böylece Türkiye; karayollarını, limanlarını, hava meydanlarını, demiryolları ve istasyonlarını ABD’nin kullanımına açmıştı. Bunun yanı sıra Türkiye’ye de ABD’li sivil ve askeri danışmanlar yollanmıştı.
Türkiye ile ABD arasında Soğuk Savaş yıllarında bir dizi anlaşma yapılmıştı. ABD’nin ekonomik ve savunma amacıyla yaptığı bu anlaşmalar iki ülke ilişkilerini şekillendirmeye başlamıştı. Bu arada SSCB’nin 29 Ağustos 1949 tarihinde Kazakistan’ın Semipalatinsk şehrinde nükleer bomba denemesi başarıyla sonuçlanmıştı. Böylece SSCB, ABD’nin yanı sıra dünyanın ikinci nükleer gücü hâlini almıştı. Bu durum ABD’nin SSCB topraklarını takip etmede üs ve tesislerin önemini artırmıştı. Türkiye’nin NATO’ya katılması (18 Şubat 1952) üzerine, ülke topraklarında NATO’ya ait üs ve tesisler kurulmaya başlanmıştır. Türkiye’nin NATO’ya katılması sonrasında NATO Antlaşması’nın üçüncü maddesine istinaden ABD ile Türkiye arasında üs ve tesislerin kurulması amacıyla ikili anlaşmalar yapılmıştır. ABD ile Türkiye arasında 23 Haziran 1954 yılında imzalanan “Askeri Kolaylıklar Anlaşması” sonrasında Türkiye’de ABD yönetiminde üs ve tesisler kurulmuştur. Soğuk Savaş döneminde sayıları sürekli değişen bu üs ve tesislere bakıldığında ABD’nin stratejik planları kapsamında değişkenlik göze çarpmaktadır. CIA, 19 Kasım 1980 tarihinde hazırladığı belgede Türkiye’deki üs ve tesislere dikkat çekmiştir. Belgede ABD’nin Türkiye’de 40 üs ve tesisinin olduğu vurgulanmıştır. Bunların 26’sının üs olarak kullanıldığı yer almıştır. Bu üslerden Adana-İncirlik Hava Üssü ve İzmir-Çiğli Hava Üssü’nün en önemlileri olduğu açıklanmıştır. Stratejik konumundan ötürü Diyarbakır tesisinin SSCB’nin takip edilmesinde kritik önemine vurgu yapılmıştır. İran İslam Devrimi sonrasında, İran’da ABD tesislerinin kapatılması üzerine Türkiye’deki üs ve tesisler daha fazla önem kazanmıştır.
Bu üs ve tesislerin kuruluşu ve faaliyetleri hakkında Türkiye ile ABD arasında bir dizi anlaşma yapılmış, bunlardan bir kısmı sözlü olarak onaylanmıştı. Bu nedenle üs ve tesislerde uzun yıllar yönetim ve yetki karmaşası yaşanmıştır. ABD üs ve tesisleri, Türk kamuoyunda ancak 1964 yılındaki Kıbrıs Meselesi sonrasında gündeme gelmiş ve tartışılmıştı. Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler karşısında Türkiye’nin adaya müdahale kararına ABD karşı çıkmıştı. ABD Başkanı Lyndon B. Johnson tarafından kaleme alınan ve tarihe Johnson Mektubu olarak geçen diplomatik kriz, iki ülke ilişkilerini son derece olumsuz etkilemişti. Johnson Mektubu, Türkiye kamuoyunda ABD ile ilişkilerin sorgulanmasına yol açmıştı. Türkiye’deki duyarlı çevreler, ABD’nin Türkiye’deki üs ve tesislerinin egemenlik haklarına aykırı olduğunu belirterek bunu seçim propagandası olarak savunmuşlardı. O güne kadar kamuoyunda çok az yer bulan ve neredeyse sadece kurulduğu yerlerde varlığından haberdar olunan üs ve tesislerin varlığı geniş bir kesim tarafından tartışılmıştı.
İki ülke arasındaki anlaşma karmaşası 1969 yılına kadar sürmüştür. Türk-Amerikan Ortak Savunma ve İşbirliği Anlaşması ile o güne kadar iki ülke arasında imzalanan anlaşmalar bir çatı altında toplanmış, üs ve tesislerin durumu yeniden ele alınmıştır. Türkiye’nin üs ve tesisler üzerindeki hakları artırılmıştır. Kamuoyundan gelen tepkileri azaltmak, üs ve tesislerin karmaşıklığını düzeltmek için yapılan anlaşma yeni bir dönemin de başlangıcıdır. Bu dönem, Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın çok özel gayret ve cesareti ile CHP Koalisyon Hükümeti’nin desteği sonucu başarılan 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile sonlanmıştır. Türkiye’nin Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler karşısında gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekâtı’na ve öncesindeki 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında konulan haşhaş ekim yasağının kaldırmasına ABD sert tepki takınmış ve 1975 yılından itibaren Türkiye’ye ambargo kararı almıştır. Ambargo zaten zor durumda olan ülke ekonomisini derinden sarsmıştır. Tüm çabalara karşın ABD’nin ambargoyu kaldırmaması neticesinde 26 Temmuz 1975 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye, toprakları üzerinde bulunan tüm ABD üs ve tesislerine el koymuştur. Bu hamle beraberinde SSCB ile yakınlaşmayı da gündeme taşımıştır. Soğuk Savaş sürecinde birçok kez kırılmalara sahne olan iki ülke ilişkileri, atılan adımlarla yeni bir sürece başlamıştır. O güne kadar ABD üs ve tesislerinin varlığından rahatsızlığını her seferinde belirten SSCB, Türkiye’nin üs ve tesislere el koymasından memnuniyetini açıklamıştır.
ABD, 1978 yılında ambargoyu kaldırması üzerine Türkiye’deki üs ve tesislerinde yeniden faaliyete başlamıştır. İran İslam Devrimi sonrasında, ABD’nin İran topraklarındaki tesislerinin kapatılması, SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesi (Aralık 1979) ABD’nin bölgedeki güvenlik kaygılarını artırmıştı. Bu nedenle 29 Mart 1980 tarihinde Türkiye ile ABD arasında Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalanmıştır. Anlaşmada ABD’nin Türkiye topraklarında nerelerde üs ve tesis kuracağı, yönetimi ve faaliyetleri yer almıştır. Soğuk Savaş yıllarında Türkiye’de kurulan NATO ve ABD üs ve tesisleri, Türkiye ile ABD ilişkilerinde son derece önemli bir yer tutmaktadır. Bunun karşılığında SSCB ile ABD ilişkilerinde ve Türkiye ile SSCB ilişkilerinde gerginliğe neden olmaktadır. Bu çalışmada ülkedeki ABD üs ve tesislerin nerelerde kurulduğu, üs ve tesislerde hangi faaliyetlerin yürütüldüğü, üs ve tesislerin ülke kamuoyunda nasıl bir etki yarattığı, Türkiye-ABD ve Türkiye-SSCB ilişkilerinde ne gibi rol oynadığı sorularına ABD Dışişleri Bakanlığı, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı Arşivi başta olmak üzere dönemi aydınlatacak birinci el kaynak, araştırma eserleri ele alınarak yanıtlanmıştır.
ABD’nin Üs ve Tesis Kurma Amaçları!
ABD İkinci Dünya Savaşı’na katıldığında yaklaşık yüz adet üsse sahip iken, savaş sona erdiğinde Atlantik’ten Pasifik’e yaklaşık yüz ülkeye dağılmış iki binden fazla üs ve otuz binden fazla askeri tesis hazırlamıştı. ABD, savaş sona erdiğinde 8,3 milyon karacı, 3,3 milyon denizci ve 500 bin deniz piyadesini denizaşırı bölgelerde konuşlandırmıştı. 7 Ağustos 1945 tarihinde Potsdam Konferansı’nda konuşan ABD Başkanı Harry S. Truman yeni düzende üslerin konumunu şöyle vurgulamıştı:
“ABD bu savaş sonucunda bir çıkar elde etmek amacı taşımamaktadır. Buna karşın çıkarlarımızı ve dünya barışını korumak için gerekli olan askeri üsleri elimizde tutmak zorundayız. Askeri uzmanlarımızın savunmamız için hayati gördüğü üsleri kuracağız. Bunu Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne uygun düzenlemelerle yapacağız.”
Uzmanlar, ABD Silahlı Kuvvetleri’nin üçte ikisinin toprakları dışında konumlandığına değinerek dünyanın farklı noktalarında ABD’nin 585 üsse sahip olduğunu yazmışlardır.
Türkiye’deki ABD Üs ve Tesislerinin Kurulması
ABD Soğuk Savaş sürecinde SSCB ile patlak verebilecek büyük savaşı olabildiğince topraklarından uzak bir noktada karşılamak için, dünyanın çeşitli yerlerinde birçok üs ve tesis kurmuşlardır. Bu üs ve tesisler, çevreleme politikası kapsamında SSCB topraklarına yakın yerlerde yoğunlaşmıştır. Bu kapsamda SSCB’ye, Ortadoğu ve Balkanlara komşu olan, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile son derece stratejik bir noktada bulunan Türkiye ön plana çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında SSCB tehditleri karşısında Türkiye ABD’den destek bulmaya çalışmıştır. ABD, Türkiye’nin stratejik konumunu değerlendirip bu talebi olumlu yanıtlamıştır. Türkiye’nin stratejik önemi CIA arşiv belgelerinde birçok kez vurgulanmıştır. Buna örnek olarak CIA’nın Türkiye hakkında hazırladığı 22 Aralık 1948 tarihli “Turkey” kitapçığında Türkiye’nin ABD güvenliği açısından önemi üzerinde durulmaktadır. Yine CIA 8 Ocak 1951 tarihli raporunda, ABD’nin SSCB karşısında Akdeniz’deki varlığını güçlendirmek için Türkiye’nin önemini hatırlatmıştır. Bu nedenle Türkiye’ye yapılacak yardımların ülkedeki ABD varlığını güçlendireceği vurgulanmıştır.
Türkiye’de NATO üssü denildiğinde akla ilk gelen İncirlik Hava Üssü, uzun yıllar bu konudaki tartışmaların da merkezinde yer almıştır. İncirlik Hava Üssü kurulmadan yıllar önce İkinci Dünya Savaşı yıllarında Adana son derece önemli bir istihbarat mücadelesine sahne olmaktadır. ABD İstihbarat Teşkilatı The Office of Strategic Services-OSS (1942-1945), 1943 yılında Adana’da bir merkez kurmuşlardı. ABD Elçisinin Adana’daki yazlık evi istihbarat merkezi hâlini almıştı. ABD’nin bu hamlesi aslında bölgedeki istihbarat mücadelesinin bir parçasıydı. OSS’nin verdiği bilgiler ışığında bölgedeki Alman İstihbaratının yoğun faaliyet yürüttüğü açıktır. Bu durum Adana’nın stratejik konumunu ön plana çıkarmıştır.
SSCB’nin 29 Ağustos 1949 tarihinde nükleer bomba denemesinin başarıyla sonuçlanması, nükleer güç olarak ABD tekelini sonlandırmıştır. Bunun yanı sıra Yugoslavya’nın SSCB’den ayrılarak Koniform kurması ve Ortadoğu’daki gelişmeler, ABD’nin Türkiye’de üs ve tesisler kurma planını hızlandırmıştır. 14 Mayıs 1950 Milletvekili Genel Seçimi’nde Demokrat Parti, NATO üyeliğini seçim propagandasında kullanmış, ABD’nin üs ve tesis kurma talebine ön şart olarak NATO üyeliğini sunmuşlardır. Türkiye 18 Şubat 1952 tarihinde NATO’ya üye yapılmıştır. Türkiye, NATO üyeliği sonrasında 25 Ağustos 1952 tarihinde imzaladığı NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi kapsamında NATO’nun ülke topraklarında askeri üs ve tesisler kurmasını ve personel bulundurmasını kabule yanaşmıştır. NATO Sözleşmesi kapsamında 23 Haziran 1954 tarihinde Türkiye ile ABD arasında imzalanan Askeri Kolaylıklar Anlaşması ile ABD’nin ülke topraklarında üs ve tesis kurma ile askeri faaliyetlerde bulunmasının yasal zemini hazırlanmıştır.
ABD Üs ve Tesislerinin Yönetim Kuralları!
Türkiye’deki ABD üs ve tesislerinin siyasi ve askeri rolleri ön plana çıkmıştır. Bu rollerin yanı sıra anlaşmalardan doğan belirsizlik nedeniyle personel sorunları yaşanmıştır. Türkiye’de görev yapan personelin işledikleri suçlarla ilgili olarak, NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi’ne göre; gönderen ve kabul eden ülke yasalarında mevcut bir suçun işlenmesi durumunda, bir tarafın yasalarınca suç teşkil edilmeyen fiilde yargılamanın nasıl yapılacağı muğlaktır. Bunun yanı sıra suçun resmi görev sırasında işlenmesi durumunda yargılamanın gönderen ülkeye, ABD’ye bırakılması önemli bir hukuki boşluğa neden olmaktadır. Çünkü “resmi görev sırasında” ifadesini tespit edecek bir birim yoktu. Bunun üzerine 16 Temmuz 1956 tarihinde çıkarılan kanunla bu onay ABD’nin Türkiye’deki en üst rütbeli komutanına bırakılmıştır. Bu durum birçok kez suistimal edilmiş ve aleyhimize kullanılmıştır.
11 Mayıs 1956 tarihinde Çavuş Frank R. Boston Eskişehir’den Ankara’ya giderken beş çocuğa çarpmış ve üçünün ölümüne neden olmuştu. Çavuş Boston gözaltına alınmasına karşın resmi görev sırasında suçun işlendiği iddia edilerek, ABD tarafından, yargılama sonrasında ceza almasına karşın delil yetersizliğinden ötürü cezası uygulanmamıştı. Bir başka örnekte 5 Kasım 1959 tarihinde Ankara’da ABD’li bir Yarbay’ın on bir askerimize çarparak birinin ölümüne sebep olduğu kaza da aynı kapsama alınmıştır. Bir başka suistimal ise gümrüksüz alışverişlerde yaşanmıştı. ABD’li personelin gümrüksüz alışveriş hakkının bazı personel tarafından suistimal edildiği belirlenmişti. Robert M. Fresco CIA arşivlerinde bulunan raporunda bu duruma değinmiştir. Robert M. Fresco, Ankara’da yaşayan bir ABD’li personelin sigara ve alkol gibi ürünleri ucuz alabildiğine ve kapı komşusu bir profesörün bu ürünleri gümrük vergisi nedeniyle alamamasına dikkat çekmiştir. Bu durumun bazı personeller tarafından ürünlerin ticaretinin yapılması suretiyle suistimal edildiğini ifade etmiştir.
Süleyman Demirel’in Tutarsızlığı!
Bu tartışmalar kapsamında üs ve tesisler kamuoyunda tartışmalara neden olsa da Başbakan Süleyman Demirel üslerin varlığını reddetmiş, bunların tesis olduğunu savunmuştur. Üs ve tesislerin ülkenin egemenliği görmezden gelinerek adeta ABD toprağıymış gibi kullanıldığı tartışmaları kamuoyunda geniş yer tutmuştur. Başbakan Süleyman Demirel’in; “Türkiye’de ABD üssü yok, tesisi vardır” açıklaması karşısında duyarlı aydınlar 12 Eylül 1967 tarihinde; “Türkiye’deki Amerikan Üslerini Açıklıyoruz” başlığıyla Türkiye’deki ABD üs ve tesislerin listesini yayınlamıştı. Bu haber, Amerikan Hava Kuvvetleri’nin AFM 87-3 sayı ve 25 Kasım 1963 tarihli USAF INSTALLATIONS DIRECTORY (Worldwide)-Dünyadaki Hava Kuvvetleri Tesisleri Rehberi’nde verilen bilgiler ışığında hazırlanmıştı.
Türkiye ile ABD arasında imzalanan anlaşmalar kimi zaman gizli yapıldığı gibi, sözlü olduğundan iki ülke tarafından anlaşmaların tutanakları tam olarak tutulmamıştı. Bu karışıklığı Başbakan Süleyman Demirel 7 Şubat 1970 tarihinde kamuoyuna açıklamıştı. Süleyman Demirel, 1945 yılından itibaren muhtelif tarihlerde Türkiye ile ABD arasında toplam 91 anlaşma imzalandığını vurgulamıştır. Bu anlaşmaların sadece 16’sı kanunla onaylanmıştı. 12’si harita anlaşması, 6’sı yürürlükten kaldırılmış; 4’ü bilimsel anlaşma, 26’sı yardım anlaşması, 14 adet NATO ittifakı içinde alınan kararlar neticesinde yapılan anlaşma, 13’ü ise 1954 askeri kolaylıkları içeren anlaşmaydı. Süleyman Demirel konuşmasında, iktidara geldikleri 27 Ekim 1965 tarihinden itibaren ABD ile ortak savunma amacıyla 15 anlaşmanın imzalandığını belirtmiştir. Bu anlaşmalar neticesinde İzmir (Çiğli) Havalimanı ile Trabzon ve Samsun Radar Tesislerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne devri için mutabakata varıldığını ifade etmiştir.
Maalesef Türkiye’deki ABD üs ve tesislerinin varlığı ve yönetimi hakkında karışıklık bulunmaktaydı. Hangi üs ve tesisin hangi anlaşma ile kurulduğu gizli tutulmaktaydı. Bu üs ve tesislerin bazıları sözlü anlaşmalar ile kurulmuşlardı. Başbakan Süleyman Demirel her seferinde üs ve tesisleri tartışma konusu olmaktan çıkarmaya çabalamıştır. Bu durum, Mart 1966 tarihinde ABD Ankara Büyükelçisi ile bir araya gelen Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Haluk Bayülken tarafından gündeme taşınmıştır. ABD, geniş haklar tanıyan anlaşmalarda değişiklik taleplerine karşı çıkmıştı. Ancak 7 Nisan 1966 tarihinde Türkiye tarafından değişiklikler hakkında nota aktarılmıştı. ABD, 18 Nisan 1966 tarihli cevabında değişiklik önerilerini kabul etmek zorunda kalmıştı. Böylece 3 Temmuz 1969 tarihli “Ortak Savunma ve İşbirliği Anlaşması” (OSİA) süreci başlamıştı.
Türkiye ile ABD arasında 3 Temmuz 1969 tarihinde Ortak Savunma ve İşbirliği Anlaşması imzalanmıştı. Öncesinde yapılan anlaşmalardaki karışıklık ve Türkiye’nin ABD ilişkilerinin sorgulanır hâle gelmesi sonrasında imzalanan anlaşma ile iki ülke arasında yapılan anlaşmalar revize edilerek tek metinde toplanmıştı. Anlaşmanın gizli olması nedeniyle 23-25 Ocak 1970 tarihlerinde Millet Meclisi’nde, 27-28 Ocak 1970 tarihlerinde Senato’da yapılan kapalı oturumda ele alınmış, kamuoyuna da sadece temel prensipleri hakkında bilgi verilmiş, içeriği açıklanmamıştı. Başbakan Süleyman Demirel sonraki günlerde yaptığı açıklamada; anlaşmanın karşılıklı egemenlik ve eşitlik prensibinde hazırlandığını, üs ve tesisler hususunda ise Türkiye’nin onayı olmadan hareket edilmeyeceğini, ortak kullanımın esas alındığını vurgulamıştı. Anlaşma metni ancak ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosundan sonra 16-17 Mart 1975 tarihinde Hürriyet gazetesi tarafından yayımlanmıştı.
Bunun yanı sıra üs ve tesislerin statüsü beşinci maddede şöyle açıklanmıştı:
“Madde-5: İşbu anlaşmanın amaçları için T.C. Hükümeti tarafından tahsis edilen arazi üzerinde ABD tarafından veya onun namına inşa veya tesis olunan, toprağa merbut mallar dâhil, bilumum gayrimenkuller, inşa veya tesis tarihlerinden itibaren T.C. Hükümetinin malı olacaktır.”
Üs ve Tesislere El Konulması
ABD ile Türkiye ilişkilerinde Soğuk Savaş yıllarında en gergin dönem ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ambargo sürecinde yaşanmıştır. 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında uygulanmaya başlanan haşhaş ekim yasağının kaldırılması kararına tepki olarak ABD, ekonomik yardımı kesmişti. Bu kararın hemen ardından Kıbrıs’ta meydana gelen darbe sonrasında adadaki Türk nüfusa karşı girişilen saldırıları önlemek için Erbakan-Ecevit Hükümetince yapılan Kıbrıs Barış Harekâtı, ABD’deki Yunan lobisini harekete geçirmişti. Haşhaş ekim yasağının kaldırılması, Kıbrıs Barış Harekâtı ve Yunan lobisinin faaliyetleri ülkedeki Türkiye karşıtlığının güçlenmesini sağlamış, böylece ambargo kararı alınmıştır. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın yaklaşık 1 milyar doları bulan faturası karşısında alınan ambargo kararı, zaten uzun süredir ülkede var olan ekonomik darboğazı iyice çıkmaza sokmuştur.
Türkiye; ambargonun kalkması yönündeki tüm çabalara rağmen herhangi bir sonuç alamaması üzerine, ABD’ye karşı tutum değiştirmeye başlamıştı. İç politikada yöneltilen sert eleştirileri azaltmak için hükümet; ABD Büyükelçiliği’ne gönderdiği notada, “30 gün içinde ambargonun kaldırılmadığı takdirde üs ve tesislere el konulacağını” vurgulamıştı. ABD’nin nota karşısında istenilen adımları atmaması üzerine Türkiye, (Bakanlar Kurulu Kararı ile) ABD ile yapılan 3 Temmuz 1969 tarihli Ortak Savunma ve İşbirliği Anlaşması’nın (OSİA) hukuki geçerliliğini kaybettiğini belirterek, 26 Temmuz 1975 tarihi itibarıyla İncirlik Hava Üssü dışındaki tüm üs ve tesislere el koyduğunu açıklamıştır. Bu gelişme ABD tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Ambargo kararının kaldırılması hususunda ABD Başkanı Gerald Ford, Temsilciler Meclisi'ne çağrı yapsa da başarı elde edememişti. CIA, Türkiye’nin askeri tesislere el koymasının ABD savunmasında değişikliğe neden olmayacağını, Türkiye’nin bu istikamet doğrultusunda öneminin ve katkısının devam edeceğini belirtse de ABD nezdinde derin endişe duyulmuştur. NATO elçisi Ercüment Yavuzalp’in, ABD Büyükelçisi William B. Macomber ile görüşmesinde; “tesislere el konulmasında ABD askerlerine dost ve ittifak kuvvetleri olarak davranılması için çağrı yaptığı” belirtilmiştir.
Hükümet ortağı olan Erbakan ve Türkeş’in özel baskılarıyla Milliyetçi Cephe Hükümeti, Demirel’in başından beri sürdürdüğü politikanın bir gereği olarak ABD ile ilişkilerde önemli bir kırılma yaşanmadan tepkilerini sürdürmekte kararlı davranmıştır. CIA, Süleyman Demirel’in her ne kadar ABD ilişkilerine zarar verecek bir adım atmayacağını öngörse de ABD’li yetkililerin ambargonun son bulma vaadine rağmen, ambargonun kalkmamasının iç politikada önemli bir baskı hâline geldiğini ve bu nedenle Erbakan’dan kurtulmak gerektiği vurgulanmıştır. Askeri teçhizat ihtiyacını karşılamak için Türkiye’nin SSCB’nin de olduğu başka ülkelerle ilişkilere girebileceği uyarısını yapmıştır. Türkiye, 25 Temmuz 1975 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile 26 Temmuz 1975 tarihi itibarıyla ABD üs ve tesislerine el koymuştur. Tesislerde bulunan PX mağazalarının bir kısmı kapatılırken NATO bünyesinde olan kesimde ise sadece NATO askerlerinin kullanımına izin verilmiştir. Bunun yanı sıra ABD’nin C-130 uçaklarını kullandığı havalimanlarında ücretlendirmeye gidilmiştir.
ABD, Türkiye’nin bu hamlesi karşısında yeni çözüm arayışlarına girmiş, bu süreçte Türkiye’de oluşan tepkiyi azaltmak için talep edilen yardımı Almanya Federal Cumhuriyeti üzerinden sağlamaya çalışmış, ancak Almanya Federal Cumhuriyeti buna razı olmamıştır. ABD’nin bu çabasının en önemli nedeni üs ve tesislerdeki faaliyetlerin devamını sağlamaktır. Türkiye’nin, ABD’nin üs ve tesislerine el koyma kararı ABD yönetiminde derin kaygı ve endişe yaratmıştır. Gelişmeler karşısında hazırlanan 20 Ağustos 1975 tarihli raporda, Türkiye’nin ABD güvenliği açısından ne kadar önemli olduğu vurgulanmıştır. Bu kapsamda Türkiye’nin üs ve tesislere el koymasının ABD’nin yürüttüğü faaliyetlere zarar verdiği gündeme taşınmıştır. Bu nedenle raporun son kısmında öneriler sunulmuştur. Bu öneriler; Türkiye ile yeni bir Savunma İşbirliği Anlaşması imzalamak, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu askeri yardımı NATO üzerinden sağlamak, Kongre’de müzakereleri devam ettirmek ve Türkiye’deki üs ve tesisleri azaltmaktı. Bunun üzerine Türkiye ile ABD arasında 26 Mart 1976 tarihinde Savunma ve İşbirliği Anlaşması imzalanmıştı. Anlaşmada üs ve tesislerin durumu tekrar ele alınmış ve Türkiye’nin üs ve tesisler üzerinde yetkileri artırılmıştı. Bu anlaşmayla ambargonun yumuşaması amaçlanmıştır. Ancak Yunanistan’ın anlaşma karşısında takındığı tavır, ABD’deki Yunan lobisini harekete geçirmiş ve anlaşma ABD Kongresi tarafından kabul edilmemişti. Bunun yanı sıra anlaşmada öngörülen yardımın yetersiz olduğu gerekçesiyle anlaşma TBMM tarafından onaylanmamıştı.
Türkiye’deki ABD Üs ve Tesislerinde Yürütülen Tehlikeli Çabalar!
Soğuk Savaş, istihbarat faaliyetleri açısından adeta bir devrime yol açmıştır. Teknolojik gelişmeler istihbarat tekniklerini de şekillendirmişti. Gelişen silah teknolojisinde casusluk faaliyetlerinde zorluk çeken istihbarat örgütleri yeni yollara başvurmuşlardır. ABD, istihbarat faaliyetleri bakımından o güne kadar kullanılan tekniklerin yeni savaşta yeterli olmayacağını fark etmiş, bunun için yeni girişimlerde bulunmuşlardı. SSCB’nin geniş bir coğrafyaya sahip olması nedeniyle mevcut istihbarat yöntemleri ile takibi son derece zorlaşmıştı. Bu nedenle istihbarat faaliyetlerinde devrim niteliğinde adım atarak en eski istihbarat yöntemini teknolojinin yardımıyla etkili bir konuma taşımıştır.
SSCB’nin, 1957 Ekim’de ilk uyduyu uzaya fırlatması askeri ve stratejik olarak son derece önemli bir adımdı. Böylece ABD, Kore Savaşı sonrasında kurduğu Stratejik Hava Komutanlığı (SAC-Stratejic Air Command) sayesinde elinde tuttuğu hava üstünlüğünü kaybetmiş olmaktaydı. ABD, SSCB’nin böylesine önemli bir adım atması üzerine istihbarat faaliyetlerini artırmış ve U-2 gibi son derece önemli projeleri ortaya koymuştur. U-2 casus uçaklarının İngiltere, Almanya, Japonya, Norveç ve Türkiye’den havalandığı bilinmektedir. ABD Hava Kuvvetleri Komutanı Stuart Symington, Aralık 1948 tarihinde Ulusal Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda; Türkiye’yi SSCB işgalinde fiilen direniş gösterebilecek tek ülke olarak vurgulamıştı. Bunun yanında Türkiye’yi orta menzilli bombardıman uçaklarının üssü olarak tanımlamıştı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ile Türkiye arasında bir dizi ikili anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmalar neticesinde ABD, Türkiye topraklarında birçok askeri, lojistik ve istihbarat merkezleri kurmuşlardır. Bu nedenle Adana, Diyarbakır ve Bandırma’da hava üsleri oluşturmuşlardır. Adana’da bulunan İncirlik Hava Üssü imkânları bakımından ön plana çıkmıştı. Buradan ilk olarak Genetrix projesi kapsamında faaliyet yürütülmesi amaçlanmıştı. Genetrix projesi, hava durumu takip balonlarına yüksek çözünürlüğe sahip kameralar yerleştirilerek istenilen bölgelerin izlenmesini kapsamaktaydı. ABD, 10 Ocak 1956 tarihinde Türkiye’de Genetrix projesini yürütecek balonları ve personeli Adana’ya konuşlandırmıştı. Balonların kontrolünün zorluğu ve olumsuz hava koşulları nedeniyle istenilen sonuç alınamamıştı. Bunun yanı sıra SSCB’nin tepkisi yoğunlaşmıştı. SSCB Dışişleri Bakan Yardımcısı Andrei Gromıko, ABD’nin Moskova Büyükelçisi’ne verdiği notada, ABD’yi SSCB topraklarını ihlal etmekle suçlarken bu duruma son verilmesini istemiştir. Bunun üzerine ABD projeyi durdurma kararı almıştı. Böylece Genetrix projesi kapsamında Adana’da bulunan ABD personeli 1956 Mart ayında ayrılmıştı.
ABD üs ve tesislerinde görevli personel, bölge insanı ile dikkat çekici ilişkiler kurmuşlar, anarşi ve bölücülüğe arka çıkmışlardır. Yukarıda ifade edildiği üzere yaşanan asayiş olaylarının yanı sıra personelin para karşılığında çocukları alarak evlatlık edindiği iddiaları ortaya atılmıştır. Sabah gazetesinde Murat Karaman’ın 09 Ocak 2018 tarihinde yayınladığı habere göre; İncirlik Hava Üssü’nde görev yapan personel, bölgedeki bazı ailelerden çocukları para karşılığında evlat edinmişlerdi. Habere göre Adana’da bazı ailelerden para karşılığında satın alınan çocuklar, ABD personeli tarafından ülkelerine götürülmüşlerdir.
ABD’nin Türkiye topraklarında kurduğu üs ve tesisler uzun yıllardır gizliliğini korumaktadır. Bu süreçte Türkiye ile ABD arasında yapılan anlaşmalarla elde edilen geniş haklar sayesinde bu üs ve tesisler kontrol edilemediği gibi faaliyetleri hakkında da yeterince bilgi sahibi olunamamıştır. ABD, Türkiye’deki üs ve tesislerden yürüttüğü faaliyetler için izinlerini birçok kez sözlü olarak almıştır. İki ülke ilişkilerinde önemli bir unsur olan üs ve tesislerden ABD, istediği gibi faydalanmıştır. Öyle ki; görevli ABD personeli Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına değil, ABD’nin kanunlarına tâbi tutulmuşlardır. Bu durum beraberinde suistimalleri de yoğunlaştırmıştır.
1978 yılında ambargonun kaldırılmasıyla ABD, üs ve tesisleri tekrar kullanmaya başlamıştır. İran İslam Devrimi sonrasında bu ülkedeki varlığının sona ermesiyle Türkiye’deki üs ve tesisler daha fazla önem kazanmıştır. Bu kapsamda 29 Mart 1980 tarihinde iki ülke arasında yapılan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması’nda üs ve tesislerin durumu detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Anlaşmada ABD’nin Türkiye’de hangi üs ve tesisleri kullanacağı, idaresinin nasıl yürütüleceği gibi unsurlar net bir şekilde belirlenmiş durumdadır.
ABD Dışişleri Bakanlığı ve ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı arşiv belgelerinde, ABD’nin Türkiye’deki üs ve tesislere ne kadar önem verdiği anlaşılmaktadır. ABD, üs ve tesisleri SSCB ve Ortadoğu ülkelerini dinlemek ve izlemek gibi faaliyetlerin yanı sıra, müdahale için de önemli bir lojistik merkez olarak kullanmıştır. ABD, Türkiye’deki askeri hareketliliği de üs ve tesisler sayesinde takibe almıştır. Bu nedenle Türkiye’deki üs ve tesisler ülke güvenliğinden ziyade ABD’nin güvenliği için önemli rol oynamaktadır. Üs ve tesislerin varlığı Türkiye’yi kimi zaman hedef konumuna taşımıştır. Bu, ABD ve NATO merkezleri, Türkiye-SSCB ve Türkiye-Ortadoğu ülkeleri arasında sık sık sorun oluşturmaktadır.[8]
Sonuç Olarak:
Sıkça onların devamı olduklarını vurgulayan Sn. Recep T. Erdoğan; tam bir Adnan Menderes teslimiyetçiliği ve Süleyman Demirel taktiği ile, ABD ve İsrail aleyhinde halkın havasını almak için ara sıra kurusıkı çıkışlar yapsa da, fikren ve fiilen Amerika ve İsrail çıkarlarını koruyan bir tavır takınmaktadır. 3. Dünya Savaşı’nın başladığının konuşulduğu bir süreçte, bu AKP iktidarından kurtulmak, güvenliğimiz ve geleceğimiz açısından çok önemli bir aşamadır. Artık Milletimizin duygularla değil, olgular ve doğrularla hareket etmesi lazımdır ve inşaallah bunu başaracaktır.
[1] Milli Gazete - 26 Aralık 2022
[2] Haber7 - 12 Ocak 2023
[3] Haber7 - 02 Ocak 2023
[4] TRT - 11 Ekim 2022
[5] cumhuriyet.com.tr - 11 Ocak 2023
[6] Haber7 - 06 Ocak 2023
[7] CNN Türk - 10 Ocak 2023
[8] Dergi Park - 19.02.2020 – Sinan Kıyanç
Bu yazarin diger makaleleri
< Önceki | Sonraki > |
---|