DİNSİZLİK MUSİBETİ
VE GAFLETTEN UYANDIRAN
ÇARPICI GERÇEKLER
Kelime-i Tevhid: “La ilahe İllallah = Allah’tan başka ilah yoktur” iman hakikati, şu üç merhalede olgunlaşmaktadır:
1- “La Ma’bude İllallah”: Allah’tan gayrı ibadete, hizmet ve hürmet edilmeye ve rızasına erişilmeye layık ve müstahak hiçbir Zât bulunmamaktadır.
2- “La Maksude İllallah”: Her türlü şirk ve şekavetten kurtulmuş, olgun ve onurlu bir mü’minin tek maksadı ve gerçek muradı ancak Allah’tır. Allah’tan gayrı insanlara yaranmak, yalakalık yapmak, riyakârlığa başvurmak; dini ibadet ve gayretlerle dünyevi makam ve menfaatler peşinde koşmak, münafıklık ve sahtekârlıktır.
3- “La Mevcude İllallah”: Hakiki ve daimi mevcut ancak ve yalnız Allah-ü Teâlâ’dır. Ezeli ve Ebedi olandır. Diğer bütün varlıklar, Yüce Rabbimizin her an yaratmasıyla oluşan gölge ve geçici varlıklardır.
Bunların ileride yok olacaklarını ve elimizden çıkacaklarını düşünmek de bir yanılgıdır. Çünkü şu anda bile zaten yok hükmünde oldukları unutulmamalıdır.
Allah’tan gayrı var sanılan, yâr sanılan, umut bağlanan ve kendisine sarılınıp sığınılan herkes ve her şey bir “put ve tağut” konumundadır ve bu “şirk”lerden kurtulmadan hakiki tevhide, tevekkül ve teslimiyete ulaşmak imkânsızdır. Nefsimiz ve benliğimiz, hayal ve heveslerimiz, ailemiz ve çevremiz, servet ve etiketimiz; yani bizi Allah’tan uzaklaştıran ve ahireti unutturan her şeyimiz “masiva”dır ve manevi yolculuğumuza engel oluşturmaktadır.
Mürşit, muallim, müderris ve mürebbiler ise, sadece eğitim ve öğretim makamındadır, birer vesile ve vasıta konumundadır ve elbette lazımdır, ancak hidayet de, inayet de, bütünüyle Cenab-ı Hak’tandır.
İnkârcıların İslam ahlâkına ve Kur’an ahkâmına karşı olumsuz bir mücadele içinde olmalarının en önemli nedenlerinden biri, her şeyi dünyevi kıstaslara göre değerlendirmeleridir. Bunun nedeni de, tüm yaşamlarının dünya ile sınırlı olduğunu zannetmeleri ve dünyaya karşı hırs dolu bir bağlılık göstermeleridir. Din ahlâkından uzak insanların bu ruh hali Kur’an’da şöyle bildirilmektedir:
“O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; (sonunda) ölürüz ve (o zamana kadar) yaşarız, biz diriltilecekler değiliz.” (Mü’minun: 37)
İşte bu hırs ve gaflet sebebiyle inkârcılar dünyaya yönelik bir kavrayış eksikliği içine düşmektedir. Etraflarında gördükleri şeylerin Allah’tan bağımsız olduğunu zannetmekte, tüm varlıkların ancak Allah’ın dilemesiyle varlığını sürdürdüğünü unutuvermektedir. Allah, inkârcıların dünya hayatına yönelik gerçekleri kavrayamadıklarını bir ayette şöyle bildirmiştir:
“Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır.” (Rum: 7)
İnkârcıların ve münafık din istismarcılarının hayatları boyunca hesap edemedikleri çok önemli bir gerçek vardır. Onlar bu gerçekten habersiz şekilde her türlü ahlâksızlığı uygulamakta, dünyada kendilerince çıkar sağlamaya çalışmakta, yalan söyleyip iftira atmakta, cihad ehline yönelik alaycı davranışlarda bulunmakta, inananlara engel çıkarmakta ve onlara zarar vermeye uğraşmaktadır. Ancak bunlar aslında büyük bir gaflet içinde bocalayıp durmaktadır.
Maddenin Ardındaki Sır Nedir?
Görme, duyma, koklama, tat alma, dokunma duyularımızın tamamı birbirlerine benzer bir işleyişe sahiptir. Dışarıdaki nesnelerden gelen etkiler (ses, koku, tat, görüntü, sertlik vs.), sinirlerimiz vasıtasıyla beyindeki duyu merkezlerine gönderilir. Beyne ulaşan söz konusu etkilerin tamamı elektrik sinyallerinden ibarettir. Örneğin, görme işlemi sırasında dışarıdaki bir kaynaktan gelen ışık demetleri (fotonlar) gözün arka tarafındaki retinaya ulaşır ve burada bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüştürülmektedir. Bu sinyaller, sinirler vasıtasıyla beynin görme merkezine iletilir. Ve biz de böylece, birkaç santimetreküplük görme merkezinde rengârenk, pırıl pırıl, eni, boyu, derinliği olan bir dünya algılarız.
Aynı sistem diğer duyularımız için de geçerlidir. Tatlar dilimizdeki bazı hücreler tarafından, kokular burun epitelyumundaki hücreler tarafından, dokunmaya ait hisler (sertlik, yumuşaklık vs.) deri altına yerleştirilmiş özel algılayıcılar tarafından, sesler ise kulaktaki özel bir mekanizma tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyindeki ilgili merkezlere gönderilir ve o merkezlerde algılanırlar.
Konuyu daha netleştirmek için şöyle örneklendirebiliriz: Şu an bir bardak kahve içtiğinizi düşünelim. Elinizde tuttuğunuz bardağın sertliği ve sıcaklığı deri altındaki özel algılayıcılar tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyne iletilir. Aynı zamanda kahveye ait keskin koku, onu yudumladığınız anda hissettiğiniz acı tat ve bardağa baktığınızda gördüğünüz koyu kahverengi renk de ilgili duyularınıza ait sinirler tarafından beyne ulaştırılan birer elektrik akımından ibarettir. Hemen arkasından masaya koyarken bardağın cama çarpmasıyla çıkan ses de kulağınız tarafından algılanıp beyne elektrik sinyali olarak gönderilir. Ve bu algıların tümü beyindeki birbirinden farklı ama birbiriyle ortak çalışan duyu merkezleri tarafından yorumlanır. Siz de bu yorumun bir sonucu olarak bir bardak kahve içtiğinizi düşünürsünüz. Yani aslında her şey beyindeki duyu merkezlerinde olup bitmektedir, ama siz tüm bu algılarınızın somut bir varlığı olduğunu zannedersiniz.
Oysa bu noktada yanılırsınız, çünkü aslı, beyninizin dışında var olan maddesel dünyaya ulaşmanız imkânsızdır. Muhatap olduğunuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından ibarettir. Algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beyniniz, yaşamınız boyunca maddenin dışınızdaki “aslı” ile değil, beyninizdeki kopyaları ile muhatap olur. Siz ise bu kopyaları dışınızdaki gerçek madde zannederek yanılırsınız.
Kuşkusuz bu, üzerinde detaylı olarak düşünülmesi gereken çok önemli bir gerçektir. Şimdiye kadar dışarı baktığınızda gördüğünüz her şeyin mutlak varlıklar olduğunu zannetmiş olabilirsiniz. Oysa bilimin de gösterdiği gibi, aslında muhatap olduğunuz her şey, sadece algılarınızın toplamından ibarettir. Burada kısaca özetlenen, yaşamınızda farkına varabileceğiniz en büyük gerçeklerden biridir.
Yapay Olarak Oluşturulan “Dış Dünya”, Sadece Bir Görüntüden İbarettir!
Buraya kadar anlattığımız fiziksel gerçekler bizi tartışılmaz bir sonuca ulaştırır: Bizim gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına “madde“, “dünya” ya da “evren” dediğimiz kavramlar, aslında beynimizde yorumlanan elektrik sinyalleridir. Biz hiçbir zaman maddenin, beynimiz dışındaki, var olan aslına ulaşamayız. Ancak, dış dünyanın beynimizde oluşan görüntüsünü görür, duyar ve tadarız.
Tanıdığımız tek dünya, zihnimizin içinde şekillenen, orada çizilen, seslendirilen ve renklendirilen, kısacası zihnimizde meydana gelen bir dünyadır. Beynimizde seyrettiğimiz bu algılar kimi zaman “yapay” bir kaynaktan da geliyor olabilirler. Herhangi bir şekilde beynin uyarılması ile tüm duyular harekete geçebilir, hisler, görüntüler ve sesler oluşabilir. Maddesel karşılıkları olmayan bu algıları gerçek zannederek aldanmak çok kolaydır. Rüyalarımız bunun en açık delilidir.
Rüya görürken, bedeniniz genellikle karanlık ve sessiz bir odada, hareketsiz bir şekilde yatmaktadır ve gözleriniz de kapalıdır. Dışarıdan beyninizin algılayabilmesi için size ulaşan ne ışık, ne ses, ne de benzeri bir şey bulunmamaktadır. Ancak, rüyanız boyunca uyanıkken yaşadıklarınızın çok benzerlerini, aynı canlılıkta yaşarsınız. Rüyada da sabah uyanır, işe yetişmeye çalışırsınız. Veya tatile çıkar, deniz kenarına gider, orada Güneş’in sıcaklığını hissedersiniz.
Üstelik rüya sırasında, gördüklerinizin gerçekliğinden kesinlikle kuşku duymaz, ancak uyandıktan sonra hepsinin bir rüya olduğunu anlarsınız. Rüyanızda korku, heyecan, sevinç, üzüntü gibi duygular yaşarken aynı zamanda çeşitli görüntüler görür, sesler duyar, maddenin sertliğini hissedersiniz. Ancak ortada bu hislere, algılara sebep olacak hiçbir kaynak yoktur. Hâlâ karanlık ve sessiz bir odada yatmaktasınızdır.
Rüyada tamamen gerçek gibi duran olaylar yaşar, insanlar, nesneler, ortamlar görürsünüz. Ama hepsi birer algıdan başka bir şey değildir. Rüya ile “gerçek dünya” arasında ise temel bir fark yoktur; her ikisi de zihinde yaşanır.
Peki, Algılayan Kimdir?
İçinde yaşadığımızı sandığımız ve “dış dünya” adını taktığımız maddesel dünyanın aslında beynimizde oluştuğuna kuşku yoktur. Ama asıl önemli soru burada ortaya çıkmaktadır. Bildiğimiz bütün maddesel varlıklar gerçekte birer algı ise, o halde beynimiz ne olmaktadır? Evet, beynimiz de kolumuz, bacağımız ya da başka herhangi bir nesne gibi maddesel dünyanın bir parçasıdır, o da diğer maddeler gibi bir algıdır.
Rüyadaki ortamla gerçek hayat dediğimiz ortam arasında herhangi bir fiziksel fark olmadığı açıktır. Öyleyse, bize gerçek hayat dediğimiz ortamda, “Nerede görüyorsun?” sorusu sorulduğunda da “beynimde” cevabını vermek anlamsızdır. Her iki durumda da gören ve algılayan irade, bir et parçası niteliğindeki beyin olamayacaktır. Buraya kadar hep dış dünyanın bir kopyasını beynimizde izlediğimizden söz ettik. Bunun önemli bir sonucu, dış dünyanın var olan aslını hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğimizdir.
En az bu kadar önemli olan ikinci bir gerçek ise, beynimizde izlediğimiz bu dünyayı izleyen “irade“nin, beynin kendisi olamayacağıdır. Beyin, kendisine gelen verileri işleyen ve görüntüye çeviren bir bilgisayar-monitör sistemi konumundadır; ama dikkat edilirse bilgisayarların kendi kendilerini izlemeleri olanaksızdır. Varlıklarının şuurunda da değildirler. Bu şuuru aramak için beyni analiz ettiğimizde karşımıza, diğer canlı organlarda da bulunan protein ve yağ molekülleri gibi moleküllerden daha farklı bir malzeme çıkmayacaktır. Yani beyin dediğimiz et parçasında, görüntüleri seyrederek yorumlayacak, bilinci oluşturacak, kısacası “ben” dediğimiz şeyi yaratacak hiçbir şey bulunmamaktadır.
Şu anda vücudunuz, içinde oturduğunuz oda, kısaca önünüzdeki bütün görüntüler beyninizin içinde oluşmaktadır. Peki, bu görüntüleri seyreden kör, sağır, bilinçsiz atomlar mıdır? Neden atomların bir kısmı bu özellikleri kazanmış da, diğerleri kazanamamıştır? Düşünmemiz, kavramamız, hatırlamamız, sevinmemiz, üzülmemiz, bütün bunlar bu atomların arasındaki kimyasal reaksiyonlardan mı kaynaklanmaktadır?
Bu soruları dikkatle düşündüğümüzde, atomlarda irade aramanın bir anlamı olmadığı hemen anlaşılacaktır. Açıktır ki, gören, işiten ve hisseden varlık, madde ötesinde bir varlıktır. Bu varlık “canlı”dır ve hem maddeden, hem de görüntülerden başkadır. Bu varlık, vücut görüntümüzü kullanarak önündeki algılarla muhatap olmaktadır.
İşte; bu varlık “Ruh”tur!
İşte, bu satırları yazan ve okuyan akıllı varlıklar, birer atom ve molekül yığınları ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlar değil, birer “ruh“tur.
Bize En Yakın Varlık Allah-ü Teâlâ’nın Kendisidir
İnsanlar birer madde yığını değil, birer “ruh” olduklarına göre, o halde dış dünya dediğimiz algılar bütününü ruhumuza hissettiren, daha doğrusu bunları hiç durmaksızın yaratıp gösteren kimdir?
Kuşkusuz bu sorunun cevabı son derece açıktır. İnsana “Ruhundan üfleyen” Allah, çevremizdeki her şeyin Yaratıcısı’dır. Bu algıların tek kaynağı da O’dur. Allah’ın yaratması dışında herhangi bir şeyin varlığı asla söz konusu olamayacaktır. Allah bir ayetinde her şeyi sürekli yarattığını, yaratmayı durdurduğu takdirde ise gördüğümüz hiçbir şeyin varlığının kalmayacağını şöyle haber vermiştir:
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar (yok olurlar, yıkılırlar) diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisinden sonra artık kimse onları (varlıkta) tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır.” (Fâtır: 41)
Elbette bu ayette maddesel evrenin Allah’ın kudreti altında tutulması anlatılmaktadır. Allah evreni, Dünya’yı, dağları, canlı-cansız tüm varlıkları yaratmıştır ve onları her an kudreti altında tutmaktadır. Allah’ın “Halık” (yaratıcı) sıfatı bu maddesel evrende tecelli buyurmaktadır. Allah Hâlık’tır, Hakk’tır, yani her şeyi yaratan, yoktan var edip, varlıkta tutandır. Bu da bize göstermektedir ki, beynimizin dışında, Allah’ın yarattığı varlıklardan oluşan maddesel bir evren vardır. Ancak, Allah bir mucize ve yaratışındaki üstünlüğün ve sonsuz ilminin bir tecellisi olarak, bu maddesel evreni bize bir “hayal“, “gölge” veya “görüntü” gibi izlettirip durmaktadır. Allah’ın yaratışındaki mükemmelliğin bir sonucu olarak insan, beyninin dışındaki dünyaya asla ulaşamayacaktır. Bu gerçek maddesel evreni bilen sadece Allah’tır.
Fâtır Suresi’ndeki ayetin bir başka tevili de, insanların seyretmekte oldukları maddesel evren görüntülerini de Allah’ın her an tutmakta olduğudur. (En doğrusunu Allah bilir.) Allah zihnimize dünya görüntüsünü göstermemeyi dilese, tüm evren bizim için yok olur ve bir daha asla ona ulaşamayız.
Bizim, maddesel evrenin kendisine asla ulaşamadığımız gerçeği, insanların pek çoğunun aklını meşgul eden “Allah nerede?” sorusunun da cevabını ortaya çıkarır.
İnsanların çoğu, Allah’ın gücünü kavrayamadıklarından, O’nu, hâşâ, göklerde gizlenen ve dünya işlerine müdahale etmeyen bir varlık olarak düşünürler. (Allah’ı tenzih ederiz.) Bu yanlış mantığın temeli, “evrenin bir maddeler bütünü olduğu, Allah’ın ise bu maddelerin ‘dışında’ bir yerlerde bulunduğu” zannıdır.
Oysa, şimdiye dek incelediğimiz gibi, maddesel evrene hiçbir zaman ulaşamadığımız gibi, onun mahiyeti de tam olarak anlaşılamayacaktır. Tek bildiğimiz, tüm bunları yaratan Yaratıcı’nın, yani Allah’ın varlığıdır. İmam Rabbani gibi büyük İslam âlimleri, bu gerçeği ifade etmek için: “Var olan tek mutlak varlık sadece Allah’tır, O’ndan başka her şey ‘gölge’ varlıklardır” buyurmuşlardır. Çünkü gördüğümüz dünya zihnimizdedir ve bunun dış dünyadaki karşılığına ulaşmamız kesinlikle imkânsızdır. Böyle olunca da, Allah’ın, hiçbir zaman ulaşamadığımız bir maddi evrenin “dışında” olduğunu düşünmek yanlıştır.
Allah gerçekte “her yerde“dir ve her yeri kaplamaktadır. Bu gerçek Kur’an’da şöyle açıklanır:
“…O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür.” (Bakara: 255)
“Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır.” (Fussilet: 54)
Allah’ın mekândan münezzeh olduğu ve her yeri çepeçevre kuşattığı gerçeği bir başka ayette de şöyle anlatılmaktadır:
“Doğu da Allah’ındır, Batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah kuşatandır, bilendir.” (Bakara: 115)
İnsan kendisine en yakın olan varlığın yine kendisi olduğunu sanarak yanılır. Oysa Allah bize, kendimizden bile daha yakındır. “Hele can boğaza gelip dayandığında ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz, Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz.” (Vâkıa: 83-85) ayetleriyle de bu gerçeğe dikkat çekilmiştir. Ancak ayette de bildirildiği gibi, insanlar gözleriyle görmedikleri için bu olağanüstü gerçekten, habersiz yaşamaktadır.
Öte yandan, İmam Rabbani’nin ifadesiyle “bir gölge varlıktan başka bir şey olmayan” insanın, Allah’tan bağımsız bir güce sahip olması da olanaksızdır. Nitekim “Sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır” (Sâffât: 96) ayeti yaşadığımız tüm olayların Allah’ın kontrolü altında gerçekleştiğini açıklamaktadır. Kur’an’da bu gerçek şöyle bildirilmekte ve “… Attığın zaman Sen atmadın, ama Allah attı…” (Enfâl: 17) ayetiyle, hiçbir fiilin Allah’tan bağımsız olmadığı vurgulanmaktadır. İnsan gölge varlık olduğu için, atma eylemini yapan kendisi olamayacaktır. Ancak Allah bu gölge varlığa “kendisinin attığı hissini” yaşatmaktadır. Gerçekte ise tüm fiilleri gerçekleştiren Allah’tır.
İşte, gerçek budur. Bir insan bunu kabullenmek istemeyebilir, kendisini Allah’tan bağımsız bir varlık sanmaya devam edebilir, ama bu hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.
Sahip Olunan Her Şey Aslında Hayaldir…
Açıkça görüldüğü gibi, bizim “dış dünya” ile doğrudan muhatap olmadığımız, Allah’ın sürekli ruhumuza gösterdiği bir kopyası ile muhatap olduğumuz bilimsel ve mantıksal bir gerçektir. Ne var ki insanlar bunu pek düşünmek ve kabullenmek istememektedir.
Bu konuda biraz samimi ve cesur düşünecek olursanız; evinizin ve içindeki eşyalarınızın veya antikalarınızın, yazlığınızın, yeni aldığınız arabanızın, bürolarınızın, mücevher takılarınızın, bankadaki hesabınızın, gardırobunuzun, eşinizin ve çocuklarınızın, iş arkadaşlarınızın ve sahip olduğunuz diğer şeylerin de, aslında zihninizde olduğu gerçeğini fark edersiniz. Etrafınızda gördüğünüz, duyduğunuz, kokladığınız kısacası beş duyunuzla algıladığınız her şey bu “kopya dünya“ya aittir; en sevdiğiniz sanatçının sesi, oturduğunuz iskemlenin sertliği, kokusu hoşunuza giden bir parfüm, sizi ısıtan Güneş, renkleriyle göz alıcı bir çiçek, pencerenizin dışında uçan bir kuş, denizin üzerinde hızla ilerleyen sürat motoru, bol ürün veren bahçeniz, işinizde kullandığınız bilgisayar ya da dünyadaki en kaliteli teknolojiye sahip müzik setiniz, evet, hepsi sadece birer algıdan ve gerçek sanılan bir yanılgıdan ibarettir.
Gerçek budur, çünkü dünya yalnızca insanı denemek için yaratılan bir âlemdir. İnsanlar kısa yaşamları boyunca asla gerçeğine ulaşamayacakları algılarla denenmektedir. Bu algılar ise, özellikle süslü ve çekici gösterilmiştir. Bu gerçek, Kur’an’da şöyle haber verilmektedir:
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüş yığınlarına, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.” (Âl-i İmrân: 14)
İnsanların çoğu sahip oldukları ya da olmaya çalıştıkları malların, paraların, yığdıkları altınların, dolarların, taşıdıkları hesap cüzdanlarının, kredi kartlarının, kullandıkları dolaplar dolusu kıyafetlerin, son model arabaların, kısacası her türlü zenginliğin büyüsüyle dinlerini bir kenara bırakır, ahireti unutur ve yalnızca dünyaya yönelirler. “İşim var”, “ideallerim var”, “ihtiyaçlarım var”, “vaktim kısıtlı”, “işlerim yoğun”, “ileride yapacağım” diyerek, dünyanın “süslü ve çekici” yüzüne aldanarak İslami ve insani sorumluluklarını kuşanmaz, Hakkı ve hayrı hâkim kılma yolunda çabalamaz, oruç tutmaz, 5 vakit namazlarını kılmaz, mallarının zekâtını ve yoksulların hakkını dağıtmaz, ahirette kazanç sağlayacakları ibadetlere yönelmezler. Aksine yalnızca dünyada kazanç sağlamaya çalışarak ömürlerini tüketirler. “Onlar, dünya hayatından dışta olanı bilirler, ahiretten ise gafildirler” (Rum: 7) ayetinde işte tam bu yanılgı tarif edilir.
Bu nedenle anlattığımız gerçek; bütün bu hırsları ve bağlılıkları anlamsızlaştırması açısından çok önemlidir. Çünkü bu gerçeğin anlaşılması, insanların sahip oldukları ve olmaya çalıştıkları her şeyin, hırsla sahip oldukları mülklerinin, varlıklarıyla övündükleri ailesinin, kendilerine en yakın sandıkları eşlerinin, en sevdikleri kimselerin, bedenlerinin, bir üstünlük olarak gördükleri mevkilerinin, okudukları mekteplerin, geçirdikleri tatillerin birer gölge varlıktan ibaret olduğunu bildirmektedir. Bu durumda bunlar adına yapılan hırslar, geçirilen zamanlar, harcanan çabalar da boşuna gidecektir.
O halde bazı insanlar; sahip oldukları mal ve mülkleriyle, yatları, arabaları ve helikopterleriyle, fabrikaları ve holdingleriyle, köşkleri ve arazileriyle; yüksek etiket ve mevkileriyle sanki bunların aslı ile muhatap olabilirmiş gibi övündükleri zaman, aslında ne kadar gülünç ve küçük duruma düşmektedirler. Yatlarında “kasılarak” dolaşan zenginler, arabalarıyla insanlara gösteriş yarışına girenler, zenginliklerini her fırsatta dile getirenler, mevkilerinin kendilerini herkesten üstün kıldığını zannedenler, aslında zihinlerindeki görüntüler ile gösteriş yaptıklarını anladıklarında ne duruma düşeceklerini bilmelidirler.
Çünkü bunların benzerlerini rüyalarında da sık sık görürler. Rüyalarında da villaları, çok süratli arabaları, son derece değerli takıları, tomar tomar dolarları ve çok yüksek diplomaları vardır. Rüyalarında da yüksek bir mevkide bulunur, binlerce kişinin çalıştığı bir fabrikaları olur, pek çok insana hükmedebilecek bir güçleri olur, herkesin hayran kaldığı kıyafetler giyerler… Ancak nasıl rüyada sahip oldukları ile övünmek onları komik duruma düşürürse, aynı şekilde bu dünyada muhatap oldukları görüntüyle övünmek de buna eşdeğerdir. Rüyalarında gördükleri de, bu dünyada sahip olduklarını zannettikleri de sonuçta zihinlerindeki birer görüntüden ibarettir.
Bunun gibi dünyada yaşadıkları olaylara gösterdikleri tepkiler de, gerçeği anladıklarında insanları utandıracaktır. Kendini kaybetmiş şekilde kavga çıkarıp saldıranlar, bağırıp çağıranlar, dolandırıcılık yapanlar, rüşvet alanlar, sahtekârlık tezgâhlayanlar, yalan söyleyip iftira atanlar, cimrilik yapanlar, insanların canını yakanlar, onları dövüp sövmeye kalkışanlar, gözü dönmüş saldırganlar, içleri makam mevki hırsı ile dolu olanlar, haset edip fesat çıkaranlar, gösteriş yapmaya çalışanlar, kendilerini yüceltmek için uğraşanlar ve diğerleri, bir hayal içinde bunları yaptıklarını fark ettiklerinde rezil olacaklardır.
Bilinmelidir ki, tüm evreni yaratan ve her insana ayrı ayrı gösterip duran Allah olduğuna göre, bu dünyadaki tüm malın gerçek sahibi de yalnızca Allah’tır. Nitekim bu gerçek Kur’an’da özellikle açıklanmaktadır:
“Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatandır.” (Nisa: 126)
Aslı ile muhatap olunamayan hırslar uğruna dini kuralları ve vicdani duyarlılıkları bir kenara bırakmak ve bunun neticesinde sonsuz cennet yaşamından mahrum kalmak ise, çok büyük bir akılsızlıktır ve sonsuz bir kayıptır.
Bu konuda şu nokta çok iyi anlaşılmalıdır: Karşı karşıya olduğumuz gerçek, “tüm bu sahip olduğunuzu sandığınız ve hırsını yaptığınız mallar, çocuklar, arkadaşlar, mevki ve makamlar ileride yok olacaktır, o yüzden bir anlamı yoktur” şeklinde yorumlanması da yanlıştır. İşin doğrusu: “Bu sahip olduklarınızın hiçbirinin aslı ile şu anda zaten muhatap değilsiniz, hepsi yalnızca beyninizde izlediğiniz bir algıdan ibarettir, Allah’ın sizi denemek için gösterdiği bu görüntülere aldanmamalı ve bu hayali dünyaya bel bağlamamalıdır. Dikkat ederseniz ikisi arasında çok büyük bir fark vardır.
İnsan bu gerçeği şu an kabule yanaşmasa ve tüm sahip olduklarını var kabul ederek kendini aldatsa bile, sonuçta ölümünün ardından yeniden dirildiğinde, yani ahirette her şey çok net ortaya çıkacaktır. O gün insanın “görüş gücü keskinleşecek” (Kaf: 22) ve her şeyin çok daha açık farkına varacaktır… Ama eğer dünyadaki yaşamını hayali amaçlar peşinde koşarak harcamışsa, orada hiç yaşamamış olmayı dileyecek, “Keşke o ölüm kesip bitirseydi, malım bana hiçbir yarar sağlayamadı, güç ve kudretim yok olup gitti” (Hâkka: 27-29) diyerek helâk olacaktır.
Akıllı bir insana düşen ise, tüm kâinatın bu en büyük gerçeğini zaman varken burada kavramaya çalışmaktır. Aksi halde bütün ömrünü hayaller peşinde koşmaya harcayıp sonunda büyük bir yıkıma uğrar. Kur’an’da, dünyada hayaller (ya da “seraplar”) peşinde koşup her şeyin Yaratıcısı olan Allah’ı unutan bu insanların son durumları şöyle anlatılmaktadır:
“İnkâr edenler; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah’ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir.” (Nur: 39)
Materyalistler Tarihin En Büyük Tuzağına Düşmüşlerdir
“Maddenin aslına ulaşamadığımız” gerçeği, modern bilim tarafından ispatlanmıştır ve dahası çok açık ve kesin biçimde ortaya konmaktadır. Materyalistler, tüm felsefelerini üzerine dayandırdıkları maddesel dünyanın, aslında hiçbir zaman aşamayacakları bir algı sınırının ötesinde olduğunu anlayıp kavramakta ve buna karşı hiçbir şey yapamamaktadır.
İnsanlık tarihi boyunca materyalist düşünce hep var olmuş ve bu kişiler kendilerinden ve savundukları felsefeden çok emin bir şekilde, yüce yaratıcıları olan Allah’a başkaldırmışlardı. Ortaya attıkları senaryoya göre, “madde ezeli ve ebedi vardı ve tüm bunların bir yaratıcısı olamazdı.” Bu kişiler yalnızca kibirlerinden dolayı, Allah’ı reddederlerken muhatap olduklarını zannettikleri maddenin ardına sığınmışlardı. Bu felsefeden öylesine eminlerdi ki, hiçbir zaman bunun aksini ispatlayacak bir açıklama getirilemeyeceğini düşünüyorlardı.
İşte bu yüzden, maddenin aslı ile ilgili olarak anlatılan gerçekler bu kişileri büyük bir şaşkınlığa uğratmaktadır. Çünkü burada anlatılanlar felsefelerini temelden yıkıp atmış, üzerinde tartışmaya dahi imkân bırakmamıştır. Tüm düşüncelerini, hayat felsefelerini, kibirlerini ve küfürlerini üzerine bina ettikleri madde, ellerinden bir çırpıda uçup kaymıştır. Hiçbir insan maddenin aslını görmemiştir ki, buna dayalı bir felsefe olabilsin. Allah’ın bir sıfatı da, “inkârcılara tuzak kurması”dır. Kur’an’da, “… Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır” (Enfâl: 30) ayetiyle, işte bu gerçek vurgulanmaktadır.
Yani Allah, maddeyi mutlak bir varlık zannettirerek materyalistleri tuzağa düşürmüş ve onları tarihte benzeri görülmemiş şekilde küçültmüş ve aşağılamıştır. Mallarını, mülklerini, mevkilerini, unvanlarını, içinde bulundukları toplum kesimlerini, tüm dünya nimetlerini mutlak varlık sanmışlar, üstelik bunlara güvenerek Allah’a karşı başkaldırmışlardır. Bunları yaparken de güç aldıkları tek şey maddenin mutlaklığı inancıdır. Ama öyle bir anlayış eksikliği içinde bocalamaktadırlar ki, Allah’ın kendilerini çepeçevre sarıp kuşattığını hiç hesaba katmamışlardır. Allah, inkârcıların anlayışsızlıkları sonucunda düşecekleri durumu Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:
“Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar? Fakat (asıl) o inkâr edenler hileli-düzene düşecek olanlardır.” (Tûr: 42)
Bu, inkârcıların ve münafık din istismarcılarının, belki de tarih boyunca gördüğü en büyük yenilgi ve yanılgıdır. Materyalistler kendilerince büyüklenirken, din ile ve iman edenlerle alay ederken aslında büyük bir tuzağa kapılmışlar, Allah’a karşı çirkin bir cesaret göstererek açtıkları savaşta kesin bir yenilgiye uğramışlardır.
Kur’an’da haber verilen, “Böylece Biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli-düzenler kursunlar diye- oranın suçlu günahkârları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar.” (En’am: 123) ayeti, Yaratıcımız olan Allah’a başkaldıran bu gibi inkârcıların nasıl bir şuursuzluk içinde olduklarını ve nasıl bir sonla karşılaşacaklarını en açık şekilde ortaya koymaktadır.
Bir başka ayette ise bu gerçek şöyle vurgulanır:
“(Sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller.” (Bakara: 9)
İnkârcılar kendilerince tuzak kurmaya kalkışırlarken ayetteki “şuuruna varmazlar” ifadesiyle açıklandığı gibi, çok önemli bir gerçeği fark edememişlerdir: Yaşadıkları tüm olayların aslında zihinlerinde gerçekleştiğini ve işledikleri her fiil gibi, kurdukları tuzakların da zihinlerinde olduğu gerçeğini… Bu kavrayışsızlıkları sebebiyle de, Allah ile yalnız olduklarını unutarak kendi kendilerini hileli bir düzene düşürmüşlerdir.
Her dönemde Allah, inkârcıların tüm hileli düzenlerini temelinden yıkacak bir gerçekle onları yüz yüze getirmiştir. Allah “… hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır“ (Nisa: 76) ayetiyle, bu düzenlerin daha ilk kuruldukları anda sonuçlarının yıkım olacağını da haber vermiştir. Ve mü’minleri de “… onların hileli düzenleri size hiçbir zarar veremez…” (Âl-i İmrân: 120) ayetiyle müjdelemiştir.
Allah bir başka ayetinde, “İnkâr edenlerin işleri bir seraba benzer, susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah’ı bulur…” (Nur: 39) şeklinde haber verir. Materyalizm de bu ayette işaret edildiği gibi, isyan edenler ve dünya hayatlarını din ile alay ederek geçirenler için bir “serap” oluşturuvermiş, ona güvenerek ellerini uzattıklarında, bu felsefenin aldatıcılığını fark etmişlerdir. Allah onları böyle bir serapla kandırmış, maddeyi mutlak varlık gibi göstermiştir. “Koskoca” insanlar, profesörler, astronomlar, biyologlar, fizikçiler, unvanları, mevkileri her ne olursa olsun maddeyi kendilerine ilah edinmeleri sebebiyle bu oyuna gelmişler, birer çocuk gibi aldanmış ve küçük düşmüşlerdir. Hiçbir zaman aslına ulaşamadıkları maddeyi mutlak sanarak onun üzerine felsefelerini, ideolojilerini kurmuşlar, hakkında ciddi tartışmalara girmişlerdir. Tüm bunlardan dolayı da kendilerini çok akıllı zannedip, evrenin gerçeği hakkında fikir yürütebileceklerini ileri sürmüşler ve en önemlisi, kendi sınırlı akıllarıyla Allah’ı yorumlayabileceklerini düşünmüşlerdir. Allah, onların içine düştükleri bu durumu bir ayette şöyle bildirir:
“Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân: 54)
Dünyada bazı tuzaklardan kurtulmak mümkün olabilir; ancak Allah’ın inkâr edenlere kurduğu bu tuzak öyle sağlamdır ki, asla bir kurtuluş imkânı verilmemiştir. Ne yaparlarsa yapsınlar, kime başvururlarsa vursunlar, kendilerini kurtaracak, Allah’tan başka bir yardımcı bulmaları da mümkün değildir. Yüce Allah’ın Kur’an’da haber verdiği gibi, “… kendileri için Allah’tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır.” (Nisa: 173)
Oysa materyalistler böyle bir tuzağa düşeceklerini hiç beklememişlerdi. 21. yüzyılın bütün imkânları ellerindeyken rahatça inkârda diretebileceklerini ve insanları da inkâra sürükleyebileceklerini hesap etmişlerdi. Allah, inkârcıların tarih boyunca taşıdıkları bu zihniyeti ve uğradıkları sonu Kur’an’da şöyle haber vermiştir:
“Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; Biz, onları ve kavimlerini topluca yok ettik.” (Neml: 50-51)
Ayetlerde anlatılan gerçeğin bir anlamı da şudur: Materyalistlere, sahip oldukları her şeyin aslında zihinlerinde olduğu bildirilmiş, yani ellerindeki her şey topluca yok edilmiştir. Ve onlar, mutlak varlık zannettikleri mallarının, fabrikalarının, altınlarının, dolarlarının, çocuklarının, eşlerinin, dostlarının, makam ve mevkilerinin, hatta kendi bedenlerinin ellerinin arasından kayıp gittiğine şahitlik ederken, bir anlamda “yok olmuş ve tükenmişlerdir”. Maddenin değil, Allah’ın mutlak varlık olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelmişlerdir. Kuşkusuz bu gerçeğin farkına varmak materyalistler için olabilecek en dehşet verici gerçektir. Çünkü çok güvendikleri maddenin kendilerinden aşılmaz bir sınır ile ayrılmış olması, kendi tabirleri ile onlar için henüz dünyadayken, “ölmeden bir ölüm” hükmündedir.
Bu gerçekle birlikte sonunda, bir Allah, bir de kendileri kalıvermiştir. Nitekim Allah, “Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak” (Müddessir: 11) ayetiyle, her insanın kendi katında aslında yapayalnız olduğu gerçeğine dikkat çekmiştir. Bu olağanüstü gerçek daha pek çok ayetle haber verilmiştir:
“Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) ‘teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)’ Bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız...” (En’am: 94)
“Ve onların hepsi, kıyamet günü O’na, ‘yapayalnız, tek başlarına’ geleceklerdir.” (Meryem: 95)
Bu ayetlerde anlatılan gerçeğin bir manası da şudur: Maddeyi ilah edinenler, Allah’tan gelmişlerdir ve yine O’na dönmüşlerdir ya da dönmeyi beklemektedir. Onlar isteseler de, istemeseler de herkes Allah’a teslim olmak mecburiyetindedir. Demek ki her insan hesap gününü beklemektedir ve o gün hepsi tek tek sorguya çekileceklerdir. Her ne kadar anlamak ve inanmak istemeseler de, bu imtihan bitecek ve bütün hayal ve hevesleri başlarına çökecektir.
“(Ölen herkesi, hesaba çekilmek üzere mahşere kaldırmak için) Sur’a üfürüleceği gün, Biz suçlu-günahkârları o gün, (yüzleri kara, gözleri) gömgök (kaskatı ve kör) olarak toplayacağız.
(Korku ve telaşla birbirlerine: Dünyada) “Yalnızca on (günden fazla) kalmadınız (herhalde)” diye kendi aralarında fısıldaşacaklar (ve pişmanlık duyacaklardır.)
(Oysa) Onların sözünü ettiklerini (dünya hayatının gerçeğini) Biz daha iyi biliyoruz. Tutulan yol (tarikat) bakımından onların (içinden bilgisi ve tahmini) en uygun olanı ise: “Siz sadece bir gün kaldınız” diye (çıkışacaktır.)” Taha 102, 103, 104
Ayetler ışığında, dünya hayatının bir gün olduğunu düşünerek hareket ettiğimizde, her olayda haktan taraf olmamak için hiçbir sebep kalmayacaktır. Bu vesile ile doğrudan caydırmak için nefisle iş birliği yapan şeytanın planları da çok daha kolay boşa çıkacaktır.
“Bir günüm var ‘o zaman şu olaya karşısında niyetim ve tavrım nasıl olursa (Allah (cc) rızasını) kazanırım” diye düşündüğümüzde, Hakkın razı olacağı niyet ve tavır karşımıza çıkacaktır inşallah.
Aynı zamanda, olaylar karşısında Hakkın razı olacağı niyet ve tavrı bulabilmek adına yukarıdaki makalemiz apayrı hakikatleri de içerisinde barındırmaktadır. Makalemizi ihtiyaç hissederek samimiyetle okuduğumuzda şu gerçekle karşılaşacağız: Siyonizm’i kuracak ve bugüne kadar işbirlikçileri eliyle yürütecek kadar ustalaşan şeytanın sinsi, imanı kurutucu vesveselerini/girişimlerini ancak Kur’an’ı Kerim ışığında yazılmış bu bilgilerle alt edebiliriz.
İnsanın hayata bakış açısını kökünden değiştirecek!..Yaşama,gerçek anlamını kazandıracak!..İnsanın bir nevi putlaştırdığı tabuları kökünden sarsıp yıkarakTEVHİT hakikatinin anlaşılmasını sağlayacak bu çok orjinal makaleyi,doğru anlayıp yaşayanlardan olabilmek dilekleriyle…Bu bağlamda,her noktası elmas kısmetinde olan makalemizin bir kısım noktalarını tekrar hatırlamak da büyük yarar vardır!..
…Oysa bu noktada yanılırsınız, çünkü aslı, beyninizin dışında var olan maddesel dünyaya ulaşmanız imkânsızdır. Muhatap olduğunuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından ibarettir. Algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beyniniz, yaşamınız boyunca maddenin dışınızdaki “aslı” ile değil, beyninizdeki kopyaları ile muhatap olur. Siz ise bu kopyaları dışınızdaki gerçek madde zannederek yanılırsınız.
Kuşkusuz bu, üzerinde detaylı olarak düşünülmesi gereken çok önemli bir gerçektir. Şimdiye kadar dışarı baktığınızda gördüğünüz her şeyin mutlak varlıklar olduğunu zannetmiş olabilirsiniz. Oysa bilimin de gösterdiği gibi, aslında muhatap olduğunuz her şey, sadece algılarınızın toplamından ibarettir. Burada kısaca özetlenen, yaşamınızda farkına varabileceğiniz en büyük gerçeklerden biridir…
…O halde bazı insanlar; sahip oldukları mal ve mülkleriyle, yatları, arabaları ve helikopterleriyle, fabrikaları ve holdingleriyle, köşkleri ve arazileriyle; yüksek etiket ve mevkileriyle sanki bunların aslı ile muhatap olabilirmiş gibi övündükleri zaman, aslında ne kadar gülünç ve küçük duruma düşmektedirler. Yatlarında “kasılarak” dolaşan zenginler, arabalarıyla insanlara gösteriş yarışına girenler, zenginliklerini her fırsatta dile getirenler, mevkilerinin kendilerini herkesten üstün kıldığını zannedenler, aslında zihinlerindeki görüntüler ile gösteriş yaptıklarını anladıklarında ne duruma düşeceklerini bilmelidirler…
…Akıllı bir insana düşen ise, tüm kâinatın bu en büyük gerçeğini zaman varken burada kavramaya çalışmaktır. Aksi halde bütün ömrünü hayaller peşinde koşmaya harcayıp sonunda büyük bir yıkıma uğrar. Kur’an’da, dünyada hayaller (ya da “seraplar”) peşinde koşup her şeyin Yaratıcısı olan Allah’ı unutan bu insanların son durumları şöyle anlatılmaktadır:..
“İnkâr edenler; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah’ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir.” (Nur: 39)
Yüz Kurani Kavram ve yorumları kitabının giriş kısmında Kur’an’ı okuma ve anlama yöntemleri üzerinde durulmuş, ve bir ateist ve deistin hangi yöntem ve mantıkla, bir Müslümanın hangi yöntem ve mantıkla Kur’an’ı okuması gerektiği çok güzel açıklanmış…
Dinsizlikten ve Gafletten kurtulmanın en temel şartı, Kur’an’a önyargısız ve tertemiz bir niyet ve kalp ile yaklaşmaktan geçiyormuş.!
Artık uyan rü’yadan
Vazgeç resmü riyadan
Bir damlasın, deryadan
Esrare gel, esrare
Aldanma gölgelere
Kulak ver bilgelere
Şah olsan ülkelere
İhtare gel, ihtare
Gel ölümden ibret al
Huzuru Hazrette kal
Gönlün Hakk sevdaya sal
Gülzare gel gülzare
Gel ölümden ibret al*
*Huzuru Hazrette kal*
*Gönlün Hakk sevdaya sal*
*Gülzare gel, gülzare(7)…*
*_“Enel Hakk”_ (8), evren hayal*
*Ev evlat, çevren hayal*
*Hakk Mevcud, devren(9) hayal*
*Dildare gel, dildare(10)…*
İnkarın hiç bir mantığı yoktur ve Allahı inkar etmek illaki materyalist bir mantıkla yapılmaz olmaz dünyevi işlerimizi Allah’ın rızası ve ahiret merkezli düşünmez isek hali perişandır.
Makeledeki gerçekler kavrandığı zaman hayatın amacı ve Dünyaya geliş sebebimiz daha net ortaya çıkıyor. Her şeyi net bir şekilde ortaya koyan ve bizlere öğreten Rabbimiz haydi diyor bütün bu gerçeklere rağmen inkar edebiliyorsan inkar et bakalım buna rağmen inkar eden kişininde sonu maalesef hüsrandı ve bu kadar gerçeğe rağmen inkar eden kişi içinde Rabbimizin sonsuz adalet sıfatı tecelli edecek ve hakkettiği yer cehennem olacaktı.
Gerçek olamayacak kadar hayal, hayal olamayacak kadar gerçek; kayıtsız kalınamayacak kadar hissi, hissedilemeyecek kadar algı dışı bir alem… Ne mükemmel sistemin Ya Rabbi… Ne mükemmel düzenin var Ya Rabbi…
Kelime-i Tevhid: “La ilahe İllallah = Allah’tan başka ilah yoktur” iman hakikati, şu üç merhalede olgunlaşmaktadır:
1- “La Ma’bude İllallah”: Allah’tan gayrı ibadete, hizmet ve hürmet edilmeye ve rızasına erişilmeye layık ve müstahak hiçbir Zât bulunmamaktadır.
2- “La Maksude İllallah”: Her türlü şirk ve şekavetten kurtulmuş, olgun ve onurlu bir mü’minin tek maksadı ve gerçek muradı ancak Allah’tır. Allah’tan gayrı insanlara yaranmak, yalakalık yapmak, riyakârlığa başvurmak; dini ibadet ve gayretlerle dünyevi makam ve menfaatler peşinde koşmak, münafıklık ve sahtekârlıktır.
3- “La Mevcude İllallah”: Hakiki ve daimi mevcut ancak ve yalnız Allah-ü Teâlâ’dır. Ezeli ve Ebedi olandır. Diğer bütün varlıklar, Yüce Rabbimizin her an yaratmasıyla oluşan gölge ve geçici varlıklardır.
“Bilinmelidir ki, tüm evreni yaratan ve her insana ayrı ayrı gösterip duran Allah olduğuna göre, bu dünyadaki tüm malın gerçek sahibi de yalnızca Allah’tır. Nitekim bu gerçek Kur’an’da özellikle açıklanmaktadır:
“Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatandır.” (Nisa: 126)
Aslı ile muhatap olunamayan hırslar uğruna dini kuralları ve vicdani duyarlılıkları bir kenara bırakmak ve bunun neticesinde sonsuz cennet yaşamından mahrum kalmak ise, çok büyük bir akılsızlıktır ve sonsuz bir kayıptır.”
“Akıllı bir insana düşen ise, tüm kâinatın bu en büyük gerçeğini zaman varken burada kavramaya çalışmaktır. Aksi halde bütün ömrünü hayaller peşinde koşmaya harcayıp sonununda büyük bir yıkıma uğrar.”
Çok faydalı bir makale Allah razı olsun. Gerçekten zaman varken tüm kâinatın bu en büyük gerçeğini burada kavramaya çalışalım. Serap peşinde koşarak, sonsuz cennet hayatından mahrum kalmayalım.
O zaman hayatımızı anlamlandırmamız gerekiyor. Mal, mülk, makam, şöhret vb. dünyada bizim olduğunu sandığımız veya olmasını arzu ettiğimiz olgular bizlerde çeşitli beklentiler oluşturuyor. Bu beklentilerden kaynaklanan korku ve kaygılarımıza kapılarak belirlediğimiz hedefler bizlere ahireti unutturuyor ve Rabbimizden uzaklaştırıyor. Tabii bu durum imana ters bir durum. İşte Hakkı hakim kılma ve böylece dünyada adaleti tesis edecek adil bir düzen kurmak için çaba göstermemiz, kişisel ibadetlerimizi yerine getirmemiz, toplumdaki dengenin sağlamasına yönelik maddi ibadetlerimiz aslında bizim hayatımızı anlamlandırmamızı sağlıyor. Bu durumu içselleştirme ve hayatımızda hangi hedeflerin olması gerektiği konusunda başucumuzda olması gereken bir makale. Bir ömrü, önünde sonunda bir hiç olan daha doğrusu olmayan hayallerin peşinde geçirmenin bir anlamı olabilir mi? Bu tür hayaller peşinde olduğumuz takdirde; inanmayanların sadece dünyayı kıstas olarak alıp düştükleri hata sonucu hayatlarını buna göre şekillendirmeleriyle aynı duruma düşmüş olmaz mıyız!!!?
Rüyadaki ortamla gerçek hayat dediğimiz ortam arasında herhangi bir fiziksel fark olmadığı açıktır. Öyleyse, bize gerçek hayat dediğimiz ortamda, “Nerede görüyorsun?” sorusu sorulduğunda da “beynimde” cevabını vermek anlamsızdır. Her iki durumda da gören ve algılayan irade, bir et parçası niteliğindeki beyin olamayacaktır. Buraya kadar hep dış dünyanın bir kopyasını beynimizde izlediğimizden söz ettik. Bunun önemli bir sonucu, dış dünyanın var olan aslını hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğimizdir.
bu kısmı bile sayfalarca kitap değerinde olan bir makaledir teşekkürler hocam …🙏