İLBER ORTAYLI VE İSMAİL KÜÇÜKKAYA’YA
HEM TEBRİK, HEM TENKİT YAZISI
Doğruları ve hayırlı başarıları tebrik ve takdir etmek… Yanlışları ve kasıtlı çarpıtmaları ise tespit ve tenkit etmek, hem inancımızın hem de insanlığımızın bir icabıdır. Bize aykırı da gelse, başkalarını hakarete ve küçümsemeye yönelmedikçe; insanların inançlarına, yorum ve yaklaşımlarına ve yaşam tarzlarına saygılı davranmak zorundayız. Ancak büyük çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda, özellikle aydınların, bilim ve fikir adamlarının, sanatçı ve yorumcuların bu ülkedeki mü’minleri kıracak yanlışlıklara, kızdıracak haksızlıklara kaymamak ve böylece fitne-fesada sebep olmamak için, İslam’la, Kur’an’la, Resulüllah’la ilgili, ciddi ve gerçekçi bir araştırma yapmalarının gerekli olduğuna inanmaktayız.
Bize; tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı ile gazeteci İsmail Küçükkaya’nın hazırladığı “Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı” başlıklı bir kitap ulaştırıldı. Genel hatlarıyla yararlı, yapıcı ve başarılı bir çalışmaydı, duyarlı ve tutarlı bilgiler barındırmaktaydı… Uzun süren bir röportaj neticesinde ve soru-cevap şeklinde hazırlanmasına rağmen, bu kitabı bir solukta ve bir saatte okuyup notlar aldım. Rabbimin özel inayetiyle, çok hızlı okuma yeteneğini de, elbette şükranla anmalıyım. Bu arada birikimli, becerikli ve cesaretli gazetecilerden İsmail Küçükkaya’nın; doğru ve doyurucu yanıtlar alacak şekilde, uygun, net ve vurgulu sorular yöneltmesinin, bu kitabın ortaya çıkmasında önemli ve etkili payı olduğunu da, özellikle vurgulamalıyım.
Sn. İlber Ortaylı’nın;
Türk tanımını, Türklerin tarihi devlet ve medeniyet aşamalarını… Son dönem Osmanlı padişahlarını… Abdülhamid Han’ın üstün kişilik yapısını ve Cumhuriyet’e zemin hazırlayıcı önemli altyapı icraatlarını… Mustafa Kemal Atatürk’ü tabulaştıranların da, haksız ve dayanaksız şekilde suçlayıp saldıranların da ötesinde; doğal ve normal yapısını ve üstün başarılarını tarafsız ve donanımlı bir bilim adamı duyarlılığıyla, akıcı ve anlaşılır bir üslupla aktarmaları yanında…
Rahmetli Erbakan Hocamızın; amaçları, atılımları, evrensel barış ve bereket programları, ülkemizin çok yönlü kalkınma ve gerçek bağımsızlığını kazanma planları konusunda… Daha da üzücü ve düşündürücü olan; İslam’ın, Resulüllah’ın ve Kur’an’ın temel ve akılcı esasları, genel ve insancıl kuralları hakkında; değil bir bilim adamının, hatta sıradan bir araştırmacı yazarın bile çok gerisindeki bilgi birikimine sahip olmaları… İdeolojik saplantıları ve fikri sapkınlıkları hâlâ aşamamaları… Hatta, kasıtlı olarak uydurulan ve sokak ağzıyla topluma duyurulan yanlış ve alâkasız itham ve iftiraları, tarihi doğrular gibi aktarmaları… Eğer araştırma zayıflığı ve kavrama kısırlığından kaynaklanmıyorsa, mutlaka ve maalesef kasıtlı ve ön yargılı bir çarpıtma ve saptırma hesaplıydı!..
Ve yine;
• Hem Sultan Abdülhamid Han’ın, Filistin topraklarında ve İslam’ın bağrında bir çıbanbaşı olarak oluşturulmaya çalışılan İsrail’in kurulmasını engellediği için başına açılan belaların ve atılan iftiraların…
• Hem Mustafa Kemal’in, topluma kasıtlı olarak yanlış tanıtılmasının, uzlaşma değil ayrışma ve kutuplaşma sebebi yapılmasının…
• Hem de Erbakan Hoca’nın; başarısız olması için çırpınanların, İslam Birliği, D-8’ler ve ekonomide Havuz Sistemi gibi tarihi projelerinin akamete uğratılmasının, perde arkasındaki asıl sinsi güçlerin Siyonist Yahudi merkezleri olduğu gerçeğini sanki hiç bilmiyorlarmış… Veya bunlar uydurma komplo kurgularıymış gibi davranmaları da, bilim adamı onuruna ve bağımsız yayıncılık şuuruna asla yakışmayan yaklaşımlardı… Çünkü korkuların avucunda ve kuşkuların kıskacında konuşup yazanların, gerçeklere tercümanlık yapamayacakları açıktı…
İlber Ortaylı’nın doğru ve olumlu yaklaşımları ve uygun yorumları:
Türklerin etnik yapısı bellidir. Türkler Asyalıdır. Hem de Doğu Asyalıdır. Orhun bölgesi Altayların eteğinde bulunmaktadır. Türklerin Moğollarla etnik yönden ilgili olduğu iddiaları yanlıştır ve kasıtlıdır. Çünkü birtakım orijinal kelimeler ve sayılar, Türklerin Moğollardan ayrı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Âdetlerimiz de çok farklıdır. Türkler, 10. asırda İslamlaşmaya başlamıştır. Türkler göçebe, at göçebesi topluluklardı. İşte bunun için çok teşkilatçıdır, çok askeri bir yapıdır. Türkleri konuşurken önce büyük bir coğrafyada ve inanç dünyasında Türkiye’nin öncülük rolünü hatırlamalıyız. Bu önemli bir konudur. Bize modellik edecek başka kimse yok, ulus yok. Biz herkesin modeli olma durumundayız.
Devlet geleneğimiz içinde ayırt edici özelliğimiz olarak Türklerin askeri fıtratı-nizamı ve teşkilatı öne çıkmaktadır!
Türkiye’nin ayırt edici özelliğinin başında; asker toplum olması vardır. Türkler asker fıtratlı bir toplum olmaktadır. Anadolu’ya, Avrupa’daki kavimler göçüne göre daha geç gelip yerleşmeye başladık. Türk olarak buraları fethediyorsun ve ayakta durmak zorundasın. Ayrıca Türk göçebeliği müthiş bir örgütlenmeye dayanır. Her göçebe birbirine benzemez ve göçebelerin kendilerine göre bir yapıları bulunmaktadır. Mesela 6. asırda İstemi Yabgu’ya giden Bizans Elçisi Kilikyalı Zemarkhos bile Göktürklerin ilginç yaşamını görüp seyahatnamesinde aktarmıştır. Bu önemli eserin, maalesef henüz Türkçeye çevrisi yapılmamıştır.
Önemli bir nokta da, Türklerde askerliğin kapalı bir zümreye ait olmamasıdır, ki Türklerin en seçkin adamlarının asker olmasını sağlamışlardır. Bu memlekette; tıpta, mühendislikte hatta resim ve tercümede bile reformların hep askerlerden başlaması anlamlıdır. Unutmayalım; Ahmed Cevdet Paşa gibi hukukçu ve de tarihçi bir adliye nazırı II. Abdülhamid devrinde sistemi modernleştirmeye başlamıştır. Bundan önce reformcular askeri kanatlardı, ilk defa Tanzimat’ın ileri gelen adamları bu geleneği bozmuşlardı. Devlet, zaten aslında askerî teşkilattır. Hâlâ öyledir. Türkiye’de anti militarist hava olmaz, yaşamaz. Çünkü en teşkilatlı kesim onlardır. Mesela (bazı mecburiyetlerle) darbe yapıyor, sonra çekiliyorlar. Çünkü terfi aksamıyor. Terfi aksayınca baştakiler değişmiş olacak. Terfi sistemi de, örgütlenme de önemli bir unsur sayılmaktadır. Askerlikte okuma ve kariyer esasları önemli unsurlardır. Bu özellikler kaybolmaz. Onun için toplumda en çok itimat edilen zümrenin askerler olması doğaldır.
Bulunduğu coğrafya, toplumu zorlamaktadır; sadece dünya tarihinde değil, İslam dünyası çerçevesinde dahi askeri medeniyetler olması normal karşılanmalıdır. Çünkü ilk önce ordu kurulmakta, sonra orduyu yerleştirecek kışla kurulmakta ve orada yeni bir hayat başlamaktadır. Türkiye budur, böyle ortaya çıkmıştır. Daha 11. asırda başlamış. Çölün ortasında kervansaray yapılmakta, dağın başında kaleler kurulmakta ve askeri kıtalar ticaret kervanlarını korumaktadır. 13. asırda böyle muhteşem yapılara her yerde rastlanılmamaktadır. Şehrin içinde bir sürü mescitler bulunmaktadır. Bu insanların askeri ve idari katkısı şuradan anlaşılmaktadır: Selçuklulardan birçok askeri eser hâlâ dimdik ayaktadır. Konya Alaaddin Camii denilen Ulu Cami’nin yanındaki Alaeddin Köşkü denilen, Selçuklu hükümdar sarayından ise tek duvar kalıntısı vardır. Bu gösteriyor ki; mimaride de hakiki katkı doğrudan doğruya askeri kaynaklıdır!
Türkiye yakın zamana kadar (Atatürk sonrası yanlış bir anlayış sonucu) kabuğuna çekilen, etrafa karışmayan bir ülke konumundaydı. Bu zaman diliminde içtimai vicdan ve şuurunun da kabuğuna çekildiğini görüyoruz. Bu, okul kitaplarına kadar yansıdı. Yeni nesil, Balkanlar’ı bile bilmiyordu. Dedesi şehit düşmüş, gömülmüş 1912-1913 bozgununda… İnsanlar oradan binbir zorlukla göç etmiş. Anadolu’da nereye baksan, oradan gelme insanlara rastlanmaktadır. İstanbul’da, Trakya’da, İzmir’de, Orta Anadolu’da, Eskişehir’de yığınlarla karşılaşırsın… “Geçmişi unut, ileriye bak” yavesiyle yakın tarih unutulmaya, zihinlerden çıkarılmaya uğraşılmıştır. Hakikat çarpıtılarak kafalar karıştırılmıştır. Şimdi, burada bakın Türk ne oluyor? Türk, geniş coğrafyalarda gezinen farklı bir kavim konumundadır. Bu çok açıktır. Milattan sonra 6. asırda Orta Asya’da Göktürkler vardır. Oradan 1500’lerde hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir mesafe ve yerde, Bosna sınırında oturuyorlardı. Bunlar bin senede olacak işler sanılmamalıdır. Öyle sürülerle gelip gitmesi söz konusu olamayacaktır. Bir devamlılıkla yerleşiyor, oturuyor, çekiliyor, iz bırakıyor. Türklerin adeta çekilme, kaybolma kapasitesi yok. Türk kavminin özelliklerinin gelişmesi üzerinde bunun payı vardır ve bir noktadan sonra yerleşme ve örgütlenmesi artık göçebe yerleşimi ve örgütlenmesinden çıkmaktadır. Burası çok önemli bir noktadır. İran, Horasan farklı, Anadolu ve yukarı Mezopotamya farklı ve hele Balkanlar çok farklı safhalar ve nitelik taşımaktadır. (Özellikle Türklerin fıtratındaki-öz yapısındaki askeri marifet ve meziyetler, İslam Diniyle kalıcı medeniyetlere dönüşme şansı kazanmıştır. A.A.)
Bu tabii ve tarihi yapının ana taşıyıcılarından birisi de Türkçemiz olmaktadır!
Bu çok açıktır. Tarihi deneyimler bunu kanıtlamaktadır. Türkler İslamlaştıktan sonra 11. asır ortalarında Horasan’a, bugünkü Türkmenistan’dan sızıyorlar. Diğer Türkleri yani güçlü Gazne Devleti’ni yeniyorlar ve İran’a sızıyorlar. Devlette, ilim hayatında Farsça, Arapça kullanılıyor ama orduda Türkçe kullanıyorlar. O insanlar buralara geliyorlar ve Türkçeyi yaygın dil yapıyorlar. Belli bir organizasyonu var. Özellikle ve stratejik bir tercihle asker, Türkçe olarak dilini muhafaza ediyor. Evet, Türkler, askeri bir örgütlenmedir. Derslerde “Her Türk asker doğar…” diye bir slogan var. Lafı böyle bir slogana getireceğiz ama bu doğrudur; çünkü slogan bir şey anlatmaktadır. Türklerde yapılanma askeri dayanaklıdır. Mimariye bakın; sivil mimari, kamusal ve askeri mimari eserlerin yanında geri kalır. Toplumda esas askerî harcama yapılır.
Osmanlı ve Türklük ilişkisi son derece önemli ve üzerinde durulmaya değer konular arasındadır. Çok kavimli bu imparatorluktan, Türk ulus devletine geçişimizin arka planındaki bitmeyen bir tartışmadır. Tarihsel bağlamını anlamak için soruyorum, padişahlarımızın içinde neden sadece Sultan Abdülhamid’e “Türk Hakanı” denilmesi de anlamlıdır!? Çünkü kendisi Türk hükümdarıdır ve bunun da bilincinde ve farkındadır. Diğer padişahlar kendilerini (tüm tebaasını kucaklamak adına) daha ziyade Müslümanların halifesi olarak görürken, Abdülhamid bu ulusu kimin taşıyacağının farkına varmıştır. Diğer yandan sorumluluklarının da şuurundadır ve Müslüman değerlerine de samimiyetle sahip çıkmıştır. Evet, belki hiç kimse Abdülhamid kadar Araplara görev dağıtmamış, hiç kimse onun kadar Kürtlere iltifat ve fırsat sağlamamıştır. Arnavut’a ve Boşnak’a onun kadar değer veren yoktur. Türklere ise ayrı bir sevgisi (ve ilgisi olduğunu inkâra kalkışmak haksızlıktır. A.A.) Bakınız, Sultan Abdülhamid, doktor olmayan Anadolu’ya doktor yollamış, çocukların yetişmesi için okullar yaptırmıştır. Bunlar bugünle ölçüldüğünde olağan sayılabilir, ama o dönem için çok büyük atılımlardır. Sadece medeniyet bağlamında değil, kolaylık açısından da büyük hizmet yapmıştır. Mesela demiryolu atılımı sayesinde asker sevkiyatını hızlandırmıştır. (Yetmez; Batı’nın yeni farkına vardığı Ortadoğu petrollerine sahip çıkıp, bölge halkıyla adil paylaşım şartlarını hazırlama çabasındadır. Siyonist ve Emperyalist odakların Abdülhamid düşmanlığının bir nedeni de burada aranmalıdır. A.A.)
Kimdir II. Abdülhamid Han?
Sultan Abdülhamid, Sultan Abdülmecid’in oğludur. Biliyoruz ki Sultan Abdülmecid 1838’de 16,5 yaşındayken tahta çıkmıştır. Kendisi yakışıklı fakat bünyece o zamanlar çok yaygın bir hastalık olan vereme yakalanmıştır. Sultan Abdülmecid’in hayatı söz konusu olduğunda devamlı sefahatle geçen bir ömürden söz edilir, ki bu yanlıştır; kendisi Osmanlı tarihinin yeni hükümdar tipini oluşturmaktadır. Öncelikle insan sarrafı bir yanı vardır. Mehmed Emin Ali Paşa, başlangıçta ulemadan Cevdet Efendi olan Ahmed Cevdet Paşa, Fuat Paşa ve Mustafa Reşit Paşa ile çok yakın bir ilişkisi vardır. Hepsiyle yüz yüze konuşur ve onların dilinden anlardı. Yani 16 yaşında genç bir çocuk olarak tahta çıkmış, ama yanı başında bulduğu devlet adamlarının oyuncağı olmamıştır. Belki çok iyi yetişmiş değildi, ama zeki bir insandır. Hayatında saray, eğlence, musiki, ince bir yemek zevki vardır ama bununla kalmaz; hakikaten Türk hayatını reforme etmiş bir Sultandır. Topkapı Sarayı’nın devlet yönetimi için müsait bir külliye olmadığını ve burada 19. asrın büyük bir devletinin temsil edilemeyeceğini anlamıştır. Şehirde halkın Rusya Sefareti’ne ne gözle baktığını idrak edince (İstanbul Rusya’nın bir şehri, Sefaret de Çar Sarayı olacak söylentileri), ona Dolmabahçe’yi yaptırmıştır. Aslında Dolmabahçe buna rağmen öyle geniş bir saray değildir.
Sultan Abdülhamid Han aslında şehzadelerin en büyüğü değildir ve o dönemde tahta geçmesi beklenmiyordu. Biliyorsunuz, esas olarak Osmanlı’da büyük evlat (Padişah olur) sistemi vardır. Yani Abdülmecid’den sonraki varis Sultan Mahmud’un ikinci oğlu olan Abdülaziz Han’dır. Abdülaziz yakışıklı, uzun boylu, kuvvetli bir adamdı. Türkiye tarihçiliği son derece zayıf olduğu ve son derece sorumsuz yazarlar bulunduğu için, Padişahı halk dilinde tasvir ediyor ve güreş tutan, horoz dövüştüren, sürekli yemek yiyen adam portresi sunuyorlardı; oysa bu da çok yanlış bir tanıtımdır. Sultan Abdülaziz hem alaturka hem alafranga bestekâr olmasının yanı sıra, ressamdır. Biz sadece Sultan Murad’ı biliyoruz ressam olarak, ama Abdülaziz ondan daha iyi bir ressamdır. Sporcudur ve söylenenlerin aksine asla kumarbaz olmamıştır. Ayrıca Abdülaziz çok namuslu bir hükümdardır. Malum, saltanatının sonlarında Mahmud Nedim Paşa tarafından moratoryum ilan edileceği zaman, bu paşa üç kişiye kıymeti düşürülmeden önce borç senetlerini satmaları teklifini sunmuşlardı. Bu üç kişiden birincisi moratoryum için kendisine cesaret verdiği söylenen Rusya Sefiri İgnatiyev, ikincisi Midhat Paşa, üçüncüsü de Sultan Abdülaziz’dir. İlk ikisi (para hırsıyla) senetlerini hemen satmışlardır. Sultan Abdülaziz ise “Olur mu öyle şey? Param batarsa batar…” demiş ve senetlerini sattırmamıştır. (Yani Millet ve Devlet hassasiyeti ağır basmıştır. A.A.)
Sultan Abdülaziz’in başka ilginç özellikleri de vardır: Mesela ona göre modern bir imparatorluk; deniz yolu, demiryolu, telgraf ve fabrikadan oluşur ki bunlar doğru saptamalardır. Fakat Sultan Abdülaziz’in en büyük katkısı, Mısır probleminden sonra imparatorluğun imtiyazlı ünitelerle parçalanmasını önlemeye çalışmasıdır. Mısır meselesinden uzaklaşmamak, bizim orada halen bir hükümranlık hakkımızın bulunduğunu göstermek için Mısır’a bile gitmiş bir padişahtır. Sultan Abdülaziz Avrupa seyahati de yapmıştır; bu, Avrupa’yı gezme ve öğrenme seyahati değil, doğrudan doğruya Avrupa kamuoyunu etkileme amaçlıdır. Nutuk vermiş, gittiği yerlerde vals gibi kendi besteleri çalınmış, kendi bestelediği marşlarla karşılanmıştır. Yanında da veliaht Murat Efendi vardır; gayet gösterişli ve kültürlü bir adamdır o da. Piyano çalan, Fransızca konuşan, iyi dans eden bir veliahttır. II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid Han, imparatorluğu gezmiştir ama Sultan Abdülaziz Han ilaveten Mısır’a da, Avrupa’ya da seyahatler yapmıştır.
Bu seyahatlerde şehzade Abdülhamid de onun yanındaydı!
Evet, Abdülhamid ikinci veliaht olarak yanındaydı, Abdülhamid Avrupa’yı öylesine görmüş biri de sanılmamalıdır. Sultan Abdülaziz, Abdülhamid’in babası Abdülmecid Han öldüğünde tahta çıkmıştır. Bu sırada Abdülhamid’in tahtla doğrudan bir alâkası bulunmamaktadır. Politika, tarih, bilhassa finans ve iktisat öğrenmekle meşgul bir insandır. Babası Sultan Abdülmecid gibi, annesi Tirimüjgan da verem hastasıydı. Annesi genç yaşta ölünce, Abdülmecid Han dördüncü kadınefendisi, çocuğu olmayan Perestû Kadınefendi‘ye onu büyütmesini buyurmuşlardır. Perestû fevkalade zeki ve çok şefkatli bir kadındır ve Abdülhamid’e çok iyi bakmıştır. Abdülhamid de bunu unutmaz ve ileride padişah olunca; Perestû, Valide Sultan yapılmıştır. Mesela öğle yemeklerini hep birlikte yerlermiş ki bu çok nadir olan bir tavırdır. Abdülhamid o dönem için çok görülmemiş tavırlar sergiliyor; etrafı geziyor, yüzüyor, sabah soğuk duş alıyor, piyasa ve finansla ilgileniyor. O dönemde fotoğraf sanatını onun kadar ustalıkla kullanan biri daha yoktur. Fotoğraf çektirir, satın alır. Bisiklete biner. Döneminde tuhaf karşılanan Avusturya İmparatoriçesi Elizabeth (Sisi) gibi, o da kültürfizik yapan bir hükümdar olarak tanınır. Abdülhamid sağlık açısından kuvvetli olmak için sabahları yumurta yer, marangozluk yapar, ama birinci sınıf bir marangoz ustasıdır.
Sultan Abdülhamid neden “son imparator” konumundadır
II. Abdülhamid Han eğer 1. Abdülhamid’in döneminde yaşasaydı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Şark dünyasındaki kaderi değişmiş olacaktı. Bu, onun kişiliğiyle alâkalıdır. Eğer tarihte içtimai şartların ve dünya şartlarının dışında (yönetici) kişilerin de rolü var ise, II. Abdülhamid bu bakımdan en kayda değer şahsiyet konumundadır. Osmanlı İmparatorluğu’nu kendilerince küçümseyenler olabilir, ama bu imparatorluk birtakım büyük portrelerin (ve üstün şahsiyetlerin) oluşturduğu bir tarih olmaktadır. Devletin kuruluşundan 16. asrın sonuna kadar bütün hükümdarların hepsi büyük mareşallerdir, askeri dehalardır. İtiraf etmek gerekir ki, İslam dünyasının ilmi üstünlüğü 15. asırda duraklamıştır. Yani 15. asırdan sonra İslam dünyası tıpta, astronomide, matematikte, kimyada öncü rolünü terk etmeye başlamıştır. Açık konuşmak gerekirse, aslında milletimizin, yani Türklerin devleti olmasa, İslam dünyası askerî ve idari vasıflarını da kaybedecek ve çoktan gerilemeye (ve çözülmeye) başlayacaktı. Hristiyan dünyasının dirildiği, toparlandığı, organize olduğu, teşkilatlandığı, ilerlemeler kaydetmeye başladığı bir devirde bu üstünlüğü onlara kaptırmayan, onları geciktiren, onları birkaç asır için durduran, doğrudan doğruya (Müslüman) Türklerin kurduğu Osmanlı İmparatorluğu’dur. (Ve özellikle Sultan Abdülhamid Han’dır! A.A.)
Çok açıktır ki, bu imparatorluğun kuruluş ve gelişmesinde büyük hükümdarların payı vardır. Bunlardan birisi de “hükümdarların sonuncularından ve geç geldiği için önemi anlaşılamayan” II. Abdülhamid Han’dır. Kendisi imparatorluğun “yavaşlama” asrında ortaya çıkmıştır. Yapabileceği fazla bir şey de kalmamıştır. Cihanşümul bir imparatorluk sonuna gelip dayanmıştır. Bu bakımdan II. Abdülhamid “dünya imparatorlukları” yani muhtelif dinler ve dillerden birtakım milletlerin bir arada yaşadığı cihanşümul denilen imparatorlukların üçüncüsü ve aslında sonuncusunun son hükümdarıdır. Çünkü kendisinden sonraki hükümdarların ikisinin de şahsiyet olarak kayda değer bir yanı bulunmamaktadır. Sultan Reşad iyi niyetli, dindar, kendine göre malûmatı, bilgisi olan ve Farsça bilen sevimli bir ihtiyardır. Son hükümdar VI. Mehmed Vahdeddin ise; daha zayıf bir eğitim görmüştür ve ileri yaşta tahta çıkarılmıştır. Bir yenilgi ortamının, çöküntü zamanının tahta çıkardığı bir hükümdardır. Ondan da fazla bir siyasi çıkış beklenmesi insafa aykırıdır. (Çünkü bütün yetki ve tasarruf artık İttihatçıların elinde ve emrinde bulunmaktadır! A.A.) Dolayısıyla bütün dünyada en son hükümdar tipi, tarihi, hukuki, müessese olarak son üniversal imparator II. Abdülhamid Han’dır.
Sultan Abdülhamid’in halifeliğin üzerinde özenle durması da anlamlıdır!
Müslümanlardaki hilafet müessesesini yetki ile temsil eden son kişi kendisi olmaktadır. 19. asırda ve 20. asrın başında hilafet müessesesini oldukça iyi kullanan (ki çok hazin bir tablodur, yeryüzü Müslümanlarının %80’e yakını yabancı bayrak altında yaşamaktadır) II. Abdülhamid Han’dır. Doğduğu dünya (ve ülkenin düşürüldüğü şartlar) iç açıcı değildir. İngiltere İmparatorluğu kalabalık sayıda Müslüman’a sahiptir. Ardından Fransız Cumhuriyeti gelir. O da bir sömürge imparatorluğudur.
Bu devrin Osmanlı’sı ile diğer imparatorlukların mukayesesi doğru yapılmalıdır!
Önce bir yanlışın düzeltilmesi lazımdır; Osmanlı dışındaki devletler, aslında “imparatorluk” değildir. Bunlar milli devlettir ve deniz aşırı sömürgeleri vardır: Yani asla Roma gibi, Sasaniler gibi, İslam Abbasî İmparatorluğu gibi bir imparatorluk değillerdir. Bunlar, tebaalarına “eşit insanlar” olarak bakmazlar. Roma’nın İlliryalı, Libyalı ve Suriyeli imparatorları var. Bizans’ın Ermeni asıllı imparatorları vardır. Oysa Britanya ve Fransa için bu düşünülemez. Bunların bir anavatan halkı, bir de sömürge ülkeleri vardır. Bu bakımdan imparatorluk değillerdir ama böyle deniyor. 19. asırda bir tane imparatorluk vardır; o da Osmanlı İmparatorluğu’dur.
Yalnız burada çok büyük bir güçlük vardır. Biz modern zamanlarda tüfeğin, topun, modern idarenin, deniz aşırı ticaretin ve gelişmiş gemiciliğin hâkim olduğu bir dünyada bu sistemi yürütmeye çabalayan bir milletiz; yani 15. ve 16. asırlarda imparatorluk kurmak, milattan önce 3. asırda, milattan sonra 5. ve 10. asırlarda imparatorluk kurup yönetmeye benzemediği (gerçeği vaktinde anlaşılmamış, yeterli ve gerekli tedbirler alınmamıştır. A.A.) Ayrı bir tarihî miras ve çevre ile muhatapsınız. Himayeniz altındaki milletlerin her birinin kendi mazisi, kişiliği, kendi kalıntısı vardır ve etrafınızda değişen, kuvvetlenen başka bir dünya vardır. Siz (Osmanlı olarak) bunlara rağmen, bunlarla birlikte dünyada, büyük bir imparatorluğu kurup götürmeye uğraşmışsınız… Bu çabanın boş olduğuna, çağın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun değişim ve dönüşümler yapılması lüzumunun en iyi farkına varan (ve bu nedenle her yönden saldırılan zat Sultan Abdülhamid Han’dır. A.A.)
Sultan Abdülhamid döneminde demiryolu atılımları ve okul ıslah çalışmaları (Cumhuriyet’e zemin hazırlamıştır)!..
Anadolu ve Mezopotamya’nın zenginliklerini inceleyip değerlendirmek isteyen Alman sermayeli şirket için imtiyaz alıp demiryolunu döşemeye başlamak, II. Abdülhamid devrinde gerçekleştirilen önemli bir yatırımdır. Demiryolu için verilen garanti akçesi, Osmanlı maliyesi için ağır bir borçlanma getiriyordu, ama Almanların demiryolu döşeme tekniği de Fransız ve İngilizlerinkiyle mukayese edilemeyecek kadar hızlı ve sağlamdı. (Ama Sultan Abdülhamid bunların önemli kısmını kendi cebinden karşılamıştı. A.A.)
4 Mart 1889’da işe başlarken, Osmanlı Anadolu Demiryolu Şirketi olarak teşkilatlanan Alman sermayesinin arkasında, İngiliz ve Fransız bankacılığına göre daha etkin ve yenilikçi yöntemlerle çalışan Dresdner Bank ve Deutsche Bank vardı. 2 Haziran 1890’da 40 kilometrelik İzmit-Adapazarı hattı tamamlandı. Başlangıçtan 3 sene sonra Ocak 1893’te ise açılış yapıldı. 16 tünel ve birçok köprüyle birlikte 180 km’ye ulaşan tepelerin yarılmasıyla açılan güzergâhtan geçerek hedefe ulaşan demiryolu, aslında 1892’nin son gününde Ankara’daydı. Kısa sürede 500 km’ye yakın yol inşası tamamlanmıştı. Halep ve Şam’ın bağlantısının kurulması bir yana, asıl önemli yatırım Şam ile Medine arasındaki Hicaz demiryolu hattıydı. II. Abdülhamid döneminin bu öz mühendislik başarısı, bütçedeki düzenlemelerden çok, İslam dünyasının her tarafından toplanan ianelere dayanmaktaydı. Bu (Abdülhamid dönemi) Osmanlı konsolosluk ağının da bir başarısıydı. Bilhassa başlangıçta kullanıldığı halde eğitimi çok daha eskiye uzanan Türk mühendisler kısa zamanda inşaatı ve teknik bilgiyi kavramışlardır. Bu sebeple Hicaz demiryolu, yerli mühendisliğin de bir atılımı sayılmalıdır.
19. asrın son çeyreğinde bu memleketin mektepleri ıslah edilmeye ve yaygın hale getirilmeye başlanmıştı. İnsanları daha fazla okumaktaydı ve bu memleketin insanları sadece bir imparatorluğun değil, İslam âleminin ve Şark dünyasının sahibi olma şuuruna varmışlardı. II. Abdülhamid devrinde Türkçe eğitim veren oluşumların, büyük vilayet merkezlerindeki sultanilerin ve Konya, Beyrut, Selanik’teki Hukuk ve Şam’daki Tıp Mektebi gibi kurumların gerçekleştirilmesinin önemli bir atılım olduğunu unutmayalım. Bunlar, İstanbul Darülfünun’dan sonra taşradaki üniversitelerin çekirdeği olacaklardı.
Atatürk, din ve toplum denklemini nasıl kurmak istiyorlardı?
(Laiklik adına) Din ve toplum denklemi diye ifade edilen şey, din ile toplumun ayrılmasıdır. Bu pozitivist bir denklemdir. Ancak bunu Yahudi dininde ve İslam dininde gerçekleştirmek imkânsızdır. Atatürk onun için en başta Diyanet’i kaldırmamıştır. (Bu ifade hem yanlıştır hem yanıltıcıdır. Atatürk Diyanet İşleri Başkanlığını, hem de Genelkurmay Başkanlığı ile birlikte, aynı günde kurmuşlardır. Yani daha sonraları, 1937’de Atatürk’ün sağlık sorunlarıyla boğuştuğu süreçte CHP tüzüğüne yazılan ve yanlış uygulanan LAİKLİK ile Diyanet İşleri Başkanlığı birbirine aykırıdır. Atatürk Türk toplumunun akılcı ve inançlı olmasından yanadır! A.A.) Yani, sadece Şer’iyye Vekâleti mülgadır. Ortada Şeyhülislam gibi kabineye giren biri kalmadı, (Diyanet Başkanı ise) Başbakanlığa bağlı bir memur konumundadır.
Atatürk, Dini Devletin dışında mı tutmak istiyordu? Hayır!..
Atatürk Diyanet Kurumunu kaldırmaz, kaldırmadı, çünkü onun devletin dışına, kendi imkânlarıyla itildiği zaman neler olacağı karanlıktı, (Dinin istismar ve suiistimal edilmemesi için) kontrol etmek lazımdı. Bu nedenle bizde laik model, Batı’nınki gibi gerçekleştirilemezdi. Tıpkı Yahudi devletinde olduğu gibi, İsrail’de olduğu gibi; bizim, bize özgü modelimizi işletmemiz lazımdır. Şimdiki gibi (Dinin) devletin içinde olması kaçınılmazdır. (Daha doğrusu Din ile Devletin ayrışması ve çatışması değil, barışması ve her birinin kendi sahasında halka hizmet sunması lazımdır. A.A.) Bunun tersini konuşan insanın modeli kolonyalist ülkelerdeki İslami cemaat modelidir, geçerliliği yoktur ve yanlıştır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken kimse kalkıp da bana Fransız İhtilali’nin terör sürecinin, Robespierre devrinin veya Stalin Rusya’sının ateist devriminin (örnek alındığını söylemesin, öyle alâkasız bir resim) çizmeye kalkmasın; bunlar gerçeği yansıtmaz, kimse bunlara inanmaz. Tabii ki birtakım sert davranışlar olmuştur. Ama bu Cumhuriyet’in temelinde Müslümanlık vardır. Kimse Müslümanlığa karşı değil. Fevzi Paşa da değil. Gerçi İsmet Paşa nezdinde laik demonstration (gösteri), zaman zaman çok ağırlık kazanmıştır. Ama neticede Türkiye’de Müslümanlık yaşanıyor. Hem de iyi yaşanıyor. Tekke ve zaviyeler gibi birtakım kurumlar ortadan kaldırılmıştır. Ama bunların bir kısmı zaten kendi kendilerini ortadan kaldıracak durumdaydılar. Ancak silsilenin, o kültürün ve onu taşıyacak grupların var olduğu da bir gerçektir. Tarikatların belkemiği olan gruplar bugün daha çok eriyor. Yerini cemaatler alıyor, onların görüşü ve yaşam tarzı geliyor. CHP (ve İnönü döneminde) bu grupların yerlerine “Halkevi”ni koymaya çalıştı. (Asla başaramadı. Çünkü) Bu öyle hemen birbirinin yerini alabilecek iki kurum değil. Lakin tarikatların dirilişindeki süreç ve görünüm, kurumun ne kadar mahiyet değişikliğine uğradığını ortaya koymaktadır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na göre, bir Türk generali; Birinci Dünya Savaşı sonunda vatanını düşman istilasından kurtaran milli mücadele hareketine, “Kemalizm adını Batılıların verdiğini” söylüyor. Ve Batılıların Kemalizm’e garplılaşmaya yeltenme nazarıyla baktıklarını öne sürüyor. Kemalizm nedir?
Kemalizm terimini gerçekten de onlar (yani Batılılar) çok kullanıyorlar. Bizde ise belli bir tarihten sonra kullanılıyor. Halk Partisi’nin umdeleri (ilkeleri) içinde sayılıyor. Ama “Kemalci hareket” diye Fransa ve İngiltere bu terimi başından beri kullanıyor. Anadolu hareketini Kemalizm diye görüyorlar. Çünkü Kurtuluş Hareketi Kemal Paşa’nın önderliğinde yürütülüyor. Parlamento var, bu bir provizyon hükümeti; yani seçici ve kurucu bir hükümet oluyor. Ama büyük bir mücadele yürütüyor. Bunun adını oradan “Kemalizm” koyuyorlar. Rejime Kemalist demiyorlar, Kurtuluş Hareketi’ne Kemalist diyorlar. (Atatürk’ün ardından) Sonradan adı Kemalist rejim oldu… Bir kere Kemalizm denilince o zaman anlaşılan şey, Cumhuriyet’tir. Onun üzerinde duruluyor. İkincisi; din ile devletin ayrılması gibi, aslında mümkün olmayan ve kesinlikle Fransız İhtilali ve aydınlanma tipi laikliği tarif eder Kemalizm (ve tabi uygun da değildir, doğru da değildir.) Bunun üzerinde çok duruluyor fakat Kemalizm’in laikliği ile ihtilal Fransa’sını, hatta 3. Cumhuriyet’i mukayese etmek (yanlış bir yaklaşımdır). Türkiye’de bunun adı “medeniyet savaşı” olarak konmuş. Yani fenni üretim yapacaksanız, sanayi kuracaksınız, okuma seferberliği yapacaksınız. İyi tıbbınız olacak, ilaveten çok kişinin anlamadığı, ama Mustafa Kemal’in çok ısrarla vurguladığı; yeryüzüne, coğrafyaya, olaylara, tarihe bakmasını bileceksiniz, araştıracaksınız… Onun içindir ki çok önemli bir tarih, coğrafya anlama, öğrenme yöntem ve müessesesi geliştirmiştir Türkiye. Yani dünyaya kendi gözünüzle, gelişmiş ülkeler kulvarından bakacaksınız. Bütün gayretler bunun içindir. Tarih kendisine bir bakıma yardım etmiştir. Bizde olmayanı, dışarıdan gelenlerle tamamlamaya çalıştık. Tıpkı Tanzimatçıların 1849’da Polonya, Macar göçü ile zenginleşmeleri gibi, yani bize sığınanlarla 1930’larda da aynı şeyi yaşadık. Hitler Almanya’sından ve Avusturya’dan kaçanlar oldu. Yalnız bunlar çok kısa süre burada çalışabildiler. Bir kısmı çok yararlı olmuştur.
Atatürk’ün sağlığında (ama en son zamanlarında ve Atatürk’e rağmen) başlamıştır. Kemalizm diye pozitivist yurtseverlik çizgisidir bu. Sonra da devam etmiş, bir müddet sonra da unutturulmuştur. Unutturulması Demokrat Parti döneminde değil, İsmet İnönü dönemindedir. Başka türlü bir şeflik anlayışı öne çıkarılmıştır ve ona tepki olarak DP tamamen Kemalizm sloganını kullanmıştır. Biliyorsunuz (İsmet İnönü paralardan Atatürk’ün resmini çıkarmış, kendi resmini bastırmıştır ve) pulların üzerine yeniden Atatürk’ü koymak DP’nin, 1950’de iktidara geldikten sonra gösterdiği tepkidir. Aslında iki parti (CHP ile DP) arasında büyük ideolojik farklar, dünya görüşü farkları bulunmamaktadır. DP zaten köken itibarıyla CHP’lilerden ayrılmadır. Zaten CHP’nin seçkinlerinden oldukları ve 1946’da muvaffak oldukları için öne çıkmışlardır. Yoksa ilk kurulan parti DP değildir biliyorsunuz, Milli Kalkınma Partisi’dir. (AKP de aynı zihniyet ve çizgiye özenmiş, Milli Görüş’ü sadece istismar etmiştir. A.A.) Bu Milli Kalkınma Partisi örgütlenmeyi aynı başarıyla yürütemedi… Sonra birtakım sosyalist partiler kuruldu, hiçbiri yaşamadı ve zaten yaşatılmazdı. Demokrat Partisi, üçüncü derecede geldi, çünkü onu da kuranlar CHP’nin elitleriydi. DP’nin yaptıkları, CHP’nin yaptıklarıdır. Mesela Türkçe ezanın Arapçalaştırılması (daha doğrusu Arapça okumanın cezai takibat dışı tutulması) CHP devrinde verilen bir kanun teklifiyle yapılmıştır. Demokratlar sadece onu neticelendirmiştir. İmam-Hatip Okullarını kimin kurduğuna bakınca, CHP’nin başlattığını görürüz ve anlarız ki kitle gidiyor, kayıyor ve iktidar isteyenin kitleyi bu yolla kazanması lazım. Bu umumi bir sosyal kanundur. Bakınız, Sovyetler Birliği savaşa girdiği zaman kiliseyi de kurdu ve kapalı bazı kilise ve manastırları da açtırdı. Tıpkı Birinci Harp’te olduğu gibi Slav komiteleri kurdurdu ve Rus milliyetçiliğini vurguladı. Türkiye’de de iktidara yürümek, ayakta kalabilmek için CHP (Dine sahip çıkmaya) mecburdu. Tek parti devrindeki gibi elinde garantileri yoktu ve kitleye karşı bir nevi taviz verecekti. Bu tavizi DP devam ettirdi. DP’nin kurucularına, milletvekillerine baktığınız zaman, hiçbirinin mürtecilik denen tavır ve söylemle alâkası yoktur. Hiçbirisi CHP’nin laiklik konusundaki ilkelerine uzak düşmüş insanlar değil. Ama aynı partinin devrinde de bütün bu hareketler yaşayabildi, bu kaçınılmazdı belki de…
Yani sistem aynıdır. İmam-Hatip okullarını CHP kurdu, DP devam ettirdi. Sonra gelen CHP yine devam ettirdi. Sonra AP devam ettirdi, sonra Milli Cephe devrinde de, Ecevit devrinde de yine açıldı. Millet İmam-Hatip Okullarına, taassubundan çocuk yolluyor değil; en önemlisi bu okullarda disiplin var. Geleneksel disiplin var. Yani düz liselerin disiplin durumuna bakın, bir de bunlara. Ben bu disiplini tasvip ederim veya etmem, onu bir yana bırakın, ama zavallı halk ne yapsın? Çocuğu okula gittiği zaman: Çete olmadan, okul içi anarşi olmadan gidip okuyup gelmesini istiyor, milletin başka çaresi yok. Onun için oraya iltifat ediyor, bunu kimse görmüyor. Türkiye değişiyor; ama bu değişim her alanda müspet değil, (olumlu gitmiyor) fevkalade sorunlu alanlar da var. Okul bunların başında geliyor. Okullarımız tıpkı bütün dünyada, Amerika’da olduğu gibi (özellikle 22 yıllık AKP iktidarında) aşırı bir laubalilik, disiplinsizlik, kontrolsüzlük içinde. Ama İmam-Hatipler geleneksel yöntemlerle bunu (biraz) önlüyor. Orada çocuklar “eti senin, kemiği benim” esprisi içinde teslim ediliyor. Bunların üzerinde durmamız lazım, bir şeyi anlamak lazımdır. İmam-Hatip Okullarının sayıları arttığı zaman “Millet yobazlığa gidiyor…” diyenler önce rağbetin nedenlerini araştırmalıdır. Rağbetin nedeni, ilim ve İslam’dan çok; geleneksel disiplin (ihtiyacıdır).[1]
[1] (SON İMPARATOR ABDÜLHAMİD – İlber Ortaylı – İsmail Küçükkaya Kronik YY. Sh: 17-31, 119-125,Tuttuğum notlar esas alınarak, açıklayıcı bilgiler katılarak ve özetle kısaltılarak aktarılmıştır.)
Son dönemin gündemde olan şahsiyetlerinden, günümüzün düşünsel manada ağır hastalıklarından sayılan popülizm girdabına da bazen girip çıkan Sn İlber Ortaylı ile Sn Küçükkaya’nın ilgili sürecin hepsini anlatır gibi yapıp ancak daha çok teferruat sayılan hususlara yönelmesi; makalenin başında ifade edildiği üzere cahillikle açıklamaz. Peki neden ısrarla, gerçeğin etrafında dolaşılıp da bir türlü asıl kapıların açılmasına ön ayak olunmuyor sorusu aklı her zaman tırmalıyor. Evet, özellikle Sn Ortaylı’nın pek çok kitabını okumuş biri olarak ifade etme hakkım olduğunu düşünerek soruyorum: Tarih konuşurken, bize asıl lazım olan hususları, ibret alınması gereken esasları, geleceğe ışık tutacak referansları konuşmamak gibi bir kural mı var? Ya da tarih demek gerçek olan ancak magazin soslu bilgiler toplamı mıdır? Hayretle okumak, olanları hayretle izlemek görevimiz devam ediyor.Yorum yapan bir arkadaşımızın da dediği gibi Sultan Abdülhamid, Atatürk ve Erbakan’ın takip ettiği çizgileri ifade etmeden de bilgi verilebilir evet. Ancak Üstad Ahmet Akgül Hocamızın dediği gibi ne kadar anlatsanız da bu keçiboynuzundan şeker elde etmeye benzer ki bir kamyonu bir kaşık bal kadar şeker vermez.
Sayın İlber Ortaylı ve İsmail Küçükkaya’nın yazdıkları kitapta Abdülhamit, Atatürk ve Aziz Erbakan Hocamızın misyonu ve vizyonları, yaptıkları faaliyetler konusunda asıl değinmeleri gereken konulara hakkıyla değinmemeleri, Üstad Ahmet Akgül Hocamızın da belirttiği gibi; eğer araştırma zayıflığı ve kavrama kısırlığından kaynaklanmıyorsa, mutlaka ve maalesef kasıtlı ve ön yargılı bir çarpıtma ve saptırma hesaplıydı!..
Abdülhamit Han , Atatürk ve Aziz Erbakan Hocamız son dönemde yaşamış üç büyük önemli lider olmaktan öte üçünün de en büyük ortak özelliği, içinde bulundukları dönemde çok büyük iftiralara, haksızlıklara uğrasalar dahi vatan savunmasından vazgeçmemleri, en yakınları tarafından ihanete uğrasalar dahi yollarından dönmemeleri ve en önemlisi de hepsinin Siyonizm’in en büyük düşmanlarından sayılmalarıdır. Hepsi de Siyonizm’in planlarına çelme takan, onların tuzaklarını büyük bir basiret ve ferasetle görme meziyetine sahip kutlu şahsiyetlerdir. Allah hepsinden razı olsun.
“Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı” adlı kitapta önemli konulara değinerek tam anlamıyla; “Efradını cami, ağyarını mani” sözüne uyan, Cumhuriyet tarihine imza atan üç kutlu şahsiyetle ilgili nitelikli bilgi veren bir yazı olmuş. Allah razı olsun.
Evet makaleyi okuyunca Ahmet Akgül Hocamızın doğru ve yanlışların tespitinde kullanılacak olan değer ölçülerini sayarken şunları maddelemişti: 1- Aklıselimin gerekleri, 2- Müspet İlmin verileri, 3- Vicdani kanaat neticeleri, 4- Tarihi tecrübe ve birikimleri , 5- Evrensel Hukuk Kaidelerini, 6- İlahi dinlerin öğretilerinin esas alınması gerektiğini her daim vurgulamaktaydı. Makalede ki tebrik ve tenkitleri dikkate aldığımızda bu değer ölçülerine riayetle bir makale kaleme alındığını görmekteyiz… Muhterem Ahmet Akgül Hocamıza teşekkürlerimi arzediyorum…Bu makaleden bizim hayatımıza ışık tutacak ölçü olacak şu makalede geçen hatırlatmayı tekrar etmek istiyorum:
“Doğruları ve hayırlı başarıları tebrik ve takdir etmek… Yanlışları ve kasıtlı çarpıtmaları ise tespit ve tenkit etmek, hem inancımızın hem de insanlığımızın bir icabıdır. Bize aykırı da gelse, başkalarını hakarete ve küçümsemeye yönelmedikçe; insanların inançlarına, yorum ve yaklaşımlarına ve yaşam tarzlarına saygılı davranmak zorundayız. Ancak büyük çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda, özellikle aydınların, bilim ve fikir adamlarının, sanatçı ve yorumcuların bu ülkedeki mü’minleri kıracak yanlışlıklara, kızdıracak haksızlıklara kaymamak ve böylece fitne-fesada sebep olmamak için, İslam’la, Kur’an’la, Resulüllah’la ilgili, ciddi ve gerçekçi bir araştırma yapmalarının gerekli olduğuna inanmaktayız.”
…
Tam olarak gerçekleri yazıp söyleyeceklerini sanmıyorum,çünkü parlatılmış oldukları kesimler ne tv lerine nede programlarına çıkaracaktır.
Toplumu yönlendirecek gerçek bilgileri konuşacakları görüldüğü üzere ya gündeme taşımıyorlar veya bilmemezlikten geliyorlar.
Öncelik olarak eğitim sistemimizde okutulması gereken gerçek tarihimiz ve tarihimize yön verenler zorunlu ders olmalı
İlimleri Avrupadan değil Avrupa’nın bizden aldığı öğretilmeli
Tarihimizde başarılı olduğumuz konular tekrar sistem haline getirilmeli
önce ahlak ve maneviyata dayalı eğitim sistemi ve kitapları hazırlanmalı
Çözüm odaklı bir lider etrafında toparlanmadığımız müddetçe şimdiki yaşadıklarımızı her geçen dahada kötü olarak yaşamaya devam edeceğiz.
Kurtuluş reçetesi ortada
Adil Düzen.
Adil düzen sistemini yürütmek ise Adil Düzeni en iyi anlayan olacaktır.
Uzun yıllar bu konuda en ilmi araştırmaları yapan yorulan yoğrulan derdini taşıyan görüldüğü üzere sayın
üstad Ahmet Akgül hocamızdır.
bizimde bir kurtuluş sistemimiz var diyenler hadin buyursun gelsin.
Milli Çözüm-Üstad Ahmet AKGÜL; tam bir aydın-bilim adamı duyarlılığıyla;bireylerin ülkemize,insanlığa…faydalı yönlerini-fikirlerini takdir etmekte,gündeme getirip insanlığın istifadesine sunmakta!..Yanlış,yakışıksız yararsız yön ve fikirlerini de ele alarak; hem toplumu yanlışlara karşı uyarmakta,hem de bu kimselerin noksanlarını giderip saplantı ve yanlışlarından kurtulmasına yardımcı olmaktadır!..
İşte;bu yapıcı yaklaşım, ideolojik saplantılardan arî,tamamen ilmi,vicdani,milli ve islamî olan tavır; ülkemiz ve insanlığın çıkış yolunun da yegane göstergesi durumundadır!..
Bilim adamı onuru ve bağımsız yayıncılık şuuru; konuların tarafsız ve donanımlı bir bilim adamı duyarlılığıyla değerlendirilmesini, akıcı ve anlaşılır bir üslupla aktarılmasını gerektirmektedir.
Bilim adamlarından ve gazetecilerden beklenen; doğruları ve hayırlı başarıları tebrik ve takdir etmek, yanlışları ve kasıtlı çarpıtmaları ise tespit ve tenkit etmektir.
İdeolojik saplantılarını ve fikri sapkınlıklarını aşamayan bilim adamları ve gazetecilerin önemli bir kısmı kasıtlı ve ön yargılı bir çarpıtma ve saptırma ile bir kısmı ise araştırma zayıflığı ve kavrama kısırlığı ile baktıklarından;
İslam’ın, Resulüllah’ın ve Kur’an’ın temel ve akılcı esasları, genel ve insancıl kuralları hakkında…
Rahmetli Erbakan Hocamızın; amaçları, atılımları, evrensel barış ve bereket programları, ülkemizin çok yönlü kalkınma ve gerçek bağımsızlığını kazanma planları konusunda…
Değil bir bilim adamının, hatta sıradan bir araştırmacı yazarın bile çok gerisindeki bilgi birikimine sahip olmaktadırlar.
Korkuların avucunda ve kuşkuların kıskacında konuşup yazanlar, gerçeklere tercümanlık yapamamaktadırlar.
Sultan Abdülhamid Han’ın, Filistin topraklarında ve İslam’ın bağrında bir çıbanbaşı olarak oluşturulmaya çalışılan İsrail’in kurulmasını engellediği için başına açılan belaların ve atılan iftiraların…
Hem Mustafa Kemal’in, topluma kasıtlı olarak yanlış tanıtılmasının, uzlaşma değil ayrışma ve kutuplaşma sebebi yapılmasının…
Hem de Erbakan Hoca’nın; başarısız olması için çırpınanların, İslam Birliği, D-8’ler ve ekonomide Havuz Sistemi gibi tarihi projelerinin akamete uğratılmasının…
perde arkasındaki asıl sinsi güçlerin SİYONİST YAHUDİ MERKEZLERİ olduğu gerçeğini sanki hiç bilmiyorlarmış veya bunlar uydurma komplo kurgularıymış gibi davranmaktadırlar!
Özetle:
Türklerin fıtratındaki-öz yapısındaki askeri marifet ve meziyetler, İslam Diniyle kalıcı medeniyetlere dönüşme şansı kazanmıştır. Milli Çözüm’e inanan bir Cumhurbaşkanı ve Milli Çözüm’e inanan bir hükümetin kurulmasıyla yeni bir devir başlayacaktır!
♦️II. Abdulhamit
♦️ Gazi Mustafa Kemal Atatürk
♦️ Prof Necmettin Erbakan
Bu önemli üç isme aynı doğrultuda bakmak.. Aynı şuur ve idrakle bu üç ismi, idrak etmek, bu topraklarda yaşayan insanlar için hele hele toplum önüne çıkan akil bir insan için, çok önemli bir kantar ve ölçüdür..
Çocuklarımıza ve bizlere “örnek Kahraman” diye asırlar öncesinde yaşamış, Aziz hatıraları bir kısım hayali kuruntulara bulaştırıp bir nevi masallaştırılmış ve gerçeklikten soyutlaşmış şahıslardan ziyade; günümüzde yaşayan, canlı tanıkları ve yol arkadaşları aramızda bulunan, tek başına başlattığı “imkansız” görünen tarihi ve talihli işlere kalkışan, kısaca medeniyet nehrinin önüne bent kurup akış yönünü değiştirmeyi Başaran Atatürk ,Abdülhamit, Erbakan gibi nice milli şahsiyetler tanıtılmalıdır. Ama maalesef bize ilham ve ümit olan tarihimiz yanlış ve eksikliklere ogretilince kahramanlarımız, onderlerimiz, sağcı solcu dinli dinsiz diye yakıştırmalar yapılarak kutuplaşmaya yol açıyor ….
Ahmet Akgül hocamızın yazdığı kitapları, makaleleri, okuyarak ,tarhimizi kültürümüzü, Dinimizi , öğrenelim kimliğimizi bulalım , …
Ahir zamanda imanı elde tutmak, kor ateşi elinde tutmak gibi olacak. Hadis-i Şerif
Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasını; Dünyayı yöneten, büyük İsrail’i kurmak isteyen Siyonistler ve yularlarını ellerinde tutup kullandıkları dönmelerden bağımsız anlatmak..
Erbakan Hocanın adını bile ağzına alamamak..
Siyonist Lobilerden “cesaret madalyası” alan, “BOP Eşbaşkanı” olduğunu 30 küsür yerde dile getirenler ve AKP hükümetinin tahribatlarını, net ve mert biçimde halka anlatmayan…
Zeka ve akıl farklıdır! Zeka, Allah vergisidir.
Akıl ise vicdan ile Allah’ın rızasını kazanmak, layıkıyla kulluk yapmaktır!
Zeka; vicdanı olmayan, zalimlerden korkan, imanı zayıf olan insanlarda tehlike arz eder ve doğrularla yanlışlar harmanlanır.
“Kur’an bir harita, akıl bir pusula, iman ise önümüzü aydınlatan bir fener hükmündedir!”
Prof. DR. Necmettin ERBAKAN
“Allah’tan başka kimseden korkmamak ve bütün zalimlere meydan okumak, İmanın zirvesi değil, imanın icabıdır!”
Zeka ile doğru yolu bulmak imkansızdır!
Mü’minler; harita, pusula, fener ve umutla zafere giden yolda ilerlerken, karanlıkta kalmış korkaklar;
Siyonist ve işbirlikçilerinden zarar görmemek için karanlıkta kalmaya razı olmuşlardır!
Bütün zalimlere meydan okuyan ve gerçeklere tercüman olanlardan, Allah razı olsun…
Mustafa Kemal Atatürk’ü tabulaştıranların da, haksız ve dayanaksız şekilde suçlayıp saldıranların da ötesinde; doğal ve normal yapısını ve üstün başarılarını tarafsız ve donanımlı bir bilim adamı duyarlılığıyla aktarılıyor olması (milli hassasiyetin göstergesi) ve ülke evlatlarının bu gerçekleri sindirebilir noktada olması Üstad Ahmet Akgül Hocamızın zaferidir.
Evet bugün TV’lerde, kitaplarda… profesörler, yazarlar… bu gerçekleri açıkça dile getiriyor ve halkımızın her kesiminde de yer buluyorsa bu tek kelime ile Üstad Ahmet Akgül Hocamızın zaferi ülkemizin en büyük kazanımıydı. Neden ülkemizin kazanımıydı? Çünkü artık (inşallah) toplum ayrıştırılıp, kapıştırılamayacak ve ülke düşmanları ellerini ovuşturamayacaklardı.
40 yıl önce bu gerçekleri ne sol ne İslamcı nede diğer kesimlere kabul ettirilmesi mümkün değildi, hatta hayal bile edilemezdi. Çünkü bedel isterdi ve Atatürk gerçeğinin yanlış anlaşılması Siyonizm, Türkiye’de manevra kabiliyetini kolaylaştırdığı için hassasiyetle üzerinde durduğu bir konuydu.
Üstad Ahmet Akgül Hocamız, Atatürk’ün doğru anlaşılması üzerine (40 yılı aşkın bir süre) yazdığı makale ve kitapların, Tv radyo konferans panel sohbet programlarının etkisi her geçen gün kartopu misali büyüyor, o fikir farklı aykırı gelse de; akla, tarihe, vicdana uygun olduğu için yüreklerde yer buluyor ve Siyonizm’in oyununu bozuyordu.
Fakat Üstad, Siyonizm’in en büyük çıbanını deşmesinin ağır bedellerini de ödüyordu;
Din istismarcısı ve Haçlı hizmetkârı sahtekârların yanında, Kemalist takılan Masonik kafalar da Üstad Ahmet Akgül Hocamıza şiddetle karşı çıkıyor, sayısız davalar açıyor, tehditlerle yıldırılmaya yalnızlaştırılmaya, Ergenekon’dan alınarak bir ömür içeride tutmaya… çalışıyordu.
Nafile “Hak gelince Batıl zail oluyor” ve artık Üstadın Atatürk’le ilgili yaklaşımları karşısında; yalan yanlış, uydurma, tarihe aykırı… fikirler tutunamayıp mağlup oluyordu ve artık Üstad Ahmet Akgül Hocamızın 40 yıl önce söylediği gerçekler bugün Türkiye’mizin konuya bakış açısı oluyor ve ülkemiz önemli bir alanda Siyonizm boyunduruğundan kurtuluyordu.
Üstad Ahmet Akgül Hocamıza sonsuz teşekkürü ve vefayı borç bilir, kendilerine ve sadık dava ekibine sonsuz şükranlarımızı arz ederiz.
Sn İlber Ortaylı Milli Görüş ve Erbakan bakış açısı dışında genel olarak meselelere objektif yaklaştığı açıktı. Elbette ideolojik yaklaşımı olacaktı ve vardı. Fakat bu konu da terazisi farklı çalışmaktaydı. Öyle olmasaydı okuduğu Abdülhamit ile yaşadığı Erbakan’ın tarifi farklı olmazdı. En olumlu tabirle, okuduğunu görmüş, yaşadıklarını fark etmemiş bile…
Türklük ve bunun diğer Moğollar’dan ayırt eden yanları objektif vurgulanmıştır.
Her kesin Kızıl Sultan diye yaftaladığı 2.Abdülhamit’i o günün şartlarını gözeterek mukayeseli şekilde yazmış takdire şayandı. Hele Osmanlı yöneticilerini tarif ederken onların geniş kültür ve bakış açısına sahip olduğunu ispatlaması ve o güne ışık tutması çok faydalı olmuştur. Atatürk dönemi ve özellikle CHP nin İmam Hatipleri niçin açıp yaşattığı konusu da önemliydi. Ve ‘Lakçi’ kesimlerin hiç bakmadığı şekilde aslında “İHL lerle alakalı ahlakın bozulduğu bir sistemde halkın geleneksel yöntemleri tercih etmesini ve gerekliliğini ortaya koymuştu. Fakat çağımızda yaşanan sıkıntıların aşımıyla ilgili öneri de getirememiştir. Mesela bozuk eğitim ve ahlaki düzeni konu bile etmemişlerdir. Halbuki bilim adamına düşen geçmişi analiz ederek mevcut ve muhtemel sorunlara çözüm üretmekti. Dolu ve akıcı uslubu da önemliydi
İlk paragraflarda da vurgulandığı üzere, çok eskiden beri şahsi kanaatimiz de bu yöndeydi.. Ortaylı ve akademik emsalleri olan olan kişilerin, her konuda rahat ve donanımlı yorum yapmaları, tarih okuması yapmalarının yanında, Kur’an’a, Hz Resulüllahın devlet ve cihad esaslarına ve İslamın içtihada dayalı;
♦️ Siyasi
♦️ Hukuki
♦️ İktisadi
♦️ İlmi
♦️ Ahlaki ve dini esaslarından, prensiplerinden neden habersizlerdi acaba?
Bu, çevresel faktörlere dayalı yetişme tarzından mıydı, yoksa akademik çevreyi de rehin alan Siyonist merkezlerin güdümünde olmanın bir göstergesi miydi?
Bizleri istikamet üzere barındıran Rabbimize sonsuz şükürler ederiz.
Bize bu hakikatlerin temelini öğreten başta Erbakan Hocamızı sonsuz selam ve rahmetle anar,Bize Erbakan gerçeğini, İslamın bir hayat disiplini olduğunu, ve her konuda her kesimin içinden, kimin ne olduğunu öğreten, gösteren Üstad Ahmet Akgül Hocamıza da sonsuz teşekkürü ve vefayı borç bilir, kendisine nice yıllar, sağlık ve afiyet içerisinde çok hayırlı devrimlere ve değişimlere, hizmet ve öncülük etmesini Rabbimizden niyaz ederiz.