YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
68524a1f0aabe
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 5 8 7
Bugün : 1634
Dün : 42338
Bu ay : 857717
Geçen ay : 1488216
Toplam : 38125390
IP'niz : 18.97.14.87

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

TARİKAT; İSLAM’I TİTİZLİKLE YAŞAMAKTIR

      

Tahminen 1972 senesiydi. Biz henüz 22 yaşlarında idik. Şeyhim Palulu Haydar Baba Hazretlerine: “Efendim, mevcut tarikat ve tasavvuf kitaplarının çoğu Nakşi prensiplerine göre yazılmış… Kadiri tarikatına, cehri (sesli) zikir edeplerine ve zâtıâlinizin öğretilerine uygun bir kitaba ihtiyaç duyuluyor” dedim. O da bize dönerek: “Öyleyse haydi bakalım, sen de böyle bir kitap hazırla” talimatını verdi. O sırada kitaplığım birkaç yüz ciltten ibaretti ve araştırma yapacak merkezlere uzak bir yerdeydim. “Görevini veren, himmetini de esirgemez” diyerek gayrete giriştim.

Cenab-ı Hak’kın lütfu inayeti, Hazreti Peygamber Aleyhissalatü Vesselam’ın ruhaniyeti ve şefaati, Pirim Gavsı Azam ve Şeyhim Haydar Baba Hazeratının manevi himmet ve bereketleri açıkça zuhur etmekte ve kitap hazırlığım kolayca ilerlemekteydi. Ancak tasavvuf ve tarikat ehli arasında, hakikati pek bilinmeden taklit ve hatta tehlikeli biçimde istismar edilen “Rabıta = kalbi irtibat” konusunu yazarken, yeterli kaynak elde edememiştim. İçimden; “Ah keşke sadece bu konuyu derinlemesine ve delilleriyle açıklayan bir kitaba ulaşsaydım…” diye geçirdiğim gecenin sabahı erken saatlerde lojmanımın kapısı çaldı. O gece yaklaşık 1 metreye yakın kar yağmıştı ve bütün yollar kapanmıştı. Kapıyı açtım, karşımda 50 yaşlarında nurani bir zât vardı. Ama hayret, üzerinde yolculuk ve yorgunluk alâmeti bulunmamaktaydı. Hemen içeriye buyur ettim, ama girmedi. Yola devam etmesi gerektiğini belirtti ve koynundan benim aradığım kitabın Osmanlıca orijinal halini çıkarıp: “İstanbul’dan filan zât, bu kitabı size hediye olarak gönderdi ve çok selam söyledi” diyerek hızla uzaklaşıp gitti. Sevinç ve hayretle karışık bir şaşkınlık içerisindeydim. Ta İstanbul’dan Elazığ’a ve oradan görev yaptığım Muratbağı’na, hem de hiç bir sıkıntı ve yılgınlık hali görülmeden, bu çok az bulunan kitabı bana getiren kimdi, gönderen kimdi? Her neyse, o kitap pek çok müşkülümü gidermiş, kafamı ve kalbimi meşgul eden sorular aydınlanıvermişti. Gerçi Rabıta’(Mürşidiyle manevi irtibatı ve tabi Hazreti Resulûllah’la ve Cenab-ı Hak’la muhabbet bağını) fiilen yaşamış ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde hakikatine varmış birisiydim. Çünkü Hacı Haydar Baba Hazretleri, “Tefekkür-ü Mevt” (ölümü ve kabri düşünme) dışında, en yakın kimseleri ve halifeleri dâhil, hiç kimseye RABITA vermedikleri halde, bize bu konuda özel bir izin vermiş, ancak rabıtayı fazla uzatmamamız gerektiğini tembihlemişti. Bazen onlarca km. uzaklıkta ve gece yarılarında, mübarek mürşidimle kurduğum zikir öncesi “feyiz rabıtasının” manevi zevkine dayanamayıp uzattığım olsa da, kendilerini ilk ziyaretimde “filan filan geceler, rabıtayı yine uzattın…” şeklinde hatırlatıp gülümserdi. Ve bize Seyyid Ahmedi Rufai Hazretleri’nin “El Burhan’ül Müeyyed” kitabındaki; “Bir şeyh, Dünya’nın en uzak beldesinde de bulunsa, bir müridinin kendisinin vesilesiyle Cenab-ı Hak’la ve Rasulûllah’la (SAV) rabıta ettiğinden anında haberdar olacak ve gerekli gönül köprülerini kurup manevi görüntü yollayacak hâlden ve kemâlden mahrumsa, kendisini rabıta ettirmesi haramdır. Çünkü şeytanın araya girip, çeşitli safsatalarla onu aldatması ihtimali vardır” uyarılarını sıkça hatırlatıverirdi.

Şeriat; ana cadde anlamındadır, Dinin temel ve genel esaslarıdır. Tarikat ise; ara yollar, hayra ve Hak’ka ulaştıran düsturlardır. Tarikat; şeriatı, yani İslami kuralları titizlikle yaşamak, olgun ve dolgun bir mü’min olma yolunda sürekli ve sistemli şekilde çabalamaktır. Nasıl ki fıkhi Mezheb‘ler Hz. Peygamber Aleyhisselam ve Sahabe-i Kiram Efendilerimiz döneminde fikren ve fiilen vardı, İslam Kur’an’ın ayetleri-öğretileri ve Resulûllah’ın Sünneti ve Hadisleri istikametinde yaşanırdı; ama bugünkü şekliyle sistemleşmesi ve kurumlaşması, sonraki asırlarda ve ihtiyaçlar doğrultusunda ortaya çıkmıştı… Bunun gibi tarikat ve tasavvuf ocakları ve okulları da, yine Asr-ı Saadet’te hâl ile ve ahlaken yaşandığı halde belirli kurallar çerçevesinde kurumsallaşması, sonraki asırlara rastlamaktadır. Zaten şeriat söz ve ESASTIR, tarikat ise ÖZ ve TATBİKAT’tır.

Tarikat ve Cemaatler, İslam’ın yayılmasında ve yaşanmasında tarihi ve talihli roller oynamış, manevi-ahlaki yapılanmalardır ve bunlar İslam toplumlarına-topraklarına hayat suyu taşıyan hizmet ve huzur kanallarıdır. Bu kanalların kurutulması, mü’min toplumların (İslami bağ, bahçe ve tarlaların) susuz kalmasına yol açacaktır. Ancak bu hayat kanallarına (tarikat ve cemaatlere) kirli ve zehirli fikirlerin karışması, istismar ve suistimale kalkışılması ve şeriat dairesinden çıkartılıp yozlaştırılması da, zaman zaman büyük manevi ve ahlaki tahribatlara, hatta birtakım siyasi ihtilal ve isyanlara yol açmıştır. Zahiri intisap ve batıni irtibat (rabıta) gibi sağlam bağlarla bir Şeyh’e teslimiyet damarı, bazı şeytani amaç taşıyanların işini kolaylaştırmıştır. Bu nedenle tarikat ve cemaatlerin ve tüm ahlaki ve DİNİ hizmet ekollerinin ADİL bir DÜZEN çerçevesinde ve tam bir olgunluk ve sorumluluk disiplini içerisinde yeniden yapılandırılması, otokontrol sistemi altında resmiyet kazandırılması kaçınılmazdır.

Tarikat ve Tasavvufun amacı:

Tarikat ve tasavvuf aynı anlamdadır. Resulûllah’ın ahlakıyla ahlaklanıp, Allah’ın rızasına ve rıdvanına (cennet yurduna) ulaşma çabasıdır. Tasavvuf; Cenab-ı Hak’kın, Hadis-i Kudsi’de buyurdukları: “Kulum farzları yapmak (haramlardan sakınmak) suretiyle Benim rızamı kazanır. Ama nafile ibadetlerle (ve her türlü kötülükten uzaklaşmak suretiyle) Bana öylesine yaklaşır ki, artık Ben o kulumun (düşünen beyni) konuşan dili, tutan eli, yürüyen ayağı (ve hareket eden bedeni) olurum” makamına ulaşmaktır.

Yani, Kur’an’a göre düşünmek, Resulûllah’ın izinden gitmek, her türlü sıkıntı ve saldırıya göğüs germek, yaratılış gayesine uygun olarak devamlı imtihan şuuru ve kulluk huzuru içinde hareket etmek ve bunların hepsinde sadece Allah’ın rızasını ve ahiret hayatını düşünmek olgunluğuna kavuşmaktır.

Tarikatın (tasavvufun) bazı temel prensipleri vardır:

1. Zamanı Değerlendirmek: Her konuda mutlaka HAK’tan ve hayırdan yana olmak, BÂTIL’dan ve barbarlıktan sakınmak şartıyla manevi yolculuğa çıkmış olan müridin, her an geçen zamanı değerlendirmesi, şükrü ve istiğfarı gerektiren hangi durumla geçmişse, onu bilmesidir. Mürid, bütün varlığı ile boş vakit geçirmemeye çalışmalı, bütün zamanını iyi değerlendirmelidir. Her zaman Hak’kı düşünmeli, O’ndan gafil olmamalıdır. Sözünü, işini ve bütün hallerini kontrol etmeli, hatta Allah Teâlâ’nın kendisini murakabe ettiğini hissetmeli, hayatına çekidüzen vermelidir.

2. Zikir Derslerine devam etmek: Mürid verilen dersin adedine riayet edip ziyadeleştirmelidir. Zikirden maksat, kişinin kendisini Hak’ka yaklaştıracak yalvarışa yönelmesidir.

3. Kalbini şehevi ve şeytani düşüncelerden temizlemek: Zikreden kimsenin gönlü, her zaman Allah’a karşı uyanık vaziyettedir. Bu sayede masivaya karşı duyulan aşırı sevgi azalıverir. Ayrıca kalbî vukuf, zikrin şuuruna ermektir. İnsan bu şuur sayesinde yaptığı zikrin faydasını görebilir. Aksi takdirde gayeye ulaştırmayan şuursuz tekrarlar, insana hiçbir yarar vermeyecektir. Bunun için özellikle günümüzde, açık saçık televizyon dizileri ve ahlaksız filmleri izlemek beyni körletir, kalbi kirletir. Çünkü kişinin seyrettikleri, onun fikrine dönüşmektedir. Gözün seyrettikleri, elbette gönüllere nakşedilmektedir. Bu yüzden; “Kişinin seyri, kalbinin fikridir.”

4. Daima huzuru gözetmek ve sorumluluğunu bilmek: Huzurla alınan her nefes, Allah Teâlâ’nın Hayy isminin bir tecellisidir. Nefes alış-verişlerinde gafletten uzaklaşmak, elbette çok zor bir iştir. Bu yüzden salikin bir taraftan tövbe-istiğfar ederek, gaflet hallerinden temizlenmeye çalışması da seyrû sülûku için gereklidir.

5. Önce kendi kusurunu görmek ve düzeltmek: Salik varlık meşgalelerini tamamlamak için gayret sarf etmeli, imanını yakine ulaştırmak için meşakkatlere göğüs germelidir. Önce kendi kusurlarını düzeltmeyen başkalarına olumlu örnek sergileyemeyecektir.

6. Halktan Hak’ka sefer etmek: İnsanın kötü huylardan ve beşerî sıfatlardan sıyrılıp güzel huylara yönelmesi, insani sıfatlardan, melekî sıfatlara sefer etmesi, ahlâkî olgunluğa eriştirecektir. Dervişlerin feyiz alabilecekleri bir kimse buluncaya kadar şeriat çizgisinde yürümesine, sefer etmesine de bu isim verilmiştir. “Sefer der vatan”, salikin halk âleminden, Hak âlemine seferidir. “Hz. İbrahim, ben de doğrusu Rabbime gideceğim, dâr-ı küfürden hicret edeceğim. O bana yol gösterir” (Saffat: 99) ayeti de buna işarettir.

7. Zahirde halk ile bâtında Hak ile olma gayreti göstermek: Dervişin, maddî varlığı halk ile meşgul olurken, gönlünün Hak ile huzur etmesidir. Bahâeddîn Nakşîbend (KS); Nakşibendi tarikatının halvet der encümen temeli üzerinde kurulduğunu söyleyerek, bunun önemini belirtmişlerdir. İnsanın kalbi, zikir sayesinde son dereceye ulaştığı zaman, daimî zikir hâli meydana gelir. Yapacağı her işte Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmaya yönelir. Bahâeddîn Nakşibend’in (KS): “Halvette şöhret, şöhrette rağbet, rağbette afet vardır” sözü, ayrıca “Hayır cemiyettedir, cemiyet sohbettedir” tavsiyeleri önemlidir.

8. Diliyle ve kalbiyle devamlı zikretmek: İnsanın, murakabe mertebesine ulaştıktan sonra nefy ve ispatı belli bir miktar dille söylemesi ve Kelime-i Tevhide devam etmesi kalbini harekete geçirir. Nefy ve ispattan meydana gelen Tevhîd, dudaklardan riyâsız dökülürse, kalbi parlatıp masivadan temizletir.

Pirim Gavsi Geylani ve Şeyhim Haydar Baba Hz.leri ise, Tevhîd kelimesini şu tarzda açıklamıştır: “Lâ ilâhe” (nefy) kâinatta O’ndan gayrı hiçbir İlâh olmadığının ilanıdır. “İllâllah” (ispat) gerçek Ma’budun ancak ve yalnız Allah (CC) olduğunu ispattır. “Muhammedü’r-Resulûllah” kendini “fettebiûnî – Bana tabi olunuz” makamına ulaştırmaktır. Tevhîd kelimesinin hakikati de, mâsivâyı (Allah’ın dışındaki her mahlûkatı) kalpten çıkarıp, sadece Cenab-ı Mevla’ya yönelmektir.

9. Allah’ın rızasını en büyük kazanç bilmek: Nefy ve ispat zikrini yaparken sürekli “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” cümlesindeki manayı düşünmektir (yani Ya Rabbi, benim maksadım Senin rızana erişmektir). Bu düşünce nefy ve ispatın manasını kalbe nakşedecektir. Zikredenin gönlünde Tevhîd sırları parlayıverir, böylece halkın varlığı gözlerden silinir ve maksûd olan gerçek Vâhid zahir hale gelir. Ayrıca bu kelime, rücû’a işarettir. İnsan zikir hâlinde, Allah Teâlâ ile beraberdir; yani Allah Teâlâ o anda zikredenin celîsidir (beraberdir). Bu hâl, vuslatın tahakkukuna götürecektir (vâsıl-ı ilallah).

10. İyi halini muhafaza etmek: Zikir yapanın nefy ve ispatın manasını düşünerek, kalbine sürekli sahip olması gerekir. Böylece kalbi, nefsanî düşüncelerden ve şeytani vesveselerden kurtarmak ve korumak önemlidir. Çünkü şeytan ve nefis; insanı, ölünceye kadar terk etmeyecektir.

Şeyh Ebû Bekir Kettânî (KS) der ki: “Kırk yıl, kalbimin kapısında bekçilik ettim ve ona Allah Teâlâ’nın gayrının girmesine izin vermedim, ama hâlâ nöbetteyim.”

Şeyh Ebu’l Hasan el Harkânî (KS): “Kalbim kırk yıldır Allah Teâlâ’ya nazırdır ve orada O’ndan başkasına yer kalmamıştır, ama şeytan ve nefis halâ fırsat kollamaktadır.”

Bir Hak dostu: “On yıl kalbime bekçilik ettim (onu mâsivâdan koruyuverdim), kalbim de bana yirmi yıl bekçilik etti (beni mâsivâdan koruyuverdi), ama ölünceye kadar görevimiz bitmeyecektir.”

Ubeydullah Ahrâr (KS) der ki: “Havâtırdan muhafaza olmak demek, kalbe hiç hatıranın girmemesi demek değildir. Gelen hatırayı kalpte tutmamak gerekir. Akan suya dökülen otlar, yapraklar nasıl suyun seyrine mâni olmazsa, kalbe gelen hatıralar da böylece zikre ve huzura mâni teşkil etmeyecektir.”

11. Derinliğine ve hikmetle düşünmek: Kur’ani hikmetleri, Nebevi öğütleri ve pirlerin öğretilerini derinliğine anlamaktan ibarettir. Bu da Allah Teâlâ’yı devamlı düşünmek, hatırdan mâsivâyı gidermektir. Kâinattaki sınırsız çoklukta, İlâhî vahdâniyyeti müşahede etmektir. Derler ki, bütün bu özellikleri, güzellikleri yazmak, okumak ve bilmek hüner değildir, hüner bunları tatbiktir. Konevî (KS) Hazretleri nasihatinde, dünyayı terk etmeyi ve kanaati tavsiye etmiş, herkesi kendinden efdâl ve ahyar görmek gerektiğine de ehemmiyetle işaret etmiştir. Nitekim Şâh’ı Nakşibend Hazretleri de, “Nefsini Firavun’un nefsiyle aynı görmeyen bu tarikata azimet edemez, etse de ilerleyemez” demişlerdir. Ve zaten Kur’an-ı Kerim’deki; kâfirlere, zalimlere, hainlere, gafillere ve cahillere yönelik bütün ayetleri kendi nefsine hitaben okumayan ve nefsinin bu kötülük ve kirlerinden arınmaya çalışmayan, maksuda ve Mevla’ya erişemeyecektir.

Seyr-ü Süluk’un anlamı ve amacı:

Seyr; Arapça gitmek, Süluk ise; bir yola ve bir oluşuma dâhil olup girmek demektir. Buna göre tasavvuftaki Seyr-ü Süluk; manevi olgunlaşma yoluna girmek ve bu yolda dikkatle ve sebatla yürümek anlamına gelir. Bir Mürşid-i Kâmil’in nezaretinde; kalben ve ruhen gaflet ve günah kirlerinden temizlenip, kesretten vahdete yöneliştir. Allah’ın rızasına ve rıdvanına erişmek üzere kalbini herkesten ve her şeyden arındırarak, Yüce Hazret’e çevirip çaba göstermek üzere çıkılan manevi yolculuk süreci Seyr-ü Süluk olarak nitelendirilir.

Seyr-ü Süluk dört merhaledir:

1. Seyr-i İlellah (Allah’a doğru manevi yolculuk başlatma): Nefsi ıslahla ve zikrullahla takvaya ve itminana ulaşma.

2. Seyr-i Fillah (Allah için ve O’nun rızası ve kuralları içinde yol alma): Nefisle ve şeytani dürtülerle ve her türlü küfür ve kötülükle, sürekli ve disiplinli bir mücahede sonucu ufuk-i A’laya ve Yüce Mevla’ya kavuşma.

3. Seyr-i Maallah (Allah ile beraber, O’nun inayeti sayesinde manevi miraç yapma): Her an Allah ile olma “Nerede olursanız olunuz, O sizinle beraberdir” (Hadid: 4) hazzına ve huzuruna vasıl olma. O’nun davasını güderek ve rızasını gözeterek “Gabe gavseyni ev edna” “İki yay (çakışması) kadar veya daha yakın…” (Necm: 9) sırrına ve sınırına varma…

4. Seyr-i anillah (Allah’tan yani Kur’an’dan ve Resulûllah’tan alıp öğrendiklerini, O’nun kullarına iletmek ve eğitmek üzere bu sefer Hak’tan halka doğru yol alma): Allah adına ve O’nun rızası doğrultusunda insanları ıslaha ve irşada çalışma.

Halkı ıslah ve irşad ise iki basamaktır:

1. “Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” yapacak şuurlu ve sorumlu bir çekirdek kadro oluşturmak.

2. Bu kadro sayesinde ülkede, bölgede ve yeryüzünde Adil bir Düzen kurup bütün toplumun hidayet ve istikamet bulmasını sağlamak. Böylece, nefret ve adaveti kaldırıp muhabbet ve adaleti hâkim kılma yolunda çabalamak. Ve bütün bunları yaparken, zalim ve hain yönetimlerin zahmetine, gafil ve cahil kesimlerin ise hakaretine Allah için katlanmak.

Yani Tasavvuf; kalben saflaşmak, zahiren de küfür ve kötülüklerle savaşmaktır.

Tasavvuf; sürekli ve sistemli bir zikrullah, fikrullah ve şükrullah sayesinde, aklen ve kalben Cenab-ı Hak’ka yaklaşma ve rızasına ulaşma sanatıdır.

Tasavvuf; “iman”ı; “ihlâs” ve “ihsan” mertebelerine taşımanın diğer adıdır. Böylece daima İlâhî müşahedenin, yani manevi kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, daimi bir şuur ve huzur kazanmaktır.

Tasavvuf; hayvani ve şeytani duygulardan ayrılıp arınma ve hakiki insan olma disiplinidir. Allah’tan uzaklaştıran her şeyden sakınarak “takva”ya erişme sistemidir. Nefsanî ihtirasları dizginleyip ruhani istidatları inkişaf ettiren bir manevi terbiyedir. Tasavvuf; Peygamber Efendimize vâris olmuş gerçek mürebbilerin ve Mürşid-i Kâmil’lerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği manevi bir mekteptir. Tasavvuf; nefsi dürtülere ve şehevi düşüncelere karşı sürekli ve sistemli bir mücadeledir.

Tasavvuf; her halde İlâhî takdire rıza göstererek, Allah ile daima dost kalabilme marifetidir. Hayatın cilveleri ve acı-tatlı sürprizleri karşısında, itidali koruyabilmektir. Varlıkta şımarmayıp, yoklukta daralmamak demektir. Başa gelen cefaları; İlâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine bir tezkiye (manevi arınma) vesilesi kılabilme gayretidir. Şikâyet ve sızlanmayı unutarak daima hamd ile şükreden “güzel bir kul” olabilme maharetidir.

Tasavvuf; maddî-manevi bakımdan kendini geliştirmiş mü’minlerin, empatik ve sempatik bir yaklaşımla mahlûkata yönelerek, onların mahrumiyet ve mağduriyetlerini telafi mesuliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin fıtri ahlak hâline gelmesidir.

Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’le hemhâl olabilmek, İlâhî ve Nebevî talimatları kalbî derinlikle idrak edip hayatın her safhasında uygulamaya girişmektir. Hâsılı tasavvuf; Allah Resulû’nü aşk ile yakından tanıyabilme, O’nun yüce karakter, şahsiyet ve ahlâkından nasip alarak, dini; özüne ve ruhuna uygun bir tarzda, vecd içinde yaşayabilme gayretidir. Bu nevi düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’an ve Sünnet’ten almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izafe edilirse edilsin- bâtıldır, şeytanidir.

Dinin deruni ve ruhani ciheti, marifet ve takva derinliği olan tasavvufî yönü ihmal edildiğinde, geriye kuru bir kaideler manzumesi ve taklitçi bir şekilcilik kalıverir. Bununla birlikte, bilhassa günümüzde tasavvufî neşveye sahiplik iddiasıyla arzı endam eden bazı çevreler gibi, her şeyi bâtınî hükümlerden ibaret görüp dinin zahiri hükümleri diyebileceğimiz Şeriat’ı hafife almak da, tasavvufun hakikatinden uzaklığın açık bir göstergesidir. Bu gibi kimselerin; “Kalbin temiz olsun da, amelin az olsa da olur(!)” şeklinde, nefsanî tavizlere kapı açan anlayışıyla, Şeriat’ın hadimi olan gerçek tasavvuf yozlaştırılmaya gayret edilir. Örneğin, Mesnevî-i Şerif’in ruhundan uzak bazı kimseler tarafından, Mevlevîliğin vecd ve takva tarafı ihmal edilerek, aslı zikir olan sema, âdeta şov maksatlı bir folklor gösterisi ve orkestra eşliğinde icra edilen bir musiki meclisi hâline getirilmektedir.

Bütün Allah dostlarının feyiz kaynağı Kur’an ve Sünnet olmaktadır!

Ayrıca, bütün Hak dostları gibi Mevlâna Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz ki Kur’an ve Sünnet’tir. O, bu hakikati bir rubaisinde bütün cihana şöyle ilan etmektedir. “Canım var oldukça ben Kur’an’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed Sallâllahu Aleyhi ve Sellem’in yolunun toprağı yerindeyim. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikametin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.” Bu beyanıyla Mevlâna Hazretleri kendisini açıkça; “Kur’an’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun takipçisi ve hizmetçisi” olarak takdim etmektedir. Yani pergelin sabit ayağının daima şeriata bağlı kalacağını, hayatını Kur’an ve Sünnetʼin talimatlarına göre tanzim etmeye çalıştığını açıkça beyan etmektedir. O hâlde Kur’ani hükümlerle ve Sünnet çizgisinde amel etmeden, Hazret-i Mevlâna’nın yoluna mensubiyet iddiasında bulunmak, evvelâ Hazretʼin aziz ruhunu incitecektir.

Tasavvuf; kuru laf ve edebiyat değil, icraat ve tatbikat ocağıdır!

Tasavvuf olsun, tasavvufun içindeki yöntemler olsun, bir amaç değildir, ihlâsı kazanmak için bir araç yerindedir. Asıl olan (Şeriat’ın) Kur’an-Sünnet’in kendisidir ve İslam’ı titizlikle ve içtenlikle yaşamaktır. Tasavvuf; kuyumcu dükkânının yanındaki, oyuncakçı dükkânı değildir. Kuyumcu dükkânının önündeki kırmızı halılarla döşenmiş korkulukları, çok süslü merdivenlerdir… Merdiven ve halılı yol, insanı o kuyumcu dükkânına götürür ve manevi zenginliğe yetiştirir… Dükkândan dışarı çıkarak merdivenin başına gelen ve bizim elimizden tutarak, merdivenleri çıkmamıza yardım eden ve (Kur’an- Sünnet) dükkânının içine götüren kişi ise Mürşid-i Kâmil’dir.

Maliki Mezhebi’nin İmamı, İmam-ı Malik (RA) şöyle buyurmaktadır: “Kim tasavvufun öğrettiği ahlak ve manevi hal ilmiyle yetinip fıkıh öğrenmese, dinden çıkarak sapıtabilir. Kim de fıkıhla yetinir, ahlak ve manevi halleri öğreten tasavvuf ilmini öğrenmese, büyük günahları işleyip fasık olabilir. Her iki ilmi öğrenen kimse ise gerçek Müslümanlığa erişir.”

İmam Şafii (RA) ise şunları hatırlatır:

“Hem fakih ol hem mutasavvıf, sakın birisiyle yetinme.

Bu sana Hak için bir nasihattir, dostum incinme.

Sadece fakih olanın kalbi katı olur, tadamaz takvayı

Öbürü de cahil kalır, nasıl yapar ıslahı.”

Ayrıca; şu mutasavvıfların meclislerinden ne istifade ettin? diye sorulunca, İmam Şafii (RA) şöyle yanıtlamıştır: En fazla şu sözlerden istifade ettim. Vakit bir kılıçtır, sen onu kesmesen o seni kesecektir. Yani; sen vakitten istifade etmesen, o senin ömründen bir parça alıp götürecektir. Sen nefsini hayırlarla meşgul etmesen, o seni kötülüklerle meşgul edecektir.”

İmam-ı Azam Ebu Hanife (RA): “Ömrümün son iki yılı Cafer-i Sadık’a müntesib olmasaydım helak olmuştum” buyurmuşlardır.

İmam Ahmed Bin Hanbel’in (RA): “Mutasavvıflar, bildikleriyle amel ederek manen bize üstünlük sağlamışlardır. Bizler ise zahiri ilmi belki onlardan daha iyi biliriz ama onlar Allâh-u Taâlâ’yı bizlerden daha iyi tanımaktadır” itirafları anlamlıdır.

Bazı insanlar sıklıkla ve kafaları karıştırmak maksadıyla şunu sormaktadır: Asr-ı Saadet döneminde tasavvuf, tarikat ve şeyh var mıydı?

Evet; şeyh, mürşid, tarikat ve tasavvuf kelimeleri Asr-ı Saadet döneminde yoktu, fakat bunlarla anlatılan her şey vardı ve fiilen yaşanırdı… O devirde iman, ihlâs, ibadet, amel, takva, edep, hizmet gibi dinin bütün emirlerinin üzerinde aynı derecede duruluyor ve gereği yapılıyordu. Zaten tarikatın aslı da bunlardı. Ancak, zaman içinde ümmet belirli vazifeleri yerine getirirken, birçok İlahi emri ya ihmal ya da terk etmeye başlamıştı. İşte ihmal edilen bu vazifelerin başında, kalbe ait ilimler, edepler, hal ve ahlaklar geliyordu. Namaz, hac, zekât, oruç ve kurban gibi zahirdeki ibadetlere sahip çıkılıyor, fakat yakin, ihlâs, huşu, huzur, rıza, zikir, şükür, sabır, tevekkül, tefekkür, murakabe gibi kalbe ait ibadet ve ahlaklar üzerinde pek durulmuyordu. Yine Müslümanlar genellikle içki, kumar, hırsızlık, faiz, rüşvet, yalan gibi görünen ve bedenle yapılan günahlardan uzak durmaya çalışıyordu. Fakat çoğunluk kibir, haset, benlik, gösteriş, gaflet, aşırı dünya sevgisi, ölümü unutma, İlahi rahmetten ümidini kesme, halka bel bağlama, eşya ve varlığa güvenme, tövbeyi terk, kader ve kazaya itiraz gibi kalple işlenen ve görülmeyen büyük günahlara gerekli duyarlılığı göstermiyorlardı. İşte gerçek sufiler, rabbani âlimler, kâmil mürşidler bu eksikliği tamamlamak, Müslümanları gafletten uyandırmak, dışı gibi içini de güzelleştirip olgunlaştırmak ve dini ihlâsla ve tamamıyla yaşamak için tarikat terbiyesine başladılar.

Tasavvuf, baştan sona edep öğretisidir ve terbiye mektebidir. Sevgi merkezi ve hizmet ocağı gibidir. Kur’an ve Sünnet edebinin kalbe işlendiği, hayata nakşedildiği bir sistem ve yöntemdir. O sistemde kâmil insan yetişir, Allah dostluğuna erişilir, İlahi aşk tadılıverir, insanın kalbi işletilir, ruhu terakki ettirilir, nefsi arındırılıp huyu güzelleşir, kısaca insan melekleşir. İşte böyle bir insan yeryüzünde Yüce Allah’ın halifesi ve şahidi makamına yükselir. Şu nokta inkâr edilemez bir gerçektir ki; insan usta bir marangozun yanında staj görmeden bu mesleği öğrenemez. Marangozlukla ilgili aletleri eline alıp onlar gibi ustalıkla kullanmayı beceremez. Bunun için mutlaka usta bir marangozun yanında çalışmak ve mesleğinin inceliklerini öğrenmek gerekir. Terzilik ve diğer sanatlar da aynı bunun gibidir. Onların da araç ve gereçlerini kullanmak için ustasına ihtiyaç hissedilir. Bundan dolayıdır ki tasavvufu anlatmak yetmez, yaşamak lazım ki içindeki lezzetin ve maneviyatın ne olduğu bilinsin, bunun da üstadı Mürşid-i Kâmil’lerdir.

Özetle tasavvuf; Allah-u Zülcelal’in istediği mü’min sıfatlarına bürünmek ve Allah-u Zülcelal’in azim bir ahlakla donattığı, Hz. Peygamber’in (SAV) ahlakı ile ahlaklanmaya çalışmaktır. Çünkü tasavvuf, İslam Dininin üzerine inşa edildiği üç temel mefhumdan biri olan “İhsan”ı amaçlamıştır. O halde “İhsan”ın ne olduğunu anladığımız zaman, tasavvufun özünü ve gayesi de daha iyi anlaşılacaktır.

Hz. Peygamber’in (SAV) ifadesiyle; “İhsan; Allah’a, sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet ve hareket etmendir. Zira sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor” idrakiyle yaşamaktır. Aziz Erbakan Hocamız ise: “İhsan; Hak’kı hâkim kılma görevinde ve İslam ahlakını yaşama gayretinde dikkat ve titizlikle çalışmak, kendi sorumluklarını özenle ve en iyi şekilde yerine getirmeye çabalamaktır” buyurmuşlardır.

Hz. Peygamber’in (SAV) açıkladığı bu ihsan makamı, manevi huşu ve huzur içerisinde Allah-u Zülcelâl’e kulluğa ve kalbin arınmasına işaret buyurmaktadır. Bundan dolayı, ihsan makamı olmazsa dinin bir kısmı eksik bırakılmış olacaktır.

Şöyle ki; ihsan tavsiyesiyle, kulun bütün ibadet ve kulluk görevlerini yerine getiren, yani hayatının her anında, Allah-u Zülcelal’in kendisini gördüğünün, işittiğinin ve bildiğinin şuurunda olması gerektiği hatırlatılmıştır. İşte, kişinin bu ihsan halini bozan sebepler; şeytanın iğvaları, nefsin arzuları ve dış dünyanın tahribatıdır. Bu tesirlerden kurtulma yolu ise bunların sebeplerini, insana nasıl tesir ettiklerini ve bunlara karşı ne gibi tedbirler alınması gerektiğini; kısaca bu marazi durumun teşhis ve tedavisini bilmek lazımdır. Şüphesiz ki bunlar bir Müslüman için en önemli konulardır. Zira kulluğun temel mihengi, her yaptığını, her anını Allah rızası için yapmaktır. İşte, bu da tasavvuf ilmini ve tarikat terbiyesini gerekli kılmaktadır.

Burada denilebilir ki: “Kişinin ihsanı yaşamasına ve ihlası kazanmasına, yararlı ve zararlı olan tesirleri, Ayet, Hadis ve âlimlerin kitaplarından öğrenip teşhis ve tespit edebiliyoruz.” Evet, bu bir yere kadar doğrudur. Ancak, bu marazları tedavi etme usulü ve kurallarını inceleyen ilim olan tasavvuf olmadan çok zordur. Zira bir tasavvuf mütehassısı olan Mürşid-i Kâmil; hem bu konulardaki Zahiri ilmini, hem tecrübelerini ve hem de Bâtınî yolla Allah-u Zülcelal’in verdiği manevî ilmi kullanarak, kişiyi tedavi etmeye çalışır. Tasavvufun, birer sistematik okulu haline getirilmiş yapılar ise tarikatlardır. Öyleyse tarikat; Hz. Peygamber’in (SAV) sünnetine sımsıkı bağlanmak, Hz. Peygamber’in (SAV) ahlakı ile ahlaklanmak, Ehli Sünnet vel Cemaat akidesine sımsıkı sarılmak, Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas dediğimiz, İslam fıkhının dört ana esasının dışına çıkmamak, sürekli Allah-u Zülcelal’i zikretmeye koyulmak, en faziletlisi; “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir” (Hadid: 4) ayetlerine uygun olarak daimi bir huzur ve murakabeye ulaşmaktır.*

 

*(Kitap: Tarikatların Hizmet Sahası ve Islahı / Ahmet Akgül)

 

 

0 0 oy
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Picture of Rahmet PAKGÜL

Rahmet PAKGÜL

Abone Ol
Bildir
6 Yorum
En Yeni
En Eski En Çok Oylanan
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle

Asıl mesele…
Allah razı olsun. İhtiyaç ve iştiyak duyulan bir konuyu çok sade ve dolu şekilde ele almışsınız.

Aslında bugün müslümanların ya ahlaki olgunluktan yani doğru tasavvuf yaşantısından ya da şeriattan uzak bozuk tarikatlardan kaynaklı geldiği durumun teşhisi ve çözüm önerisi sunulmuş makalede.
Oysa bir Müslüman biraz tefekkür etse bu hakikatlere yaklaşacaktır.

Nasıl ki bir TV direkt uydudan yayın alamıyor bir anten, istasyon veya özel aparata ihtiyaç duyuyorsa her müslümanın da doğru frekansı ve görüntüyü alabilmek için bir rehbere, mürşide ihtiyacı vardır.
Nasıl ki sadece okulda alınan teorik ilimler pratikte doğrudan uygulanamıyor ve tecrübe istiyorsa, şeriatı hayata geçirebilmek için tasavvufa ihtiyaç vardır.
Nasıl ki okumak ile anlamak; anlamak ile uygulamak; uygulamak ile yaşamak, yaşamak ile yaşatmak aynı değil ise tıpkı bunun gibi fıkhi kaideleri öğrenmek ile hayata geçirmek arasında aynı ehemmiyette fark vardır.

Hasılı Elest Bezmi’nde tüm ruhların Allah’a verdiği söz bu dünyaya geliş biletimizdir. Şehadet ise sınava tabi tutulma hakkı veren sınava giriş belgesidir. Şeriat bu sınavın klavuzu tasavvuf ise sınav performansını ölçen bir değerlendirmedir. Yani yoruma dayalı sınav soruları için fıkhi bilgileri kullanarak tasavvuf ile çözmeye çalışan çözüme ve başarıya daha yakın olacaktır.

Bu süreçte Elest Bezmi’nde verilen söz aslında bir hedeftir, hedef kul olabilmek ve rıza-i ilahiyi kazanabilmektedir. Zaman ve mekan yani beden sınırı ile kısıtlanan ruhlar yani verdiği sözü yerine getirdiği ölçüde “kul” olabilecek ve o ölçüde ruh zaman ve mekan kısıtlarını esnetebilecektir.

Özün özü, defalarca makalede zikredildiği üzere asıl mesele şeriatı yaşamaktır, müslümanı papağandan ayıran özellikte budur. Aynel yakin, ilmel yakin ve hakkel yakin süreci de hakiki tasavvufla şeriatı yaşamakla elde edilcektir.

Mücadele yolu
Rabbimiz bizleri ibadet eden bir kul ve yeryüzünde hakkı ve adaleti tesis edecek halifeler olarak yaratmıştır. Bu esnada üzerimize yüklemiş olduğu ibadet esaslarının hikmetli taraflarından birisi de ibadet ile bedeni ve kalbi disipline olup Mevlamıza yönelmiş olan kulun, yeryüzünde fitne ve fesat çıkaranlara karşı korkusuzca bir duruş sergilemesi ve Adil Düzen’i kurabilecek imkanları aramasıdır. Bu disipline olma sürecinde tasavvuf olgusunun ehemmiyeti net bir ifade şekilde ifade edilmiş. Burada bize düşen cihat nedir bilmeden, Hak, adalet, iyi ve doğru için çalışmaktan korkan ve şeytani odaklara kukla olmuş tipleri ayırt edebilmek ve onlardan uzak durarak bu mücadele yolunda ömrünü vakfetmiş mübareklerin peşinden soluksuz koşmaktır.

Ya Hak sözü bin sahtenin içinden duyup tabi olacağız. Ya da Allah korusun Zuhruf 36 ve 38 ayetlerin muhatabı olacağız.
Zahiri intisap ve batıni irtibat (rabıta) gibi sağlam bağlarla bir Şeyh’e teslimiyet damarının, şeytani amaç taşıyanlar tarafından istismar edildiği açık bir gerçek. Etrafımıza baktığımızda bu hakikati istismar eden FETÖ, Cübbeli, Müslüm, Ali Kalkancı, Haydar Baş, Adnan Oktar, IŞİD gibi insanımızı aldatan hatta Yahudi’ye hizmetkar eden irili ufaklı sayısız örnekleri her birimizin sırlaması mümkün. Hatta birçoğunun fikirlerindeki paralellik, sapıklık, yobazlık sosyal medyaya, tv ekranlarına yansıdı. Asıl şaşılacak; Kuran’ı Kerime, Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatına, akla ve vicdana açık açık ters oluşumlara hayret verici akıl dışı bağlılık. Makalemizden anlıyoruz ki Şeytanın şaheseri Siyonizm toplumları batıla yönlendirmede tarikatı ve tasavvufu da kullanmakta. Makalemizden yine anlıyoruz ki yanlış olan tarikat ve tasavvuf değil, şeytani düşüncelere sahip kişilerin, tarikat ve tasavvufu kullanmalarına müsaade eden sisteme müsaade etmektir. Kesin çözümü ise; DİNİ hizmet ekollerinin, ADİL bir DÜZEN çerçevesinde ve tam bir olgunluk ve sorumluluk disiplini içerisinde yeniden yapılandırılmasıdır. (Ayrıntılı bilgi için Üstat Ahmet Akgül Hocamızın “Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya” kitabında mevcuttur.) Asıl şaşılacak olan; bırakın Müslümanlığı, insan olma erdeminden uzak kişilere mehdi, Hz. İsa, zamanın kutbu, Peygamberimiz Efendimizle istişare etmeden hareket etmeyen şeyh, gibi asılsız yakıştırmaların yapılması ve sonucunda ölesiye fedakârlıklar; malum İşit için gidip de dönemeyenler, Fetö uğrunda bir ömrü heba edenleri her birimiz yakinen görüyor, duyuyoruz. Asıl vurgulamak istediğim; Batıl için bu fedakarlık yapılırken bir ömür hidayet üzerinde olduğu aşikar olan, Kuran’a Resulullah’a bağlılığı ve bu uğurdaki gayretleri net olan, zaman görüşlerinde hep haklı çıktığını ispat etmesiyle istikameti ispat olunan, tüm insanlığın kurtuluş reçeteleri olan Adil Düzen için ömrünü vakfeden Aziz Erbakan Hocamızın en sadık takipçisi Üstat Ahmet Hocamıza bağlılık nasıl olmalı. Allahu alem tarikat ve tasavvuf böylesine kutlu şahsiyetleri görmeyi gereğini yerine getirme erdemini de anlatıyor ve öğretiyor.
Ayet-i Kerimenin Buyurduğu gibi:
“(Artık) Her kim Rahmanın zikrini (Kur’an’ı Kerim’i) görmezden gelir, (yüz çevirip başka şeylere) yönelirse, Biz, (insan suretli bilgiç sanılan) bir şeytanı, üzerine kabuk gibi sardırıp bağlatırız (onun kötü emellerine uşak yaparız.) Artık bu (şeytan), onun yakını (ve yararlanıcısıdır). “ (Zuhruf Suresi – 36. Ayet)
“Sonunda (ahirette) Bize geldiği zaman (kendilerini kandırıp kullananlara) : “Keşke benimle senin aranda iki Doğu (Doğu ile Batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın-dost (muşsun sen) ” deyip (suçlayacak ve pişmanlık duyacaktır) . (Zuhruf Suresi – 38. Ayet)
Ya Hak sözü bin sahtenin içinden duyup, Hak rızası ve fıtratın gereği Hakka tabi olacağız, ya da doğruları görmezlikten, duymazlıktan, anlamazlıktan gelerek veya gaflet ederek sorumluluklarımızı kuşanmadığımızdan Allah korusun Zuhruf 36 ve 38 ayetlerin muhatabı olacağız.

Yozlaşmayı bırak
İslami değerleri ve tasavvufi prensiplere sadık kalarak ve çevre şartlarına ve insanların ihtiyaçlarına uygun olarak yeni kurum ve kuralları oluşturmak tasavufi ahlak ve anlayışı hayatın her kademesinde yaygınlaştırmak bugünkü toplumsal yozlaşmadan ve birbirimize yabancılaşmadan kurtulmamız için çok hayırlı bir adım olacaktır ilahiyat profları aydın ve araştırmacı geçinen yazar ve yorumculara düşen de sadece kötü örnekleri ve yetersizlikleri eleştirmek değil tasavvufun Kurani temelleri ve çağdaş gereklere göre nasıl yeniden yapılanıp yaşanabileceğini ortaya koymak ve insanlarımızı ilmen ve ruhen aç bırakan ve istismarcıların tuzağına atan bugünkü Şartların ortadan kaldırılmasına öncülük yapmaktır tasavvuf erbabına ve gönül yolcularına düşen ise böylesi seviyesiz ve sorumsuz saldırılara bahane olacak yanlışlık ve yozlaşmalara fırsat vermemek Yobaz ve yabani bir tavır Sergilememek ve her yönden bilgili bilinçli becerikli ve bereketli insanlar olduğumuzu kanıtlamaktır bizleri her konuda egiten Milli çözüm yazarlarımıza ve üstadımız Ahmet akgül hocamıza canu gönülden teşekkür ederiz

CİHAT HAREKETİ ve HİKMET OCAĞI!..
Nefsi ve toplumsal terbiye ve terakki için büyük-hayati önem taşıyan,bu kıymetli kurum ve hizmetlerin; günümüzde çoğunluğunun malesef dejenere olduğunu!.. Ve ISLAH yerine İFSAD merkezleri haline getirildiğini-getirilmek istendiğini acıyla müşahede ediyoruz!…

Hayatın tüm yönleri ile beraber ISLAH edilip nizamına sokulması,saadetin sağlanması projesi olan”ADİL DÜZEN” çalışmalarında ,bu çok önemli ihtiyaca cevap verecek”DİNİ VE AHLAKİ DÜZEN”in esaslarıyla hazırlıkların yapılmış olması, çok büyük bir olaydır!..Böylelikle İslam Vadi ve ovalarına temiz su taşıyan kanallar,her türlü zehir ve atıktan korunmuş olacak,kitleler temiz ve sağlıklı kalacak;oluşturulan YETKİ ve SORUMLULUK sistemi sayesinde, bu kurumların toplumun ıslahı noktasında daha işlevsel olmaları sağlanmış olacaktır!

Tüm insanlığın saadetini amaçlayan bu kutlu çalışmaların hizmetkarları olan sadık Milli Görüşçülerin ve hassaten Milli Çözüm Erleri’nin; “Nefis Terbiyesi”konusunda herkesten çok sorumluluk taşıdıklarının idrakine ulaşmaları çok önemlidir…Çünkü “Kendini ıslah edemeyen ,toplumu ıslah edemez” ölçüsü vardır! Vee Milli Görüşün Kimyasını oluşturan üç temel esastan birisi de:”Nefse esaret değil ,Nefis terbiyesi”dir!..

Uyanık olunmalıdır ve anlamamazlıktan gelinmemelidir ki;bu kudsi hizmet halkası,yeryüzünde Hakkın hakimiyetinin tesisi amaçlı yüce bir “Cihat Hareketi Hizmeti” olduğu gibi!.. Aynı zamanda makalede etraflıca ele alınan TASAVVUF TERBİYESİ’nin günümüzdeki en sağlam,şuurlu ve hedefe ulaştırıcı HİKMET OCAĞI konumundadır!..

SONUMUZ HAYROLA
İçimiz dışımız bitmez sıkıntımız
Devam ediyor her an imtihanımız
Tüm kardeş ve arkadaşlarımız
Nefis terbiyesi yapmalıyız

İsimler gelip geçer, dava kalıcı
Az ama özdür, inananların sayısı
Zulme karşı keskindir, Hakkın kılıcı
Zalime kök söktürür, Erbakan sadıkları

Zanaat, ticaret ve siyaset, güven verenindir
Doğru duvar yıkılmaz, iş ehlinindir
İhanet ateş çemberidir, cehennem ehli işidir
Akıllı adam, doğruluktan ayrılmayan kişidir

Harun ayağını denk al, uyma nefsine
Yanlış yapma sakın, sadık kardeşlerine
Üç günlük dünya için, yazık etme, kendi kendine
Sadık kal Hak yolda verdiğin sözlerine
Mücadeleden uzak durma, sonunda ulaş zafere

ÖZEL YAZILAR

YORUMLAR

Son Yorumlar
6
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...