YOZLAŞTIRILAN BAZI KAVRAMLAR VE KURALLARI
Velayet ve Risalet
Cenab-ı Hak hiçbir kavmi hiçbir asırda “Resul”süz bırakmayacağını, İslam’ı öğretecek ve Hakka davet edecek bir Peygamber, Mürşit veya Mehdi göndermedikçe, toplumları sorumlu tutmayacağını, “Biz bir Resul göndermedikçe (hiçbir kavme) azap edecek değiliz”[1] ayetiyle açıkça haber vermektedir. Kur’an-ı Kerim’de “Resul” kelimesi, Allah’ın peygamber olarak seçip görevlendirdiği ve kendilerine kitap ve şeriat gönderdiği zatlar için kullanıldığı gibi, o peygamberlerin dinini tebliğ ve tecdid eden davetçiler hakkında da kullanıldığı bilinmektedir.
“(Belkıs dedi ki:) Ben onlara (Hz. Süleyman’a) bir hediye göndereyim de bakalım, resuller (elçiler) ne ile dönecekler.”[2]
“Onlara resullerin (davetçi ve tebliğcilerin) geldiği şu kent halkını misal olarak anlat ki, Biz onlara iki resul (mübelliğ ve mürşit) gönderdik, onları yalanladılar, Biz de (elçileri) üçüncü biriyle destekledik ve güçlendirdik…”[3] gibi ayetler, geçmişte peygamberlerin dinine hizmet ve davet eden “Resul”ler görevlendirildiği gibi…
“Göğün, açık bir duman getireceği günü gözetle ki (bu duman) insanları kuşatır ve bu çok acı bir azap (vasıtası)dır. (O gün, çaresiz insanlar:) ‘Ya Rabbi, bizden bu azabı kaldır. Çünkü biz artık inanıyoruz.’ diye yalvaracaklardır. Ama artık bu noktadan sonra düşünüp pişman olmalarının faydası olmayacaktır. Halbuki kendilerine apaçık bir resul gelmişti de, ondan yüz çevirdiler ve bu ‘cinlenmiş ve (boş şeyler) öğretilmiştir’ dediler.”[4] ayetlerinin bildirdiği gibi ileride bazı “resul”ler, yani müceddit, müçtehit ve mürşitler de mutlaka gelecektir.
Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz; “Benim ümmetimin âlimleri, Ben-i İsrail’in peygamberleri makamındadır” buyurmakla da bu gerçeğe işaret etmişlerdir.
Elbette mürşitler ve mücedditler, hâşâ peygamber yerinde değillerdir. Çünkü peygamberler Kitap ve Şeriatla gönderilir. Davetleri resmi ve umumidir. Mürşit ve mübelliğ makamındaki resuller ise, kendi peygamberlerine tâbidir. Hizmetleri samimi ve özeldir. Hem peygamber olan resuller bizzat “Vahy-i İlahiye” muhataptır. Mürşit ve müceddit olan resuller ise ancak “İlham-ı Rabbaniye” mazhardır. Üstelik, Peygamber Efendimizle “Nübüvvet makamı” kapanmış, İslam dini her bakımdan kemâle erdirilmiştir. Artık yeni bir din ve yeni bir peygamber gelmeyecektir. Ancak:
“Onların içinden, emrimizle hidayete ve istikamet yoluna ileten imamlar (önderler) yetiştirmiştik.”[5] “Her kavmin bir hâdîsi (yol göstericisi) vardır.”[6] ayetlerinin işaret buyurduğu gibi, Müslümanları bid’atlardan ve bozuk itikatlardan temizleyerek, Kur’ani hükümleri kendi asrının şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yeniden tarif ve tatbik edecek önemli şahsiyetlerin her zaman bulunması Allah’ın rahmet ve hidayeti gereğidir.
“Onları, emrimizle hidayete vesile olan (ibadet ve istikamet yoluna çağıran) imamlar (ve önderler) yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı vahyettik”[7] ayeti de bu gerçeği ifade etmektedir.
Cenab-ı Hakkın vahyetmesi de değişik şekillerdedir. Cemadata (cansız varlıklara), nebatata, hayvanata ve insanlara kendi seviyelerine ve ihtiyaçlarına göre derece derece vahyetmektedir. “İşte o gün (yeryüzü) haberlerini söyler. Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir”[8] ayeti bütün madenlerin ve cansız görülen molekül ve elementlerin, gayesine hizmet için özel bir vahye ve sevk-i İlahiye, mazhar ve muhtaç olduklarını göstermektedir.
“Rabbin (şifalı bal yapmak üzere) bal arısına şöyle vahyetti.”[9] ayet-i kerimesi de bildiriyor ki arının bal, koyunun süt, tavuğun yumurta, kelebek böceğinin ipek yapması, ağaçların çeşit çeşit meyvelere durması, hep Allah’ın vahyetmesi ve öğretmesi iledir ve hikmet-i Rabbanidir.
Allah-u Teâlâ hazretlerinin insanlara vahyetmesi, bazı gerçekleri bildirmesi ve öğretmesi de mertebe mertebedir.
“Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (kalbine ilham ederek) veya perde arkasından veya bir resul gönderip (ona) izniyle dilediğini vahyeder”[10] ayetinde açıklandığı gibi:
a- Ya insanların uyması gereken helâl ve haram ölçülerini bildiren, ibadet ve istikamet yolunu gösteren, emir ve hükümlerin peygamberlere bildirilmesi şeklindeki “vahiy” vardır ki, bunların inkârı küfür, terki ise zulümdür. Bu tür vahiylerin hükmü genel ve kalıcıdır. Herkesi bağlayıcıdır.
b- Bir de Mürşid, Mehdi, Müceddid ve Müçtehit sıfatı taşıyan zatlara Cenab-ı Hakkın hususi surette vahyetmesi, yani bazı hakikatlerin onların kalbine ilham ve ilka edilmesi vardır ki, bu da Hak’tır ve hayırlıdır.
“Doğan erkek çocukları öldüren Firavun’un adamlarından Hz. Musa’yı kurtarması için bazı tedbir planlarının annesine vahyedilmesi.”[11]
“Bana ve elçilerime inanın diye (Hz. İsa’nın) havarilerine vahyedilmesi.”[12]
Hatta; “nefislerine fisk-u fücurlarının, takva ve hayırlarının ilham edilmesi.”[13] Peygamberler dışındaki bazı zevatın da İlahi bir ilhamata mazhar olduğunu; “kesbi” ilimler yanında “vehbi” ilimlerin de bulunduğunu açıkça bildirmektedir ve hem geçmişte hem de günümüzde bunun binlerce örnekleri görülmektedir. Yalnız şu var ki; peygamberler dışındaki mürşit ve müceddit gibi şahsiyetlerin, ancak Kur’an’a uygun olan, onu açıklayan ve zihinlere yaklaştıran ve İslam’ın genel esaslarının ve amaçlarının gerçekleşmesine yarayan keşif ve ilhamları geçerlidir. Ve zaten “mucize” gibi “keramet”lerin de Hak olduğuna inanmak, ehli sünnetin esasları arasındadır.
Kur’an’a ters düşen ilham ve iddiaların ise, “Rahmani” değil “Şeytani” oldukları da herkesçe bilinmekte ve reddedilmektedir.
Kapitalist ve Komünist bâtıl zihniyetleri ve zalim şahsiyetleri alkışlayan, Adil bir Düzenin kurulmasına karşı çıkan, cihat ve cemaat şuuru taşımayan… Masonlara “maşaallah madalyası” takan… Kısaca niyeti ve istikameti bozuk olan kimselerin tarikat, ıslahat, ilhamat ve keramet adına ortaya attıkları şeylerin, açık bir istismarcılık ve sahtekârlık olduğu ve “istidrac” sayıldığı da bir gerçektir. Ancak bu tür kötü örnekleri bahane ederek, hikmet ve hakikat yolcularını, velâyet ve keramet erbabını inkâr etmek ve özellikle bizi; adalet nizamını kurmak, zulüm ve kötülüğü ortadan kaldırmak için hizmete çağıran zatların davetine icabet etmemek, büyük bir vebal ve nasipsizliktir. Bu konuyu şu Ayet-i Kerimeyle bağlayalım:
“Yemin olsun ki Biz her ümmet (ve millet) için de ‘Allah’a kulluk yapın (Kur’an’ın kurallarını uygulayın), tağuti (düzenlerden ve şeytani sistemlerden) kaçın’ diye bir resul (peygamber ve davetçi) gönderdik. (Böylece) O toplumun kimine Allah hidayet buyurdu, kimileri de sapkınlığa müstahak oldu.”[14]
Sadakat ve Hıyanet
Tarih boyunca Hak davalara karşı işlenen hıyanetler, genellikle şu şekilde ortaya çıkmıştır:
1- Değişme ve düzelmeye ihtiyaç duymamak ve mevcut zulüm ve zillete razı olmak, İslam adaletinin uygulanmasını arzulamamak şeklindeki hıyanet,
2- Değişime, önceden taraftar olduğu ve sözde Hakkı savunduğu halde, sorumlulukla ilgili davete ve fiili hizmete katılmamak, rahatına ve menfaatine düşkünlük gibi çeşitli sebeplerle hizmetten kaçmak şeklindeki hıyanet,
3- Liderini ve hizmet prensiplerini, beraberlik ve bağlılığa lâyık görmemek gibi bahanelerle teşkilat düzeninden ve disiplininden kaytarmak suretiyle hıyanet,
4- Genel Başkan ve Komutanın, nefislerine hoş gelmeyen bazı talimat ve tatbikatlarına itiraz ve isyan ederek karşı çıkmak, fitne çıkarmak biçimindeki hıyanet,
5- İlk başta cemaat disiplinine ve teşkilat düzenine girdiği ve gayret gösterdiği halde, sonradan yılgınlık ve yorgunluk gösteren, düşmanların üstün güçleri karşısında çaresizlik ve ümitsizlik ifade eden ve bu işin böyle başa gidemeyeceğini söyleyenlerin, moral bozucu iddia ve davranışlarda bulunup fesat oluşturmak veya umduğu makam ve menfaatleri bulamayarak ayrılmak şeklindeki hıyanet.
Bu gerçekler Bakara Suresi’nin 246-252. ayetlerinde Talut’la Calut kıssasında anlatılmakta ve ta başından, nihai başarıya kadar cihat döneminde yaşanan ve ortaya çıkan “insan manzaraları” tanıtılmaktadır. Aynı bu tür hıyanetler, tarih boyunca her Hak davanın içinde görülmüştür. Maalesef bunların acı örneklerine günümüzde de rastlanmaktadır.
a- Bugün ülkemizde ve yeryüzünde Müslüman bilinenlerin pek çoğu, “İslam’a bütünüyle karşı çıkarak ve hayatlarından dışlayarak” hıyanet etmişlerdir.
b- Bazıları da İslam’ın sadece itikat ve ibadet kısımlarına razı olup, onun “Şeriat ve muamelat” kısmını lüzumsuz sayarak hıyanet etmişlerdir.
c- Bir kısım Müslümanlar da “Zulmü ve kötülüğü ortadan kaldırmak ve yerine adalet nizamını kurmak” üzere kurulan cemaat düzenine ve teşkilat disiplinine uymamak ve Hakkı ve hayrı savunmamak suretiyle hıyanet içine girmişlerdir.
d- Zulme ve zillete karşı çıkan, hizmet arzusu ve gayreti taşıyan bazı kimselerin de maalesef Talut’la Calut hikâyesinde anlatıldığı gibi, bir kısmı, komutanını beğenmeyip, biat ve itaati içine sindirmeyerek, bir kısmı liderimizin bazı icraatlarına akıl erdiremeyerek, bir kısmı üzerine aldığı vazife ve mesuliyetlerini yerine getirmeyerek, bir kısmı makam ve yetkilerini istismar ederek derece derece hıyanete düşmüşlerdir.
Hâlâ dava adamı bilindikleri ve pek samimi ve şuurlu zannedildikleri halde, “biat ve itaati” kabul etmeyen ve bu gibi kavram ve kurallara burun büken kimselere rastlanmaktadır.
Davamızın ilmi programı ve inancımızın tatbikat planı olan “Adil Düzen” projelerini okumayan, anlamaya çalışmayan, hatta sorumsuzca hafife alan ve beyinleri bulandıran tipler bulunmaktadır.
Hizmet için kurulan bu harekete ve bu muhterem ve mübarek cemaate gerçekten inandığı ve manevi sorumluluktan kurtulmaya çalıştığı için değil, milletvekili olmak, şan ve şöhrete kavuşmak için giren nasipsizler vardır.
Ta başından itibaren davanın çilesini çeken, zahmetini yüklenen, en zor zamanlarda bile sabır ve sadakat gösteren, cemaatimize moral ve metanet veren kimseleri horlamak, dışlamak, hizmetlerine mani olmak şeklindeki hakaret ve hıyanetlere şahit olunmaktadır.
Üstelik dünyalık heves ve hesaplarla, bir yandan biat ve sadakat numarası yapan, bir yandan da bu teşkilata ve başımızdaki Zat’a en adi hakaret ve hıyanetleri reva gören alçakları, hâlâ seven ve savunan ikiyüzlüler ortalıktadır.
Velhasıl bu dava, hem herkesin hakiki ayarını ve değerini ortaya çıkaran bir imtihandır…
Çünkü bu dava, hem kimi yararlı kimi zararlı pek çok mahlûkatı içinde barındıran, ama asla bulanmayan bir bahr-i ummandır…
Hem bu dava, hizmet ve sadakat ehlinin piştiği ve yetiştiği manevi bir kışladır…
Hem bu dava, şeytanın saltanatını yıkacak ve Rahman’ın adalet düzenini kuracak inkılab-ı ahir zamandır.
Öyle ise, “Ey iman edenler!.. Bile bile emanetlerinize (görev ve yetkilerinizi davanın ve İslam’ın aleyhine kullanmak suretiyle) hıyanet ederek, Allah’a ve Elçisine karşı hainlik yapmayın.”[15] emrini dinlemek ve düşünmek zorundayız. Her ne suretle olursa olsun, hıyanet sayılacak davranışlarda bulunmak ve hıyaneti açık olan kimseleri savunmak kesinlikle yasaklanmıştır.
“(İslam davasını ve imkânlarını istismar ve suistimal ederek, aslında) Kendi kendilerine hıyanet edenleri savunma. Çünkü Allah (CC) daima hainlik yapan ve günahlara dalan kimseleri asla sevmez”[16] tehdidinden mutlaka sakınılmalıdır. Ve bu dünyanın fani olduğu ve hepimizin imtihanda bulunduğu hatırdan çıkarılmamalı, bunun için “…Ne elimizden çıkan nimetlere, ne de başımıza gelen musibetlere asla üzülmemeli…”[17] ve Allah’ın takdirine razı olmalıdır.
Ve hiç unutulmamalıdır ki, eninde sonunda müstaz’aflar, (ezilen, hor görülen, ama davanın çilesini çeken ve sadakat gösteren kahramanlar) yeryüzünde iktidara varis olacaklardır… Çünkü Allah (CC), “Mücahit ve müttaki olan müstaz’afları, insanlara önder yapmayı, onlara lütuf ve ihsanda bulunmayı ve kendilerini şeref ve iktidara mirasçı kılmayı va’ad ve murat etmiştir.”[18]
“Hor görülen ve ezilen sadıklar (müstaz’aflar) topluluğunu, nimet ve faziletlerle donatılan yeryüzünün doğusuna ve batısına sahip kılmak”[19] Allah’ın va’adi ve müjdesidir.
“Düşünün ki, bir zamanlar siz azdınız. Bulunduğunuz yerde (çevrenizde hatta teşkilatınız içinde) horlanıyor ve hırpalanıyordunuz. (Hatta öyle ki) İnsanların sizi kapıp götürmesinden ve her an hakaret etmesinden korkuyordunuz. (Şimdi sevinin zira) Allah size sahip çıktı ve barındırdı. Sizi yardımıyla destekledi, sizi (maddi ve manevi) en güzel şeylerle rızıklandırdı… Ta ki şükredesiniz (şuurlu ve sorumlu davranasınız.)”[20] ayetinin gerçekleşeceği günler elbette gelecektir.
Furkan ve Feraset
Furkan; Hak ile bâtılı fark etme ferasetidir.
Hak; sözlük manası olarak “değişmeyen gerçekler” demektir. Her zaman, her yerde ve herkes için gerekli ve geçerli olan “mutlak değerler”dir. Zamanla önemini, özelliğini ve güzelliğini yitiren, eskiyen, değişen ve değerini kaybeden şeyler “HAK” olamazlar.
“HAK” ile “Doğru”yu da karıştırmamak lazımdır. Hak, daima doğru olan, asla başkalaşmayan “mutlak” değerlerdir.
Doğru ise, duruma ve şartlara göre münasip olan ve değişme özelliği taşıyan “mukayyet”, yani “şartlarla kayıtlı” bulunan şeylerdir. Bunu sade bir örnekle açıklayacak olursak, örtünmek ve süslenmek için elbise giymek, “Hak”tır ve gereklidir. Ama şemsiye kullanmak ise yalnız yağmurlu ve güneşli havalar için doğrudur ve geçerlidir.
Bunun gibi, Kur’an’ın herhangi bir konudaki genel hükümleri “Hak”tır, devamlıdır ve asla değişmeye ihtiyaç duymayacaktır. Ama gelişen ve değişen dünya sorunlarına ve mevcut durumlara göre, Kur’ani hükümlerden çıkarılan tefsirler, içtihatlar, kurumlar ve kurallar ise o günkü şartlara göre doğrudur ve geçerlidir. Ama bunlar zamanla değişebilir.
İşte Zatı itibariyle değişmeye, gelişmeye, olgunlaşmaya asla ihtiyaç duymayacak şekilde Kemâl sıfatlarına sahip olduğu için; zamanlar, olaylar, şartlar, O’nun kudretinden, takdirinden, hükmünden ve hikmetinden hiçbir şey değiştirmediği için ve (hâşâ) bozulmaktan, yıpranmaktan, yanılmaktan, çaresiz ve yetersiz kalmaktan münezzeh bulunduğu içindir ki; “Cenab-ı Allah (CC) Hak’tır. O’ndan başka yalvarılan (ve tapılan)lar ise bâtıldır.”[21] Kendisi Hak olduğu için, biz kullarına merhamet ederek gönderdiği İslam dini ve adalet düzeni de Hak’tır. “Çünkü Hakk, ancak Rabbimizden gelen gerçektir.”[22]
Mü’min, Hak din ve düzen olan İslâm’ın hüküm ve haberlerine şüphesiz iman ve itaat eden ve her hususta Hakka tâbi ve taraf olan kimsedir. Kur’an’ın bazı emirlerini gerekli, bazılarını gereksiz saymak ve hele Hak ile bâtılı karıştırmak sapkınlıktır. Zira; “Rabbimizin kelâmı hem doğrulukça hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun kelimelerini (ve hükümlerini) hiç kimse değiştiremez.”[23]
Kur’an’a uymayan, Hakka dayanmayan, nefsi heves ve hesaplarla uydurulan, velhasıl İslam’ın dışında olan her şey bâtıldır. “…Zira Hak’tan sonra, bâtıldan başka ne vardır?..”[24] Komünizm, Kapitalizm, Faşizm gibi bütün beşeri sistem ve ideolojiler bâtıldır, haksızdır ve hayırsızdır.
“Allah’tan korkan, sadık ve samimi bir arayış içinde bulunan kimselere Allah (CC) ‘Furkan’, yani Hak ile bâtılı fark edip tanıyacak bir feraset verir.”[25]
Anlatıldığı ve açıklandığı halde, hâlâ Hak ile bâtılı fark edemeyenlerin ise niyeti ve karakteri sağlam olmadığı anlaşılır. Hak, güneş gibidir ve gerçektir. Bâtıl ise karanlık gibidir ve izafidir. Aslında karanlık, aydınlığın bulunamadığındandır. Yoksa, güneş doğunca karanlık kaybolduğu gibi; “Hak gelince de bâtıl zail olacak ve ortadan kalkacaktır.”[26] Bu nedenle; “karanlığa küfretmek maharet değil; bir mum yakmak marifettir.”
Eninde sonunda, “Allah (CC) mutlaka bâtılı mahvedecek, Kendi kelâmıyla Hakkı yerleştirecektir.”[27]
“Bâtıl, akarsuların üzerinde oluşan, veya eritilen madenlerin üzerinde kaynaşan köpük misalidir. Hiçbir işe yaramamakta ve kısa bir zaman sonra kaybolup gitmektedir…”[28]
İşte Komünizm, 50 sene sürmedi, çürüdü ve çözüldü. Kapitalizm iflas etti. Bâtıl düzenlerin hiçbiri iflah etmedi. Bâtıl kafalı şahsiyetlerden, içkiyi, kumarı, faizi, fuhşu, her türlü haksızlığı ve ahlâksızlığı mübah ve medeniyet sayan partilerden, bu millet çok çekti ve hiçbir hayır görmedi.
Artık Hak ile bâtıl apaçık ortaya çıkmıştır. Bizim görevimiz Hakkı tanımak, Hakka tâbi olmak ve herkese Hakkı tebliğ ve tavsiyede bulunmaktır. Bâtıl düşünce ve düzenlerin tuzağında kıvranan insanları İslam’la tanıştırmaktır.
Şu anda yeryüzünde Bâtılı, Siyonizm temsil etmekte; Hakkın davasına ise Milli Görüş tercüman olmaktadır. Ve tabiatıyla, Hak ile bâtıl mücadelesi özellikle siyaset cephesinde Siyonizm ile Milli Görüş arasında yapılmaktadır. Yani Siyonizm, bâtılın ve zulmün merkezi, Milli Görüş ise Hakkın ve adaletin mümessilidir. Ve herkesin gerçek kimliği ve kişiliği tarafgirliği ile doğru orantılıdır. İnsan neye, niçin ve ne kadar taraftarsa, değeri ve derecesi de işte o kadardır.
Bu nedenledir ki, Hz. Peygamber Efendimiz devamlı tekrar ettiği ve bize öğrettiği duasında:
“Allah’ım! Hakkı Hak olarak bize göster ve Hakka tâbi olmakla bizi şereflendir. Bâtılı da bâtıl olarak bize öğret ve bâtıldan uzak durmakla bizleri kıymetlendir” buyurmaktadır. Görülüyor ki bu duada gerçek kulluğun ve kurtuluşun 4 esası sayılmaktadır:
1- Hakkı aramak ve tanımak,
2- Hakka tâbi ve taraf olmak,
3- Bâtılın ne olduğunu anlamak,
4- Bâtıl düşünce ve davranışlardan uzaklaşmak.
Evet Hakkı aramayanların, arayıp da bulamayanların, tanıyıp da tâbi olmayanların, tâbi olup da tavsiyede ve tebliğde bulunmayanların, yani Hak hâkim olsun diye çalışmayanların derece derece vebali ağır olacaktır.
İşte içinde bulunduğumuz bütün sıkıntıların ve yaşadığımız sorunların çözüm kaynağı ise Kur’an’dır. Kur’an’ın asıl özelliği de “Furkan” olması, yani “Hak ile bâtılı fark ettirip öğreten kitap olmasıdır.”[29]
Cenab-ı Hak “Furkan”ı yani Hak ile bâtılı ayırma ferasetini ancak muttakilere yani Allah’tan korkanlara ve kötülükten sakınanlara verir.”[30] Bütün ibadetler insan gönlüne takvayı, yani Allah korkusunu yerleştirmek içindir.[31]
Öyle ise ibadet yaptığı ve Kur’an okuduğu halde, hâlâ Hak ile Bâtılı fark edemeyenler, ticarette; faizi haram, alışverişi helâl kabul etmeyenler… Faizci düzenin ekonomik ve sosyal zulüm ve zararlarına aklı yetmeyenler… Siyasette; İslami adaleti hayırlı, batı tipi şehvani hürriyeti ve kör taklitçiliği hayırsız bilmeyenler… İşçilik ve memuriyette; vazifeyi emanet, suistimali hıyanet görmeyenler… Sosyal münasebetlerde; İslâm’a ve insanlığa hizmet edenlere muhabbet, zulüm ve ahlâksızlığı yayanlara nefret beslemeyenler… Siyonist ve emperyalist müşriklere ve onların kurduğu çeşitli sistemlere gösterdiği dostluğu ve tarafgirliği, Müslümanlara ve İslami kuruluşlara göstermeyenler, ibadetin amacından da Kur’an’ın anlamından da habersiz ve hayırsız kimselerdir. Özellikle çevresinde dindar geçinen, din adamı bilinen, İslami hizmetler ve gayretler içinde görünen ve bununla övünen ve “kendilerine kitaptan biraz nasip verilen”, ama İslâm’ı sadece bir servet ve şöhret vasıtası gören ve dini istismar eden kimselere; “Aramızda (ekonomik, siyasi, hukuki) her alanda Allah’ın kitabına göre hükmedilen bir Adil Düzen kuralım diye davet yapıldığı zaman, onların pek çoğunun bu hayırlı tekliften yüz çevirip kaçtıkları görülecektir.”[32]
Bunları asıl aldatan ve avutan şeytan vesvesesi ise; “Dünyalık makam ve menfaat için, bazı Kur’ani emirleri terk etmemizde ve bazı günahları işlememizde, öyle fazla korkulacak bir vebal yoktur. Çünkü bizim, bu kötülüklerimize karşı, hayırlı hizmet ve ibadetlerimiz de vardır. Bu nedenle ‘cehennem ateşi ve ahiret azabı bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmaz’ düşüncesidir. Ve bu asılsız ve yanlış düşünce onları dinlerinde yanıltmış ve aldatmıştır.”[33]
Furkan ve feraset sahibi olmayanlar, insanları doğru tartamaz ve tanıyamazlar. Özellikle din adamı ve maneviyat erbabı geçinenlerin, sahicisi ile sahtesini birbirinden ayıramazlar.
Tarikat ve Keramet!
Bakınız; toplumda oluşan manevi boşluktan ve ihtiyaçtan yararlanan, bir zamanlar sahte şeyh Ali Kalkancı denen adam (1997 yılında) ardından Fatih Nurullah denen calkazan yakalanınca cariyeleri ve köleleri (müritleri) bülbül gibi konuşmuşlardı. Bunlar konuştukça da ortalığı daha bir kokuşturmuşlardı. Bu tarikat taciri sahtekârların ne de önemli müritleri, muhipleri, müşterileri ve özel ziyaretçileri varmış!.. Anlaşılan sahtekârlık senaryoları uzun yazılmıştı!.. Bu sahtekârlarla özel ilişkileri ve iş birlikleri ortaya çıkan, ve bu cahil düzenbaza mürit ve muti olan sayın bay ve bayanlara gelince:
1- Ya bu adamın ne mal olduklarını bildikleri ve sahtekârlığını fark ettikleri halde;
a- Kimisi şöhretinden yararlanmak,
b- Kimisi servetinden yararlanmak,
c- Kimisi çevresinden yararlanmak,
d- Kimisi de şehvetinden yararlanmak için, böylesi şarlatanlarla şu veya bu şekilde irtibatlarını sürdürmüş insanlardır.
2- Ya da bu adamla görüşenler, sevişenler, onun riyakâr tavırlarını ve sahtekârlığını fark edecek ferasetten nasipsiz ve mahrumdurlar. Zira Hadis-i Şerifte; “Mü’minin ferasetinden korkun. Zira (mü’min) Allah’ın nuruyla bakar (ve muhatabının ayarını anlar.)” buyrulmaktadır. Yani mü’min ferasetsiz ve ahmak olmayacaktır.
3- Ferasetsizliğin sebebi de kalp körlüğüdür. Kalp ise hırs, haset, hıyanet, riya, kibir, haram, hile, hırsızlık, gaflet, cehalet ve şehvet gibi günahlar yüzünden kirlenmekte ve körelmektedir.
“Hayır, onların işleyip kazandıkları (kötülükler nedeniyle) kalpleri üzerinde pas bağlamış (ve ruhları kararmış)tır. Bu yüzden artık Rablerinin (dünyada ayetlerine ve hikmetlerine, ahirette de Cemâline) karşı (gözleri) perdelidir.”[34] ayeti bu gerçeği ifade ve ikaz etmektedir.
4- Böylesi kalp gözü körelmiş, basiretsiz ve ferasetsiz kimselerden de, asla örnek ve yüksek kabiliyetler çıkmayacağı gibi, özellikle bu tiplerden “önder ve lider şahsiyet” oluşmayacaktır. Bu gaflet ve cehaletten kurtulmadıkça, silik ve seviyesiz kişiler olarak kalacaktır. Ali Kalkancı ve Fatih Nurullah gibi bir sahtekârın bile kullanabildiği kişileri, Siyonist merkezlerin parmağında oynatacağı açıktır.
5- Bu gibilerin çok iyi numara yapması ve evliyalık rolü oynaması da kendisine kapılanların ahmaklığına mazeret sayılamaz… Çünkü o takdirde, şeytana kapılanların da mazur sayılmaları gerekirdi… Halbuki şeytan daha çok suret-i Hak’tan görünüyor ve daha sinsi planlar kurmasını biliyor. Hiç kimse Cenab-ı Hakka karşı; “Ya Rabbi ne yapalım, şeytan öylesine yıldızlı tuzaklar kurdu ki, kapılmamak mümkün değildi.” diye kendisini şeytana uyduğu için suçsuz ve sorumsuz gösteremez…
Zira “istikamet ve halis niyet sahiplerini yoldan çıkaramayacağını şeytan bile itiraf etmektedir.”[35]
Takva ehli olanlar, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların art niyetlerini ve hıyanetini fark edecek furkan ve ferasete mutlaka sahiptir.
“Ey iman edenler! Eğer siz (emirlerini yapmak ve günahlardan sakınmak suretiyle) Allah’tan korkarsanız o size (iyi ile kötüyü, mü’minle münafığı ayıracak feraset ve) furkan verir.”[36] ayeti buna delildir.
6- Ya, ne mal olduğunu bilerek olsun veya ferasetsizliğinden bunları evliya zannederek olsun, böylesi sahte mürşitlere mürit veya muhip (sevgili, dost) olan “münevver ve muhterem zevattan” herhangi birilerini bugüne kadar kahraman ve kaliteli eleman tanıyanlar da biraz “akıl fukarası ve safiyet zavallısı” olduklarını kabul etmelidirler.
7- “Mü’min aynı delikten iki sefer ısırılmaz” Hadis-i Şerifi üzerinde düşünmeli ve durumumuzu buna göre değerlendirmelidir. Öyle ya, birinci seferinde haydi gafletle, altın bulurum ümidiyle soktuğu delikten, parmağını akrep ısırınca, artık ikinci parmağını aynı deliğe sokanların, akılları da imanları da yetersizdir. İşte bu hadisin hakikatine göre (imanlı ve akıllı bir kadın, kendisini veli zannettiği bir deliye) iki sefer kaptırmaz. Haydi birincide iğfal edildin, oyuna geldin… Yahu bundan sonra uyanman, oyunun farkına varman ve kaçıp kurtulman gerekmez miydi? İki sene bekleyip basıldıktan sonra mı aklınız başınıza gelecekti?
8- Hem yalnız tarikatta değil, siyasette de, ticarette de, velhasıl her meslekte de Ali Kalkancılar ve Fatih Nurullahlar vardır ve bu tür sahtekârlar kendine müşteri bulabiliyorsa bu “açıkgöz gafillerin” çokluğundandır.
9- Bu sahte tarikat şeyhlerinin rezaletini bahane ederek ve böylesine basit ve bayağı bir örneği genişleterek bütün tarikatlara ve İslami hizmet erbabına saldırmaya çalışan ve günlerce salyalarını akıtan soysuzların ise, artık suları ısınmaktadır, sonları yaklaşmaktadır ve sömürü düzenleri yıkılmaktadır. Çünkü sahte ve samimiyetsiz hocalarınız da, mukaddes mabediniz mason localarınız da artık sizi kurtaramayacaktır. Evet; şehvet tekkesine dönüşen bazı münafıklık tarikatlarından da, hıyanet şebekesi olan masonluk tarikatlarından da bu millet kurtulacaktır. Ve artık ülkemizde ve yeryüzünde insan görünümlü canavarların HÂKİMİYETİ son bulacaktır.
Zira; “Kalpleri var ama bunlarla (Kur’ani hakikat ve hikmetleri) idrak etmeyenler, gözleri var ama bunlarla (Hak ile bâtılı, mü’minle münafığı fark etmeyen ve) görmeyenler, kulakları var ama bunlarla (sözlerin hakikisini sahtesinden ayıramayan ve işine gelmeyen gerçekleri) duymak istemeyenler (sanki de insan görünümlü) hayvanlardır. Hatta (onlardan da) bayağı ve aşağı (mahlûk)lardır.”[37]
Oysa tarikat, şeriatı; yani Kur’an’ın ve Resulüllah’ın öğrettiği, Ashab-ı Kiramın, âlim ve asil Müslümanların tatbik ettiği İslam’ı titizlikle yaşamak ve tüm insanlığın hayrına çalışmaktır. Tarikat; dünyalık servet ve şöhret toplamak değil, sahip olduklarını Hakkın ve halkın hizmetine dağıtmaktır. Çünkü tarikat; hayra, huzura; Allah’ın rızasına ve ahiret yurduna ulaştıran YOL anlamındadır… Bu yola düşmanlık edenler şeytan, istismara yeltenenler ise şarlatandır.
Ali Kalkancı ve Fatih Nurullah gibi insi şeytanlara ve şarlatan takımına kapılan zavallı Müslümanlara gelince; ya her şeyden önce oturup sahih ve sağlam kaynaklardan İslam’ı öğrenecek, hakikat ve cihat ruhu taşıyan gerçek tarikatların terbiyesine gireceksiniz. Ya da böylesine daha çok istismar edilecek ve sürüneceksiniz!..
[1] İsra: 15
[2] Neml: 35
[3] Yasin: 13-14
[4] Duhan: 10-14
[5] Secde: 24
[6] Ra’d: 7
[7] Enbiya: 73
[8] Zilzal: 4, 5
[9] Nahl: 68
[10] Şura: 51
[11] Taha: 38
[12] Maide: 111
[13] Şems: 8
[14] Nahl: 36
[15] Enfal: 27
[16] Nisa: 107
[17] Al-i İmran: 153
[18] Kasas: 5
[19] A’raf: 137
[20] Enfal: 26
[21] Hacc: 62
[22] Al-i İmran: 60, Yunus: 108
[23] En’am: 115
[24] Yunus: 32
[25] Enfal: 29, Leyl: 5-7
[26] İsra: 81; Enbiya: 18
[27] Şura: 24
[28] Ra’d: 17
[29] Bakara: 185
[30] Enfal: 29
[31] Bakara: 183
[32] Al-i İmran: 23
[33] Al-i İmran: 24
[34] Mutaffifin: 14-15
[35] Hicr: 39-40
[36] Enfal: 29
[37] Araf: 179
MİLLİ ÇÖZÜM’LE KAVRAMLARIN KAVRANMASI
Hakkı üstün tutmalıdır. Hakkı aramalı ve tanımalı, Hakka tâbi ve taraf olmalı, Batılın ne olduğunu anlamalı, Batıl düşünce ve davranışlardan uzaklaşılmalıdır.
Allah’ın rahmet ve hidayeti gereği, Kur’ani hükümleri kendi asrının şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yeniden tarif ve tatbik eden Milli Çözüm’e tabi ve taraf olmalıdır.
İslam’a bütünüyle karşı çıkarak ve hayatlarından dışlayarak hıyanet edenlerden… İslam’ın sadece itikat ve ibadet kısımlarına razı olup, onun “Şeriat ve muamelat” kısmını lüzumsuz sayarak hıyanet edenlerden… “Zulmü ve kötülüğü ortadan kaldırmak ve yerine adalet nizamını kurmak” üzere kurulan cemaat düzenine ve teşkilat disiplinine uymamak ve Hakkı ve hayrı savunmamak suretiyle hıyanet edenlerden…
Komutanını beğenmeyip, biat ve itaati içine sindirmeyenlerden, liderimizin bazı icraatlarına akıl erdiremeyenlerden, üzerine aldığı vazife ve mesuliyetlerini yerine getirmeyenlerden, makam ve yetkilerini istismar ederek HIYANET edenlerden olmamalıdır.
Davamızın ilmi programı ve inancımızın tatbikat planı olan “Adil Düzen” projelerini okumalı ve anlamaya çalışmalıdır.
Bu dünyanın fani olduğu ve hepimizin imtihanda bulunduğunu hatırdan çıkarılmamalıdır.
Ahirete inanmalı ve ahireti üstün tutmalı, nefsi terbiye edip olgunlaştırmayı esas almalı, Hakkın hâkimiyeti için çalışmalıyız. Bunları yapanlara Allah rahmet eder ve böylece hidayet, feraset ve dirayet sahibi eder.
Ezilen, hor görülen, ama davanın çilesini çeken ve sadakat gösteren kahramanlar yeryüzünde iktidara varis olacaklardır!
Sahih ve sağlam kaynaklardan İslam’ı öğrenmeyip, hakikat ve cihat ruhu taşıyan gerçek tarikatların terbiyesine girmeyenler; insi şeytanlara ve şarlatan takımına kapılır ve istismar edilip sürünürler.
Kelime ve Kavramları Islahı ve Tebliğ Sanatı…
Aziz Erbakan Hocamız tarih sahnesine çıkana kadar zaman tıpkı Efendimiz öncesi cahiliye zamanı gibiydi. O zaman da Allah, melek, iman vb gibi kelime ve kavramlar vardı fakat manaları yozlaştırılmıştı. Nasıl Efendimiz sav. geldi ve bu kelimeleri kaldırmayıp manalarını ıslah ettiyse o zaman metod bu olmalıdır. Işte Aziz Erbakan Hocamız ve onun en büyük takipçisi ve tek temsilcisi Muhterem Ahmet Akgül Üstadımız da 50 yıldır bu metodu izlemekte ve bir yandan literatürü temizlerken diğer yandan kirlenmiş dimağları temizleyip kelime ve kavramların gücünü göstererek muazzam ufuklar açmaktalar.
Özellikle bugün en çok yozlaştırılan ve şeytani amaçla insanları yoldan çıkararak siyonizme asker eden kelime ve kavramlar makalede sırasıyla aslına ve amacına uygun olarak ıslah edilmiştir.
Bu ve Milli Çözümde ıslah edilen bir çok kavram itikadi hüviyettedir. Yani dinin en temel direği sayılacak veya yoldan çıkarılmaya ve kandırılmaya uygun kelime ve kavramlardır. İşte bu kavramlar iman kurtarır, izzet ve şeref kurtarır potansiyeldedir. Bununla birlikte, Milli Çözüm’ün bir üslubu vardır, o da ıslah ettiği kavramı şeytan niyetli insanlar istismar edemez, yeltense eline batacaktır.
[b]
Bakınız şu açıklamalar ne kadar gönül ferahlandırıcı, ufuk açıcı yapılmıştır;
• Kur’an-ı Kerim’de “Resul” kelimesi, Allah’ın peygamber olarak seçip görevlendirdiği ve kendilerine kitap ve şeriat gönderdiği zatlar için kullanıldığı gibi, o peygamberlerin dinini tebliğ ve tecdid eden davetçiler hakkında da kullanıldığı bilinmektedir.
• Peygamber olan resuller bizzat “Vahy-i İlahiye” muhataptır. Mürşit ve müceddit olan resuller ise ancak “İlham-ı Rabbaniye” mazhardır.
• Vahiy ve peygamber olan resuller bizzat “Vahy-i İlahiye” muhataptır. Mürşit ve müceddit olan resuller ise ancak “İlham-ı Rabbani…
• Peygamberler dışındaki mürşit ve müceddit gibi şahsiyetlerin, ancak Kur’an’a uygun olan, onu açıklayan ve zihinlere yaklaştıran ve İslam’ın genel esaslarının ve amaçlarının gerçekleşmesine yarayan keşif ve ilhamları geçerlidir.
• Zamanla önemini, özelliğini ve güzelliğini yitiren, eskiyen, değişen ve değerini kaybeden şeyler “HAK” olamazlar.
• Bütün ibadetler insan gönlüne takvayı, yani Allah korkusunu yerleştirmek içindir.
• Ferasetsizliğin sebebi de kalp körlüğüdür. Kalp ise hırs, haset, hıyanet, riya, kibir, haram, hile, hırsızlık, gaflet, cehalet ve şehvet gibi günahlar yüzünden kirlenmekte ve körelmektedir.
• Tarikat, şeriatı; yani Kur’an’ın ve Resulüllah’ın öğrettiği, Ashab-ı Kiramın, âlim ve asil Müslümanların tatbik ettiği İslam’ı titizlikle yaşamak ve tüm insanlığın hayrına çalışmaktır.
• Tarikat; dünyalık servet ve şöhret toplamak değil, sahip olduklarını Hakkın ve halkın hizmetine dağıtmaktır. Çünkü tarikat; hayra, huzura; Allah’ın rızasına ve ahiret yurduna ulaştıran YOL anlamındadır… Bu yola düşmanlık edenler şeytan, istismara yeltenenler ise şarlatandır.
[/b]
“Yeni Adil bir Medeniyetin ayak sesleri…”ni duymak ve Rabbimiz dilerse “o an” kurulacağını inanmak; inancın vazgeçilmezi ANCAK!
“Yeni Adil bir Medeniyetin ayak sesleri…”ni duymak ve Rabbimiz dilerse “o an” kurulacağını inanmak; inancın vazgeçilmezi.
Bu inançla birlikte elzem olan şey ise herhalde; Allah’ın zafer vadine en kâmil iman edeni, insanlığa bu inancı en çok aşılama gayretini çekeni,
Zafer yolunda en çok gayret ederken, zafer gününe en çok hazırlık yapanı,
Zaferi görmeyeceği kendisine ayan olsa bile; Cabasında-inancında zerre değişiklik olmadan, gayret etmenin kulun zaferi olduğunu bilen ve bu şuurla bir ömür hareket eden, kutlu şahsiyeti bulmak, tarafında olup gerekeni yapmak, imanın ehem konusu ve kulu, kurtuluşa erdirecek tercihtir.
Hz. Musa (a.s) zamanında, Firavunun yok olup gideceğine iman etmek, inancın vazgeçilmezi. Bununla birlikte Hz Musa (a.s) tarafında, taraf olmak, sorumluğunu kuşanmak ise; İmanın ehem konusu, vazgeçilmez şartıydı.
Sayısız örnek sıralamak mümkündü.
“Onların içinden, emrimizle hidayete ve istikamet yoluna ileten imamlar (önderler) yetiştirmiştik.”[1] “Her kavmin bir hâdîsi (yol göstericisi) vardır.”[2]
Hangi asıra bakarsak bakalım “YOZLAŞTIRILAN BAZI KAVRAMLAR VE KURALLARI” makalesi ile baktığımızda “o asrın” rehberini, irşat edicisini, hakkı göstereni görecek;
İstismarcısını, liyakatsızını, münafığını, süfyanını… deşifre edebileceğiz. Temel esaslardan yola çıkarak, vicdan ehlinin itiraz edemeyeceği bilgelikte hazırlanmış muhteşem bir çalışma.
Evet, bugünde ancak Milli Çözüm şuuruyla, olayları ve kişileri değerlendirdiğimizde; kutlu şahsiyeti, rehber önderi, hak duruşu görebilmekte, şuurlu duruşu da göstererek imanın ehem konusunu tamamlayabileceğiz inşallah.
“Allah’tan korkan, sadık ve samimi bir arayış içinde bulunan kimselere Allah (C.C) ‘Furkan’, yani Hak ile bâtılı fark edip tanıyacak bir feraset verir.”[3]
Aksi taktirde; Ali Kalkancı, Fatih Nurullah, Durduyan, Oktar, Yılmaz vb. şarlatanların oyuncağı olup; dünyamızı ve ahiretimizi perişan edeceğiz.
[1] Secde: 24
[2] Ra’d: 7
[3] Enfal: 29, Leyl: 5-7
Hak ile Batılı ayırt etmek …
İçinde bulunduğumuz bütün sıkıntıların ve yaşadığımız sorunların çözüm kaynağı Kur’an’dır. Kur’an’ın asıl özelliği de “Furkan” olması, yani “Hak ile bâtılı fark ettirip öğreten kitap olmasıdır.”[29]
Mü’min, Hak din ve düzen olan İslâm’ın hüküm ve haberlerine şüphesiz iman ve itaat eden ve her hususta Hakka tâbi ve taraf olan kimsedir. Kur’an’ın bazı emirlerini gerekli, bazılarını gereksiz saymak ve hele Hak ile bâtılı karıştırmak sapkınlıktır. Zira; “Rabbimizin kelâmı hem doğrulukça hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun kelimelerini (ve hükümlerini) hiç kimse değiştiremez.”[23]
Kur’an’a uymayan, Hakka dayanmayan, nefsi heves ve hesaplarla uydurulan velhasıl İslam’ın dışında olan her şey bâtıldır. “…Zira Hak’tan sonra, bâtıldan başka ne vardır?..”[24] Komünizm, Kapitalizm, Faşizm gibi bütün beşeri sistem ve ideolojiler bâtıldır, haksızdır ve hayırsızdır.
“Allah’tan korkan, sadık ve samimi bir arayış içinde bulunan kimselere Allah (C.C) ‘Furkan’, yani Hak ile bâtılı fark edip tanıyacak bir feraset verir.”[25]
Zuhruf Suresi:
43:44
Ve şüphesiz O (Kur’an), Senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. (Hüküm ve hikmet kaynağıdır.) Siz ileride (onu anlama ve uygulama çabanızdan) sorulacaksınız.
Hakkı aramak ve tanımak, Hakka tâbi ve taraf olmak, Bâtılın ne olduğunu anlamak, Bâtıl düşünce ve davranışlardan uzaklaşmaların ÇÖZÜM YOLU : Zamanımızın REHBER ŞAHSİYETİNE BENDE OLMAK!..Öncelikle yazarımıza böylesi aydınlatıcı makaleden ötürü sonsuz teşekkürlerimizi arzederim. MAKALEDEN ŞU CÜMLEDEN HATIRIMIZA GELENLER: Şems Suresi 8. Ayet : “nefislerine fisku fücurlarının, takva ve hayırlarının ilham edilmesi.” Peygamberler dışındaki bazı zevatın da İlahi bir ilhamata mazhar olduğunu; “kesbi” ilimler yanında “vehbi” ilimlerin de bulunduğunu açıkça bildirmektedir. (MAKALEDEN)Bu ifadelerden aklımıza Aziz Erbakan Hocamız ve Üstad Ahmet AKGÜL hocamız geldi. Bilindiği üzere Erbakan Hocamız ilk orta lise okullarını düz yani imam hatip olmayan okullarda bitirdiğini, üniversiteyi de İTÜ Makine Mühendisliğini bitirdiği halde, hem Arapçaya, hem Kur’an’a, hem müspet ilme hem de İslami ilimlere hakim olduğunu görmekteyiz. Mesela besmeleyi anlatmaya başladığında saatler sürdüğünü veya cıvata nedir diye sorulduğunda anlatmaya demir filizlerinin nakdinden başlar o kadar uzun anlatır ki nihayet namaz vakti gelir ve namaza geçer, herkesin bir sayfada anlattığını O 40 sayfada hülasa ettiği, yani her konuya vakıf olması matematiğine fiziğine kimyasına, mesela ilk kez CİHAD FARZI yani CİHAT İLMİHALİNDEN bahsetmesi ve diğer İslami ilimlere hakkıyla sahip olması bilgilerinden yola çıkarak , Üstad Ahmet Akgül Hocamız şu ana kadar yaklaşık 85 civarı kitap ve 1 adet MEALİ KERİM (Kur’an Meali) eseri yazmıştır. Bu meali kerimi okuma ve yazması olan herkesin anlayabileceği öğrenip uygulayabileceği şekildedir. Yani ordinaryüs profesöründe ilkokulu bitirememiş ama okuma yazmayı öğrenmiş bir kimseninde anlayacağı şekilde günümüze endeksli yazılmış olması ayrı bir avantajlı bir durumdur. Şu özel notu düşmem gerekiyor. Ülkemizde yüzlerce yazar – İslam Alimi kimseler var onlar bilgisayar üzerinde bilgisayr tuşlarıyla yazmaktalar yazdıklarını ancak Ahmet Hocamız hala kalemle yazmakta. Bunu niye not düştüm derseniz ; mesela H, K, Y, R,G,Z …..vs gibi harfler kalemle yazılırken en az 3 hamle de yazabilirsiniz. Ama bilgisayarda yazmış olsanız tek tuşa basmakla yazabileceksiniz. Ahmet Hocamız şuan 72 yaşında rabbim hayırlı uzun ömürler lütfeylesin hocamıza . Şimdi bu yazılan 85 eser ve 1 MEALİ KERİM eserini tekrar yazalım ne kadar sürede yazabileceğiz desek 72 sene yetmez. Bu verdiğimiz iki örnekten tek bir şey çıkıyor hem Aziz Erbakan Hocamızın hem de Üstad Ahmet Akgül Hocamızın KESBİ ilimlerinin yanında VEHBİ ilimlerinde bulunduğu aşikardır. Ve bu yazılanları inceleyip okuduğunuzda Kur’an’a ters düşen bir şeye rastlamanız mümkün değildir. Dolayısıyla isimlerini zikrettiğim bu KUTLU İKİ ŞAHSİYETİN bilgi hazineleriyle yaşam hazineleri örtüşmekte olduğunu görüyoruz. Bu husus da ALLAH’A İMAN VE İTAATTE zirve oldukları için akıl ve anlayışta eşsiz olduklarından yanılma paylarının olmadığını görmekteyiz. Çünkü Kur’an’a adanmış bir ömür sürüldüğü hakikatini görmekteyiz. Aziz Erbakan Hocamız ve O’nun sadık talebe ve takipçisi Üstad Ahmet AKGÜL Hocamız bütün insanlığın huzur ve saadeti için ADİL BİR DÜZEN KURULSUN diye gayret ve çaba göstermişlerdir. Gerçek kulluğun ve kurtuluşun 2. Maddesi Hakka tabi ve Hak elçiye taraf olmaktan geçtiği hakikatinden yola çıkarak Hakkı haykıran ve hakkı kalemiyle diliyle malıyla canıyla temsil eden MİLLİ ÇÖZÜM ve Şahsi Manevisi Üstad Ahmet AKGÜL Hocamıza bende olmayı gerektirir. Hakkı haykıran ve hakkı yazan, yayan ve bu uğurda yorulan sadık kullarını anlatan şu ayeti kerimeyi hatırlatmak istiyorum: AL-İ İMRAN SURESİ 110. AYETSiz (sadece Müslümanlar için değil, bütün)… Devamını oku
HAKTAN TARAF OLABİLMEK
Şu anda yeryüzünde Bâtılı, Siyonizm temsil etmekte; Hakkın davasına ise Milli Görüş tercüman olmaktadır. Ve tabiatıyla, Hak ile bâtıl mücadelesi özellikle siyaset cephesinde Siyonizm ile Milli Görüş arasında yapılmaktadır. Yani Siyonizm, bâtılın ve zulmün merkezi, Milli Görüş ise Hakkın ve adaletin mümessilidir. Ve herkesin gerçek kimliği ve kişiliği tarafgirliği ile doğru orantılıdır. İnsan neye, niçin ve ne kadar taraftarsa, değeri ve derecesi de işte o kadardır.
Bu nedenledir ki, Hz. Peygamber Efendimiz devamlı tekrar ettiği ve bize öğrettiği duasında:
“Allah’ım! Hakkı Hak olarak bize göster ve Hakka tâbi olmakla bizi şereflendir. Bâtılı da bâtıl olarak bize öğret ve bâtıldan uzak durmakla bizleri kıymetlendir” buyurmaktadır. Görülüyor ki bu duada gerçek kulluğun ve kurtuluşun 4 esası sayılmaktadır:
1- Hakkı aramak ve tanımak,
2- Hakka tâbi ve taraf olmak,
3- Bâtılın ne olduğunu anlamak,
4- Bâtıl düşünce ve davranışlardan uzaklaşmak.
Evet Hakkı aramayanların, arayıp da bulamayanların, tanıyıp da tâbi olmayanların, tâbi olup da tavsiyede ve tebliğde bulunmayanların, yani Hak hâkim olsun diye çalışmayanların derece derece vebali ağır olacaktır. (MİLLÎ ÇÖZÜM)
Rabbimiz Hak tan Taraf olup, Sadıklarla Beraber olmayı bizlere çok görmesin…
EY GAFİL İNSAN HALÂ UYANMAYACAKMISIN!
“Öyle ise ibadet yaptığı ve Kur’an okuduğu halde, hâlâ Hak ile Bâtılı fark edemeyenler, ticarette; faizi haram, alışverişi helâl kabul etmeyenler… Faizci düzenin ekonomik ve sosyal zulüm ve zararlarına aklı yetmeyenler… Siyasette; İslami adaleti hayırlı, batı tipi şehvani hürriyeti ve kör taklitçiliği hayırsız bilmeyenler… İşçilik ve memuriyette; vazifeyi emanet, suistimali hıyanet görmeyenler… Sosyal münasebetlerde; İslâm’a ve insanlığa hizmet edenlere muhabbet, zulüm ve ahlâksızlığı yayanlara nefret beslemeyenler… Siyonist ve emperyalist müşriklere ve onların kurduğu çeşitli sistemlere gösterdiği dostluğu ve tarafgirliği, Müslümanlara ve İslami kuruluşlara göstermeyenler, ibadetin amacından da Kur’an’ın anlamından da habersiz ve hayırsız kimselerdir.” Sözünün muhatapları olanlara; Ey gafil insan, halâ daha uyanmamakta inat edip kendini sonu hüsran olan çıkmaz bir yola ve bataklığa mahkum ederek kendine zulmetmeye devam mı edeceksin?!. Haktan uzaklaşarak batıla yamanmaya devam mı edeceksin?!..
KELİMELERİ DOĞRU YÖRÜNGEYE OTURTMAK!..
Akıl ve vicdanla dikkatli bir şekilde hareket edilirse şayet,Milli Çözüm’ün pek çok hayırlı hizmetleri yanı sıra meseleleri Kuran ve Sahih Sünnet ölçülerine göre değerlendirek;KELİMELERİ DOĞRU YÖRÜNGE’lerine oturtması hizmeti en önemlilerindendir!..Yukarıda yüksek bir hidayet,iman şuuru,ilmi derinlik ve bilgelikle yapılan izahlar bu hizmetin önemli göstergelerindendir!..Ve bu ulvi hizmetleriyle aşağıdaki ayetlerin müjde ve mesajına nail olmaktadır :
“…Oysa Allah, bâtılı yok edip-ortadan kaldırır ve Kendi kelimeleriyle Hakkı Hak olarak pekiştirir (gerçekleştirir). Çünkü O, sinelerin özünde olanı Bilendir.”Şûra 24
(Ey Resulüm!) Bu nedenle Sen (kat’iyen) kâfirlere (ve “zalim rejimlerine) itaat etme (boyun eğme); onlara karşı bununla (Kur’an ile) büyük cihad et. (Kur’an’ın hükümlerine uygun bir adil düzen ortaya koyup savunarak; inkârcı ve münafık zalimlerle mücadele yürüt ki, huzur ve haysiyetiniz buna bağlıdır.)”Furkan 52
Bilmek
“Allah’ım! Hakkı Hak olarak bize göster ve Hakka tâbi olmakla bizi şereflendir. Bâtılı da bâtıl olarak bize öğret ve bâtıldan uzak durmakla bizleri kıymetlendir” Amin.
Gerçek ile sahtenin farkı…
İbrahim Edhem hazretlerine, gece gündüz ibadet eden, vecde gelip kendinden geçen bir gençten bahsettiler. Gencin yanına gidip üç gün misafir kaldı. Çok acayip haller gördü. Gencin bu halinin şeytandan olup olmadığını öğrenmek istedi. Yediğine baktı. Helalden değildi. Bu hallerin şeytandan olduğunu anladı. Genci evine davet etti. Gence helal yemek verdi. Gençteki eski aşk ve gayret kalmadı. Bana ne yaptın diye sordu. İbrahim Edhem hazretleri, gence, (Sendeki haller şeytandandı. Helal yiyince şeytan giremedi. Esas halin meydana çıktı) buyurdu. (Tezkiretül-evliya)
Kerameti inkâr, büyük sapıklıktır. Çünkü keramet, Peygamberin mucizesinin devamıdır. Ancak, istidracı keramet sanmamalıdır! Mucizeden başka harikulade haller, keramet, firaset, istidraç ve sihir adını alır. Velinin su üstünde yürümesi keramet, papazın su üstünde yürümesi sihir, fâsıkınki ise istidraçtır.
Nakşi, Kadiri, Rufai gibi isimlere sığınarak, tarikat adı altında insanları kötü yola sürükleyenler gün geçtikçe çoğalmaktadır. “Sizden namazı kaldırdım, günahınız benim boynuma” diyen sapıkların tuzağına düşmemek için, önce dinimizi iyi bilmemiz gerekir.
Milli Çözüme bu önemli bilgilri gündeme getirdiğinden dolayı çok teşekkür ediyorum.
Yeni Adil bir Medeniyetin ayak sesleri…
İnsanlık şimdi kendisine “Mutluluk = Saadet” getirecek yeni bir nizam aramaktadır. Bu nizam ancak “Hakkı Üstün Tutan” “ADİL DÜZEN” nizamıdır.
Ekonomik düzen, medeniyetin etkisi altındadır. Onun için Batıda gelişen ekonomik düzen, medeniyetinin etkisiyle “Adil Bir Düzen” olarak değil, bir “Ezen-Ezilen” düzeni olarak gelişmiştir. Yukarıda da açıklandığı gibi bu medeniyet üç asırdan fazla bir zamandır İnsanlığa iki ikiz kardeşle zulmetmektedir. Bunlardan birisi “Kapitalizm” diğeri ise “Komünizm” dir.
İnsanlık tarihinde ekonomik dönem olarak “Emek Mübadelesi” dönemine geçilince Batıda Kapitalizm hakim oldu. Bu kapitalizm,özellikleriyle belirli sermaye sahipleri tarafından bütün çalışanların ve insanlığın sömürülmesine yol açtı. Büyük halk kitlelerini ezdi. Emperyalizm ve Siyonizm’in yürütücüsü, ufak bir sermayedar zümreyi gittikçe zenginleştirdi. Tekeller, karteller oluştu. Bu gruplar, siyasi düzeni ve bütün toplum düzenini etkileri altına aldılar. İnsanlık tam bir haksızlık, sömürü, zulüm dönemine girdi.Adil Düzen, temel ilkeleri itibariyle asırlar boyu insanlık tarihinde zaman zaman o günün şartlarına göre uygulanmıştır. Ancak bugünün şartlarına göre maalesef henüz hiçbir ülkede bütün bir düzen olarak mevcut değildir. Ancak ne var ki bütün insanlık bugün bu düzene muhtaçtır ve bu düzeni beklemektedir.
Nasıl insanlık bugüne kadar adeta gündüz ve gecenin birbirini takip ettiği gibi hep “Hakkı Üstün Tutan” bir Aydınlık ve Saadet Döneminden sonra, “Kuvveti Üstün Tutan” bir “Karanlık Zulüm Dönemi” yaşamışsa, takriben 3 asırdan beri insanlığa zulmeden karanlık Batı medeniyetinin arkasından şimdi İnşaallah en kısa zamanda “Hakkı Üstün Tutan Aydınlık Saadet Dönemine“ geçilecektir.