RECEP T. ERDOĞAN’IN ŞIMARIKLIĞI VE YOZ KAFALARIN ÇAĞDAŞLIK ANLAYIŞI
Avrupa Birliğinden, uydurma üç proje karşılığı 700.000 (yedi yüz bin) Avro hibe alan Çağdaş Eğitim Vakfı (ÇEV) yönetim kurulu üyesi ve Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi yetkilisi ve şimdi CHP milletvekili ve sözde çok hararetli AKP tenkitçisi Nur Serter, 1996 yılında yazdığı kitapta bakın ne diyordu:
“Atatürkçülük, dar kalıpçılıktır.”
Eski DSP milletvekili, Dışişleri bakanı ve Cumhurbaşkanı adayı Sabataist İsmail Cem:
“Türkiye’yi parçalayalım ve yeni ülkeler oluşturalım” fikirleri tartışılabilir. Ama bunun PKK terörünü bitirdikten sonra bir konsensüs sonucunda düşünülmesi gerekir” demekteydi ve en hızlı Kemalist geçinirdi.
AB’den bol keseden hibeler alan, Türkiye’de gizli ve gönüllü Hıristiyan misyoneri olarak tanınan ve AKP ile asla yıldızları barışmadığı sanılan Prof. Dr. Türkan Saylan’nın Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Onur Kurulu üyesi olan ve üstelik AKP’ye sivil anayasa hazırlayan, hem de Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu başkanlığı yapan Prof. İbrahim Kaboğlu 2004 yılında şunları söylüyordu: “Dayatmacı Kemalist rejimden vazgeçilmelidir!” (Bak: Yılmaz Dikbaş, AB: Tabuta Çakılan Son Çivi)
Özetle: Küflenmiş sosyalist ve 2. Cumhuriyetçi Prof. Toktamış Ateş’inden, Türk Demokrasi Vakfı (TDV) kurucularından ve AKP Çankaya Belediye adayı Bülent Akarcalıya; 900’lü hatlarla seks pazarlığı yapan ve trilyonlar kazanan Oğuz Özden’den Dinç Bilgin’in borazanı Zafer Mutluya; Prof. Asaf Savaş Akat’tan, Bilgi Üniversitesinden Doç. Serap Yazıcı’ya; Prof. Hikmet Sami Türk’ten, Polis Akademisinden Fethullahçı Prof. Zühtü Arslan’a; velhasıl sosyalist ve Kemalist geçinen sahtekârlardan, din istismarcılarına, evet hepsi aslında AKP kafasıyla ve AB’ye sığınma havasıyla, Türkiye’nin parçalanmasına, Sevr’in uygulanmasına hizmet etmekteydi. Bunların biribiriyle atışıp tutuşmaları ise kamuoyunu aldatmaya ve oyalamaya yönelikti.
Bu tiyniyetsiz tiplerin çağdaşlaşmadan anladıkları ise: milletimizi imani ve ahlaki değerlerinden uzaklaştırıp yozlaştırmak ve Ilımlı İslam safsatasıyla, emperyalizme uşaklığa hazırlamaktan ibaretti.
İşte Recep T. Erdoğan’ın “T.C.’nin kurtuluş ve kuruluş döneminde farklı etnik kökenlerin ülkeden sürülmesi, faşizan bir süreçtir ve zarar vermiştir” anlamındaki alçakça sözlerinin Türkçesi: Mustafa Kemal, ülkemize hıyanet eden ve istilacılarla işbirliğine girişen Ermeni ve Rumları, karşılıklı mübadele anlaşmalarıyla gönderip, Balkanlardan ve Kafkasya’dan, Müslüman kesimleri getirmesi ve bunları “Türk Milleti” olarak kaynaştırıp dünyaya tescil ettirmesi, böylece bağımsız ve Milli Türkiye Cumhuriyetini gerçekleştirmesi olmasaydı, biz şimdi AB’ye eyalet ve İsrail’e vilayet olmak için bu denli çırpınmaya mecbur hale düşmeyecektik. Çünkü haliyle Ermeni, Rum ve Yahudilerin bebeleri ve köleleri oluverecek ve zaten işgal edilmiş vaziyette Avrupa’nın emrine girecektik!...”
Recep T. Erdoğan’ın; gaflet, hıyanet ve dalalet kokan bu sözlerine Yunanlı EOKA’cılardan DTP’li PKK’cılara, Ermeni ASALA’cılardan, Mason Localarına bütün şer şebekelerinin sahip çıkması ve alkış tutması ise, Boş bakan’a bu cırtlak sesleri çıkarması için kimlerin üflediğinin de göstergesiydi...
“Çağdaşlaşmak”; çıplaklaşmak, edep ve haya perdelerini yırtıp atmak mıdır?
Bekir Coşkun: “Anneler ağladığında” yazısında gerçekten güzel ve mükemmel saptamalar yapmış, ama sonunda birden sapıtmıştı:
Şehit anneleri ağladığında, o gözlerden akan yaşların bir sorumlusu vardır.
Bu ahlaksız, kirli, kanlı ve acılı ortamları yaratanlar ve sürdürenler, her damla gözyaşının sebebidir... Ve en azından bir damla size düşer... Bir damla bana...
Güzel bir dünya için hiçbir talebimiz olmadı:
Hukuk... Demokrasi... Çağdaşlık... Bağımsızlık... Medeniyet...
Ne bu soytarılaştırılmış demokrasiye bir tepki, ne hukuk talebi, ne bağımsızlık derdi, ne çağdaşlık isteği...
Bir millet vardı sadece; kadere razı... Sessiz, yönsüz...
Bağımsızlıkta; duygularını Kurtlar Vadisi’ne kaptırmış, Polat Alemdar’la gururlanan bir toplum...
Hukuk; iş bitirici avukatların elinde olan bir şeydi her zaman...
Medeniyet; bir cep telefonu ile bir Japon arabasının arasındaydı...
Demokrasinin; bir torba nohut ile yarım ton kömüre endekslendiğini görmedik mi?...” İşte buraya kadar sapasağlamdı, ama Çağdaşlık tanımında çamurlaşmıştı:
“Bu toplum tarafından seçilmiş devlet adamlarının aile fotoğraflarına baktığınız zaman... Ve gözümüz Arabistan’a benzeyen sokaklara takıldığında, anlarsınız, bu hangi çağdır?... Böyle bir toplumun hak ettiği yerdir burası... Burada analar ağlar...” buyurmuşlardı. Yani Bay Bekir’e göre inancı gereği örtünmek çağdışılık, ama çıplaklaşmak, edep ve haya perdelerini yırtıp atmak çağdaşlıktı!? Yani belli bir kesimin çağdaşlıktan anladığı ve amacı, ismen ve resmen olmasa da, fikren ve fiilen halkımızı gavurlaştırmaktı…
Acaba Atatürk’ün dediği gibi: “Ahlakta milli ve yerli kalarak kalkınmak ve muasır medeniyeti aşmak” niye bunlara göre imkânsız sanılmaktaydı?
AB’nin baskısıyla çağdaşlaşma
Fransa'nın meşhur ajansı AFP, 20 Haziran 2006 tarihli bir haberinde, Avrupa Birliği'ne katılmak isteyen Türkiye'nin, kadınlara yapılan şiddete karşı çıkması ve kadın erkek eşitliğini sağlaması konusunda baskılara maruz kaldığını, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 35 uzmanı, yeni bir hadis külliyatı hazırlamakla vazifelendirdiğini, Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez'in NTV televizyonuna, kadınları ayrı gören hadislerin geçmiş asırlarda uydurulduğunu beyan ettiğini yazmıştı. Beş ciltlik yeni hadis külliyatı, AFP'ye göre yakında yayınlanmış olacaktı.
Bu haberden anlaşılan şudur: Bir Hıristiyan birliği olan AB, Türkiye'ye, İslâm'da birtakım değişiklikler yapması konusunda baskı yapmaktaydı, Türkiye de bu baskılar karşısında yeni bir hadis külliyatı hazırlatmaktaydı!?
Avrupa Birliği, Papalığa Katolik dininde değişiklik yapması için baskı yapabilir mi? Yapamazdı. Yapmaya yeltenirse dehşetli tepkilerle karşılaşırdı.
Avrupa Birliği Seferad Yahudilerin, kadınla ilgili dinî hükümlerde değişikliğe gitmesini isteyebilir miydi? Hayır, kesinlikle buna yanaşamazdı, çünkü başlarına gelmeyen kalmazdı.
Peki, öyleyse AB, İslâm dinine nasıl karışabiliyordu? Türkiye ve AKP, yapılan baskılara nasıl boyun eğebiliyordu?
AFP haberin başlığında "
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın böyle bir şeye hakkı var mıydı?
İlâhiyatçıların böyle bir şeye yetkisi var mıydı?
Avrupa Birliği'nin din konusunda Türkiye'ye baskı yapmasına haysiyet sahibi her Müslüman’ın karşı çıkması lazımdı.
Bir kısmı Hıristiyan, bir kısmı Yahudi, bir kısmı ateist olan Avrupalılar AKP’ye neler dayatıyordu:
1. “Allah katında tek hak din İslâm'dır” ayetinin cuma namazlarında okunmamasını istiyordu.
2. Kadın hakları konusunda, İslâm normlarından vazgeçilmesini, AB normlarının esas kabul edilmesini istiyordu. Zinanın meşrulaştırılması maksadıyla bazı hadislerin ayıklamalar yapılmasını istiyordu.
3. İsmet Paşa zamanında bile yapılmayan tahribatlar AB’ye alacağız aldatmacasıyla AKP’ye yaptırılıyordu.
İslâm kadına şiddet uygulamaz, kadına hakkını ve haysiyetini kazandıran İslam’dır
Kadına asıl şiddet uygulayanlar çağdaşlardır. Türkiye, Uluslararası Kadın Hakları Sözleşmesine imza koymuştur. Bu sözleşmeye göre, kadınlara resmî vesikalar vererek fuhuş yaptıramaz. Halbuki ülkemizde resmen fuhuş yaptırılmakta, bundan da KDV ve gelir vergisi alınarak bütçeye konulmaktadır. Avrupalılar, kadın hakları konusunda samimî iseler önce bu çirkinliği protesto edip çare bulmalıdır.
İslâm dininin kadınların resmî vesikalı fahişe olarak çalıştırılmalarına asla izin vermemesi onların iyiliği ve insaniyeti icabıdır.
Tesettür bir baskı değildir, imani onur ve huzurun İslami bir simgesi konumundadır.”
Türkan Saylan sponsorları:
Tanımadıklarımı öğrenme merakı adına google araştırmasında karşıma şunlar çıkınca rahatlamıştım. Çünkü yaptıklarına, icraatlarına, İslâmî değerlere savaş açmış bir kadına bakınca, bu topraklarda yetişen insanımızla bağdaşmayan tavırları bana çelişkileri hatırlatmıştı. ÇYDD Başkanı, bu çağdaş yaşamcı hanfendi "13 Aralık 1935 günü İstanbul'da dünyaya geldi. Cumhuriyet döneminin ilk müteahhitlerinden Fasih Galip Bey ile evlendikten sonra Müslüman olup Leyla adını alan İsviçreli Lili Mina Raiman çiftinin beş çocuğunun en büyüğüdür, Türkan Saylan. 1957'de evlenmiş, iki oğlan çocuk annesi olmuştur. Van 100. Yıl Üniversitesi soruşturmasında rektör yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Yüksel üzerinden ÇYDD ilişkileriyle özellikle genç kızlara burs vererek misyonerlik faaliyetleri yapan ulusalcı çizgideki Türkan Saylan hanımın bir de çağdaş sponsorlarını sayalım: Danone, Metro Grosmarket, Real, D&R, Turkcell, TNT Ekspres, Ericsson, Doğuş Grubu, Finansbank, İş Bankası, Garanti Bankası, Mercedes-Benz, Coca-Cola, AvivaSA, Petrol Ofisi, Filli Boya, Banvit gibi çoğu Siyonist sömürü sermayesinin tekelindeki şirketler... Ve yine hakkında pek çok olumsuz soru işareti oluşmuş derneğin yetkilileri… Gayrı, yorumu size ait.”5[1] Bunlar “Başı bacağı açık kızlar okusun, Türbanlılar kovulsun!” diye çırpınmışlardı. Ve hele onu överken: “Keşke beyinlerdeki cüzzamı da halledebilseydi!” diyerek İslami düşünceyi cüzzama benzeten sütü bozukların tavrı, bunların ruh röntgenini yansıtmaktaydı.
Serdar Turgut’un şu sorusu üzerinde insafla kafa yorulmalıydı:
Ya o korkunç ikna odalarına ‘Kardelen kızları’ sokulsaydı?!
Şimdi Türkan Hanım'ın hayatı ile ilgili sakin bir değerlendirme yapabiliriz herhalde. Türkiye'de laiklik sadece bir yaşam stili tercihi olarak algılanıyor. O yaşam stili tercihi içinde özellikle kadınların fiziksel görünümleri ve kılık kıyafetleri ile ilgili tercihler de çok önemli görülüyor. Bunlar gerçekten önemli olabilir ama laiklik bundan ibaret olan bir şey değil...
Oysa laiklik her insanın istediği inancı istediği biçime, kısıtlama olmaksızın yaşama hakkının korunması olmalıydı. Resmi ideoloji baştan yanlış olduğundan o ideolojiye inanan ve ideolojiyi gündelik yaşama yaymakla kendisini sorumlu hisseden 'Cumhuriyetin kızları' bireysel olarak çok iyi insanlar da olsalar, iyi kalpli de olsalar inançlar konusunda hayli faşizan davranabildiler. Üniversiteye gelen türbanlı kızları kapıda kurulan o korkunç ikna odalarına sokarak o türbanı çıkartmaya ikna edeceğini düşünen zihniyetti bu. Türkan Hanım'ın bu uygulamaya açık destek verdiğini söylemiyorum ama fazla itiraz da etmedi. Çünkü türban meselesinin bir kandırılmadan, bir yanlış anlamdan ibaret olduğunu düşünen 'Çağdaş görünümlü Türk kadınları' grubundandı o.
İşte bu yüzden onun Kardelenleri arasında pek türbanlı kız yok. Bursları verenler de aralarında başörtülülerin bulunmamasıyla da övünüyor. 'Türbanlılara başkaları burs veriyor zaten' diyor ve yüzleri kızarmadan ayrımcılık yapıyor!.
O başkaları da Türkan Hanım da, maalesef toplumda ayrışmaya ve ötekileştirmeye neden oluyor. Bu dayatmacı ideolojinin bizi tamamen teslim alması ve irademiz dışında işler yaptırmasından kaynaklanıyor. Cenazeyi laik Türkiye'nin bir gösterisi haline dönüştürenler, Türkan Hanım'ı sevip sahiplenenler, cenazeye özel ilgi gösteren TSK ve Deniz Baykal gibiler, laikliğe makul bir yeni tanım getirmenin gereğini ve önemini hala görmüyor. Elbette güzel işler de yapmış olan Türkan Hanım'ın yaşamının toplumun bir bölümünü ötekileştiren ve yabancılaştıran bir yönünün olduğunu da hatırlamamız gerekiyor.
Keşke bu yanlışlar hiç yapılmasaydı ve keşke Türkan Hanım'ın evinin önünde birkaç türbanlı kız da ağlayabilseydi... Türkiye çok daha güzel bir ülke olmaya gidebilirdi.
Kalabalıklar ne bağırırlarsa bağırsınlar, Türkiye laik değildir ve bu şekilde de kalamayacak. Laikliği yeniden doğru yorumlayacağız ve ideolojiyi Türkan Hanımlar'ın mahalle baskısından temizleyip laikliği Batılı bir şekilde yeniden tanımlayacağız. Belki o zaman ilk defa laik bir ülke olabileceğiz. Bu zannedildiği kadar zor bir iş değil. Çünkü kendileri üzerine çeşitli oyunlar oynanılan kızlarımız, burslarla bölünenler, sınıflandırılanlar, özgür ortama girdiklerinde, kendi başlarına kaldıklarında kol kola yürüyüp, sevgililerini, hayatı konuşabiliyorlar... Türkan Hanım kızları sınıflandırmasıyla, tavırlarıyla, seçtiği yol arkadaşlarıyla bu gerçeği hiç anlamadı ve iyi de yapmadı.6[2]
Eşi başörtülü subaya sürgün cezası
Ergenekon soruşturması kapsamında hazırlanan ikinci iddianamede sadece bu güne değil, yıllar öncesine de ışık tutan tutarsızlıklar yer alıyordu. Ek klasörlerde yer alan 'gizli' belgeler, Türkiye’nin nasıl bir süreçten geçtiğini gözler önüne seriyordu. Klasörde bulunan bir yazışma, 28 Şubat sürecinde sadece sivillerin değil, subayların da büyük bir baskı altına alındığını ortaya koyuyordu. Bu belgede eşi başörtülü olan subaylara ‘nasihat’ edilmesi gerektiği anlatılıyordu. "Görevinde başarılı personelden eşleri çağdaş kıyafette olmayanlar, önce amirlerince çağrılarak nasihat edilip uyarılacak… Büyüklerin örnek olması konusunda telkinlerde bulunulacak. Durumunda değişiklik olmadığı takdirde ise alınacak tedbirlere ilaveten atama teklifleri yapılacaktır” ifadeleri kullanılıyordu. Yani GKB İlker Başbuğ’un da vurguladığı gibi, Aziz Milletimiz nazarında “Peygamber Ocağı” gibi kutsal bilinen Ordumuz içinde bile bazılarına göre çağdaşlığın ve Cumhuriyete bağlılığın tek ölçüsü çıplaklık sayılıyordu. Örtünmek ise gericilik ve yobazlık kabul edilip horlanıyor ve dışlanıyordu.
Çağdaş Avrupalılarla yerli çomarlarının hakareti Müslüman'a yapılınca fikir özgürlüğü oluyordu!
Avrupa, Müslümanları ve İslam'ı hedef alan hakaret eylemlerini ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmeye devam ediyordu. İsviçre Federal Mahkemesi, bir partinin Müslümanları aşağılayan tartışmalı seçim afişini, eleştiri özgürlüğünü referans yaparak aklıyordu.
İktidar ortağı Merkez Demokratik Birliği'nin (UDC) 2007 yılında yapılan seçimler için hazırladığı afişte, namaz kılarken secde halinde fotoğrafı çekilen İsviçreli Müslümanların görüntüsü üzerinde "Kafanızı kullanın!" sloganı yer alıyordu. Fotoğraftaki Müslümanlar, 2006'da, Danimarka'da yayınlanan Hz. Muhammed karikatürlerini protesto etmek için Bern şehrinde Federal Meydan'da bir araya gelmişti. Afiş, İsviçre'de sert tartışmalara sebep olmuştu.
"Aynı afişi, Yahudileri veya Hıristiyanları hedef alarak yapmaya cesaret edebilir misiniz? Hayır!" diyerek sağcı partiyi ayrımcılıkla suçlayan Bas-Valais bölgesi savcısı André Morand, dava açıyordu. Müslümanların yanı sıra diğer siyasi partiler de afişe tepki gösteriyordu.
Davayı sonuçlandıran İsviçre Federal Mahkemesi, afişin dinî ya da ırkçı bir ayrımcılık unsuru taşımadığına hükmediyordu. Kararı değerlendiren Federal Yargıç Dominique Favre, "Afiş, hoşgörüden yoksun olsa da, korkular üzerine oynasa da; Müslümanları hukuk önünde eşit olmayan bir şekilde göstermiyor. Bir demokraside, aşırı ve kötü de olsa eleştiri kabul edilmeli" yorumunda bulunuyordu.
Şimdi söyleyin İsviçreli gâvurlarla yerli gâvurcukların İslam’a bakışı farklı mıydı?
Ahlaksız çağdaşlaşmanın yeni faturası: Domuz gribi!
AİDS’ten sonra şimdi de dünya, Domuz Gribiyle çalkalanıyor!
42 ülkede 196 ölü ve 20 bin 829 hasta
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Amerikan Hastalıkları Önleme ve Korunma Merkezi (CDC), domuz gribine neden olan Influenza A/H1N1 virüsüne yakalananların sayısının 42 ülkede 20 bin 829'a yükseldiğini, 196 kişinin yaşamını yitirdiğini açıkladı.
ABD'nin 46 eyaletinde 16'sı ölü 6 bin 714 doğrulanmış vaka, Meksika'da 128 ölü 3 bin 895 doğrulanmış vaka bulunurken, Kanada ve Kostarika'da üçer ölü olduğu vurgulandı. CDC Direktörü, salgının ABD'de hızını kesmediğini ve Meksika'da da sona ermediğini hatırlattı. Bu arada, Japonya Sağlık Bakanlığı ülkede doğrulanan domuz gribi vaka sayısının 270'e yükseldiğini duyururken, Çin'deki hasta sayısını 19, Hong Kong ise 7 olarak verdi. Yunanistan da ilk vakasını doğruladı.
Öte yandan Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Turan Buzgan, domuz gribi ile ilgili olarak, yurt dışına çıkacak vatandaşlara durum stabil olana kadar seyahatlerini ertelemelerini önerip zorunluluk hali varsa riskli ülkelerde mümkünse topluluktan uzak durulması, hastalığın yoğun görüldüğü bölgelere gidiliyorsa tedbir olarak maske takılması ve genel hijyen kurallarına uyulması gerektiğini anlattı.
Yeni bir çağdaşlık örneği: Türkiye domuz ürünleri tüketiminde dünyada 10. sırada
Domuz gribi" denen hastalık insanlığı sarsıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, bu belâdan tedirgin olmayan hemen hemen hiçbir fert bulunmuyor. İdeolojiler, dünyayı yaşanılır olmaktan çıkarmak için son sürat yarışıyor. Kapitalizm çok kazanmak hırsını insanlara aşılayalıdan beri, onunla orantılı olarak, belâ çığları da gittikçe büyüyor.
Bu belâlardan biri de, hak dinlerin kesinlikle yasakladığı domuz sevgisidir. Bu sevgiden kaynaklanan gayret, insanlığın sonunu hazırlıyor olduğunu görmemek için hem kör hem de sağır olmak gerekiyor.
Allah (CC) Kur'ân-ı Kerim'de 4 yerde domuzun haramlığını beyan buyurmuştur. Bu ayetler:
• Bakara sûresi, âyet: 173
• Mâide sûresi, âyet: 3
• En'am sûresi, âyet: 145
• Nahl sûresi, âyet: 115
Bu âyetlerle, domuzun her şeyinin haram kılınmış olmasına rağmen Türkiye'de sığır ve davar etiyle domuz eti aynı oranda tüketiliyor. Ve, domuz ürünleri tüketen ülkeler sıralamasında Türkiye dünyada 10'uncu sırada yer alıyor.
Dünya Gıda Teşkilâtı (FAO)'nın açıklamalarına göre, 2008 yılında 10 bin ton domuz yağı tüketilmiş Türkiye'de. Bu rakam her yıl dörtte bir artarak devam ediyor.
Daha ürpertici bir bilgiyi de kayda geçeyim: Türkiye'nin birçok yerinde mevcut olan kayıtlı-kayıtsız domuz çiftliklerinden piyasaya ne kadar domuz ürünü sürüldüğü de biliniyor ve özenle gizleniyor.
Bu konuda Türkiye'de ciddi bir araştırma yapan "Türkiye'de Domuz Gerçeği" kitabının yazarı Reşit Haylamaz araştırmasının sonunda "Türkiye'de her yıl her fert (bilerek-bilmeyerek) ortalama bir domuz yavrusu yiyor" diyor.
Mesele bu kadar ciddidir işte.
Şimdi soruyorum:
Ey Müslümanlar! Böylesine ciddi bir mesele niye görmezden geliniyor? AKP iktidarının Türkiye’de domuz üretimini artırma teşvikleri niye sorgulanmıyor? Bütün bu hastalık ve salgınlardan ders alınmadığı ve İslam’ın kurallarına uyulmadığı için işte bu hayvanın sebebiyet verdiği "domuz gribi" gibi onulmaz belâlar tepemizde dolaşıyor.
"Müslüman AKP’li idarecilerimiz" Türk Gıda Kodeksi Tebliği'ni değiştirerek domuzu kasaplık et kapsamına aldılar. Bu da yetmiyormuş gibi Cumhuriyet tarihinde ilk defa üretimini teşvik etmek için domuz yetiştirecek olanlara kredi veriyor. (Resmî Gazete 09.08.2006 tarih ve 26254. sayı) Buna göre en az 2 baş domuzu olan hayvancılık zati ihtiyaç kredisi, 3 ve daha fazla domuzu olan ticari kredi alabiliyor.
Uzman domuz üreticilerinin yetişmesi için Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi'nde "domuz dersi" okutuluyor.
Birçok mamulde, "Ürünlerimizin hiçbir çeşidinde domuz mamulü yoktur" gibi ibareler yazılıdır. Böyle bir not hiçbir anlam ifade etmemektedir. Etmediği de Mart-2009 tarihinde Türkiye yurtdışı seferi yapan bir hava şirketinde yiyecek olarak dağıtılan mâmulün içindeki etin tamamen domuz eti olduğu anlaşılmış ve yolculardan bir kısmı konuyu yargıya taşımıştır.
Bütün bunlara dikkat çekmemizin sebebi "domuz gribi" belâsının kaynağını anlatabilmek içindir.7[3]
Domuz gribi paniği masum değil!
ABD'den dünyaya yayılan grip salgını panikleri ve grip salgınlarını terör saldırıları gibi sunan medya kampanyaları hiç masum görünmüyor. Bu kampanyalar bir yandan toplumları "rehin" psikolojisine alıştırıyor, bir yandan da hem medyaya hem de sağlık endüstrisine para kazandırıyor. Bush televizyona çıkıp "Kuş gribinden 2 milyon ABD yurttaşı ölebilir" buyurmuşlardı ve bu çoğu Siyonist-Yahudi ilaç firmalarına milyarlarca dolar kazandırmıştı… Hala insanlık uyuyor!
Domuz gribi endüstrisi
Şimdiden dev ilaç şirketleri ellerini ovuşturmaya başlamış bulunuyor. Grip ilacı üreten tekeller inanılmaz cirolar yapıyor. Kolonyalist dönemde, hangi coğrafyada neyin ekileceğine karar verenler oluşturdukları plantasyonlarla dünyanın belli bölgelerinde ekolojiyi geriye dönüşsüz yok etmişlerdi. Şimdi de tarım ve hayvancılık sektörünün gözü dönmüş uygulamaları yepyeni virüsler üretiyor. Zaten Siyonistler dünyada büyük siyasi güce sahipler. Bu arada dünya medyası da salgını panik salgınına çevirip dünya kamuoyunu ekran karşısına çiviliyor. Haber özelliğini kaybeden domuz gribi büyük bir korku halini alıyor. Medya panik körükleyicisi konumunda ve dozu artırıyor. İlaç şirketleri, tarım ve hayvancılık endüstrisi, medya sacayağındaki H1N1 salgını ekonomik bir değer olarak varlığını koruyor. Yani bir nevi domuz gribi endüstrisiyle karşı karşıyayız, ama hala kimse uyanmıyor!
[1] Hüseyin Goncagül / Milli Gazete
[2] 22.05.2009 / Serdar Turgut / Akşam
[3] Mevlüt Özcan / Milli Gazete
Bu yazarin diger makaleleri
< Önceki | Sonraki > |
---|