Brezilya Devlet Başkanıyla birlikte, İran’ı Türkiye üzerinden az zenginleştirilmiş uranyum takasına razı eden Recep T. Erdoğan’ın bu girişimi:
“Nükleer krizin aşılması, İrana yönelik muhtemel yaptırımların askıya alınması, barış ve uzlaşının sağlanması” gibi sanılmakta ve kamuoyuna öyle sunulmaktadır.
Oysa;
- Bu bahaneyle İran’a saldırı kampanyasının öncüsü ve bu konuda Amerika’nın sözcüsü gibi davranan Fransa, peşinen bu girişim ve tavizlerin yetersiz olduğunu açıklamıştır. ABD ise Recetp T. Erdoğan’ın bu girişimini ciddiye bile almamıştır.
- Bu anlaşma Recep Bey’in şuurlu bir başarısı değil, ABD’nin dayatması sonucu İran’a en haklı olduğu bir konuda geri adım attırılması, kendilerinden başkalarının ve özellikle Müslümanların nükller güce sahip olmasını istemeyen Siyonist-emperyalist odaklara taşeronluk yapılmasıdır ve yüz kızartıcıdır.
- Yani bu sonuç; ABD ve İsrail’in savaşsız, masrafsız ve zayiatsız bir zafer kazanması, hakimiyet ve otoritesini sağlamlaştırmasıdır.
- Saldırgan Batı (Amerika ve Avrupa) Büyük İsrail hatırına, Recep Erdoğan kahyaları üzerinden dişlerini saydıkları Ahmedi Nejadı, tamamen uysallaşıp ılımlaştırıncaya kadar peşini bırakmayacaktır. Çünkü azgın canavara yılışmak, sadece onun iştahını kabartacaktır. Saddam da, sonunda bütün kurumlarını ABD’nin denetimine açmış ama, yinede yaranamamış ve kurtulamamıştır.
- Ülkelerin, kendi bağımsızlık ve bekasın korumak ve muhtemel saldırılara karşı caydırıcı tedbirler almak, onların milli onuru ve namusuyla alakalıdır. Onur ve namusundan vazgeçmeye mecbur kalınarak varılan uzlaşma sadece teslim olunmadır.
Ve bu namus tacirliğine aracılık yapanlara eskiden “düşük adam” gözüyle bakılırken şimdi kahraman diye alkışlanmaktadır.
Recep Bey: “Bu ne nutuk, bu ne tank?” dedirtiyordu
Nükleer Güvenlik zirvesi (daha Türkçesi zırvası) için ABD’ye gitmeden önce ziyaret ettiği Fransa’da Recep T. Erdoğan nutuk atarken, hemen aynı saatlerde Türkiye’de bir tören yapılıyordu. Recep Erdoğan: “İsrail Gazze’de orantısız güce başvuruyor, fosfor bombaları kullanıyor. Barışa baş tehdit İsrail’den geliyor” diyerek alışılmış ve bayatlamış İsrail eleştirilerini sürdürürken Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile İsrail Savunma Bakan Yardımcısı beraberce bir törene katılıyor; Türkiye 700 milyon dolar ödeyerek, İsrail’e 170 tane M 60 tankını tamir ettiriyordu. Dikkat! Başkaları aynı ayardaki tankların yenisini 2 milyon dolara satarken, AKP İsrail’e kendi tanklarının her birinin sadece tamiri için tank başına 4 milyon dolar ödüyordu!? İnsanın, “bu ne nutuk, bu ne tank!?” diyesi geliyordu. Yani Recep Bey’in horozlanmaları, İsrail’le yürütülen çok derin stratejik ilişkileri ve Siyonistlere milyarlarca dolar kazandıran alışverişleri halka unutturup uyutturmaya ve atılan kazıkları yutturmaya yönelik şovlara benziyordu.
Evet, Recep Bey hep böyle “Karakolda doğruyu söylüyor, ama mahkemede şaşıyor ve cayıyordu!”
Herhalde Siyonist yetkililere de; “Ben, kürsülerde, milletin baskısı ve oy kaygısıyla doğruları söylemek zorunda kalıyorum, kusura bakmayın” diye mazeret bildiriyordu ve bütün bu kof kabadayılıkların ardından İsrail’in OECD’ye girmesini veto etmeyerek Siyonist vahşete meşruiyet kazandırmaktan utanmıyordu.
Ve yine Recep Bey Yunanistan ziyaretinde, bütün Batı Trakya müftülükleri ve çoğu camileri işgal altında bulunurken ve Ayasofya hala Fatih’in vasiyeti ve Müslümanların haklı hasreti gereği cami olmayı beklerken; O tutup Heybeliada fesat ocağının açılacağının ve ikinci Vatikan olacak şekilde Bartelemosa ekümenik (evrensel bağımsızlık) statüsü tanımaktan gocunmayacağının müjdesini vermekten hiç te sıkılmıyordu!…
Ahmet Türk ABD’den “özerklik” istiyordu
ABD’ye giden kapatılan DTP’nin siyasi yasaklı Genel Başkanı Ahmet Türk, ABD’den özerklik istiyordu. Daha önce de Nisan 2009’da Türkiye’ye gelen ABD Başkanı Barack Obama’ya “Türkiye’nin 25 özerk bölgeye ayrılmasını” içeren “demokratik özerklik projesi”ni TBMM çatısı altında sunan Ahmet Türk bu talebini şimdi ABD’nin başkentinde dile getiriyordu.
Siyonist Yahudilerin güdümünde bulunan ve özellikle Fetullahçılara desteği ile tanınan Brookings Enstitüsü’nün davetlisi olarak ABD’ye giden heyete, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile birlikte, Washington’daki temasları kapsamında düşünce kuruluşu Carnegie Endowment’ta konferans veren Pakraduni (Yahudi asıllı Ermeni) Ahmet Türk, üç taleplerinden birinin “demokratik otonomi” olduğunu açıklıyordu.
Ahmet Türk, Cumhuriyetin kurulmasından sonra Kürtleri inkâr siyasetinin geliştirildiğini savunarak, üç konudaki taleplerini şöyle sıralıyordu:
- Kürt kimliğini Türkiye’nin zenginliği sayan Anayasal düzenlemenin yapılması,
- Bütün kültürel haklara ve Kürtçenin kamusal ortamda özgürce (resmen) kullanılmasına imkan tanınması,
- Kürt yoğunluğunun fazla olduğu bölgelerde “demokratik otonomi” sağlanması.
“PKK, ikna edilmeli” diyordu!
Türkiye’den Başbakan ve Cumhurbaşkanları ABD’ye geldiğinde, ABD Başkanlarına ilk olarak PKK konusundan bahsediyorsa, bunun “PKK’nın bir realite olduğu anlamına geldiği” söyleminde bulunan Ahmet Türk, Obama’nın Türkiye’deki “demokratik” sürece katkı sağlayacak bir rol oynayabileceği mesajını veriyordu.
Ahmet Türk, ABD’nin daha önceden Güney Afrika ve İrlanda konusunda bunu yaptığını hatırlatırken, demokrasinin ilerlemesi için bütün aktörlerin sürece dahil edilmesi gerektiğini savunarak: “Eğer Hamas bir aktörse, Hamas’ın ikna edilmesi, eğer PKK bir aktörse, mutlaka PKK’nın ikna edilmesi lazım ve demokratik sürecin işleyişine olanak sağlayacak şeylere çaba gösterilmesi gerekiyor” şeklinde konuşuyor, böylece Kürtleri Filistinlilerin, Güneydoğuyu ise Filistin yerine koyuyor, Türklerin burayı işgal ettiği ve çekilmesi gerektiği küstahlığında bulunuyordu.
Otonomi ne anlama geliyordu?
Türk Dil Kurumu (TDK)’nun 1969 tarihli sözlüğünde otonomi ifadesi özerklik ile eşdeğer veriliyor, özerklik kelimesinin karşısında da şu tanım yer alıyordu:
“Bir topluluğun hiç değilse bir takım koşullar altında kendi kendini yönetme hakkı, idare muhtariyeti.”
Ayrıca TDK’nın internet sözlüğünde de otonomi tanımının karşısında yine “özerklik” daha geniş bir biçimde şu şekilde anlatılıyordu:
Bir topluluğun, bir kuruluşun ayrı bir yasaya bağlı olarak kendi kendini yönetme hakkı, muhtariyet, bir kişinin, bir topluluğun kendi uyacağı yasayı kendisinin koyması.
Güncel Türkçe Sözlük ise şöyle açıklıyordu:
Yönetim bakımından bir üst denetimden (merkezi yönetimden) bağımsız olması;kişi veya kesimin, kendi davranışlarını düzenleme ve bu davranışlara yön verme konusunda bir ölçüde bağımsız kalması.
BSTS / Felsefe Terimleri Sözlüğüne göre de:
“Özerksel bir gücün yönettiği geniş bir bütün içinde, bir kesimin ya da bir bölgenin belli koşullar altında kendi kendini yönetme hakkı.[1]” oluyordu. Yani Ahmet Türk, Güneydoğuya otonomi – özerklik kazandırıp adım adım Türkiyeden koparmak için stratejik ortağımız ABD’den destek alıyordu. Çünkü Recep Başbakanın, zaten onların emrinden çıkamayacağını biliyordu. Ve zavallı halkım, haftalar boyu Baykalla ilgili çirkin dedikodularla oyalandığından, “böylesi önemsiz şeyleri (!) ” düşünüp dert edinmeye bile fırsat bulamıyordu.
ABD istihbaratının hazırladığı rapor, İsrail’de yayınlanan Yedioth Ahronoth gazetesine sızıyordu; ABD, TSK ile İran ordusunu savaştırmak istiyordu!
ABD’nin CIA ve NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı) ile birlikte en büyük istihbarat örgütlerinden biri olan ve askeri alanda istihbarat yapan Savunma İstihbarat Ajansı (DIA), İran ordusunun Türkiye ile başa çıkamayacak kadar verimsiz ve donatımsız olduğunu ileri sürüp Türkiye’yi kışkırtıyordu.
DIA’nın hazırladığı rapor, İsrail’de yayınlanan Yedioth Ahronoth gazetesine sızdırılıyordu. Habere göre, Savunma İstihbarat Ajansı İran’ın askeri gücü hakkında hazırladığı raporu Senato’ya sunmuştu. Raporda, “İran ordusu 20 milyona yakın asker gücüne rağmen, İsrail ve Türkiye gibi ülkelerin ordularıyla baş edemeyecek kadar etkisiz ve donatımsız” iddiasında bulunulmuştu. Raporda, İran’ın nükleer programının da benzer şekilde caydırıcı amaçlı olduğu belirtilerek, “İran’ın nükleer programı ve nükleer silah geliştirme kapısını açık tutma çabası, caydırıcılık stratejisinin odak noktasını oluşturmaktadır” iddialarına yer veriliyordu.
TSK ve İran ordusu niçin kıyaslanıyordu?
Raporda İran ordusunun elinde bulunan tank, zırhlı personel taşıyıcı, savaş gemileri ve uçakların durumuna da yer verilerek, “İran hava kuvvetlerinin 10 yıldan uzun bir zamandır tek bir yeni uçak almadığı” ileri sürülüyordu. İsrail’in hatırına Türkiye’yi İran’a karşı bir cephe haline getirmek isteyen ABD’nin, hiçbir neden yokken “İran ordusunun TSK ile savaşamayacağını söylemesi” uzmanlar tarafından ABD’nin Türkiye ile İran’ı savaştırmak için attığı bir adım olarak yorumlanıyordu.
Türkiye’nin İsrail’i veto fırsatını AKP niye kullanmıyordu?
İsrail her ne kadar üyelik şartlarını yerine getirerek süreç tamamlanmış gibi görünse de her şey bitmemişti ve Türkiye’ye tarihi bir sorumluluk düşüyordu. Çünkü yeni bir üyenin OECD’ye kabul edilmesi için tüm üyelerin onayının alınması gerekiyordu. Bir üyenin bile veto hakkını kullanması üyeliğin reddedilmesi için yeterli sayılıyordu. Şimdi, Türkiye’nin İsrail’in işgal ettiği topraklardaki ırkçı uygulamaların ve işlediği savaş suçlarının hesabını sorması için önemli ve tarihi bir fırsat geçmiş bulunuyordu. Bu anlamda AKP’ye İsrail’e haddini bildirmek için önemli bir imkân doğuyordu ve sadece OECD üyeleri değil Türkiye de bir sınavdan geçiyordu. İngiltere merkezli IHRC örgütü Türkiye’ye sorumluluğunu hatırlatan bir kampanya başlatıyordu ve Recep Bey yine yan çiziyordu.
Dış politikada büyük dönemeç İran oluyordu!
İran’a nükleer çalışmaları nedeniyle uygulanacak yaptırımların eli kulağındaydı. Yaptırımlara BM Güvenlik Konseyi’nde Çin’in de “hayır” demeyeceği açıkça ortaya çıkmıştı.
TC Başbakanı tarafından defalarca ilan edildiği üzere, bizim resmi görüşümüze göre; İran’ın nükleer araştırma girişimleri, kendi ihtiyaçlarına yönelik ve barışçı bir çabaydı. Kaldı ki, bölgede nükleer çalışmalarından kaygı duyulması gereken bir ülke varsa o da İsrail olmaktaydı. Bu görüş, 1- Komşularla sıfır sorun hedefine, 2- Batı ile aynı fikirde olmak zorunda olmayan Türkiye’nin oynak merkezli dış politika söylemine, 3- Recep Bey’in; “İsrail’in nükleer gücü niye denetlenmiyor?” efelenmesine tamamen uygun bulunduğu için, eğer İran’a herhangi bir yaptırım söz konusu olursa, AKP’nin çıkışlarında tutarlı olması için, buna “hayır” demesi lazımdı. İşte sorun burada yatmaktaydı.
Recep Bey, İran’a karşı, başını ABD’nin çektiği bir yaptırım karşısında, acaba yedi düvele ilan ettiği “bağımsız” politikasını uygulayacak mıydı?
Türkiye; ABD’nin kontrolünde, ama kendi sorumluluğunda olan nükleer bombalardan niye hiç bahsetmiyordu?
Bir ülke düşünün: Halkı yıllardır “90 adet nükleer bomba”yla yaşıyor ve bundan doğru dürüst haberi bulunmuyor. Bir devlet düşünün: Halkını yıllardır “90 adet nükleer bomba” üstünde oturtuyor… Bundan tek kelime bahsetmiyor! ABD’nin İncirlik’e yığdığı, 90 adet B-61 nükleer bomba, devletin en utanç verici sırlarından birini oluşturuyor. Utanç vericidir ama utandıkları pek görülmüyor. Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Bakanlar, Genelkurmay Başkanları susuyor, “ABD’ye nükleer yataklık” üstüne tek kelime edilmiyor, cesaretleri yetmiyor.
İnsanlık için en büyük felaketlerden biri olan “atom bombası”na yataklık yapan bu cennet vatanda; bu tehlikeli gerçeği gizleyenlerden hesabı sorulmuyor. Yunanistan’ın ABD nükleer bombalarını nasıl kovduğu asla anlatılmıyor ve Yunanistan’dan bile utanılmıyor!
Almanya, Soğuk Savaş artığı bombaları sepetlemek için hareketleniyor, bizimkiler tık etmiyor. Hatta ABD Başkanı Barak Hüseyin Obama bile artık bombaların çekilmesinden bahsediyor, yerli devekuşları o saniye bile başını çıkarmıyor topraktan. O saniye bile memleket idaresindeki sivil ve askerler üç maymunları oynuyor. Bazen, şimdi olduğu gibi, muhalefet ya da bir milletvekili Meclis’te gündeme getirmek istiyor, buharlaşıp gidiyor. Bombalar, “Soğuk Savaş”ta, bu “istiklal” ülkesi “komünist komşular”a karşı ABD’ye hizmet etsin diye konuyor. Onları korkutsun diye, bu halkın ayağına, köleye vurulan zincir gibi dolanıyor.
Yarıdan fazlası bizzat ABD’nin emrinde bulunuyor, 40 kadarını ise ABD izniyle Türkiye’nin savaş uçakları taşıyor. Soğuk Savaş bitince, bombalar bu kez Türkiye’nin “İran gibi Müslüman komşuları”na karşı konuçlanıyor. Oysa aynı İran Türkiyenin baş belası PKK’nı kolu PJAK’ın teröristlerini yakalayıp cezalandırıyor, ama hala bizimkilere yaranamıyor. Ortadoğu’da hakiki tek nükleer silah sahibi İsrail iken, tarihte sivil halk üstünde atom bombası kullanabilmiş tek devlet ABD iken; bizimkiler zayıf, güçsüz insanlara karşı atom bombası yalakası olmaktan gocunmuyor. Daha beteri bu bombaların; yataklık yapan ülke halkını da nükleer rehine aldığı asla konuşulmuyor. Bu ülkeyi nükleer saldırıların hedefi yapabileceğini hükümetler ve Genelkurmay asla telaffuz etmiyor. Demokratik yoldan iktidara gelen de, darbeciler de, bombayı görünce hep arazi oluyor.” diyenler haklıydı, ama dinleyenlerin kulakları tıkalıydı.
Genelkurmay’da, Org. Başbuğ’dan sonra kürsüye çıkan Amerikalı ajan, ‘Ankara’ya atom bombası’ gösterisi yapıyordu!
Genelkurmay Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nce “Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu” 15-16 Şubat 2010 tarihleri arasında Ankara’da Bilkent Oteli’nde yapılmıştı. Toplantıya dünyanın önce gelen savaş stratejistlerinden Harvard Üniversitesi profesörlerinden Graham T. Allison başta olmak üzere NATO Yüksek Müttefik Dönüşüm Komutanı Orgeneral Stephan Abrial, İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Aşkenazi ve 14 ülkeden üst düzey askeri yetkililer katılmıştı.
Toplantıyı Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ bir sunuş konuşmasıyla açtı. Başbuğ’dan sonra Profesör Allison, “Ankara’nın Ulus semtinde 10 kilotonluk bir atom bombasının patlatılması halinde yaşanacak tahribatı yansıtan bir haritayı göstererek” konuşmasına başlamıştı.
Behiç Gürcihan’ın tespitiyle: Allison, aslında bu harita aracılığıyla İran’ın Ankara’nın ortasına atacağı atom bombasıyla Türkiye’yi nasıl vuracağını göstererek İran’a karşı ABD ile birlikte hareket edilmesi gerektiği mesajını aktarmıştı!
Profesör Graham T. Allison’un Siyonist kimliği sırıtıyordu
-Prof. Allison, David Rockefeller’in başında bulunduğu; dünyayı çok uluslu şirketler adına yöneten ABD elitlerinin oluşturduğu Dış İlişkiler Konseyi (CFR) ve buna bağlı Üçlü Komisyon (Trilateral-T) ve Bilderberg (Bilderberg Grup-B) adlı gizli örgütün direktörüydü ve bu görevi on yıla yakın bir süre sürdüren Yahudiydi.
-Allison; CFR adlı örgütün CFR+T+B olmak üzere 3 statüye birden sahip David Rockefeller, Henry Kissinger, Zbigniev Brzezinski, Bili Clinton, Brent Scowcroft, George Soros ve Samuel Huntington başta olmak üzere ABD’deki 48 kişilik “çekirdek” kadrosunda yer alan bir kişiydi. Bu örgüt; ulusal orduları dağıtmak, uluslararası polis gücü kurmak, ulusal istihbarat örgütlerini siyonizmin hizmetine sokmak, dünya genelinde borsalaşmak, dünya genelinde vakıflaşmak, karşılıklı bağımlılığı yaymak, ülke bütçelerini dengeli bir biçimde açık verir halde tutmak, ulus devletleri sürekli ve artan borçlar döngüsünde boğmak, dünya genelinde özelleştirme yapmak ve uluslararası birliği kurmakla görevliydi.
-Allison; ABD Başkanı Bili Clinton döneminde Savunma Bakan Yardımcısı görevindeydi..
-Allison; ABD Ulusal Politika Merkezi aldı kuruluşun Danışma Kurulu Üyesiydi.
-Allison; David Rockefeller, John D. Rockefeller IV, Henry Kissinger, Adlai Stevenson ve Cyrus Vance’in katıldığı dünyanın yeniden şekillendirildiği 15 Mayıs 1985 tarihindeki New York’ta Rye Brook’taki Bilderberg toplantısının hatibiydi.
Genelkurmayın davetlilerini iyi seçmesi gerekiyordu
Profesör Allison, “Ankara’nın Ulus semtine 10 kilotonluk bir atom bombasının patlatılması halinde yaşanacak tahribatı gösteren bir haritayı göstererek” sunum yapıyor. Bu tarz bir sunum Genelkurmay Başkanlığı yanı sıra Türk Ulusu’na da saygısızlıktır.
Böyle bir kişiliği, kimliğini iyice araştırmadan önemli konuşmacı olarak Genelkurmay’ın davet etmesi ise vahim bir hata.
Cıvaoğlu’nun yazılarından aktarılanlar ise; Kılıç Paşa ve Cıvaoğlu’nun Allison tarafından hangi amaçla Harvard’a davet edildiklerini ve sorgulandıklarını yeterince açıklıyor. Zaten kendisi de bunu ikrar etme gereği duyuyor:
“Görülüyor ki daha o zamandan ABD’nin savaşçı beyinleri Türkiye üzerinden Irak’a kara harekâtı için bizim kamuoyunun tepkisinin ne olacağını araştırmaya başlamışlardı.”
Öyleyse biz de soralım, kendi ifadesiyle ABD’nin böylesine bir Savaşçı Beyni’nin şatafatlı gezisine niçin katıldınız ve sorularını hangi dürtü ile cevapladınız?[2]
Ordu içinde ve dışında yapılan yemleme operasyonları ile belli başlı tuzaklar etrafında toplanan darbe/cunta/terör heveslileri ve kendini Atatürk zanneden bazıları; ülkelerinin sömürgeleştirilmesine karşı hem AKP’ye, hem Genelkurmay’a, hem AB’ye, hem de ABD’ye karşı fikirleriyle siyaseten örgütlenmekten başka bir “suçu” olmayanlarla aynı Ergenekon çuvalı içine dolduruluyor.
Generaller orduevlerinden toplanırken, “dostlar alışverişte görsün” kabilinde bir açıklama yapan Genelkurmay’ın; yargıya ve hukuka bu kadar saygılıysa, bu cuntacı eğilimleri neden daha önce tespit edip, kendi askeri yargı sistemi içinde yargılayıp Türk generalinin ulusal ve uluslararası kamuoyunun gözü önünde koluna girilip götürülmesine izin verdiği, cevaplaması gereken önemli bir sorudur.
Başörtüsü bir siyasi simgedir de, “koluna girilen paşa” siyasi simge değil midir?
Acaba TSK’nın manevi şahsiyetinin alenen aşağılanmasına zemin hazırlamak da suç mudur?
AKP-Genelkurmay mutabakatını sadece bir Erdoğan-Büyükanıt veya Erdoğan-Başbuğ görüşmesine indirgemek de yanlıştır.
Neticede bütün bu buluşmalar, “önce psikolojik olarak borçlandır, sonra tavizi kopar” stratejisinin meyve toplama seanslarıdır. Kadro hareketinin ayrıntılarından, Selimiye’yi otel yapma projesine kadar pek çok meyve konulabilir o sepete…
Büyükanıt Şemdinli ile Başbuğ “ağlama duvarıyla” borçlandırılıp sonra babalarından kızları istenmiştir “niyetimiz ciddi” taahhütleri altında…
Ama şu asla unutulmamalıdır:
AKP-Genelkurmay mutabakatı, daha küresel/makro bir uzlaşma olan ve “Yeni Devleti” şekillendirecek olan “Devlet ve müttefikleri” mutabakatının sadece bir alt kümesidir.
Nedir bu makro mutabakatın özü?
“Devlet” ile müttefikleri arasındaki çok ayaklı; bazen kendi içinde çekişmeli ama nihayetinde en milliyetçi geçinenlerin bile “ehven-i şer/parçalanmaktan iyidir” mantığıyla yanaştığı bir limandan söz ediyoruz…
—Haritalarında farklılıklar gözlense de (Ortadoğu eksenli-Kafkasya eksenli); üniterizm/federalism kavramı henüz netleşmese de, demokrasi/otoriterizm dengesi tam olarak oturmasa da, sonuçta “Neo-Osmanlı” olarak kodlayacağımız bir formül bu.
Bu formüle biat ettiğinizi, ofisinizdeki bir tuğra ile rahatça kanıtlayabilirsiniz; aynen bir öncekinin biat sembolü Atatürk resmi olduğu gibi…
Erdoğan’ın hakkını yememek adına, aşağıdaki tespiti de yapmak zorundayız.
İstanbul’a taşınma furyasını ilk kim başlattı? Atatürk’ün kurduğu ve CHP’nin hisse sahibi olduğu İş Bankası!?
Dolayısıyla, “Neo-Osmanlı Treni”, kâh Tanrı Dağı mavisi, kâh Hıra Dağı yeşili tonlarla, gidecekleri yer konusunda olmasa da, artık terk etmeleri gereken yer konusunda mutabakatlara varmışların treni olarak çok önceden yola koyuldu.
Bu trenin raylarını döşeyenlerin; Türk Devleti’ne bu “Neo-Osmanlı” rüyasını gördürme karşılığında istedikleri bir bedel var elbette… Bu bedeli görmek istiyorsanız, ABD ile imzalanan nükleer işbirliği anlaşmasına bakın…
Bedeli görmek istiyorsanız, Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelir gelmez imzaladığı ve Türkiye’yi korumak zorunluluğu olduğu kilometrekare toprak başına en fazla tanker uçağına sahip ülke konumuna getiren tanker uçağı anlaşmasına bakın…
Bedeli görmek istiyorsanız, Telekom’dan madenlere artık takip etmekten yorulduğunuz ihanetlere bakın.
Maddi bedellerden değil, geleceğimizin kontrolünü vermekten söz ediyorum.
“Büyümene izin veririm, sana kapıları açarım ama karşılığında bu geminin kaptan köşkünde kalıcı bir yer ve bu geminin kaptanlarının bu gemiyi özgür denizlere sürmeyecek uyumlu kadrolardan oluşacağının garantisini isterim” şartını kastediyorum…
İşte bu şart şimdi, bir yandan “temizleme”, diğer yandan “yetiştirme” operasyonlarıyla yerine getiriliyor.
F tipi ve M tipi cemaatler o yüzden AB-D’nin “kariyer-net”i gibi çalışıyor.
O yüzden, Fetullah Gülen’in en parlak çocuklarını kapsayan “Altın nesil” projesi, Pentagon’unkiyle aynı adı taşıyor.
O yüzden Genelkurmay, “çağa ayak uydurma” adı altında, “İnsan Kaynakları Yönetimi Sistemleri” uygulamaya başlıyor; “Çavuş bile general olabilecek” manşetlerinin atıldığı dönemin hemen ertesinde generaller, çavuşlar tarafından kelepçelenip Metris’e götürülüyor.
“Görevini en iyi yapan, vatana en iyi hizmet edendir” sloganını hatırlıyor musunuz?
“Bu görevi bana kim, niçin verdi” sorusunu sormayacak ebleh profesyoneller isteniyor.
Mevcutların ne olacağı sorusunun cevabı ise “Ergenekon” operasyonunda yatıyor.
“Ergenekon”la içeri alınan her isimle sırf kahve içti, bayram tebriği attı, aynı toplantıda görüldü, telefonda görüştü diye kaç kişinin siciline not düşüleceğini gözardı etmeyin…
Ya da şu soruyu cevaplayın:
Sizce ABD’nin sadece birini belirleme şansı olsa, 2020 yılında TSK’nın mı, yoksa siyasetin mi üst kadrolarını belirleme şansına sahip olmak isterdi?
Sorular ne kadar çoğalırsa çoğalsın, cevabın özü değişmeyecektir.
Ergenekon operasyonu, bu büyük dönüşüm projesinde “Yeni Devlet’in” müttefikleriyle birlikte kurguladığı kilit operasyonlardan biridir; bir “temizlik” yani kadro operasyonudur.
Operasyonun çekirdek-merkez dinamiğine hakim olan Devlet, o yüzden makro hedeflerine hizmet edecek şekilde kurunun yanında yaşları da yakmakta bir mahzur görmemektedir.
Ellerinde, işleri bittikten sonra kamuoyu tanrılarının önüne atılacak savcılar, bolca komiser ve medya bulunmakta nasılsa.
Toz bulutları dağıldığında, “Yeni Devlet’in müttefikleriyle ortak oyuncağı olan “Gladio-Ergenekon” kendini daha iyi perdelemiş, ayakbağlarından kurtulmuş ve kamuoyunda “Derin devlet/çeteler/ gladio artık pasifize edildi” şeklinde sahte bir güvenlik hissi yaratmış olarak yoluna devam edecektir.
2009-2012 arasında gerçekleşecek “esas darbe” ve beraberinde gelecek siyasi paradigma değişimi, kontrol dışı unsurlar temizlendiği için çok daha kontrollü gerçekleşecektir.
Bu yanıyla Ergenekon, bir bakıma “9 Mart’tan önce yapılan bir 12 Mart “operasyonudur.
İtalya’daki “Gladio”yu araştıran savcının P2 Mason locasından Başbakan’a, NATO’dan milletvekillerine kadar onlarca gerçek iktidar odağını hedef aldığını unutturanlar, Ergenekon savcısını “Ergenekon canavarına karşı tek başına savaşan savcı” olarak kamuoyuna pazarlamaktadır. Bu savcı Türkiye’de Ergenekon/Gladio’yu araştırırken neden hiç bir siyasiye, F tipi ve M tipi cemaatlere, NATO’ya, yabancı istihbarat servislerine dokunmadı sorusu ise asla sorulmayacaktır.
Bırakın NATO’yu; bu savcı neden Özden Örnek’e dokunmadı sorusunu bile soramamaktadır bu yazar kasalar…
Darbe yapmak suçtur da, darbeye yeltenmek sevap mıdır?
Yoksa Özden Örnek, Yeni Devlet’in yeni Mahir Kaynak’ı mıdır?
Aslında burada büyük resme bakıldığında nispeten küçük kalan bir mutabakat daha vardır.
Çalık Holding=Berat Albayrak=Burak Örnek=Tolga Örnek=Ferit Şahenk=vs.vs.
Gördüğünüz gibi, Sinan Aygün’ü her hafta ATO’da Cuma namazını Cemil Çiçek’le beraber kılmak kurtaramamıştır, ama Özden Örnek ve oğullarının başbakan ve damatlarıyla aynı mutfaktan beslenmesi ve aynı kıbleden sebeplenmesinin işe yaradığı açıktır.”[3]
Çağdaş Firavunlar hiç utanmıyordu!
Dünyanın nükleer bomba deposu olan ABD, Rusya ve Çin, İran’ın nükleer güç olma ihtimaline karşı zirve yapıyordu.
ABD’nin başkenti Washington’da 12-13 Nisan 2010 tarihleri arasında yapılan Küresel Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne Türkiye ile birlikte 40’dan fazla ülke ve çeşitli uluslararası kuruluşlar katılmış, zirve’nin hazırlık çalışmalarına Rusya ve Çin de katkı sağlamıştı. Çin Devlet Başkanı Hu Cintao’nun da ABD’de yapılacak nükleer güvenlik toplantısına katılması, “Nükleer silah canavarları İran’a karşı birleşti” yorumlarına neden olmuştu.
Dünyanın en çok nükleer silahına sahip iki ülkesinin İran için toplantılar düzenleyip ortak kararlar almasındaki çelişki sırıtıyordu. Washington gibi Moskova ve Pekin’in de, İran söz konusu olunca birleşmesi, nükleer terörizm ve nükleer silahların yayılmasına karşı olduğunu vurgulaması, dünya kamuoyunda inandırıcı bulunmuyordu.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda görüşülerek 1970 yılında yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı, Bakanlar Kurulu’nun 28 Kasım 1979 tarihinde onaylamasıyla Türkiye de taraf ülke haline geliyordu. Anlaşma uyarınca nükleer silah sahibi taraf ülkeler, nükleer silah sahibi olmayan ülkelere nükleer silah veya diğer nükleer patlayıcıları temin etmeleri ve yapmaları için yardımda bulunmamayı taahhüt ediyordu.
Zirve’nin, uluslararası işbirliğini geliştirerek nükleer terörizm tehlikesiyle daha etkin mücadeleyi, nükleer maddelerin güvenliğini sağlamayı ve ABD ile Rusya arasındaki silahların azaltılmasına odaklanan nükleer güvenlik ajandasının çok taraflı çalışmalara dönüştürülmesini hedeflediği öne sürülüyordu. Ancak buna karşın bağımsız gözlemciler zirvenin asıl amacının, İran’la Batı dünyası arasındaki nükleer kriz bahanesiyle bu ülkeye saldırı planlarına zemin hazırlamak olduğunu belirtiyordu.
[1] 6 Mayıs 2010 / Kalem
[2] Erol Bilbilig
[3] Açıkistihbarat

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Milli Çözüm, yaşam sürdüğümüz şu dünya hayatında gerçekleşen hadiseleri doğru anlamanın ve uyanık kalmanın tüyoları…
Özgür Özel, hapishanede bulunan İBB başkanı Ekrem İmamoğlunun yaptığı mitinglerle sesinini duyurmaya çalışıyormuş gibi görünürken…
"Başbakanlar, başbelasıdır bozuk düzende! Gizli gerçek hükümet, mason localarıdır Siyonist merkezler ise akıl hocalarıdır Amerika…
Sırtlanlar sadece, vergi yükler sırtlara BOP IMF görevlisidir, fatura hep yurttaşa Milli Görüş bereketle, zam…
Öyle anlaşılıyor ki hem CHP’de hem AKP’de hem de diğer muhalefet mahfillerinde, hâlâ en korkulan…
Bir toplumda iki sınıf vardır ki onlar bozulursa bütün toplumda ifsat olur bunlar yöneticiler ve…
"CHP’nin marazlı masonik takımı Kılıçdaroğlu’na karşıydı. Çünkü Kılıçdaroğlu, “Kirli, kiralık ve münafık cephenin” değil, “Milli ve duyarlı cephenin” yanındaydı.…
MİLLİ GÖRÜŞ - MİLLİ ÇÖZÜMDEN GAYRİSİ HAİM NAHUM DOKTRİNİN UYGULAYICISIDIRLAR. KİM DAHA İYİ UYGULAYACAKSA SİYONİZM…
Bugünlerde terörist başı bebek katili cani'nin ayağına gitmek için can atanların böylesine bir ihanete nasıl…
Anlaşılan amaç Özel'i bir şekilde aday yaptırıp tekrar kolaylıkla iktidarı sürdürmek. Tabi bu hizmet! falan…