YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6920a3e49b437
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 4 8
Bugün : 33106
Dün : 45549
Bu ay : 885830
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45289651
IP'niz : 216.73.216.128

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

ABD’nin Siyonist Devlet Başkan Yardımcısı Joe Biden: İran mutlaka hizaya sokulmalıdır!

Orta Doğu bölgesini kapsayan beş günlük resmi ziyaret çerçevesinde İsrail’e giden ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “İsrail’i tecrit etmek için uluslararası düzeyde bir çaba bulunduğunu” açıklamıştı.

Geçtiğimiz günlerde Siyonist olduğunu kamuoyuna açıklayan Biden, İsrail’deki temaslarına Kudüs’te Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile görüşerek başlamıştı.

Peres ile görüşmede, “Dünya çapında İsrail’i tecrit etmeye yönelik çabalar var” diyen Biden, Batılı ülkelerin bu çabaları önlemek için yeterince çaba göstermediklerini kaydetti ve “Bu durum, düşmanlarımızın elini güçlendiriyor” diye yakınmıştı.

“İran’ın da hem içeride, hem dışarıda her zamankinden daha tecrit edilmiş vaziyette olduğunu” öne süren Biden, İsrail’in güvenliğiyle ilgili olarak, ülkesi ile İsrail arasında herhangi bir görüş farklılığı bulunmadığını vurgulamıştı.

Peres ise İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’a yüklenmiş ve sözde “İran tehlikesi” üzerinde yoğunlaşmıştı.

Ahmedicad için “Sanki biz şeytan, o kurtarıcıymış gibi, bizi karalamaya çalışıyor” ifadesini kullanan Peres, “Kahraman gibi dolaşmasına izin verilmemesi lazım. Ahmedinecad gibi, açıkça İsrail devletinin yok edilmesi çağrısında bulunan bir adam BM üyesi olamaz” diye çıkışmıştı.

İran’a karşı ekonomik yaptırımların yeterli olmadığını savunan İsrail Cumhurbaşkanı, “BM Güvenlik Konseyinde hem daha sert yaptırımlara yönelik adımlar atılmasını, hem de olası bir İran saldırısına karşı önlemler alınmasını” tekrarlamıştı.

İsrail’den, “İran’a zarar verilsin” çağrısı

Terörist İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İran’ın nükleer programından ötürü bu ülkenin petrol ihracatına zarar verecek yaptırımlar uygulanması gerektiğini açıklamıştı.

Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev ile görüşmesinin ardından gazetecilere açıklama yapan Netanyahu, “Şimdi gerekli olan, İran’daki rejime etki edecek çok sert yaptırımlardır. Bu ülkenin petrolle ilgili ithalat ve ihracatına ciddi düzeyde ve ikna edici derecede zarar verecek olan şiddetli yaptırımlardır.”

Bu yaptırımları, “dişlerin gösterildiği yaptırımlar” olarak tanımlayan ırkçı Netanyahu, “Medvedev, dişli yaptırımlar ile ilgili tutumumuzu dinledi. Dişiniz varsa ısırabilirsiniz. Sulandırılmış yaptırımlar işe yaramıyor” sözleriyle İran’a saldırı niyetlerini ortaya koymaktaydı.

ABD: “Yaptırımsız İran’a karşı başarı imkânsızdır!”

ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Michael Mullen, “İran’ın nükleer programına karşı askeri harekâtın tek başına belirleyici olmayacağını” hatırlatmıştı.

Öte yandan, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Philip Crowley, “İran’ın iki yeni uranyum zenginleştirme tesisi inşa edeceğini açıklamasının, Tahran’ın uluslararası toplumla işbirliğini reddinin yeni bir kanıtı olduğunu” vurgulamıştı.

İran ise, yakıt taleplerine ilişkin ABD, Rusya ve Fransa’nın sunduğu önerilerin kabul edilemez olduğunu açıklamıştı.

Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ramin Mihmanperest, “Tahran’daki araştırma reaktörünün kapatılarak, radyoizotopların satın alınması yönündeki ABD, Rusya ve Fransa’nın önerilerini mantıklı bulmadıklarını”, uranyumu yüzde 20 zenginleştirmeye başladıktan sonra bu ülkelerden böyle bir öneri aldıklarını kaydeden Mihmanperest, “Onlar, radyoizotopları serbest piyasadan almamıza yardımcı olacaklarını söylüyor, bu araştırma reaktörümüzün kapatılması anlamına gelir” diye çıkışmıştı.

Mihmanperest, “Onlar, araştırma reaktörünü kapatın, ilaçları biz verelim diyor. Hangi ülke kendi sanayi üretimini kapatıp da ihtiyaçlarını dışarıdan temin etmek ister ki” diye sordu. Batılı ülkelerin insani bir ihtiyacı siyasi baskı aracına dönüştürmek istediğini öne süren Mihmanperest’in, “Onların aleyhimizdeki yaptırım ve tehditleri yeni bir şey değil. Geçmişte insan hakları, demokrasi ve diğer şeyleri bahane ediyorlardı, şimdi de nükleer enerjiyi bahane ediyorlar. Nükleer enerji konusu hallolsa bu sefer yeni bir bahaneyi gündeme getirecekler” sözleri haklıydı.

ABD İran’a karşı silah satışını artırmıştı

ABD’de Başkan Barack Obama yönetiminin, “İran’ın gelecekteki olası askeri saldırılarını önleme girişimi” çerçevesinde, Suudi Arabistan ve Körfez’deki diğer müttefikleriyle birlikte silah satışlarının hızlandırılması ve petrol terminalleri ile diğer önemli alt yapı tesislerine yönelik savunma sistemlerinin artırılması konusunda “sessizce” çalışma yürüttüğü yazılmıştı.

Washington Post gazetesi, eski ve halen görevde olan Amerikalı ve Ortadoğu’daki hükümet yetkililerine dayanarak, “ABD, Körfez’deki müttefiklerine silah satışını artırıyor” başlığıyla bir haber yayımladı. Habere göre, Washington’ın girişimleri, “Suudi Arabistan’daki 10 bin kişilik koruma gücünün mevcudunun üç katına çıkarılmasına yönelik ABD’nin desteklediği plan dahil olmak üzere, hava savunma sistemlerinde önceden görülmemiş boyutta koordinasyon sağlanmasını ve ABD ile Arap orduları arasında ortak tatbikatların artırılmasını içeren daha büyük bir çaba” çerçevesinde yer almaktaydı ve “Tahran’a karşı baskının artırılmasını” amaçlamıştı.

“İran bir numaralı tehdit”!? sayılmıştı.

Gazeteye göre, Ortadoğulu askeri ve istihbarat yetkilileri, “Körfez ülkelerinin İran’ın nükleer programıyla ilgili uluslararası tepkilere giderek daha fazla meydan okuması karşısında ABD ile savunma konusundaki işbirliğinin artırılması fikrini memnuniyetle karşıladıklarını” söylüyordu. Emperyalist ABD’nin müttefiki bir Arap ülkesinin üst düzey hükümet yetkilisi de İran’ı bölgede “1 numaralı tehdit” olarak nitelerken, “Zor bir bölgede bulunuyoruz ve korunduğumuzdan emin olmak zorundayız” diyordu.

İran’a karşı Türkiye’de gizli çalışmalar yapılmaktaydı

ABD’nin İran uzmanı, Dışilişkiler Bakan Yardımcısı John Limbert gizlice Türkiye’ye gelmiş ve Kültür Üniversitesi’nde Ortadoğu ve İran konularında ABD’nin strateji ve politikalarını içeren bir sunum yapmıştı. ABD’nin İran politikasına destek arayan Limbert, “İran’ın otuz yıl önce bir yola girdiğini ve şimdi yoldan çıktığını” belirterek, “Buraya İran’la ilgili düşüncelerinizi öğrenmeye geldiğini” açıklamıştı.

Limbert’in “İran bizim için tehlike oluşturuyor. Siz, İran kendi sorunlarını kendisi çözsün diyorsunuz ama bu iki bin yıl da sürebilir, bekleyemeyiz. Bizim için, Ortadoğu’ya hükmetmek önemli. Ortadoğu için Türkiye çok önemli. Biz de bu yüzden sizi önemsiyoruz” sözleri İran’a karşı Türkiye’yi kışkırtma ve kullanma niyetlerini açığa vurmaktaydı.

Toplantıya ev sahipliği yapan E. Büyükelçi Bilhan ise toplantının yapıldığını doğrulamış ve şunları anlatmıştı:

“Amerika Dışilişkiler Bakan Yardımcısı John Limbert ve beraberindeki ABD’li diplomatlarla özel bir toplantı yaptık. Türkiye-Amerika ilişkilerini görüştük. İran konusunda fikirlerimizi söyledik. Limbert resmi bir devlet davetiyle gelmedi.”

Toplantıya Amerika Dişilişkiler Bakan Yardımcısı John Limbert’in yanı sıra ve İran uzmanları Roopa Rangaswamy, Sara Horner, ABD İstanbul Başkonsolosluğu Siyasi ve Ekonomik İşler Bölümünden Geoff Odlum ve Eski Dışişleri Bakanı ve BM Genel Sekreter Yardımcısı İlter Türkmen ile Kültür Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Mensur Akgün ve sınırlı sayıda öğretim üyesi katılmıştı. Amerikalı diplomatlar ABD İstanbul Başkonsolosluğu’nun girişimiyle toplantının gizli tutulmasını uygun bulmuşlardı. ABD’li diplomatlar Türkiye’nin ardından Kıbrıs Rum Kesimiyle görüşmek için adaya çıkmışlardı.”[1]

ABD Derin Devleti (Yahudi Lobileri) ikiye ayrılmıştı!

ABD ve İsrail ile İran arasında, İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarının nükleer silah üretme aşamasına gelmesinden kaynaklanan uzlaşmazlık çok ciddi boyutlara varmıştı. Büyük basın-yayın organlarının çoğu bu gelişmeleri gözden kaçırmaya çalışmaktaydı. Oysa, çatışma olasılığı giderek artmaktaydı. Bu arada ABD’nin ekonomik ve siyasal alanlarda yaşadığı derin bunalım artık saklanmaz boyutlara ulaşmıştı.  ABD’nin Orta Doğu ve Irak politikasından askeri gücünü Afganistan’da yoğunlaştırmasına, Avrupa’da, Kafkasya’da, Orta ve Uzak Asya’da, Çin’de ve Latin Amerika’daki uzlaşmazlık noktalarına kadar birçok konu da iyice bunaldığı anlaşılmaktaydı. ABD-İsrail ile İran gerginliğinde Çin-İran yakınlaşması ABD’yi daha da zora sokmaktaydı.

Yahudiler, Batı’nın büyük desteğiyle 2000 yıllık bir vatansızlık döneminin ardından anayurtları olan İsrail’e kavuşmuşlardı. 1948 yılında, iğneyle kuyu kazarak sürdürdükleri çok uzun ve zorlu mücadelenin sonunda Siyonist ideallerine ulaşmışlardı. Ancak İngilizler de Amerikalılar da kimseye karakaşı kara gözü için destek sağlamazdı. Bunda Yahudi diasporasının, lobi yapılanmasının ve özellikle mason localarının etkisi unutulmamalıydı. Bazılarına göre: “Batı ile İsrail arasında “stratejik ortaklık” aslında Batı çıkarları üzerine inşa edilmişti. İsrail’in Orta Doğu’da asal işlevi Batı’nın petrol jandarmalığını yapmaktı.” Ama bu bir yanılgıydı ve Batılı toplukları avutma amaçlıydı.

İsrail ABD’nin desteği ile Mısır, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Körfez Emirliklerinde ve Türkiye’de “sürekli bunalım politikası” uygulama çabasındaydı. 1948, 1956, 1967 ve 1973’te yaşanan savaşlarda Arap ordularını yenmiş ancak 2006 yılında ilk kez bir İsrail-Arap çatışmasında Hizbullah’a karşı üstünlük sağlayamamıştı. 2000’li yıllarda, ABD ekonomisinin çöküş sinyalleri vermesiyle, İsrail’in bu şaşırtıcı başarısızlığı arasında bir bağ kurmak pek de yanlış olmasa da bunda Milli Derin Türkiye’nin payı da hesaba katılmalıydı. ABD’nin 2001 Afganistan, 2003 Irak operasyonları gücünü doruklara çıkarmak için attığı son adımlardı ve –artık- ne yaparsa yapsın çöküşü gizlenemez boyutlardaydı.

Bu yaprak gibi sallanan dünya devinin başı şu dönemde çok ciddi biçimde sıkıntıdaydı. İran nükleer çatışmalarını ödün vermeden sürdürüyor ve nihai amacının İsrail’i ortadan kaldırmak olduğunu açıkça belirtiyordu. Aslında, ortada İsrail olmasa, sorun ABD için pek de çözülemeyecek türden sayılamazdı. ABD nasıl Kuzey Kore’nin nükleer güce sahip olmasını sineye çekiyorsa bunu da kabullenmek zorunda kalabilirdi. Yani ABD-İran arasındaki iki bilinmeyenli denklem, İsrail devreye girince şeytan üçgenine dönüşüyordu. Çünkü İsrail, İran’ın bu çalışmalarını kendi varlığına yönelik tehdit olarak algılıyordu. İsrail ile ABD ilk kez ciddi biçimde ters düşüyordu. İsrail, ısrarla ABD’den İran’ın nükleer tesislerinin vurulmasını istiyor, ama “ABD’yi yöneten Yahudi lobilerinin bir kısmı, bunun ABD’nin ve İsrail’in sonunu hazırlayabileceği korkusunu taşıyordu.

Tarihi devlet tecrübesi ve birikimiyle İran kendisini, kırk ya da elli yıl sonrasının petrolsüz dünyasına hazırlıyordu. Bir petrol üreticisi ve ihracatçısı olarak, çok zor durumda kalmamak için, geleceğin dünyasının belirleyici unsuru olacak nükleer enerji çalışmalarına ağırlık veriyordu. Ama bir başka petrol zengini Suudiler ise-sanki-petrol hiç bitmeyecekmiş gibi davranıyordu. Yarınlarına yatırım yapmak yerine ABD’nin dümen suyunda Vahhabi yetiştirmek gibi boş işlerle uğraşıyorlardı. İşte devlet ağırlığına sahip İran’la bu anlayıştan çok uzaktaki Suudi Arabistan gibi ülkelerin farkı buralarda ortaya çıkıyordu” tespitleri gerçeği yansıtıyordu.

Bu arada Türkiye’deki kurumlar arası çatışmayı iştahla seyreden Amerika, Türkiye’deki yargı yaygaralarını fırsat bilerek İran’a yönelik saldırı senaryolarına Türkiye’yi de katmak için yoğun çaba harcamaktaydı.

İran sınırına füze kalkanı yerleştirme projesi için Türkiye’yi sıkıştırırken, Ermeni soykırım tasarısını da koz olarak kullanmakta; Türkiye ile İran’ı kapıştırıp bir taşla iki kuş vurma hesabı yatmaktaydı.

ABD başta, tüm batılı ülkeler Çin’e, İran’a yaptırımda ortak olması için baskı yapmaktaydı

Çin, ABD’nin İran’ı nükleer çalışmalarıyla ilgili olarak suçlaması ve bu ülkeye uluslararası yaptırım çağrısında bulunmasının ardından, dünyanın merakla tavrını beklediği küresel bir karar mekanizmasının tam da merkezinde bulunmaktaydı.

Aralarında Türkiye’nin de yer aldığı birçok küresel oyuncunun odak noktası haline gelen İran nükleer krizinde gözler, son yıllarda dünya siyasetinde söz sahibi olmaya başlayan ve uluslararası arenada dengeli bir diplomasi izlemeye gayret gösteren Çin’e çevrilmiş durumdaydı.

Her ne kadar ABD Başkanı Barack Obama ve Batılı liderler İran’a karşı sert ve birlikte hareket etme çağrısında bulunsa da, Pekin yönetiminin taraflara karşı belirgin tavır göstermemesini destekleyen Çinli uzmanlar, taraf olmanın ülkeye büyük kaybı olacağına inanmaktaydı.

“ABD’nin amacı İran’a darbe vurmaktı”

ABD Başkanı Obama’nın İran’a yaptırım çağrısının ardından, Rusya’nın da yaptırım yanlısı tavır izlemesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin (BMGK) 5 daimi üyesinden biri olan Çin’i yaptırımlar hususunda karar mekanizmasının kilit noktasına taşımıştı.

Çin Sosyal Bilimler Akademisinden İran üzerine çalışmalarda bulunan Yin Gang, Pekin ile Tahran arasında gelişen ekonomik ilişkilerin günden güne arttığını belirterek, “İran’ın nükleer programı Çin’i çıkmaza soktu” değerlendirmesi yapmıştı.

“ABD’nin nihai hedefi, askeri ve enerji yaptırımlarıyla İran’ın enerji ithalatı ve ihracatını dizginleyerek, İran ekonomisine ağır darbe vurmak” diyen uzmanlar, Çin’in, İran meselesini daha esnek çerçevede ele alarak “körü körüne” İran’ı savunmaması gerektiğini vurgulasa da Çin yönetimi, ağırdan almaktaydı.

İsrail’den Rusya ve Çin’e öfke yağmıştı!

Moskova ve Pekin’den İran’a yaptırıma destek garantisi alamayan Siyonist yönetim rahatsızdı:

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, yerel basına yaptığı konuşmada Rusya ve Çin’e sert tepki gösterip, son haftalarda iki ülkeyi de ziyaret ettiğini hatırlatarak, iki ülkeden de İran’a yaptırımlara destek konusunda garanti alamadığından yakınmıştı.

Netanyahu, Moskova temaslarında Rusya’dan dişli yaptırımlar istemiş, Kremlin de ülkenin enerji ve bankacılık sektörünü felce uğratacak yaptırımlara karşı olduklarını açıklamıştı. İran’ın nükleer programının İsrail açısından büyük tehdit oluşturduğunu ifade ettiğini kaydeden Netanyahu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Rusya ve Çin’in İran’a yaptırımlar konusunda veto haklarını kullanmayacakları garantisi vermediklerini hatırlatmıştı.

ABD’nin İran ve Çin’e karşı savunma savaşı

ABD yönetimi İran’ın nükleer programı konusunda ağız değiştirmeye başlamıştı. ABD Dışişleri Bakanı Clinton 17 Şubat’taki açıklamasında İran’a yaptırımdan öte bir şey düşünmediklerini savunarak “askeri müdahale seçeneğinin gündemde olmadığının” sinyalini vermiş, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden de, ABD’nin asıl kaygısının İran ya da Afganistan değil Pakistan’ın nükleer programı olduğunu vurgulamıştı. ABD Genelkurmay Başkanı Mike Mullen, İran’a olası bir saldırının başarısızlıkla sonuçlanacağının altını çizmesi anlamlıydı. Bazı uzmanlar, bu tavır İran’a yönelik bir saldırıyı gizleme stratejisi olarak okunmaktaydı.

Buna karşılık İran, nükleer çalışmalarını bir üst aşamaya çıkarma kararı verdiğini açıklamıştı. Bu durum, İran’ın Washington karşısında elinin güçlü olduğunu ortaya koyuyordu. İran’ın Ortadoğu’daki kuvvetli etkinliği karşısında ABD’nin Afganistan’daki operasyonu ve Yemen’e yönelik hazırlıkları İran karşısında savunmaya geçtiğinin bir göstergesi olarak değerlendiriliyordu.

Yemen’de neler olmaktaydı?

Yemen ve çevresi dünya dengelerinin kontrolü açısından Önemli bir konumda bulunuyordu. Yemen’in Kızıldeniz-Hint Okyanusu geçişini kontrol eden Bab-el Mendep Boğazı’na hâkim bir konumda bulunması, ABD’nin bu ülkeye olan ilgisini artırıyordu. Zira Afrika boynuzundaki güç mücadelesinde üstünlük, bölgede hâkimiyetten geçiyordu. Bölgenin bir önemli özelliği de Çin’in Ortadoğu ile kurduğu en önemli enerji köprüsü olmasıydı.

ABD’nin İran telaşı

ABD, Suudi Arabistan ordusu aracılığıyla Yemen’in kuzeyinde Şiilere karşı operasyonlar düzenlerken, güneyde de El-Kaide ile mücadeleyi bahane ederek bölgeye yerleşmenin hazırlığını yapıyordu. İran’ın bölgedeki Şiilere destek verdiği biliniyordu. Uzmanlar, El Kaide ve Sünni-Şii çatışması bahanelerinin, Tahran yönetiminin bölgedeki etkinliğini kırmak için ortaya atıldığına dikkat çekiyordu.

Pentagon’un geçen yıl Araplara silah satışı ile ilgili yayınladığı bir raporda, ABD’nin İran’ı caydırmak, Yemen ve Suudi Arabistan’daki el-Kaide militanları ile savaşmak için Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkelerine silah sattığı vurgulanıyordu.

Helmand operasyonunun amacı İran’ı kontrol altına almak

Afganistan’ın güneyindeki Helmand kentinde NATO güçleriyle birlikte büyük bir operasyon başlatan Washington’un önemli hedeflerinden birinin İran’ı kontrol etmek olduğu belirtiliyordu. Helmand’ın İran sınırına yakın olması, Amerika’nın burada askeri bir üs kurma hevesini artırıyordu.

ABD, Çin’i ‘askeri çılgınlık’ yapmakla tehdit edip suçlamıştı

ABD Başkanı Barack Obama’nın 29 Ocak’ta Amerikan Kongresi’ne sunduğu, Tayvan’a 6,4 milyar dolarlık silah satma tasarısı, Çin’in büyük tepkisiyle karşılanmıştı. ABD’nin, en keskin kırmızı çizgisi olan Tayvan meselesinde Çin’i neden bu derece köşeye sıkıştırmaya çalıştığı, uluslararası düzeyde tartışma yarattı. Özellikle de Çin, 420 milyar dolarlık ticaret hacmi ile ABD ekonomisinin en büyük ticari ortağı haline gelmişken. Bu girişimin, Çin’i, İran saldırısına razı etmeyi amaçladığı açıktı.

ABD ve İsrail’in İran’a müdahale amacı?

Malumunuz ABD ve Çin ekonomileri birbirine göbekten bağlıdır. Şöyle ki, Çin’in en büyük pazarı ABD’dir. Bu pazarda tüketim rakamlarının aşağı düşmesinden en büyük zararı Çin ekonomisi görecektir. Keza, Çin ABD hazine kâğıtlarına yatırım yaparak ABD bütçe açığını finanse etmektedir. Ancak, bu karmaşık ilişkiler ileri sürülerek, Çin-ABD arasında ortaklaşmadan bahsetmek de mümkün değildir.

2025 -2030 yılları arasında uluslararası sistemin en büyük gücü olma imtiyazını kaybetme riskiyle karşı karşıya olan ABD’nin Çin’in sürekli artan gücünü sınırlandıran akılcı bir stratejiye ihtiyacı olduğu aşikârdır. ABD’nin mevcut ilişkilere minimum zarar vererek Çin’in büyümesini sınırlandırmasının yolu da İran’a müdahaleden geçmektedir.

Öncelikle, ABD’nin İran’a enerji ihtiyacı için müdahale edeceği argümanının rasyonel olmadığının altını önemle vurgulamak gerekir. Ortadoğu petrollerinin ABD üretimindeki payı yüzde 10-12’yi geçmektedir. “ABD’nin Ortadoğu petrollerine ihtiyacı nedeniyle İran’a müdahaleye kalkışacağını” iddia etmek basmakalıp bir söylemdir. Eğer sadece petrol ihtiyacı nedeniyle bir müdahale düşünülseydi ABD’nin Chavez iktidarına karşı Venezüella’ya müdahalesinin daha makul olması gerekirdi.

ABD İran’a bir şekilde müdahale etme zorunluluğunun altında iki temel neden vardır. İlk neden OPEC’in ikinci petrol üreticisi olan İran’ın en ayrıcalıklı müşterilerinden birisinin Çin olmasıdır. Örneğin, Çin, petrol ihtiyacının yüzde % 14’ünü karşılayan İran ile 17 milyar varillik kapasiteye sahip olan bir petrol rezervi için 100 milyar dolarlık yatırım anlaşması yapmıştır. (İran-Çin ilişkisini sadece petrol ticareti çerçevesinde düşünmekte hatalıdır. Ali Ekber Salehi’nin 2004 yılında “Biz Çin’le birbirimizi tamamlayan iki ülkeyiz. Onlar sanayiye sahip, biz enerjiye sahibiz” açıklaması ilişkilerin derinliğinin kanıtıdır)

Ortadoğu’dan, özelde İran’dan, Çin’e doğru hareket eden her petrol tankeri Çin’in en büyük küresel güç olmasına hizmet ederken, ABD’nin küresel gücüne darbe vurmaktadır. Bu bağlamda, ABD açısından rasyonel olan strateji Ortadoğu petrol trafiğini kontrolü altına almaktır. ABD’nin bölgedeki petrol trafiğini kontrol altına almasının yolu İran’ın kontrol altına alınmasına bağlıdır. (Bu kontrol ya rejim değişikliği ile ya askeri müdahaleyle sağlanır)

İkincisi ve daha önemli neden Çin’in Ortadoğu’nun en büyük petrol müşteri olmasıyla petrol kontratlarının ABD doları dışında bir başka para cinsinden yapılması olasılığıdır. Dünya petrol tüketiminde: ABD (% 26), AB (% 16), Çin (% 9), Rusya (% 7) oranındadır. Anlaşılacağı üzere, petrol fiyatlarında bir dolarlık artıştan en fazla etkilenen ülke ABD olacaktır. Ve hele karşılıksız kâğıt parçası olan doların devre dışı bırakılması, ABD ekonomisinin tıkanıp tükenmesi anlamındadır.

Çin’in sürekli artan petrol ihtiyacı, petrole olan toplam talebi artırmaktadır. Bu nedenle, petrol fiyatlarının yakın bir gelecekte hızla yükselmesi kaçınılmazdır. Bu durum ABD ekonomisini olumsuz etkileyecek, doların değer kaybına yol açacak ve dolayısıyla petrol üreticilerinin yeni bir döviz cinsinden petrol kontratları yapmaları için meşru zemin doğacaktır. ABD sadece petrol kontratlarının ABD doları cinsinden yapılmasını sağlamak için bile Ortadoğu’ya yani İran’a müdahale etmek zorundadır.

Sonuç olarak, Ortadoğu’da İran–İsrail/ABD arasında çıkabilecek savaşının perde arkasına bakılırken uluslararası sistemi derinden etkileyen Çin–ABD rekabetinin etkisi mutlaka hesaba katılmalıdır. Ancak Çin-ABD rekabeti Ortadoğu’da yaklaşan bir savaşın asıl nedeni sanılmamalıdır. Yahudi Lobilerinin güdümündeki ABD, Arz-ı Mev’ud hayalleri ve Büyük Ortadoğu projeleri peşindeki İsrail’in baskısıyla İran’a saldıracaktır. Ve Türkiye’de bu işe bulaştırmak hesabındadır.

 

 

 

 

 



[1] Mehmet Bozkurt Aydınlık

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Subscribe
Bildir
2 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

abd askeri gücü
bir dakika tosunum abdeyi yenmek kolay değil

abd askeri gücü
bir dakika tosunum abdeyi yenmek kolay değil

Picture of Aykut ÖZÜBÜYÜK

Aykut ÖZÜBÜYÜK

YORUMLAR

Son Yorumlar
2
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...