BENLİK KIYASI!
ENANİYET SIRRI VE NEFSANİYET SINIRI
“BEN”lik, Allah’ın Varlığının ve Birliğinin anlaşılması için bir kıyaslama vesilesi olarak insana bağışlanmıştır!
Ahzâb Suresi 72’nci ayet-i kerimesinde geçen; gökler, yer ve dağlar tarafından yüklenmekten çekinilen, ama insan tarafından büyük sorumlulukları ve sonuçları kabul edilen “EMANET” kavramının, “HİLAFET”le beraber diğer bir manası da “ENANİYET” ve BEN’lik olmaktadır. Bu nedenle “ENE-Benlik” hem gerçek ve yüksek bir İMAN’ın hem de, en aşağı ve bayağı bir İNKÂR’ın çekirdeği konumundadır. Çünkü “BEN”lik Cenab-ı Hakkın gizli hazineleri hükmündeki esmasının hem kapısıdır, hem de kâinatın gizli sırlarının ve yaratılış harikalarının gizemli sırlarının da anahtarıdır. “BEN”lik, “Vücub âlemi” denilen İlahi (Ezeli ve Ebedi) iklimlerin hazinelerini de açmaktadır.
Bu harika sanat eseri olan kâinatın ve âlem tabakalarının kapıları, görünüşte açık sanılsa da gerçekte kapalıdır.
İşte Cenab-ı Hak, insana “ENE-BENLİK” olarak öyle esrarlı bir anahtar bağışlamıştır ki; isteyen gizemli âlemlerin bütün kapılarını onunla açacaktır. Evet, ENE-BENLİK öyle bir tılsımlı araç ve mikyastır ki; insan, kâinatın bütün sırlı kapılarının ve iman tabakalarının gizli hazinelerini onunla keşfedip ilim ve hikmet deryasına yol bulacaktır.
Evet, her şeyi ve herkesi benzersiz bir san’at ve hikmetle yaratan Cenab-ı Hak; insana emanet ve alet olarak Kendi varlığının Rabbani sıfat ve icraatlarının hakikatlerini sezip çözecek işaret ve örnekleri içinde barındıran öyle bir “BEN”lik bağışlamıştır ki; bu bir “Vahid-i Kıyasi”, yani karşılaştırıp kıyaslama ölçü birimi yapılsın da böylece Rububiyetinin icapları, Uluhiyetinin icraatları; mukayese ve muhakeme sonucu onunla bilinip anlaşılsın… Ancak bu ölçü birimi olan “BEN”liğin hakiki ve daimi bir varlığa sahip sanılması bir yanılgıdır. Aslında o, geometrideki farazi çizgiler gibi, sadece var kabul edilen bir tecelli boyutu olmaktadır.
Evet, Cenab-ı Hak gibi Mutlak ve Kuşatıcı bir Hakikatin sınırı ve sonu olmadığı için, O’na bir şekil biçilmesi, bir yer ve yön tayin edilmesi ve mahiyetinin ne olduğunun bilinmesi imkânsızdır. Yani Allah’ın Zatının ve sıfatlarının sonu ve sınırı olmadığından, onlara farazi ve hayali birer sınır çizmek lazımdır ki, varlığının ve sıfatlarının anlaşılması kolaylaşsın. İşte bu mukayese ve muhakemeyi insana verilen “BEN”lik yapacaktır. İnsan kendisinde kısmi bir rububiyet vehmetmeye ve bir mâlikiyet ve hâkimiyet sezmeye başlayarak; böylece her şeyin hakiki sahibi, Rabbi ve Mâliki olan Allah’ın sonsuz ve kusursuz sıfatlarına bir nevi geçici ve farazi sınır koymuş olacaktır.
“Ben nasıl şu imkânların, şu iktidarın, şu malların, hanımın ve evlatların sahibiysem, bütün kâinat da Allah’ın mülkiyeti ve sahipliği altındadır” fikri ve kanaati onu gerçek tevhid ve teslimiyet ufkuna taşıyacaktır.
“(Allah) Size kendi nefislerinizden (şöyle) bir örnek vermektedir: ‘Size rızık olarak verdiğimiz şeylerde (şahsi servet ve mülkünüzde); ellerinizin altındakilerden (işçi, memur ve hizmetlilerinizden bir kısmının), sizinle eşit ortak sayılmasına (yanaşır mısınız?) Kendi kendinizden (ve aile fertlerinizin bile malınızı serbestçe tasarruf etmesinden) korkup sakındığınız gibi, bunların (işçi ve memurlarınızın) da (hiçbir hakları olmadıkları halde; kendi malınızı, yetki ve imkânlarınızı, istedikleri gibi harcamasından) endişeye kapılacağınız ortaklarınız (bulunmasından rahatsızlık duymayacak kimseler) var mıdır? (Siz buna razı olur musunuz ki, Allah da mülküne ortak kabul etsin?)’ İşte Biz, aklını kullanabilen bir kavim için ayetleri böyle birer birer açıklarız.” (Rum Suresi: 28)
Bir insan kendisine verilen izzet-i nefis ve “BEN”lik sayesinde, kendi malına, hanımına ve çocuklarına başkalarının sahip ve malik olmasına veya kendisine ortak yapılmasına asla razı olmayacaktır. Bunun gibi tarlasına, bahçe-bağına, dükkânına, tezgâhına, fabrikasına da, yine dışarıdan birisinin gelip ortaklık iddiasını asla olumlu ve sıcak karşılamayacaktır… Buradan hareketle kıyaslar ve anlar ki, Cenab-ı Hakkın mülkünde ve saltanatında, kâinattaki iktidar ve icraatında da asla şeriki yoktur, olması muhaldir.
“Eğer her ikisinde (göklerde ve yerde) Allah’tan başka ilahlar olsaydı; ikisi de fesada uğrayıp (çoktan bozulur giderlerdi). Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırmalarından Yücedir.” (Enbiya Suresi: 22)
“De ki: ‘(Boş ve bâtıl iddialar olarak) Eğer söyledikleri gibi O’nunla (Allah’la) beraber başka ilahlar da bulunsaydı, o takdirde hepsi Arş’ın sahibi olmaya yol ararlardı. (Ve aralarında hâkimiyet yarışı başlardı da, sonunda kâinat ve tabiat yıkılırdı!)’” (İsrâ Suresi: 42)
Ebu’l Leys Semerkandi ve Bediüzzaman Said Nursi gibi bazı âlimler; Ahzâb Suresi 72’nci ayetinde insan dışındaki bütün varlıkların yüklenmekten sakındığı “emanet”in, HİLAFET mes’uliyeti ve ENANİYET (BENLİK) mükellefiyeti olduğunu vurgulamışlardır.
“Gerçek şu ki, Biz emaneti (İslamiyet’i ve Allah’a Hilâfet görevini) göklere, yerküreye ve dağlara (ve bunlardaki mahlûkata) arz ve teklif ettik de; onlar bunun (sorumluluğunu) yüklenmekten çekindiler ve ondan (gereğini yapamadıklarında gelecek azaptan) korkuya kapılıp titrediler. (Ama) Onu (yeryüzünde Allah’a halifelik ve adaletle yöneticilik sorumluluğunu) insan yüklendi. Gerçekten o, pek zalim ve çok cahildir (ki Rabbinin emri ve isteği yerde kalmasın diye çok riskli bir cesaretle böyle bir mesuliyetin altına girmiş ve bir nevi çok tehlikeli kahramanlık göstermiştir).” (Ahzâb Suresi: 72)
Yüce ve Tek Yaratıcı olan Cenab-ı Hakkın Mevcudiyetini (Varlığını), Vahdaniyetini (Birliğini ve asla ortağı olmadığını), Rububiyyetini (Canlı-cansız tüm varlıkları yaratılış gayesine en uygun şekilde tasarlayıp donattığını ve terbiye edip kemale ulaştırdığını), Uluhiyyetini (İbadete layık ve müstahak yegane ZAT olduklarını); kendi benliği ile kıyaslayıp anlamak ve kulluk şuuruyla O’na teslim olmak üzere verilen bu “ENE” (Benlik) olgusu; gaflet, cehalet ve enaniyet duygusuyla kabarıp, iz’anı ve insafı körleşirse, kişi bu sefer inkârcılığa ve firavunluğa kayıp imandan ve insanlıktan uzaklaşmaktadır.
İnsanın Enaniyet=Benlik gururunu ve nefsaniyet putunu kıran ve ona kulluk ve Rabbine teslimiyet şuuru kazandıran ise; Kur’an-ı Kerim’in mukaddimesi ve özeti sayılan FATİHA Suresi’dir.
1- Euzübillahi-mineşŞeytanir-Racim:
Yüce Rabbimizin rahmet ve inayetinden kovulmuş, şerrin ve şekavetin rehberi olmuş Şeytanın vesvesesinden… Onun Kur’an’ı okuma ve anlama konusunda bizi gaflete ve tembelliğe sürüklemesinden… Rabbimizin kelâmına itiraz ve isyan etme düşüncesinden ve iblisin her türlü hilesinden; Allah’ın hıfzu himayesine sığınırım. (Bak: Nahl: 98)
Bismillah’ir-Rahman’ir-Rahim:
(Dünyada, yarattığı her varlığını ve tüm kullarını esirgeyip koruyan, isyan ve kusurlarına bakmayıp yine ihtiyaçlarını karşılayan ve düzelmeleri için mühlet sunan) “RAHMAN” (olan); ve (ahirette sadece iman ve itaat ehlini bağışlayıp, sonsuz rahmet ve nimetlerine kavuşturacak) “RAHİM” (olan) ALLAH’ın adıyla…
• Bu işe, ibadet ve imtihan niyetiyle başlamaktayım.
• O’nun emir ve hükümleri doğrultusunda bu işi yapıp tamamlayacağım, asla harama ve hilekârlığa sapmayacağım.
•Bu işte sadece Allah’ın rızasını, kullarının hatırını, insanların rahatını ve menfaatini amaçlayacağım.
•Bu işi ancak Allah’ın inayetiyle başaracağıma inanmaktayım.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… [Kur’an’da Rahman, sonsuz şefkat ve inayeti; Rahim ise sınırsız merhamet ve mağfireti anlatır.]
2- Her türlü hamd, şükür ve övgü, (canlı ve cansız bütün varlıkları ve özellikle insanı; atom altı enerji zerreciklerinden moleküllere, protein hücrelerinden, sinir, sindirim, dolaşım ve boşaltım gibi yüzlerce sistemlere kadar: Her saniye milyarlarca harika bileşim ve iletişim halinde yaratan… Şehirler büyüklüğündeki en gelişmiş bilgisayarların bile bunların milyonda birini başaramayacağı şartları oluşturup, her şeyin ve herkesin bütün ihtiyaçlarını karşılayan, bizim ve) âlemlerin (yaratılış harikaları silsilesi sayılan, Allah’ın sonsuz kudret ve rahmet alâmetleri olan, dünyadaki bütün nesnelerin ve uzaydaki tüm sistemlerin, insan, melek ve cinn türlerinin hepsinin ve her şeyin) Rabbi olan Allah’adır (minnet ve hizmet O’na yakışır ve O’na layıktır).
3- (Ki) O (dünyada her şeye ve herkese acıyıp kollayan) RAHMAN’dır, (ahirette ise mü’min ve müstakim kullarını bağışlayıp sonsuz rahmetine kavuşturacak) RAHİM (olan Allah’tır).
4- (O) Din gününün (ahirette kesin hesap, ceza ve ödülün karara bağlanacağı büyük mahkemenin) tek ve gerçek Maliki (Hâkimi ve mutlak sahibi olmaktadır).
5- (Bu nedenlerle Ey Rabbimiz!) Biz (bütün mü’minler) ancak ve yalnız Sana ibadet eder (Senin buyruklarını uygular ve Yüce rızanı ararız) ve (her konuda) sadece Senden yardım diler (ve Senin avn-ü inayetine sığınırız).,
6- (Ne olur) Bizi Sırât-ı Mustakîme (dosdoğru Din çerçevesine ve istikamet çizgisine) hidayet buyurup (Hakka ve hayra ulaştır).
7- (Daha önce) Kendilerine nimet verdiğin (hidayet ve hakikate erdirdiğin) kimselerin (Nebilerin, Sıddıkların, Şehitlerin ve Salihlerin) doğrultusuna (bizi yönlendirip yollandır; ama ne olur Ya Rabbi, Yahudilerin Siyonist kesimleri, işbirlikçileri, tüm şirk ve şekavet ehli olan ve Hakk dini yozlaştıran azgınlar gibi bütün) gazabına (ve kahrına) uğrayanların ve (Hristiyanların zalim emperyalist kesimleri, müşrik takipçileri ve Batı ahlâksızlığının taklitçileri gibi her türlü Hakk’tan ve hayırdan uzaklaşıp) sapıtanların yoluna (kaymamıza fırsat tanıma! Bizleri bütün bâtıl ve barbar yollardan) gayrı (ve ayrı olan İslam’da sabit kıl). Amin! (Fatiha Suresi)
Evet, bir işe başlarken;
Şeytandan kaçıp Allah’a sığınmak!
Sağlam ve şuurlu bir şekilde niyet edip, tebliğ ve teşkilat cihadına hazırlanmak!
Sıkı ve güçlü bir plan, program yapmak; seferdeki insanı, zafere taşıyacaktır.
Fatiha; İlahi Kitabın bütün amaçlarını, getirdiği mana, mesaj ve ahkâmı özet olarak içinde barındırmaktadır. Zaten, Kur’an’ın gönderiliş amacı, insanların dünya hayatını düzene sokmak, (farklı din ve düşünceden, ayrı kültür ve kökenden tüm Allah’ın kullarına temel hak ve hürriyetlerini sunacak ADİL bir DÜZEN kurmak) ve (İlahi irade, rıza ve düzene uygun) iyi bir dünya hayatından sonra asıl ebedi saadeti sağlamaktır.
Bu kutlu amaca ulaşabilmek için;
1- Emir ve yasaklara ihtiyaç vardır.
2- Bu emir ve yasakların hayata geçmesi, bunların kaynağının; Yaratıcı, Varlığı zaruri, Kemâl sıfatlarına sahip, her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olan Allah olduğunun bilinmesine bağlıdır.
3- Bu imanı, bu bilgi ve şuuru desteklemek üzere de mükâfat ve ceza vaadi lazımdır.
Kur’an-ı Kerim’in bilgi, irşat ve talimatlarla ilgili bütün muhtevası; a) “Bilinmesi ve inanılması gerekenler” ve b) “Yapılması ve uygulanması gerekenler” diye ikiye ayrılır. Birincisinde; Allah, Peygamberlik, ğayb âlemi hakkında bilgiler, öğütler, misaller, hikmetler ve kıssalar vardır. İkincisinde; ibadetler, hayat düzeni gibi ameli ve ahlâki hükümler ve öğretiler vardır. Fatiha Suresi, bütün bunları sözü ve özüyle ihtiva eden yüksek mana ve mesajlardır. Veya yine bu konularda aklın önünü açarak insana ışık tutmaktadır.
“İhdinas sıratel mustakim”: Hidayete ulaşmak ve hidayet üzerinde sabit kılmak ancak Allah’ın elindedir. “(Ey Resulüm!) Gerçek şu ki: Sen sevdiğini (ve istediğini) hidayete erdiremezsin…” (Kasas Suresi: 56) ayetinde olduğu gibi hidayet Allah’tan başka birisine izafe edilirse, sadece yol göstermek ve irşat etmek anlamına gelir. Bizler doğru yol ile eğri yolu Hakk ile Bâtıl olgusunu sadece kendi aklımızla birbirinden ayırt edecek güçte olmadığımızdan, bu ayrımı yaparken ancak Allah’tan yardım isteyebiliriz. “Biz kulluğu sadece O’na has kılarak, O’ndan yardım talebinde bulunuruz!” Burada bize Rabbimiz duayı da öğretir. En güzel ibadetlerden birisi olan duanın ne şekilde yapılacağını gösterir. Zaten Fatiha Suresi, Besmeleden itibaren sonuna kadar en güzel duadır. Kul önce Allah’ın Zat ve Sıfatlarının büyüklüğünü zikredip, daha sonra kendi acziyetini ve zelilliğini ortaya koyarak, O’ndan hakikati ister. Fatiha Suresi’nde Allah’tan nelerin istenebileceği, ayrıca nasıl isteneceğinin usul ve adabı öğretilir. Buna göre istemenin şartları; 1- Önce ne istediğini bilmek, 2- Sonra gerçekten ona ihtiyacının olduğunu belirtmek, 3- Daha sonra da onu elde etmek için yapılması gerekeni yerine getirmektir. Öyleyse diyebiliriz ki; gerçek dua, nimeti elde etmek için fiili ve kavli olarak elinden geleni yapmaktan geçmektedir. Yine gerçek dua; nimeti sadece hayal ve arzu etmek değil, o nimete ulaşmanın doğru yoluna girmek ve o yolda sebat edip ilerlemektir. Fatiha Suresi, inanan insana kesin bir düstur ve şaşmaz bir formül halinde, hidayetle ibadetin önemi ve ebedi nimetin elde ediliş yöntemini öğretir.
Baştan sona dua olan Fatiha Suresi’ni okuyan insan; Allah’a kul olduğunu ifade ve ikrar ettikten sonra, kendisi ile Yaratıcı arasında hiçbir aracı bulunmadan, doğrudan doğruya O’na yönelir ve O’na seslenir. Dünya ve ahiret saadetine ve nihayetsiz nimetlere ulaştıran doğruluk ve dürüstlük yolunda İlahi lütfa nail olmuş iyilerin izini takip ederek ilerlerken, gazaba uğramışların, şaşırmış ve sapmışların durumuna düşmemek için, Allah’tan hidayet, feraset ve dirayet istenmelidir. Bu hidayet, feraset ve dirayetle yeni bir dünyayı, yaşanabilir bir dünyayı kurar; yaşar, yaşatır. Hakkı hâkim kılar, Bâtılın belini kırar.
Fatiha Suresi, Allah ile kul arasındaki bir tür sözleşme gibidir. Allah ile insan ilişkisinin mahiyetini ortaya koyar ve bunun hangi kurallara bağlı olarak sürdürüleceğini öğretir. Ayrıca bu ilişkinin tek taraflı olarak, yalnızca kulun gayreti ile değil, mutlaka Allah’ın yardım ve hidayetiyle sağlanacağı gerçeği de vurgulanıp belirtilir.
Huzurla ve bu şuurla Fatiha Suresi’ni okumak; Allah’ın gazabını önleyip, O’nun rahmet, inayet ve hidayetini artırır. Fatiha Suresi’ni okumak; cennete girecek mü’minlerin teşekkür konuşmasıdır. Fatiha Suresi; dünya ve ahiret saadetine götürecek yolun haritasıdır. Fatiha Suresi; kulun, “Allah’ım, masivadan kaçıp Sana sığındım, nefsimin ve şeytani dürtülerin kıskacından, kutlu ve kurtarıcı huzuruna vardım” yakarışıdır. O halde özetlersek: Dua mü’minin silahı, dinin esası, göklerin ve yerin nuru konumundadır. En güzel ve en kapsamlı dua ise Fatiha Suresi olmaktadır. Bu nedenle Fatiha Suresi’nin sonunda söylediğimiz “ÂMİN”, cennet tapusunun mührü sayılmaktadır. Öyle ise BEN’lik putunu kırmak ve ‘BİR’lik (Tevhid) olgusunu haykırmak üzere FATİHA okunmalıdır.
Yunus Emre; “Bir ben vardır bende, benden içeri” derken, kendisinde “zuhur ve tecelli” eden, belirip görünen İlahî isimleri, dolayısıyla o isimlerin sahibi olan Rabbini hatırlatmaktadır.
“Benlik duvarını yıkmak”tan söz edenler, “Benim sandıklarım da beni Yaratanındır, malikiyet davasından vazgeçiyorum, her şeyimi hakiki sahibine teslim ediyorum.” imasında bulunmuşlardır.
İnsan benlik bilinci sayesinde önce kendine bir “ben” alanı çizer; “Burası benim, ötesi Rabbimindir” deyip iman dairesine yaklaşır. Sonra bakar ki “benim” dedikleri de gerçekte kendisinin değil… Onları kendisi yapmamıştır, yaratmamıştır. Veren başkasıdır, Mevlâ’sıdır… Bunu kavrayınca “Ben de O’nunum, benim dediklerim de O’nundur” şuuruna kavuşacak, elindekileri hakiki sahibine teslim edip iman huzuruna ulaşacaktır. Böylece kendi “benliğinin bir hayal, bir vehim, bir kuruntu olduğunu anlayıp, inadı ve inkârı bırakacaktır.”
Bakınız; insan bir işe girerse, mesela devlete memur olursa, ona bir oda, bir masa ayrılır. Memur, yeri geldikçe “Benim odam, benim masam, benim bilgisayarım” demekte haklıdır. Fakat içten içe bilir ki, gerçekte bunlar kendisinin değildir. Götürüp satamaz, evinde kullanamaz, başkasına veremez… İşte insana verilen ruh, beden, akıl, göz, kulak gibi aygıtlar da böyledir. Bu nimetleri kendisine verenin emrine uygun biçimde kullanması şarttır. Eline verilenleri kendisinin sanan, “benim” diye götürüp satan bir memur düşün… Hırsız damgası yer, suçlanır, cezalandırılır… Kendisine Yüce Yaratanı tarafından emanet olarak verilen organları kendi malı zanneden, canı nasıl isterse öyle kullanan insanlar da bu konumdadır.
“Ben” anlamına gelen “ene” kelimesi Arapçada birinci şahıs tekil zamiri olmaktadır. Üçüncü şahıs tekil zamiri olan “Hû” kelimesiyle “Hakikatte sadece O vardır” şuuru ve huzuru ile zikir yapanların, bazan de bu zamiri hüviyet şeklinde mastar halinde kullanan sûfîler “ene” kelimesini çeşitli anlamlarda kullanmalarının yanısıra “enâniyet” şeklinde mastar yaparak ona farklı anlamlar yüklemeye çalışmışlardır.
Allah dostları nefislerini; kibir, gurur, iddiacılık, bencillik ve her türlü kötülüğün kaynağı saymışlardır. Bu nedenle “nefis ve nefsâniyet” anlamında “ene ve enâniyet” kelimeleri kullanılmaya başlanmıştır. Mutasavvıflar arasında; biri kötülenen ve aşağılanan (âdi), diğeri övülen ve yüceltilen (aşkın, müteâl) olmak üzere iki “ene”den söz edenler vardır.
Öte yandan ene (ben) kelimesi, bir insanın “ben” diye söze başlayıp kendini övmesi ve öne çıkarması ahlâkî anlamda kötü bir davranış sayılmış, “ben” demenin İblis’e özgü bir davranış olduğu vurgulanmıştır. Bu yoruma göre İblis Allah’ın huzurunda kendinde varlık görüp, “Ben Âdem’den daha üstünüm” dediği için lânetlendiği hatırlatılmıştır. Firavun’un, “Ben sizin en yüce rabbinizim” (Nazi’ât: 24), şeytanın, “Ben ondan daha üstünüm” (A’raf: 12) demesi tanrılık ve üstünlük iddiası taşıdığı için sapkınlık sayılmıştır. Fakat Kur’an’da yer alan her “ene” sözü elbette kibir ve gurur anlamı taşımamaktadır. “De ki, ben de ancak sizin gibi bir beşerim” (Kehf: 110, Fussilet: 6) mealindeki ayette geçen “ene”den bir tevazu anlamı çıkarılmaktadır. Hz. Peygamber’in, “Ben Allah’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınızım”; “Ben övünmek için söylemiyorum ama insanların efendisiyim” (bk. Aclûnî, I, 231, 234-235) gibi ene kelimesiyle başlayan sözleri vardır.
ŞİRKTEN GEÇ, TEVHİDE (TEKLİĞE) GEL!
Zat-ı Bârî, O Sübhan’dır; kâinat bir aynadır
İmtihan için Hak-Bâtıl, birbirine çatan Kim?..
O aynada görünenler, ne gayrı ne aynıdır
Her şeyde her an tecelli, edip göze batan Kim?..
“Mâ rameyte iz rameyte”1, buyurdu Hakk Teâlâ
Görünürde Nebiy attı, hakikatte atan Kim?..
Sen bu sırrın cevabını, bildin ise ne alâ
Kendi Rafiki A’lâda, Medine’de yatan Kim?..
“Bir “BEN” var benden içeri”2, var eden Hak var O’dur
Gayrısı hayal gölgedir, hakiki tek var O’dur
O’na kulluktur şerefim, tecelli çok var O’dur
Bir şeyden binbir çeşidi, bin türü bir yapan Kim?..
Şeriksiz muvahhid isen, ikiliği kalpten sil
Hakka tercüman oldunsa, İblis düşmanındır bil
Aynı olmazsa nifaktır, kalpte dıl3 ağızda dil
Sonsuz cennet karşılığı, mal canını satan Kim?..
İnsan halife yaratıp, Zatına mikyas4 kılan
Kâfiri Firavun yapıp, mü’mini İlyas kılan
Kimi evliya edinip, haini Hannas5 kılan
Hem hidayet yularıyla, bizi Hak’ta tutan Kim?..
“Her kavmin “Hâdi”si vardır”6, her çağda bir Erbakan
Gönül gözü kör olursa, sanma görür her bakan
Süfyanları sultan sanır, hidayetsiz şer bakan
Kahraman geçinip; kâfir, hakaretin yutan Kim?..
1- “(Aslında) Onları (savaşta saf dışı bıraktığınız düşmanları) siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü. (Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, düşmana karşı top güllelerine ve tüfek mermilerine dönüşen kumları avucuna alıp) Fırlattığın zaman da (ey Nebim!) Sen atmadın, fakat Allah attı (ve düşman birlikleri etkisiz bıraktı.)…” (Enfâl Suresi: 17. ayet başı)
2- Yunus Emre’nin bir şiirinden.
3- Dıl: (Farisice) Kalp, gönül.
4- Mikyas: Mukayese etme, ölçme, örnek gösterme aleti.
5- Hannas: İnsanlara şüphe, vesvese ve endişe körükleyen şeytaniler.
6- “…(Oysa) Sen, yalnızca bir uyarıcısın ve bütün toplumlar için bir hidayet önderi makamındasın (veya; her kavmin İslam’ı öğretecek ve yol gösterecek kendi ‘hâdi’leri ve Mehdileri vardır).” (Ra’d Suresi: 7. ayet sonu)
İnanıp anlamaya çalışarak mealini, manasını, mesajını nı anlamaya çalışarak okumak. hâk ile batılı,doğru ile yanlışı, helal ile haramı,dost ile düşmanı ayırma ferasetine kavuşturur. Hidayet ve istikamet yoluna, ibadet ve hizmet huzuruna ulaştırır.
“Her kavmin “Hâdi”si vardır”6, her çağda bir Erbakan
Gönül gözü kör olursa, sanma görür her bakan
Süfyanları sultan sanır, hidayetsiz şer bakan
Kahraman geçinip; kâfir, hakaretin yutan Kim?..
Her satırı gizli bir sır
Manayı Sana yükleyen Kim?
Çok şükür tanıdık Seni
Yolunda koşturan Kim?
Zaten Fatiha Suresi, Besmeleden itibaren sonuna kadar en güzel duadır. Kul önce Allah’ın Zat ve Sıfatlarının büyüklüğünü zikredip, daha sonra kendi acziyetini ve zelilliğini ortaya koyarak, O’ndan hakikati ister. Fatiha Suresi’nde Allah’tan nelerin istenebileceği, ayrıca nasıl isteneceğinin usül ve adabı öğretilir. Buna göre istemenin şartları; 1- Önce ne istediğini bilmek, 2- Sonra gerçekten ona ihtiyacının olduğunu belirtmek, 3- Daha sonra da onu elde etmek için yapılması gerekeni yerine getirmektir. Öyleyse diyebiliriz ki; gerçek dua, nimeti elde etmek için fiili ve kavli olarak elinden geleni yapmaktan geçmektedir. Yine gerçek dua; nimeti sadece hayal ve arzu etmek değil, o nimete ulaşmanın doğru yoluna girmek ve o yolda sebat edip ilerlemektir. Fatiha Suresi, inanan insana kesin bir düstur ve şaşmaz bir formül halinde, hidayetle ibadetin önemi ve ebedi nimetin elde ediliş yöntemini öğretir
…
Huzurla ve bu şuurla Fatiha Suresi’ni okumak; Allah’ın gazabını önleyip, O’nun rahmet, inayet ve hidayetini artırır. Fatiha Suresi’ni okumak; cennete girecek mü’minlerin teşekkür konuşmasıdır. Fatiha Suresi; dünya ve ahiret saadetine götürecek yolun haritasıdır. Fatiha Suresi; kulun, “Allah’ım, masivadan kaçıp Sana sığındım, nefsimin ve şeytani dürtülerin kıskacından, kutlu ve kurtarıcı huzuruna vardım” yakarışıdır. O halde özetlersek: Dua mü’minin silahı, dinin esası, göklerin ve yerin nuru konumundadır. En güzel ve en kapsamlı dua ise Fatiha Suresi olmaktadır. Bu nedenle Fatiha Suresi’nin sonunda söylediğimiz “ÂMİN”, cennet tapusunun mührü sayılmaktadır. Öyle ise BEN’lik putunu kırmak ve ‘BİR’lik (Tevhid) olgusunu haykırmak üzere FATİHA okunmalıdır.
…
İnsan benlik bilinci sayesinde önce kendine bir “ben” alanı çizer; “Burası benim, ötesi Rabbimindir” deyip iman dairesine yaklaşır. Sonra bakar ki “benim” dedikleri de gerçekte kendisinin değil… Onları kendisi yapmamıştır, yaratmamıştır. Veren başkasıdır, Mevlâ’sıdır… Bunu kavrayınca “Ben de O’nunum, benim dediklerim de O’nundur” şuuruna kavuşacak, elindekileri hakiki sahibine teslim edip iman huzuruna ulaşacaktır. Böylece kendi “benliğinin bir hayal, bir vehim, bir kuruntu olduğunu anlayıp, inadı ve inkârı bırakacaktır.”
Bir “BEN” var benden içeri”2, var eden Hak var O’dur
Gayrısı hayal gölgedir, hakiki tek var O’dur
O’na kulluktur şerefim, tecelli çok var O’dur
Bir şeyden binbir çeşidi, bin türü bir yapan Kim?
Mü’minler diğer mü’minlere karşı son derece merhametli ve alçak gönüllü olmakla yükümlüdürler. Aksi bir tavır kesinlikle Kur’an’a uygun değildir. Kibir, kıskançlık, çekememezlik, kötü söz söyleme, çekişme mü’minlerin değil, inkârcıların özelliğidir. Bu nedenle nefsi yüzünden böyle bir küçüklük göstermiş olan bir mü’min hemen kendini toparlamalı, Allah’a sığınmalı ve gerçek mü’min tavrını göstererek hatasını telafi etmelidir. Aksi halde Allah o kişinin yerine daha hayırlısını getireceğini ayetlerinde haber vermiştir. İman eden her insan aşağıdaki ayetin hükmüne girmekten şiddetle kaçınmalıdır:
“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden (haklı ve hayırlı çizgiden) geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi’nin onları sevdiği, onların da Kendisi’ni sevdiği; mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cihad edip (çaba harcayan) ve (gerçekleri savunmak hususunda hiçbir) kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle Vasi) geniş ve kuşatıcıdır, Âlim’dir.”[12]
Kardeşlerim, Cenab-ı Hak bizlere, inşaallah yeniden bütün mü’minlere ve mazlum milletlere örnek ve rehber olacağımız Hak ve Hakikati savunacağımız bir Adil Düzen Medeniyetini kolaylaştırsın… Bu maksatla yapılan gayretlerimizi inşaallah hedefine ulaştırsın. Allah bu çok sıkıntılı dönemleri ve çektiğimizi yeter saysın. Bundan sonra, daha fazla bizi bu zalimlerin elinde kahra uğratmasın
“BEN”lik, Allah’ın Varlığının ve Birliğinin anlaşılması için bir kıyaslama vesilesi olarak insana bağışlanmıştır!”
******
Makaleyi özellikle de makalenin başındaki ilk cümleyi okuyunca farkettim ki;biz bu “BEN”lik mevzuunu çok yanlış anlamışız.Meger ben’lik insana,Allah’ı, Allah’ın varlığını,Allah’ın birliğini anlayabilmek,Allah’a yaklaşmayı sağlamak için verilmiş bir özellikmiş.
Yazıktır ki şeytanın üzerinde durduğundan daha ağır daha yoğun bir “ben”lik yapışmış her birerimize.Her duyduğumuz her gördüğümüz her hak her hukuk her güzellik her özellik karşısında “ben” demiş oturmuşuz.
Malesef ki insanın en zor terk edebildiği kötü huyudur; enâniyet!Yani;benlik!
İnsan dâimâ benliği sebebiyle nefsinin esiri olur ve hep kendini haklı görür.Benlik sahibi kişi;sürekli kardeşinin hata ve kusurlarını ortaya döker kendine imtiyaz tanıma derdine düşer.Bu özellik malesefki iblisten gelir. Kendisini hata ve kusurlardan uzak görür.İlâhî îkazların neredeyse hepsini kendisinden uzak görür.Bu ihtarların kendisini içine aldığını aklının ucundan bile geçirmez.Bakınca bu çirkin ve yanlış açılımların hepsinde kendini görüyor kendini buluyor insan.
Aziz Erbakan Hocamızın tarihe ışık tutmuş mükemmel bir sözü yankılanıyor kulaklarımda;”Bizim inancımızda kimse kendisi için yaşamaz, kardeşi için yaşar. Menfaatçiliği öldürmenin yolu budur. Hadis-i şerifte de buyurulduğu gibi “Gerçek iman sahibi kişi, kendisi için sevip istediğini mümin kardeşi için de isteyendir.” Çünkü “İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.” Ancak, iyilik kendi kendine olmaz.İyilik bütün insanlığın kurtuluşu icin çalışmakla olur,cihat etmekle olur!”buyurmuşlardı..
Ya Rabbi;nefislerimizin esiri olmaktan bizi esirge…
Ya Rabbi;benliğe son verip bitirmeden,kardeşliğimizi pekiştirip birbirimizi cennete sürükleyecek çalışmalar yapmadan canlarımızı alma..
Ya Rab, Seni Aramam İçin Beni Dünyaya attin, Alemleri benim, beni de Senin için yarattın.
Ya Rabbi İzzetin hakkı için, Kurtar bizi nefs elinden, Kemali nusreti hakkı için, Kurtar bizi nefs elinden. Mükirrim zatına candan, Ayırma canı canandan, Hifzeyle nefsi şeytandan, Kurtar bizi nefs elinden, Varayım ben senden yana, Göster bana bensiz bana, Mest oluben kalam tana, Kurtar bizi nefs elinden, Adem im ağlatma beni, Tevbem kabul et Ya Gani, Al beni bana ver Seni, Kurtar bizi nefs elinden.
Bismillah’ir-Rahman’ir-Rahim:
(Dünyada, yarattığı her varlığını ve tüm kullarını esirgeyip koruyan, isyan ve kusurlarına bakmayıp yine ihtiyaçlarını karşılayan ve düzelmeleri için mühlet sunan) “RAHMAN” (olan); ve (ahirette sadece iman ve itaat ehlini bağışlayıp, sonsuz rahmet ve nimetlerine kavuşturacak) “RAHİM” (olan) ALLAH’ın adıyla…
• Bu işe, ibadet ve imtihan niyetiyle başlamaktayım.
• O’nun emir ve hükümleri doğrultusunda bu işi yapıp tamamlayacağım, asla harama ve hilekârlığa sapmayacağım.
•Bu işte sadece Allah’ın rızasını, kullarının hatırını, insanların rahatını ve menfaatini amaçlayacağım.
•Bu işi ancak Allah’ın inayetiyle başaracağıma inanmaktayım.
“İnsan benlik bilinci sayesinde önce kendine bir “ben” alanı çizer; “Burası benim, ötesi Rabbimindir” deyip iman dairesine yaklaşır. Sonra bakar ki “benim” dedikleri de gerçekte kendisinin değil… Onları kendisi yapmamıştır, yaratmamıştır. Veren başkasıdır, Mevlâ’sıdır… Bunu kavrayınca “Ben de O’nunum, benim dediklerim de O’nundur” şuuruna kavuşacak, elindekileri hakiki sahibine teslim edip iman huzuruna ulaşacaktır. Böylece kendi “benliğinin bir hayal, bir vehim, bir kuruntu olduğunu anlayıp, inadı ve inkârı bırakacaktır.”
Bakınız; insan bir işe girerse, mesela devlete memur olursa, ona bir oda, bir masa ayrılır. Memur, yeri geldikçe “Benim odam, benim masam, benim bilgisayarım” demekte haklıdır. Fakat içten içe bilir ki, gerçekte bunlar kendisinin değildir. Götürüp satamaz, evinde kullanamaz, başkasına veremez… İşte insana verilen ruh, beden, akıl, göz, kulak gibi aygıtlar da böyledir. Bu nimetleri kendisine verenin emrine uygun biçimde kullanması şarttır. Eline verilenleri kendisinin sanan, “benim” diye götürüp satan bir memur düşün… Hırsız damgası yer, suçlanır, cezalandırılır… Kendisine Yüce Yaratanı tarafından emanet olarak verilen organları kendi malı zanneden, canı nasıl isterse öyle kullanan insanlar da bu konumdadır.”
BENLİK KIYASI!
Kıtal etsem kendimle
Yıkılsa tüm kalelerim
Hicret etsem, benden
Yok’tan varsam, Var’a
Can, sadrımdan ayrılsa
Zikrimle bulurum, Seni
Sen ki ey sözünün Sahibi
Zikrimde, bulsam Seni
Gerçek Sen’sin, gölge ten
Alem Senindir; eser’im ben
Can olan Sensin, Ey Can
Arayan, aranan tek Canan
Cenab-ı Allah insana diğer canlılardan farklı olarak benlik vermiştir. Allah’ın bize benlik vermesinin nedenlerinden biriside imtihandır. Allah hepimizi bu imtihandan başarıyla geçmeyi nasip eylesin
Ya Rabbi, biz de Zatına aitiz, bize verdiklerin de… İdrakine vardır, kıymetini bildir, Cemalinle sevindir… Bu kaynaktan kanan gönlümü, gayrısına meylettirme Allah’ım! Amin…
Kaderde yazılı, olacaktın zaten başbakan
Çıkardın gömleği, oldun sözde kahraman
23 yıl dediğin nedir, geldi geçti bak zaman
Adaletli olmak varken, oldun kibirli süfyan
Kalbini yöneten deccal, yıkılacak geldi zaman!
İktidara gelir gelmez; “bizi faizsiz bir dünya kurulacak diye yıllarca kandırdılar, faizsiz dünya olmaz, faiz dünya gerçeğidir!”
Diyerek Allah ve Resulüne savaş açanlar, hem dünyada hem ahirette rezil ve zelil olacaklar İnşAllah!
Hakîkaten “benlik” ve “iddiâ”, hizmet yolunun kanseridir. Bu hastalığın tedâvîsi son derece zordur. Tekkelerde umûmiyetle üzerinde “Hiç” yazan bir levha bulunur ki bu, insana, enâniyetten vazgeçip acziyetini idrâk etmeyi telkîn eder. Bütün mesele bu acziyeti idrâk edip, kulluğun farkında olmaktır. Kul, bu noktaya ulaşınca ihlâsa erer ki, az bir amel bile ona kâfîdir. Bu gerçek bir şiirde şöyle ifâde edilmiştir:
…
“Âcizliğini, güçsüzlüğünü anladınsa, kıymetsiz bir amelin bile dağ gibi olur. Çürük, hatâlı işlerin düzelir, acı hâllerin tatlılaşır. Çorak dağlar meyveli bağ, bütün dünya sana bahçe olur.”
Hizmet eden kimse, bu acziyet ve hiçlik şuuru içinde sürekli tazarrû ve niyaz hâlinde, Rabbinden yardım taleb etmelidir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allâh’tan yardım isteyin!..” (elBakara, 153)
Mümin, bu ilâhî tavsiyeye riâyetle, hizmetlerinde muvaffak kılması için özellikle teheccüd vaktinde, şâyet mümkün olmazsa daha sonraki bir vakitte iki rekat hâcet namazı kılıp Allâh’tan yardım istemelidir. Hizmette bulunan kimse, hizmetteki aksaklıklardan dolayı başkalarını suçlamamalı, ayıp ve kusuru öncelikle kendinde aramalıdır. Müsâmahayı gayriye, muâhezeyi (sorgulamayı) nefsine yöneltebilmelidir. Çünkü hizmet edenin iç dünyası -tıpkı fizikteki birleşik kaplar misâli- hizmet edilene akseder. Hizmet edilenlerde görülen bir yanlışlık, aslında hizmet edenden akseden bir zaaftır.
Euzübillahi-mineşŞeytanir-Racim:
Yüce Rabbimizin rahmet ve inayetinden kovulmuş, şerrin ve şekavetin rehberi olmuş Şeytanın vesvesesinden… Onun Kur’an’ı okuma ve anlama konusunda bizi gaflete ve tembelliğe sürüklemesinden… Rabbimizin kelâmına itiraz ve isyan etme düşüncesinden ve iblisin her türlü hilesinden; Allah’ın hıfzu himayesine sığınırım. (Bak: Nahl: 98)
İnsanı hidayet ve hizmet şuuruna ibadet ve hizmet huzuruna ulaştıran bir yazı hamdolsun.herkesin temel insan hakları na sahip ve saygın yaşayacağını, insanlığın tüm yer yüzünde bütün insanların temel haklarının ve refahı nın sağlanması, ülkemizde bölgemizde İslam alemin de ve tüm yeryüzünde farklı dinden ve görüşten herkesin huzurunu düşünmek. Makam ve mevki için hak davadan sapmamak. Bunu yapabilmek için de nefis terbiyesi lazımdır. Nefis terbiyesi nefse esir olmayı değil nefsi terbiye edip olgunlaşmayı esas almak demektir.
Milli Çözüm; huzur ve şuur PINARIMIZDIR. Çünkü Milli Çözüm , KULLUK VE SORUMLULUK BİLİNCİ AŞILAMAKTADIR.
Makalede ifade buyrulan :
...
Bu nedenle “ENE-Benlik” hem gerçek ve yüksek bir İMAN’ın hem de, en aşağı ve bayağı bir İNKÂR’ın çekirdeği konumundadır. Çünkü “BEN”lik Cenab-ı Hakkın gizli hazineleri hükmündeki esmasının hem kapısıdır, hem de kâinatın gizli sırlarının ve yaratılış harikalarının gizemli sırlarının da anahtarıdır. “BEN”lik, “Vücub âlemi” denilen İlahi (Ezeli ve Ebedi) iklimlerin hazinelerini de açmaktadır.
…
Cümleler ne MUHTEŞEM TESPİTLER….
Verimsiz , çorak, bir arazimiz olmuş olsun. Bu araziyi nasıl verimli hale getirebiliriz diye düşünsek ve ehline ( Ziraat Mühendisine) gidip o konuda teknik bilgiler alsak ve aldığımız o bilgiler ışığında toprağı verimli hale getirici şartları uygulasak ve ekim dikimimize başlasak belli bir süre sonra da ekim dikimin meyvesini sebzesini toplayıp maddi manevi istifade etsek… Çevremizdekiler bu ekili dikili alandan çok memnun kalsalar ; yahu burası kimin acaba diye cevabını arasalar sorsalar ve arazinin sahibi şu kişidir diye şahsı öğrenseler… Gelip size övgüler yağdırsalar tebrik etseler vs… ilk başta çok seviniriz ama bir düşünsek ki ; teknik bilgi aldığımız Ziraat Mühendisinin bilgisi Allah’ın verdiği akıl nimetiyle elde edilen bir bilgiyi aldık arazimize uyguladık. Uyguladığımız materyalleri , yeni verimli toprak bulup arazimize ( bizim sandığımız arazimiz onuda Allah OL DEDİ OLDURDU) döktüğümüz topraktan tutalım gübresidir suyudur tohumudur vb. herbirşeyi Allah c.c. yarattı bizim hiçbir katkımız olmadı o malzemelerin oluşumunda… Bu arazi ve içindeki meyve sebzeler benim deyip bana aittir deyip hava atmaya kalkışmak nekadar da basit bir davranış ve yaratıcımıza c.c. ne karşı be büyük bir edepsizlik olmuş olur değil mi?!!!
Allah’ın ZATİ SIFATLARIdediğimiz yani sadece rabbimize ait olan sıfatlar sayılırken: VÜCUT, KIDEM , BEKA, VAHDANİYET, MUHALEFETÜN LİL HAVADİS VE KIYAM BİNEFSİHİ …sayılır… Burdaki VÜCUT sıfatı var olmak anlamında malumunuz… Yani gerçek mutlak varlığın sadece Rabbimiz c.c. olduğu…
Makalede ifade buyurulan şu tespitlerde gerçekten herşeyi özetliyor: İnsanın Enaniyet=Benlik gururunu ve nefsaniyet putunu kıran ve ona kulluk ve Rabbine teslimiyet şuuru kazandıran ise; Kur’an-ı Kerim’in mukaddimesi ve özeti sayılan FATİHA Suresi’dir.
YARABBİ. AHMET HOCAMIZI , MİLLİ ÇÖZÜM’Ü VE DAVASINI ANLAMAYI KAVRAMAYI YAŞAMAYI VE YAŞATMAYI CÜMLEMİZE LÜTFEYLE…! AMİN.
“Kibir Benim libasımdır,kim giyse helak olur”
Nefsin aczin bilen kişi,kulluğa kabul olur
Her şeyde,her’an daim,tecellisin sunan odur
Şah Sultan”daki nur’u,”Tevhid Sırrı” gören kim
Melheme-i Kübra sonu,Feth-i MÜBİN diyen kim!..
Müslüman şaka dahi olsa yalan söylemez diyen Peygamberin ümmeti yalnızca siyasi olarak değil, özel hayatında da doğruyu konuşmalı yalandan uzak durmalı. Ama bugün bazı şeyleri duyunca ister istemez şok oluyoruz. Keşke her yönümüzle doğru olabilmeyi başarabilseydik.
“Her kavmin “Hâdi”si vardır”6, her çağda bir Erbakan
Gönül gözü kör olursa, sanma görür her bakan
Süfyanları sultan sanır, hidayetsiz şer bakan
Kahraman geçinip; kâfir, hakaretin yutan Kim?
1- Euzübillahi-mineşŞeytanir-Racim:
Yüce Rabbimizin rahmet ve inayetinden kovulmuş, şerrin ve şekavetin rehberi olmuş Şeytanın vesvesesinden… Onun Kur’an’ı okuma ve anlama konusunda bizi gaflete ve tembelliğe sürüklemesinden… Rabbimizin kelâmına itiraz ve isyan etme düşüncesinden ve iblisin her türlü hilesinden; Allah’ın hıfzu himayesine sığınırım. (Bak: Nahl: 98)
Bismillah’ir-Rahman’ir-Rahim:
(Dünyada, yarattığı her varlığını ve tüm kullarını esirgeyip koruyan, isyan ve kusurlarına bakmayıp yine ihtiyaçlarını karşılayan ve düzelmeleri için mühlet sunan) “RAHMAN” (olan); ve (ahirette sadece iman ve itaat ehlini bağışlayıp, sonsuz rahmet ve nimetlerine kavuşturacak) “RAHİM” (olan) ALLAH’ın adıyla…
“Her kavmin “Hâdi”si vardır”, her çağda bir Erbakan
Gönül gözü kör olursa, sanma görür her bakan
O aynada görünenler, ne gayrı ne aynıdır
Her şeyde her an tecelli, edip göze batan Kim?..
“Mâ rameyte iz rameyte”, buyurdu Hakk Teâlâ
Görünürde Nebiy attı, hakikatte atan Kim?..
Sen bu sırrın cevabını, bildin ise ne alâ
Kendi Rafiki A’lâda, Medine’de yatan Kim?..
“Benlik duvarını yıkmak”tan söz edenler, “Benim sandıklarım da beni Yaratanındır, malikiyet davasından vazgeçiyorum, her şeyimi hakiki sahibine teslim ediyorum.” imasında bulunmuşlardır.
İnsan benlik bilinci sayesinde önce kendine bir “ben” alanı çizer; “Burası benim, ötesi Rabbimindir” deyip iman dairesine yaklaşır. Sonra bakar ki “benim” dedikleri de gerçekte kendisinin değil… Onları kendisi yapmamıştır, yaratmamıştır. Veren başkasıdır, Mevlâ’sıdır… Bunu kavrayınca “Ben de O’nunum, benim dediklerim de O’nundur” şuuruna kavuşacak, elindekileri hakiki sahibine teslim edip iman huzuruna ulaşacaktır. Böylece kendi “benliğinin bir hayal, bir vehim, bir kuruntu olduğunu anlayıp, inadı ve inkârı bırakacaktır.”
Dua mü’minin silahı, dinin esası, göklerin ve yerin nuru konumundadır. En güzel ve en kapsamlı dua ise Fatiha Suresi olmaktadır. Bu nedenle Fatiha Suresi’nin sonunda söylediğimiz “ÂMİN”, cennet tapusunun mührü sayılmaktadır. Öyle ise BEN’lik putunu kırmak ve ‘BİR’lik (Tevhid) olgusunu haykırmak üzere FATİHA okunmalıdır.
Gerçek dua ise, nimeti elde etmek için fiili ve kavli olarak elinden geleni yapmaktan geçmektedir. Yine gerçek dua; nimeti sadece hayal ve arzu etmek değil, o nimete ulaşmanın doğru yoluna girmek ve o yolda sebat edip ilerlemektir.
“BEN”lik, Allah’ın Varlığının ve Birliğinin anlaşılması için bir kıyaslama vesilesidir.
“ENE-Benlik” hem gerçek ve yüksek bir İMAN’ın hem de, en aşağı ve bayağı bir İNKÂR’ın çekirdeği konumundadır.
Her şeyi ve herkesi benzersiz bir san’at ve hikmetle yaratan Cenab-ı Hak; insana emanet ve alet olarak Kendi varlığının Rabbani sıfat ve icraatlarının hakikatlerini sezip çözecek işaret ve örnekleri içinde barındıran öyle bir “BEN”lik bağışlamıştır ki; bu bir “Vahid-i Kıyasi”, yani karşılaştırıp kıyaslama ölçü birimi yapılsın da böylece Rububiyetinin icapları, Uluhiyetinin icraatları; mukayese ve muhakeme sonucu onunla bilinip anlaşılsın…
“ENE” (Benlik); Yüce ve Tek Yaratıcı olan Cenab-ı Hakkın Mevcudiyetini (Varlığını), Vahdaniyetini (Birliğini ve asla ortağı olmadığını), Rububiyyetini (Canlı-cansız tüm varlıkları yaratılış gayesine en uygun şekilde tasarlayıp donattığını ve terbiye edip kemale ulaştırdığını), Uluhiyyetini (İbadete layık ve müstahak yegâne ZAT olduklarını); kendi benliği ile kıyaslayıp anlamak ve kulluk şuuruyla O’na teslim olmak üzere verilmiştir.
“BEN”lik, Cenab-ı Hakkın gizli hazineleri hükmündeki esmasının hem kapısıdır, hem de kâinatın gizli sırlarının ve yaratılış harikalarının gizemli sırlarının da anahtarıdır.
Ancak bu ölçü birimi olan “BEN”liğin hakiki ve daimi bir varlığa sahip sanılması bir yanılgıdır. Aslında o, geometrideki farazi çizgiler gibi, sadece var kabul edilen bir tecelli boyutu olmaktadır.
Allah’ın Zatının ve sıfatlarının sonu ve sınırı olmadığından, onlara farazi ve hayali birer sınır çizmek lazımdır ki, varlığının ve sıfatlarının anlaşılması kolaylaşsın.
Hakiki tek varlık Allah’tır, gayrısı tecellidir, hayaldir, gölgedir.
Her şeyde her an tecelli eden Yüce ve Tek Yaratıcı olan Cenab-ı Hakkın Kâinat aynasındaki esmasının görüntüleridir ki, aynada görünenler ne gayrısıdır ne de aynısıdır.
Kendini bilenler Rabbini bilip yüksek bir iman seviyesine ulaşmaktadırlar.
Kendinden bilenlerde ise “ENE” (Benlik) olgusu, gaflet, cehalet ve enaniyet duygusuyla kabarmakta, iz’anı ve insafı körleşmekte, inkârcılığa ve firavunluğa kayıp imandan ve insanlıktan uzaklaşmakta, en aşağı ve bayağı bir inkâra sapmaktadırlar.
Böylece her bakan, İslam’ı öğretip yol gösteren hidayet önderi Erbakan’ı görememekte, hidayeti kararıp gönül gözü kör olanlar Süfyanları sultan sanmaktadırlar.
İnsanın Enaniyet=Benlik gururunu ve nefsaniyet putunu kıran ve ona kulluk ve Rabbine teslimiyet şuuru kazandıran ise; Kur’an-ı Kerim’in mukaddimesi ve özeti sayılan FATİHA Suresi’dir.
Görüldüğü üzere Üstad Ahmet Akgül Hocamız Aziz Erbakan Hocamızın siyaset ve stratejisine hakim olduğu gibi manevi alanda da otorite kutlu bir şahsiyeti.
“Ben” lik üzerine yazılan makalemiz çok önemli hakikatlerin teşhiri (anlaşılıp istifa edilmesi) mahiyetindedir.
“..Yani Allah’ın Zatının ve sıfatlarının sonu ve sınırı olmadığından, onlara farazi ve hayali birer sınır çizmek lazımdır ki, varlığının ve sıfatlarının anlaşılması kolaylaşsın. İşte bu mukayese ve muhakemeyi insana verilen “BEN”lik yapacaktır.”
Aynı zamanda makalemizde “ben”lik ile “nefsin” farkının vurgulanması insanda olan (fakat şimdiye kadar hep yanlış anlaşılan) nefsaniyet gibi zannedilen “ben”liğin aslında insana bahşedilen bir cevher olduğu aşikar edilmekte.
“Allah dostları nefislerini; kibir, gurur, iddiacılık, bencillik ve her türlü kötülüğün kaynağı saymışlardır. Bu nedenle “nefis ve nefsâniyet” anlamında “ ene ve enâniyet” kelimeleri kullanılmaya başlanmıştır. Mutasavvıflar arasında; biri kötülenen ve aşağılanan (âdi), diğeri övülen ve yüceltilen (aşkın, müteâl) olmak üzere iki “ene”den söz edenler vardır.”
“Her kavmin “Hâdi”si vardır”, her çağda bir Erbakan
Gönül gözü kör olursa, sanma görür her bakan
Süfyanları sultan sanır, hidayetsiz şer bakan
Kahraman geçinip; kâfir, hakaretin yutan Kim?..
“…(Oysa) Sen, yalnızca bir uyarıcısın ve bütün toplumlar için bir hidayet önderi makamındasın (veya; her kavmin İslam’ı öğretecek ve yol gösterecek kendi ‘hâdi’leri ve Mehdileri vardır).” (Ra’d Suresi: 7. ayet sonu)
“Ya Rabbi! Benim benliğimi aradan çıkar ki, benliğim Sende fânî olsun da ben arada hîç olayım! Çünkü ben Seninle olduğum takdirde, herkesle ve her şeyle birlikte olmuşum demektir. Şayet (Zatını unutur da) herkesle olursam, Seninle beraber olamam; bu da, Senin yolunda benim için en büyük eksiklik ve hamlık olur.”
“Her kavmin “Hâdi”si vardır”, her çağda bir Erbakan
Gönül gözü kör olursa, sanma görür her bakan
Süfyanları sultan sanır, hidayetsiz şer bakan
Kahraman geçinip; kâfir, hakaretin yutan Kim?..