YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
692021f84c7b2
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 4 7
Bugün : 6628
Dün : 45549
Bu ay : 859352
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45263173
IP'niz : 216.73.216.128

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

İlmin Kurumsallaşması ve Kur’an’ı Anlamak İçin

SEKİZ İLİM DALI

          

Kur’an’ın; Allah’ın muradına ve inzal maksadına münasip ve doğru anlaşılması ve rıza-i İlahi’ye uygun yorumlanması için gerekli olan “Ülum-u semaniye=Sekiz temel ilimler” oldukça önemli konumdadır. Bunun yanında, değişen ve gelişen çağların ve yeni ortaya çıkan şartların ve ihtiyaçların doğrultusunda ve sorunlara çözümler üretilmesi hususunda da; Kur’ani hüküm ve haberleri, İlahi ölçü ve örnekleri isabetli kavrama ve içtihada esas kılma konusunda da bu ilimlere gerek duyulmaktadır.

          

1- TECVİD (Düzgün ve ahenkli okuma=Kıraat) İLMİ

Tecvid: Kur’an-ı Kerim’in kurallarına uygun biçimde okunmasını ve dolayısıyla doğru anlaşılmasını konu alan ve kolaylaştıran bilim dalı ve bu dalda yazılan eserlerin ortak adıdır. Sözlükte “bir şeyi güzel ve sağlam yapmak, onu süslemek” anlamındaki tecvid kelimesi için:

– İfrat ve tefrite kaçmadan sıfatlarına uygun şekilde harfleri mahreçlerinden çıkarmak,

– Kur’an harflerinin mahreç ve sıfatlarının konu edildiği ilim dalı,

– Kur’an-ı Kerim’i harflerin mahreç ve sıfatlarına riayet edip vakıf, vasıl, sekte vb. tilâvet kurallarına uyarak güzel ve hatasız okumayı öğreten ilim, gibi tanımlar yapılmıştır.

Tecvid nazarî bilgilere dayanmakla birlikte pratik ve sanat yönü ön plana çıkar. Nitekim Birgivî tecvidi tarif ederken harflerin mahreç ve sıfatlarını hakkıyla telaffuz etme melekesinden söz etmiş, Keşfü’z-Zunûn’da tecvid mûsikiye benzetilip sadece bilginin yeterli sayılmadığı ve üzerinde alıştırmalar yapılarak kazanılacak bir meleke olduğu ifade edilmiş, tecvidin amelî yönünün ehlinden (fem-i muhsin) öğrenilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur.

Kur’an-ı Kerim’de tecvid kelimesi bulunmamakla birlikte “Kur’an’ı yavaş yavaş, tane tane, düşünerek okuma” anlamında “tertîl” geçmektedir. (Furkan: 25/32, Müzzemmil: 73/4) Kur’an’da ayrıca “kıraat” (A’raf: 7/204, Nahl: 16/98, İsrâ: 17/106, Kıyamet: 75/18, İnşikak: 84/21) ve “tilâvet” (Bakara: 2/252, Neml: 27/92, Fâtır: 35/29, Beyyine: 98/2) kelimeleri yer almaktadır.

Hadislerde de Kur’an’ın okunmasıyla ilgili “tertîl, tahsîn, tezyîn, kıraat, tilâvet” vb. kelimeler geçmektedir (Wensinck, el-Mu’cem, “rtl”, “ķre”, “tlv” maddeleri).

Tecvidin gayesi, Kur’an-ı Kerim’in tertîl ile ve hatasız şekilde okunmasını sağlamaktır. “Yahut (durumuna göre) bunu biraz artır ve Kur’an’ı da tertil üzere (ağır, sakin ve anlayarak) oku(yup içine sindir ve ölçü edin!)” (Müzzemmil: 73/4); “…Oysa Biz Onu (Kur’an’ı), Senin kalbine yerleştirip sabitleştirmek için, tane tane (ayet ayet vahyedip) okutuverdik (ve Onu böyle kısım kısım indirdik).” (Furkan: 25/32) mealindeki ayetler tecvidin gerekliliğine bir işaret sayılmıştır. Nitekim Hz. Ali, ayetlerde geçen tertîli “Kur’an harflerinin mahreç ve sıfatlarına uygun biçimde telaffuz edilmesi ve durulacak yerlerin bilinmesi” diye açıklamıştır. (İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, I, 209) Burada, harfleri en güzel şekilde telaffuz etmenin gereğine ve okuma sırasında nerede durulup nereden başlanacağının bilinmesine vurgu yapılmıştır. Bu da Kur’an kıraatinde ses ve cümle bilgisiyle anlam bilgisinin önemini ortaya koymaktadır. Peygamber Efendimiz (SAV)’in hanımı Ümmü Seleme’ye, Resulüllah’ın kıraati sorulduğunda, “Resulüllah kıraatini ayırırdı (tane tane, dura dura okurdu).” cevabını vermiştir. (Tirmizî, Fezailü’l-Kur’ân, 23; Ebû Dâvûd, Vitir, 20)

Enes b. Mâlik de; “Resulüllah’ın kıraati medli idi.” dedikten sonra besmeleyi örnek olarak zikretmiş ve Hz. Peygamber’in “Bismillâh”ı, “er-Rahmân”ı ve “er-Rahîm”i uzattığını aktarmıştır. (Buhârî, Fezailü’l-Kur’ân, 29) Abdullah b. Mes’ûd, Ebû Mûsâ el-Eş’arî ve Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim gibi bazı sahâbîler Kur’an’ı güzel sesle ve tecvidle okudukları için Resûl-i Ekrem’in övgüsünü kazanmışlardır. (Buhârî, Fezailü’l-Kur’ân, 31; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 236) Kur’an lafzı ve manasıyla birlikte indirildiğine göre onun lafzının orijinal şekliyle korunması için tecvidin öğrenilmesi farz-ı kifâye sayılmıştır.

Kur’an’daki Bazı Harflerin Anlamı:

Ayet sonlarında veya ortalarında konulan “durma-geçme” harfleri, Kur’an-ı Kerim okunurken mana ve mesajın doğru ve tam anlaşılmasına yardımcı olan, bir nevi trafik polisleri ve geçiş işaretleri yerindedir.

“Mim”= Kesinlikle durulacak demektir.

“Tı”= Özellikle durulması gerekir.

“Gıf”= Arapça “Dur!” anlamına gelir.

“Lamelif”= Mutlaka geçilmelidir. Hatta nefes daralıp da durulmuş ise, geriden alınıp tekrar geçilmelidir.

“Cim”= Geçmek de ve duraklamak da caizdir; durulması daha münasiptir.

“Ze”= Duraklamak veya geçmek müsavidir; ama durulması tercih edilir.

“Sad”= Durmak veya geçmek için izin verilmiştir; ama evla olan geçilmesidir.

          

2- LUGAT (Dil bilgisi ve kelime derinliği) İLMİ

İlm-i Lügat: Bir dilin kelimelerinin tamamını inceleyen ilim dalıdır. Kur’an Arap dilinde nazil olduğundan, onun manalarını açıklayacak kişinin bu dili iyi bilmesi lazımdır. Kelimeler, bazen ilk hatıra gelen anlamda değil de, belki daha farklı ve ayrıntılı anlamlarından birinde kullanılmıştır. Müfessir lisana iyi vakıf olunca, kelimelerin hangi manalarda kullanıldığını daha isabetli olarak anlayacaktır.

Lügat; “Söz, kelime, bir dili meydana getiren kelimelerden her biri” anlamlarını taşır. Bir topluluğun konuştuğu dil, misal; Lûgat-ı Arabtır. Bir dilin türeme ve mana bakımından kelime bilgisi kapsamıdır. Leksikoloji: Bir dilin kelimelerini belli bir sıralama içinde manalarıyla beraber ihtiva eden kitap, sözlük, kamus, leksikon, diksiyoner manasınadır. Kelimenin ıstılahî olmayan manaları da ele alınır.

Bu dönemin ilk Arapça lügat kitabı, Ebû Nasr Ferâhî (Bedruddîn Muhammed b. Ebû Bekir b. Hüseyin Seczî, ö.640/1242)’nin Nisâbu’s-sibyân manzumesi olup çeşitli bahirlerde söylenmiş iki yüz beyitten oluşmakta ve küçük yaştakilere dil öğretmek için okullarda ve medreselerde ders kitabı olarak okutulmaktaydı. Ondan sonra İran’ın batı bölgesinden Şükrullah b. Şemsuddîn Ahmed, Arapçadan Farsçaya lügat konusunda Zehretu’l-edeb adlı manzumeyi Nisâbu’s-sibyân’ı taklit ederek 640/1242 yılında yazdı.

Daha sonra Husâmuddîn Hoyî (Hasan b. Abdulmü’min) Nasîbu’l-fityân ve Nesîbu’t-tibyân’ı nazmetti. Bu öğretici manzumelerden başka Arapça ve Farsça lügati konusunda başka kitaplar da kaleme alındı. Bunların en önemlisi Surahu’l-lugâ olup Cemâluddîn Karşî (Ebû’l-fazl Muhammed b. Ömer b. Halid), bu eseri Cevheri-yi Fârâbî’nin Sıhahu’l-lugâ adlı eserinden tercüme ve telhis edip es-Surah mine’s-Sıhah diye adlandırdı ve Surâhu’l-lugâ’ya Mulhakâtu’s-Surâh adıyla Arapça bir zeyl yazdı. Bir başka önemli lugatname de Fîrûzâbâdî (Kadı Ebû Tahir Mecduddîn Muhammed b. Yakûb Karizinî-yi Şîrâzî, ö.817/1414)’nin Kamûsu’l-muhit ve Kabûsu’l-vasit adlı eseri olmaktadır.

Dil Çalışmaları ve Etimoloji Kavramı

Etimoloji; bir dildeki sözcüklerin kökenlerini ve bunun gereği olarak o dilin, diğer dillerle ve o dili konuşan toplulukların, geçmişten bugüne diğer topluluklarla olan kültürel ilişkilerini araştıran ilim dalıdır. Türkiye’de daha çok Batı filolojisi eğitimi almış araştırmacılar tercüme eserler ile yetinmiş yahut bazı akademisyenler, Batı dünyası dilbiliminde yürütülen çalışmaları, “aktarmacılık” biçiminde araştırma-tez kılıfıyla kitlelere sunmuşlardır. Etimoloji Lügati denildiğinde Clauson, Radloff, Rasanen gibi Batılı yazarların yazdığı, Türk dillerinin karşılaştırmalı etimolojik sözlükleri hatırlanmaktadır. Yine bir Batılı yazar olan Andreas Tietze’nin çalışmaları hariç, adamakıllı yapılmış, Türkçe’nin bir etimolojik lügatı bile bulunmamaktadır.

      

3- SARF (Kelime kökeni ve türetilmesi) İLMİ

Bir ilme başlamadan önce o ilmin tarifini, mevzusunu ve gayesini bilmemiz gerekir. İlmin tarifi tanımdır, mevzusu bahis konusudur ve gayesi ise faydası ve sonuçlarıdır.

Sarf İlminin Tarifi; عِلْمٌ يُعْرَفُ بِهِ أَحْوَالُ الْكَلِمَةِ مِنْ حَيْثُ الْإِعْلاَلِ وَ الْبِنَاءِ “İlal” (aynı kökten farklı kelimeler üretilmesi) ve “bina” (Arapçada fiillerin, faillerin durumuna göre farklı şekillere girmesi) bakımından kelimenin hallerinin kendisi ile bilindiği ilim dalıdır. İlim kelimesi bilmek anlamındadır. Genel anlamda herhangi bir konu hakkındaki bilgiler toplamıdır.

Sarf İlminin Mevzusu; tasrif etmektir; yani bir kelimeyi birden fazla sigaya sokarak muhtelif manalar elde etmeyi sağlamaktır.

Sarf İlminin Gayesi; Arapça kelimelerin okunmasını ve yazılmasını hatadan kurtarıp doğru bir şekilde bilinmesini kolaylaştırmaktır. Sarf ilmine başlamadan önce, kendisini teşkil eden en önemli yapı taşı olan “Kelime”yi bilmemiz lazımdır. Kelime; müfred bir manaya konulmuş lafızdır. Kendisinde hades (eylem) manası olan kelime 4 kısıma ayrılır.

1- Fiil: 5 kısımdır; a) Mazi Fiil, b) Muzari Fiil, c) Emir Fiili, d) Nehy Fiili, e) Taaccüb Fiili bu kapsamdadır.

2- Sıfat: 4 kısımdır; a) İsm-i Fail, b) İsm-i Mef’ul, c) Sıfat-ı Müşebbehe, d) İsm-i Tafdil.

3- Masdar: 5 kısımdır; a) Mimsiz Masdar, b) Mimli Masdar, c) Masdar-ı Bina-i Merre, d) Masdar-ı Bina-i Nev’, e) Mübalağalı Masdar.

4- İsim: 6 kısımdır; a) İsm-i Mekân, b) İsm-i Zaman, c) İsm-i Alet, d) İsm-i Fail, e) İsm-i Tasgir, f) İsm-i Mensub… Toplamda 20 olan bu sigalara Emsile-i Muhtelife denilir. Aslında 24 tanesi gösterilir. Burada Nehy ve Emir fiillerinde hazır ve gaib sigaları yazılmayıp genel anlamda hades manası vurgulanmıştır.

Sözlükte “çevirmek, döndürmek” anlamındaki “sarf” kelimesi, terim olarak biri amelî, diğeri nazarî olmak üzere iki şekilde kullanılır. Amelî sarf, asıl kabul edilen kelimeyi (masdar veya mâzi) lafız veya anlamla ilgili bir maksat için değişik fiil ve isim vezinlerine dönüştürmek anlamındadır (tasrif). Nazarî sarf ise “i’rab ve binâ dışında kelime durumlarının kurallarını inceleyen ilim” diye tanımlanır. Müteahhir dilciler sarf ilmiyle tasrif ilmini eş anlamlı kabul ederken Sîbeveyhi gibi kadim dilciler tasrifi, nahiv ilminin bir bölümü olarak gördükleri sarf ilminin bir cüzü saymaktadır. Sarf ilminde mebnî isimler, câmid fiiller ve harfler dışında çekimli bir fiil kökünden türeyen fiillerle isimler çerçevesinde mücerred (aslî) ve mezîd kalıplar, bunlara ârız olan harf ve hareke değişiklikleri demek olan ibdâl, i’lâl, kalb, hazif, idgam ve imâle durumları ele alınır. Fiiller; kök fiiller ve türemişler (mücerred-mezîd) şeklinde iki kategoriye ayrılır. Üçlü kök fiil ve türemişleriyle dörtlü kök fiil ve türemişleri kök harfleri içinde illet harfi bulunup bulunmamasına göre yedi kategoride incelenir ve her birine ait mâzi, muzâri, emir ve nehiy kiplerinin malum ve meçhule göre çekim şekilleri söz konusu edilir; illetli fiillerin çeşitli kalıp ve kiplerinde görülen harf ve hareke değişiklikleri açıklanır. Gerek kök gerekse türemiş fiil kalıplarına ait isimler olarak masdar çeşitleri, ism-i fâil, ism-i mef’ûl, sıfat-ı müşebbehe, mübalağa sîgaları, zaman, mekân ve alet isimleri, ism-i tafdîl, mensub ve musaggar isimler, isimlerde müzekker-müennes, müfred-tesniye-cemi durumları ele alınır.

Gerek fiil gerekse isim kalıplarında asıl ve ziyade harflerle bunların hareke ve sükûnları bir ölçüte göre belirlenir. Kadim dilcilerden beri kullanılan ve “mîzân-ı sarfî” adı verilen bu ölçüt “feale”dir (فعل). Kökün ilk harfi “fâ”, ikinci harfi “ayın”, üçüncüsü “lâm”a tekabül eder. Kelime dört kök harfli ise mîzanın sonuna bir lâm (فعلل), beş kök harfli ise bir lâm daha (سفرجل = فعللل gibi) eklenir. Kelimede zâit harf veya harfler varsa mîzanda karşılıklı yerlerine konarak ölçüt belirlemesi yapılır (تفعلل gibi). Mîzana “vezin” (binâ, sîga), ona uygun düşen kelime kalıbına da “mevzun” denilir. Kelimelerin köklerini belirlemede önem arz eden vezin bulma olgusu üzerinde kadim dilcilerden beri önemle durulmuş, “mesâilü’t-temrîn, el-mesâilü’l-avîsa, temsîl” adı verilen başlıklar altında birçoğu yapay olan güç bazı kelimelerin veznini çıkarma alıştırmaları yapılmıştır.

Zamanımıza ulaşan ilk müstakil sarf kitabı olan Ebû Osman el-Mâzinî’nin (ö. 249/863) et-Taṣrîf’inde isim ve fiil kalıpları bunları meydana getiren aslî ve ziyade harfler temelinde karışık ele alınmış, ibdâl, i’lâl, kalb, taz’îf adıyla anılan harf değişim ve dönüşümleri eserin ana konusunu teşkil etmiştir. Ancak modern zamanlarda yazılan sarf kitaplarında fiil ve isim kalıpları müstakil bölümler halinde incelenmiştir. Aynı eserlerde daha çok kıraat ilmini ilgilendiren el-ibtidâ’ ve’l-vakf, idgam, işmâm, imâle ve revm gibi konulara ise yer verilmemiştir. Ali Kuşçu, ʿUnḳūdü’z-zevâhir adlı sarf kitabında farklı bir yöntem izleyip bu ilmin temeli olarak gördüğü vaz’ ilmiyle iştikakı bir giriş mahiyetinde olmak üzere ayrıntılı biçimde ele almıştır.

        

4- NAHİV (Cümle ve gramer) İLMİ

Nahiv; lafzın cümle içindeki durumunu ve bu duruma göre “i’rabını” (Arapçada kelime ve fiillerin sonuna eklenen harflerin ve harekelerin değişmesiyle yeni manalar yüklenmesini) inceleyen bilim dalıdır. Cümle içinde bulunan söz parçalarını mebni (sonu değişmeyen) ve murab – mureb (sonu değişen) olmak üzere ikiye ayrılır. Nahivcilerin ortaya koyduğu kaideler kurallar bize murab olan kelimelerin sonunun durumunu ve mebni kelimelerin cümledeki yerlerini (mahalli i’rabını) konu alır.

Nahiv ilmi genel olarak dil yapısını göz önüne alır. Bu yapının parçalarını çözümler. Arapçanın mizanı yani ölçüsü olan “sarf ilmi” ise kelimeleri, yan yana dizilişlerine bakılmaksızın tek tek ele alır. Aynı kökten türemiş farklı yapıları inceleyip anlamlandırır. Nahiv cümlenin oluşum özelliklerini cümleyi oluşturan kelimelerin cümle içindeki fonksiyonlarını ve kelimelerin cümle içindeki dizilişlerini konu alan bir dil bilimi dalıdır. Batı’da bu bilime sentaks denilmeye başlanmıştır.

Nahiv çalışmalarını yapan âlimler, “âmil etken” fikrinin Arap dilinin tabiatı ile ilgili bir durum olduğunu görmüşlerdi. Çünkü Arap dili mu’rab i’rablı bir dildir. Yani Arapçada cümle içinde yer alan isim kelimelerin ve muzari fiillerin, son harfleri kelimenin cümle içindeki fonksiyonuna göre değişmektedir. Tefsir âlimleri, cümle içinde yer alan isim ve muzari fiil kelimelerdeki bu hareke değişiminin, kelimelerin birbirlerini etkilemesinden kaynaklandığını fark ettiler. Bu yüzden kelimenin son harfinin değişmesine neden olan kelimeye “âmil” (etkileyen unsur), son harfinin harekesi değişen kelimeye ise “mamul” (etkilenen unsur), bu etkinin sonucu olan hareke değişimine ise “i’rab” dediler. Yine cümle içindeki konumuna göre son harfinin harekesi değişen kelimelere mu’rab kelimeler demişlerdi. Bunun yanında cümle içinde yer alan bazı kelimelerin harekelerinin değişmediğini görmüşlerdi. Bu kelimelere “mebni” kelimeler ismini vermişlerdi. Bu yüzden âmilin etkisiyle kelimenin son harfinin harekesinin değişmesine i’rab denilmektedir. İ’rabın kelime anlamı bir şeye açıklık getirmektir. İstılahı anlamı ise; kelimenin cümle içindeki fonksiyonuna göre kelimenin son harfinin harekesinin değişmesidir. İ’rabın faydasına gelince; cümlenin anlamına açıklık ve vecizlik getirir ve kelimenin cümle içindeki fonksiyonunu belirtir. İ’rabın alâmetleri dörttür: Yani bir kelime cümle içinde yer alırken ya merfu konumunda ya mansûb konumunda ya mecrûr konumunda ya da meczûm konumunda gelecektir. Bir kelimenin i’rabı ya hareke ile ya da harf iledir. Çünkü bazı kelimelerin i’rabı hareke ile bazı kelimelerin i’rabı ise harfle değişmektedir.

Sözlükte “yönelmek, izini takip etmek” anlamındaki “nahv” kelimesi isim olarak “yön, taraf, yol” manasına gelir. İsimlendirmeye dair rivayetlerin çoğuna göre gramerin sentaks kısmına bu adın verilmesinin sebebi, Hz. Ali’nin kelime çeşitleriyle tanımlarını kapsayan bir sayfayı Ebü’l-Esved ed-Düelî’ye verdikten sonra, “Bu yola girerek ilerle” (Ünhu hâce’n-nahve) demesi veya Ebü’l-Esved’in, gramerle ilgili bazı düşüncelerini belirtip öğrencilerine Hz. Ali’ninkine benzer bir talimat vermesidir (Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî, s. 89; Kemâleddin el-Enbârî, s. 4,7,12). Ayrıca Kur’an okutanlarla muallimlerin bir ifade konusundaki düzgün (fasih) örneği belirtmek üzere, “Bu hususta Arapların nahvi şöyledir” gibi klişeleşmiş söylemleri tekrar etmelerinin de bu terimleşmede rol oynadığı kabul edilir. Yuhannâ el-İskenderânî’nin Yahyâ en-Nahvî olarak tanınmasından “nahv” ve “nahvî” terimlerinin Hz. Peygamber zamanında bilinmekte olduğu anlaşılıyorsa da o süreçte bu kelimeler “lügat, lügat âlimi” manasında kullanılagelmiştir (Abdülkerîm M. el-Es‘ad, s. 262-263).

        

5- MEANİ (Sözlerin manasına, maksadına, mesajına ve muhatabına uygunluk) İLMİ

Meânî kelimesi ma’nânın çoğuludur. Meânî, beyân, muhassinât (bedî’) şeklinde üç disipline ayrılan belâgatın sözün yerinde olması (muktezâ-i hâle uygunluk) şartlarını, sözü duruma ve yere göre uyarlama ilkelerini inceleyen dalına meânî ilmi, denmeye başlanmıştır. Bu nitelikteki sözü, açıklık ve kapalılık bakımından birbirinden farklı olan anlatım biçimleriyle ifade etmenin ele alındığı disiplin ise beyân ilmi, meânî ve beyan şartlarını taşıyan sözü güzelleştiren sanatlardan bahseden dalına da muhassinât (bediiyat) adı verilmiş durumdadır. Meânî’nin gelişim tarihi nahiv ilmi ve nazım teorisiyle yakından alâkalıdır. Arap gramerinin günümüze ulaşan ilk eseri Sîbeveyhi’nin el-Kitâb’ında meânî ilmini ilgilendiren cümle tahlilleriyle cümlelerdeki takdim-tehir, tarif-tenkir, hazif ve bazı edatların anlamları gibi konular yer aldığından Sîbeveyhi’yi meânî ilminin ilk kurucusu sayan araştırmacılar vardır. Ferrâ’nın Meâni’l-Ḳurʾân’ı, Ebû Ubeyde’nin Mecâzü’l-Ḳurʾân’ı, İbn Kuteybe’nin Te’vîlü müşkili’l-Ḳur’an’ı, Müberred’in el-Kâmil’i ve Sa’leb’in Ḳavâʿidü’ş-şi’r’inde de benzer konular dağınık olarak bulunmaktadır.

İ’câzü’l-Kur’an türü eserler arasında Rummânî’nin “en-Nüket fî i’câzi’l-Ḳur’an’ı” beyân ilmi ağırlıklı olmakla birlikte kitapta îcâz ve türleriyle “ıtnâb” (konunun daha iyi anlaşılması için tafsilatlı anlatılması) hususu Kur’an’dan örneklerle açıklanmıştır. Hattâbî’nin Beyânü i’câzi’l-Ḳur’an’ı meânî ağırlıklı olup Abdülkâhir el-Cürcânî’nin Delâʾilü’l-iʿcâz’ına ilham kaynağı olmuştur. Bâkıllânî “İ’câzü’l-Kur’an’ında”, sözü anlaşılır şekilde kısaltmayla anlaşılmaz şekilde kısaltmayı (îcâz ve ihlâl), yine sözü uygun şekilde uzatmayla gereksiz şekilde uzatmayı (ıtnâb ve tatvîl) titizlikle ayırdığı, hüsn-i nazm, hüsn-i te’lîf vb. meânî konularına yer verdiği gibi sonraki dönemlerde meânî ilmi adını alacak olan nazım nazariyesi ve nazm-ı Kur’an üzerine görüş beyan eden ilk yazarlardandır. Aslında meânî ilminin esası olan nazım teorisi hakkında ilk fikir üreten âlim İbnü’l-Mukaffa’dır. Müellif nazım teorisini kuyumcu ve arı temsiliyle açıklamıştır. Kuyumcu bir yüzük kaşına değerli taşları, bir gerdanlığa mücevherleri yerli yerine koyarak mükemmel bir dizim ortaya çıkardığı gibi beliğ kişi de sözlerini o şekilde dizip uyarlamalıdır.

Sözlükte “ortaya çıkmak, açık seçik olmak; açıklamak, anlaşılır hale getirmek” gibi manalara gelen “beyân” kelimesi Kur’an-ı Kerim’in üç ayetinde geçmekte olup buralarda “ilân etme” (Âl-i İmrân: 138), “açıklama” (el-Kıyamet: 19) ve “ifade etme” (er-Rahmân: 4) anlamlarında kullanılmıştır. “إن من البيان سحرًا” (İfadenin öylesi vardır ki büyüleyici bir etkiye sahiptir; Buhârî, “Nikâh”: 47, “Ṭıb”: 51) hadisinde ise “söz ve ifade” manasını taşımaktadır.

Edebiyat terimi olarak beyân; manayı ifadede lafzı açıklığa kavuşturmak için gereken melekeyi kazandıran, duygu ve düşünceleri değişik yollarla ifade etme usul ve kaidelerini ortaya koyan ilim dalıdır. Bir dilde anlatılmak istenen manayı birbirinden farklı açıklık ve nitelikte ifade eden lafızlar vardır. Meselâ bir kimsenin cesur olduğunu: “O cesurdur”, “o cesarette aslan gibidir”, “o aslan gibidir”, “o aslandır” sözleriyle anlatma imkânı vardır. Birincisi diğerlerinden daha açık ve herkesin kolayca anlayabileceği bir ifade şekli olmakla beraber hepsinin en zayıfıdır. Sonuncusu ise hepsinden kuvvetli, ancak diğerlerine göre açıklık derecesi en az olanıdır. Beyân ilmi kişiye farklı söz ve usullerle meramını iyi ifade edebilme melekesini kazandırır. İfadelerdeki güç ve açıklık derecesi teşbih, mecaz, istiare ve kinaye ile değişikliğe uğramaktadır. Dolayısıyla beyan ilminin konusunu da bu edebî sanatlar ve farklı ifade yolları oluşturmaktadır. Bu bakımdan bir anlatım aracı sayılan beyan, sözün kullanılış özelliğine göre bazı bölümlere ayrılır. Kelime gerçek anlamında kullanılıyorsa hakikattir. Gerçek anlamı dışında bir anlam ifade ediyorsa mecaz, teşbih ve istiare olur. Gerçek anlamı yanında daha etkili bir mecazi anlamda kullanılıyorsa kinaye adını alır.

        

6- BEYÂN (Etkin ve keskin anlatabilme) İLMİ

Beyân; insanların duygu ve düşüncelerini en net ve etkili sözlerle anlatma sanatıdır. Beyân ilminin amacı; duygu ve düşünceleri duruma ve zamanına uygun bir şekilde muhataplara aktarmak ve edebî eserleri daha iyi anlamaktır. Düşünüp tasarladıklarını ve dış dünyadan algıladıklarını ifade etme anlamında beyânın ilk insanın yaratılmasıyla başladığı açıktır. Duygu ve düşüncelerini en açık ve en güzel şekilde anlatma melekesine sahip tek canlı, insandır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “(Allah CC) İnsanı (üstün meziyet ve faziletlerle yaratıp) halk etti. Ona beyanı (iletişim kurmayı ve duygularını başkalarına anlatmayı) öğretti.” (er-Rahmân: 3-4) buyrulmaktadır. Hatta değişik ifade yollarının daha ilk dönemlerde insana öğretilmiş olduğunu da söylemek de yerinde olacaktır. Nitekim Kâbil bir kıskançlık sonucunda kardeşi Hâbil’i öldürünce pişmanlık ve çaresizlik içinde ne yapacağını bilmezken Allah’ın gönderdiği bir karganın yeri eşmesinden cesedin gömülebileceğini öğrenmiş, bunun üzerine, “Derken, (ne yapacağını şaşırmış vaziyette bocalarken) Allah ona, yeri eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. (Bu ayetle insanların nebatat ve hayvanların hareket tarzından teknik ve pratik örnekler çıkarabilmesi öğütlenmektedir. Kardeş katili Kâbil;) “Bana yazıklar olsun” dedi. “Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?” Artık (o), pişmanlık duyanlardan olmuştu (ama iş işten geçmişti).” (el-Maide: 31) şeklinde kendisini kınamıştır. Onun bu ifadesi temsilî teşbih ve istiare özellikleri taşımaktadır.

Beyân kelimesini terim anlamına en yakın şekilde ilk ele alan Câhiz (ö. 255/869), el-Beyân ve’t-tebyîn ile el-Ḥayevân adlı eserlerinde belâgat konularının ana hatlarını, vasıf ve şartlarını bol misallerle anlatırken beyân ilminin temel unsurlarından olan teşbih, mecaz, istiare ve kinaye gibi terimleri de açıklamıştır. İbn Kuteybe de (ö. 276/889) Te’vîlü müşkili’l-Ḳur’an adlı eserinde mecaz, istiare, kinaye ve ta’riz konularını ayrıntılı biçimde ele almıştır. Müberred’in (ö. 285/898) el-Kâmil’ine koyduğu “teşbih” bölümü (II, 922-1060), denilebilir ki günümüze kadar her müellifin başvurduğu bir kaynak konumundadır. Beyânı meânîden ayrı bir ilim olarak ilk defa ele alıp el-Fevâʾid ve’l-ḳalâʾid adlı eserinde tarifini veren Ebû Mansûr es-Seâlibî olmaktadır (ö. 429/1038). Ebû Mansûr es-Seâlibî’den sonra beyânın müstakil bir ilim olduğunu söyleyen ikinci âlim Zemahşerî’dir (ö. 538/1144). Esâsü’l-belâga adlı eseriyle (s. 7-8) el-Keşşâf adlı tefsirinde (I, 16) beyânı müstakil ilim olarak yorumlamıştır. Zemahşerî, Kur’an-ı Kerim’deki üslûp ve mana inceliklerini meânî ve beyân ilimlerini bilen kimselerin anlayabileceğini ifade ettikten sonra beyân âlimlerine atıflarda bulunmuşlardır.

        

7- BEDÎ’ (Güzel, özel ve orijinal iletişim) İLMİ

Bediiyat; Belâgat ilminin, ifadeyi güzelleştirme usul ve kaidelerinden bahseden dalıdır!

Bedî’ kelimesinin sözlük anlamı “örneksiz ve modelsiz olarak bir şey icat edip yapan, örneği ve modeli olmadan yaratılmış olandır.” Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “(Allah) Gökleri ve yeri (başka bir örnekten ve projeden öğrenmeksizin, hiç yoktan) yaratıp var edendir. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “OL!” der, o da (murad ettiği şekilde ve en mükemmel biçimde) hemen oluverir.” (el-Bakara: 117) mealindeki ayette yer alan “bedî’” bu manayı taşımaktadır. Bir edebiyat terimi olarak bedî’, edebî sanatlarla örülü ifadenin lafız bakımından kusursuz, mana bakımından makul ve aynı zamanda bir ahenge sahip olmasının usul ve kaidelerini inceleyen ilim dalıdır. Temellerini Câhiz’in attığı kabul edilen belâgat ilminin bir bölümü olan bedîi edebî bir sanat olarak ilk inceleyen, prensiplerini açıklayan, ana konularını tarif eden kimse şair Halîfe İbnü’l-Mu’tez olmaktadır (ö. 296/908-909). Kitâbü’l-Bedî’ adıyla kaleme aldığı, sahasının ilk müstakil eseri olan çalışmasında bedî’in muhdes şairlerin bir icadı olmayıp aksine bunun Kur’an’da, hadiste, eski Arap şiirinde ve hatta bedevîlerin konuşma dilinde esasen var olduğunu, ilmî bir terim haline gelmeden önce şairlerin teşbih, cinas, istiare vb. bedîî sanatları, onların tesir ve güzelliklerini idrak ederek kullanageldiklerini bol misal ve delillerle ispat etmeye çalışmıştır.

İbn Ebü’l-İsba’ el-Mısrî “Taḥrîrü’t-taḫbîr ve Bedî’u’l-Ḳur’ân” adlı eserlerini kaleme almıştır. Birinci eserinde, İbnü’l-Mu‘tez’den zamanına kadar gelen bütün gelişmeleri göz önüne alarak konu ile ilgili kırka yakın eseri inceledikten sonra kendisinin de ilâve ettiği otuz bir tür ile edebî sanatları 126’ya çıkarmıştır. İkinci eserinde, Bâkıllânî ile Cürcânî’nin görüşlerinin aksine Kur’an-ı Kerim’deki i’câzın bedîî sanatlarla da ortaya konulabileceğini iddia edip sadece ayetlerden misaller vererek bunu ispata çalışmıştır. Hatîb el-Kazvînî (ö. 739/1338-39), “Üçüncü sanat bedî’ ilmidir” diyerek bedî’i meânî ve beyândan sonra gelen bir bölüm olarak ele alır (Telḫîṣü’l-Miftâh, s. 136; el-Îzâh, II, 334). Kazvînî’nin eserlerini şerheden Halhâlî, Teftâzânî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî vb. âlimler de aynı kanaati taşımaktadır. Bedî’e dair İbnü’l-Mu’tez’den Sekkâkî’ye kadar birçok müstakil eser kaleme alınmışken Sekkâkî ve bilhassa Hatîb el-Kazvînî’den sonra bu sanat dalı tek başına bir esere konu edilmemiş ve belâgat kitaplarında daima “üçüncü fen” olarak yer almıştır. Müstakil eserler yerine mevcut olanlara şerh ve hâşiyeler yazma yoluna kayılmıştır. Meselâ Kazvînî’nin Telḫîṣü’l-Miftâḥ ve el-Îzâḥ’ının yüzlerce şerh, hâşiye ve ihtisarı yapılmıştır.

        

8- MANTIK (Olgun ve detaylı düşünüp araştırma, uygun karşılaştırma (kıyaslama) ve doğru karara varma) İLMİ

Mantık: Allah’ın insana lütfettiği AKLI kullanarak… Ama mutlaka sarih ayet ve sahih hadis gibi kesin doğrulara ve müspet (ispat edilmiş) bilimsel olgulara dayanarak; ortaya çıkan yeni sorunlara ve yanıtı aranan sorulara, muhakeme ve mukayese yöntemiyle ve şahsi kanaat ve içtihat sistemiyle yeterli, gerekli, geçerli ve gerçekçi çözüm önerileri ortaya koyma arayışıdır.

Mantık, doğru düşünmeye yarayan bir âlet ilmi sayılmaktadır. İnsanın yalnız akıl ve zihin faaliyetlerini ele alan, doğru düşünmenin şartlarını ve kurallarını ortaya koyan bir ilim dalıdır. Güvenilir kaynaklardan temin edilen bilgilere dayanılarak; nasıl düşünülüp tartışılması ve bir hükme nasıl varılması gerektiğini ve böylece doğruya, hakikate nasıl ulaşılacağını gösteren bir ilim olmaktadır. Bilginin kaynağı 3’tür. Güvenilir haber, 5 duyu organı ve akıl. İlahî vahy, bilginin kaynaklarından güvenilir habere dâhildir. Mantık, düşüncenin doğru ve yanlış olduğunu ortaya koymakta yardımcı bir ilimdir. İnsanın doğru düşünmesini düzenlemeye çalışır. Bunun için birçok prensipler ve çeşitli araştırma usulleri tespit edip kanun şekline koyar. Böylece, insanın hakikati, doğruyu bulmasına ve yanlışı (bâtılı) bırakmasına yardımcı olur. Mantık, din ilmi değildir. Din ilimlerini tahsil etmede, anlamada önemli bir âlettir, yardımcıdır.

Mantık, Arapça “nutuk” kelimesinden türemiştir. Nutuk, lügatta hikmet ve akıl manalarına gelir. Ayrıca söz demektir. Latince “logos” kelimesinden türeyen logique veya logic aynı manadadır. Aristo bu ilme, “gerçeği bulmaya yarayan araç” manasına gelen (organon) adını vermişti. Orta Çağ’da Yunan felsefecilerinin mantık ilmi adı altında yazdıkları ve yaydıkları bozuk, sapık fikirlerini, inanışlarını İslâm âlimleri tek tek inceleyip yanılgılarını ortaya koymuşlardır. Abbâsîler zamanında “Beytül-hikme” adı ile kurulan üniversitede en geniş şekilde okutulan bu ilim, İslamî ilimlerin bir kolu hâlini almıştır. İslâm âlimlerinden İmâm-ı Muhammed Gazâlî, İmâm-ı Ahmed Rabbânî ve daha birçokları, Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve bunların ilimde noksan, hakikatten habersiz ve doğru yoldan ayrılmış olduklarını ispatlamışlardır.

Mantık, hem ilim hem de sanattır. İlim olarak mantık, eldeki mevcut delillerden sağlam sonuçlar elde etmeye yarayan bir prensipler toplamıdır. Sanat olarak ise, bu prensiplerin etrafımızdaki dünyaya düzen vermekte kullanılması ve var olanın anlamaya çalışılmasıdır. Mantık, insan düşüncesini doğruya, hakikate ulaştırmada bir vasıtadır. Hakikatin kendisi sanılması yanlıştır. Nitekim kendi düşüncesinin doğruluğuna çok güvenen veya kendi fikrini çok beğenenler umumiyetle en büyük hataya düşen kimseler olmuşlardır.

Mantık, akıl yürütme hatalarının bilinmesi ve bunlardan kaçınılması için öğrenilmesi gerekli bir ilim dalıdır. Nitekim İslam âlimlerinden İmâm-ı Şâfiî; “Kötülüğü, yapmak için değil, ondan sakınmak için öğrendim.” buyurmuşlardır. Mantıkî düşüncenin yani doğru kıyasın (akıl yürütmenin) sağlanması için genel prensipler, özel durumlara uygulanır. Burada kabuller ve çeşitli teknikler anlatılır. Akıl yürütmede yön verici genel ve temel prensiplerin bulunmaması veya hatalı prensiplere dayanılması; hataya ve yanılmaya sebep olacaktır. Tümevarım teknikleri ile eski kabuller denenip yeni prensipler ortaya konulması kolaylaşacaktır. Mantık ilmine, doğru akıl yürütmenin şartlarını ortaya koyan “Zihin Kanunları İlmi” diyenler de vardır. Zihin kanunları, duygu ve ihtirasların etkisi altında kalmayan saf ve selîm aklın düşünüş kurallarıdır. Mantıklı düşünüşün temel ilkelerine “aklın prensipleri” denmesi bundandır. Bütün matematik ve tecrübî (deneysel) ilimler bu prensiplere dayanır. Genel mantık ile gözlem ve deneye dayanan tatbikî mantık, yani metodoloji de yine bu prensiplerden çıkmıştır. Onlara dayanmadan olayları incelemeye, aralarındaki kanunları araştırmaya imkân yoktur. Bu prensiplerin varlığından bir an bile şüphe etmek, düşünme imkânından vazgeçmek ve tabiat düzeninden, bundan dolayı da bütün ilimlerden şüphe etmek anlamını taşır. Aklın prensipleri şunlardır:

1) Aynılık prensibi: Bir şey, ne ise odur; olduğu gibi anlaşılmalıdır.

2) Tenakuzsuzluk (çelişkisizlik-tutarlılık) prensibi: Bir şey, aynı zamanda hem kendisi, hem başkası olamaz veya bir şey, aynı zamanda hem var, hem yok olamayacaktır.

3) Sebeplilik (determinizm) prensibi: Her şeyin bir sebebi vardır.

İslam dünyasında mantık aşamaları: İslam âlimleri aklın erdiği ve ermediği bilgileri kapsayan nakli (sarih ayetleri ve sahih hadisleri) esas alarak, rasyonel düşünceyi ve doğru hüküm vermeyi oldukça önemsemişlerdir. Hatta; “Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez” demişledir. Mantık; dil (konuşma, nutuk) ile ilgili olduğundan ilm-i beyâna da önem verip, lafız, külliyâte hams (5 tümel) tarif (tanım), burhan (ispat), cedel (diyalektik), hitabet, şiir, safsata esaslarını belirlemişlerdir. Tümdengelim (dedüksiyon, istidlâl) Endülüs yolu ile Avrupa’ya girmiş ve rönesansı etkilemiştir. Rönesanstan sonra Bacon Descartes, Aristo’yu ve Aristoculuğu tenkit etmişler ve Metodolojiyi şekillendirmişlerdir. Deneye dayanılması gerektiğini söylemişlerdir. 19. yüzyılda Sembolik Mantık çalışmalarına yönelmiş ve De Morgan (1806- 1876), Boole (1815-1864) cebir işlemlerini mantığa uygulamak istemişlerdir. Russel (1872-1970) ve Whithead lojistik adı ile Sembolik Mantığı kurdu ve Hilbert ve Bernays Grundlagen der Mathematik (1939) ile matematiğe uygulanan mantığı geliştirmişlerdir.

İmâm-ı A’zam, İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî gibi İslam âlimleri tefekkür (düşünme), kelâm (diyalektik) ve kıyas (doğru akıl yürütüp benzetme) gibi hususlara ehemmiyet verirken, “kâinat (evren, âlem) kadimdir yoktan var edilmemiştir”, diyen Aristo gibilerin ve takipçilerinin yanlışlarını tespit etmişlerdir. Aristo’dan sonra gelen ve Aristoculuğu tenkit ederek sadece deneye (gözlem, tecrübe) güvenen Bacon ve Descartes ise çok kere yanılan his uzuvlarına (duygu organlarına) dayanıp maneviyatı inkâra yönelmişlerdir. Bu da elbette yanılmalara, ahlâki ve manevi bunalımlara sebebiyet vermiştir. Daha sonraları ortaya çıkan ve matematiğe ve dolayısıyla diğer birçok ilimlere temel olarak kabul edilen sembolik mantık ise, rakam ve sembollere dayanmakta olup kelimelerin ifade ettiği kavramların hepsini kapsayamadığından eksiktir. Sözün özü şudur ki, her şey kendi sınırları içinde ve kendi yerinde, yani hikmete (ayet ve hadislere) uygun kullanılırsa hatadan uzak kalınabilir. Akıl da bu çerçeve içinde iş görürse gerçeğe eriştirir.

Toparlayacak olursak:

Müçtehitler içtihat yaparken ve Usulcüler içtihadın kurallarını koyarken hep Kur’an Lisanına ve Arapça dil esaslarına dayanmışlardı. Daha önce dil ilimleri kurallaşmamıştı. Usulcüler arasındaki ihtilafları çözmek için dil ilimlerine ihtiyaç vardı ve sekiz ilim olarak dil ilimleri ortaya çıktı. Bunlar sadece dinî kitapları ilgilendiren veya şeriatı ilgilendiren ilimleri değil, her konudaki ilimlerin oluşmasını sağladı.

1) TECVİD İLMİNİ geliştirdiler, Kur’an’ı daha iyi anlamak için. Arapçadaki harflerin çıkışını (mahreçlerini) ve telaffuz şekillerini incelediler. Ses boğazdan çıkar, ağızda biçimlenir, kelime olur. Her harf değişik hallerde çıkar. Ayrıca çıkış türleri vardır; sert-yumuşak, sürekli-süreksiz gibi. Bu ilmin şeriatla bir ilgisi yoktur. Ancak Şeriat bu ilimden yararlanır.

2) LÜGAT İLMİ: Daha önce dilden dile lügatler vardı. Ama bir dilin kendi dilinde lügatini ilk olarak Arap dil âlimleri geliştirip olgunlaştırmışlar, hem ciltlerce lügatler yazmışlar, hem de kelimenin oluş şekline göre sıralamışlardır. Başka hiçbir dilde bu tür lügatler yazılamamıştır.

3) SARF İLMİ: Kelimelerin değişik biçim alarak değişik manaları taşıması ilminin adıdır. ‘Geldi’ ile ‘gelen’ arasındaki ilişkileri buldular. Bugün her dilde bu ilim oluşmuş durumdadır.

4) NAHİV İLMİ: Bu ilim cümle yapısını inceleyip kurallarını saptamıştır. Kelimeler nasıl yan yana gelerek bir cümle oluşturmaktadır, sonra cümle “Diğer insanlara nasıl aktarılır?” soruları yanıtlanmıştır. İnsanlar cümlelerle anlaşır. Baba oğluna ‘buraya gel’ dediği zaman oğul bulunduğu yerden davet edildiği yere gideceğini anlamaktadır.

5) MEANİ İLMİ: Dil ilimlerini oluşturanlar bundan sonra cümlelerin taşıdığı çeşitli manalar üzerinde ilim yapmışlardır. Başka dillerde bunlar parça parça vardır. Oysa Arapçada tamamen ilmî olarak kurallaşıp kurumlaşmıştır. Mesela, “Seni döverim hâ!” ile “Döverim seni hâ!” arasında ne fark vardır? Bu fark bu ilimle anlaşılır.

6) BEYAN İLMİ: Kelimelere lügatte olmayan manaları yükleme sanatıdır. İnsanlar böylece daha önce ifade edilmeyen bir meramı anlatma imkânını bulmuşlardır. Uygarlık bu ilme dayanarak doğmaktadır. Çünkü insan bir şeyi keşfettiği zaman onu eski manalarla ifade edemez, yeni bir ifade tarzını bulmak zorundadır; mecaz, hakikat, sarih, kinaye manalarını kullanmak lazımdır.

7) BEDİ’ İLMİ: Kur’an’ı anlamak için özel bir önem taşır. Konuşmanın etkili olması için onun ambalajlanıp sunulması yani, çekicilik kazanması lazımdır. Konuşan dinleyeni rahatsız etmeden meramını sunmalıdır. Bu ilim o kadar önem kazanmıştır ki resimde ve müzikte de kullanılmaktadır.

8) MANTIK İLMİ: Yunanlılardan alınsa da, tümdengelimi tümevarımla takviye eden İslam ulemasıdır. Böylece Usulü Fıkıhçılar tümevarım mantığını kullanmışlardır.

Bu ilimlerle Fıkıhçılar, Usulcülerin usulünü takviye etmeyi başardılar. Usulcüler de, Fıkıhçıları takviye edip yollarını açtılar. Böylece tamamen ilmî bir metotla Kur’an’ı Anlama Usulü günümüze kadar ulaşmış oldu; bu ilimler gelişirken gaye olarak hep Kur’an’ın doğru anlaşılmasını amaçladılar.

Kur’an’ı anlamada iki mezhep ortaya çıktı. Selefiyeciler Kur’an’a yeni mana yüklemeye karşı idiler, sahabeler ne anlamışsa Kur’an odur diyorlardı. Bu usulü kabul etmek demek Kur’an’ı dondurup rafa kaldırmak anlamını taşımaktaydı. Ve sonunda İslam’ın yerine Bâtıl ve Batılı sistemlere mahkûm olmaktı. Bunu birçok âlim reddetti, bu sefer herkes Kur’an’a kendi istediği manayı vermeye başladı, böylece tutarsız ve dengesiz yorumlar ve uygulamalar çoğaldı.

İmam-ı Malik ve İmam-ı Ebu Hanife gibi zatlar ise her ikisini de kabule yanaşmadı. Onlara göre Kur’an’a yeni, yeterli ve gerekli manalar verilmesi lazımdı, ama bütün bunlar kurallara göre yapılmalıydı. İşte bu görüş galip gelmiş ve SEKİZ DİL İLMİ doğmuştur. Kur’an’ı Anlama Usulü olarak bu yol hâlâ dindarların da tâbi olduğu yol konumundadır.

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Picture of Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

Subscribe
Bildir
5 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Sözün Özü
“Her şey kendi sınırları içinde ve kendi yerinde, yani hikmete (ayet ve hadislere) uygun kullanılırsa hatadan uzak kalınabilir. Akıl da bu çerçeve içinde iş görürse gerçeğe eriştirir.”

KUR’ANI DOĞRU OKUMAK VE ANLAMAK
Bu ilmi makale öncelikle üç açıdan çok önemliydi.
1- Bazı kasıtlı dinsizlere, babadan kalma müslümanlara, iyi niyetli fakat bilmeyen çevrelere Kur’anın ilmi, bilimsel İlahi mesaj olduğunu anlatmıştır.
Bu makaleyi okuyanların artık Kur’anla, İslam’la ilgili fikir ve düşüncelerini paylaşırken artık bence demekten ziyade bilimsel olarak Allah cc kitabına yaklaşılması gereğini öğrenmiş olacaklardır.
2- Kur’an mealleri hazırlanırken salt kelime manalarının çevrilerek verilen anlamların asıl mesajı vermeye ve anlamaya yetmeyeceği anlaşılmıştır.
Bunun için Ahmet Akgül Hocamızın yorumu ve Abdullah Akgül Bey’in büyük emekle hazırladığı MEALİ KERİM’in önemi daha da anlaşılmıştır.
3-Okuyanlar açısından tecvidin önemi daha iyi anlaşılmış, hatta tecvitsiz okunan Kur’anın bile aslında farklı ve yanlış manalara sebep olduğu tehlikesi gözler önüne serilmiştir.

Yeni ilmi sistematik dönem!
Allah’ın muradına ve inzal maksadına münasip ve doğru anlaşılması ve rıza-i İlahi’ye uygun yorumlanması için…
Değişen ve gelişen çağların ve yeni ortaya çıkan şartların ve ihtiyaçların doğrultusunda ve sorunlara çözümler üretilmesi hususunda da; Kur’ani hüküm ve haberleri, İlahi ölçü ve örnekleri isabetli kavrama ve içtihada esas kılınma için…
[b]8 temel ilim:[/b] 1) Tecvid İlmi 2) Lügat İlmi 3) Sarf İlmi 4) Nahiv İlmi 5) Meani İlmi 6) Beyan İlmi 7) Bedi’ İlmi 8 ) Mantık İlmi oldukça önemlidir.
[b]Konuyla ilgili Erbakan Hocamızın Adil İlmi Düzen konferansında:[/b]
…[i][b]“Arapça lisanı matematik olmuştur. Yani siz Arapça bir kelimeyi alıp onu hakiki manasından başka tarafa yorumlayıp götüremezsiniz. O tespit edilmiştir, manası da bellidir, nasıl 4 değiniz zaman mutlaka dört anlaşılıyor, 5’e 6’ya tevil edemezsiniz. Arapça lisanında kelimeler manası itibarıyla tespit edilmiş, bu kadar dikkatli bir şekilde incelenmiş, Kur’an-ı Kerim gelmeden önce ne mana ifade ediyordu, sonra ne olmuş, her şey matematik gibi incelenmiş. Onun için Arapça lisanı zaten bir matematik olmuş.
Bütün insanlık istese de istemese de Arapça lisanını ilim dili kabul etmeye mecburdur. Bunun yerine Latinceyi koymak için çok çırpındılar, ama Latincede bu özellikler olmadığı için bu yarışta mutlaka bir yerde terk edilecektir, daha ileriye gitmesi mümkün değildir.
Şimdi Lisan nasıl olacak da matematik gibi olacak?
Bilindiği gibi matematikte birimler vardır. Bu birimlere dayanarak sayılar vardır, 1 var, 5 var 6 var. Bu sayılara dayanarak işlemler var, topluyoruz, çıkartıyoruz, bölüyoruz, çarpıyoruz. Sonra matematikte denklemler var. Ondan sonra matematikte bu denklemlerin çözümü analiz var. Matematikte sayı grupları var matrisler var. Ondan sonra matematikte istatistik var. Ondan sonra matematikte programlama var.
Aynen matematikte sayılarla yaptığımız bu işlemler, ilim dilinde de dil olarak yapılmak ihtiyacındadır, bunun için ses vardır lisanda, bu sesten lügat kelime çıkıyor, buradan çekim ki matematikteki işleme benzer, denklem demek lisanda cümle demektir. Analiz demek mana demektir. Matris demek benzetme demektir. İstatistik demek edebiyat demektir. Programlama demek eseri telif etmek demektir.
Kelimelerle yaparsanız bu işlemleri (ses, lügat-kelime, çekim, cümle, mana, benzetme, edebiyat, telif) yapıyorsunuz.
Matematik sayılarla çalışırsanız (birimler, sayılar, işlemler, denklemler, analiz, matris, istatistik, programlama) bunları yapıyorsunuz.
Şimdi ilim dili aynen matematik rakamları gibi beynelmilel bir dil haline çevrilmek mecburiyetindedir. Bu günkü israfları ortadan kaldırmak için.
Yeni ilmi sistematik dönem ister istemez bunu kabul edecektir. Böylece bütün insanlık araştırmaları beraberce yapacaktır ve bütün insanlık birbirine ekleyerek ilimlerde yeni mesafeler kat edecektir.” [/b][/i]
buyurmaktadır.

Allah razı olsun…
Ecdadımız Osmanlı Devletinin yıkılış sebebinin en büyük nedeni; içtihadın yerini taklit’e bırakmasıydı..
Gelişen ve değişen dünyaya ayak uydurmanın ve ileri geçmenin tek yolu Kur’an nizamını dayalı içtihat kısaca (değişen sorunlara, değişmeyen gerçeklerle çözüm üretme) dir.
Bunu ilk anlayan Gazi Mustafa Kemal Atatürk;
Kendisine muhalif olan ama işinin ehli olan Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’anı Kerim’in Türkçe mealini hazırlatmış ve işi ehline vererek ne kadar büyük bir lider olduğunu göstermiş ayrıca diyanet işlerini kurmuştur.
Kur’an Nizamına uygun faizsiz ve adil bir düzenin kurulması bütün Müslümanların en önemli görevi olduğu için cennet mekan Necmettin Erbakan Hoca dünya tarihinde ilk ve tek ilmi çalışma olan Adil Düzen projesini hazırlamıştır.
Ardından noksanlarını tamamlayan ve kitap haline getiren ömrünü Adil Düzen’i kurup yürütmeye adamış olan Üstat Ahmet Akgül Hoca, elli yıllık birikim sonucu herkesin anlayabileceği düzeyde bir Meali Kerim hazırlamış ve insanlığın hizmetine sunmuştur.
Müslümanların; Kur’an’ Kerim’i okuyup anlaması, araştırması, yaşaması ve anlaması için geldiği dünyada bize bu hizmeti sunan Üstat Ahmet Akgül ve Abdullah Akgül’e şükranlarımı iletir, mübarek ramazan ayının Müslümanların ve insanların kurtuluşuna vesile olmasını temenni ederim.
Allah nurunu tamamlayacak… İnşallah çok yakın bir Zamanda! http://www.mealikerim.com

Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez
“İslam âlimleri aklın erdiği ve ermediği bilgileri kapsayan nakli (sarih ayetleri ve sahih hadisleri) esas alarak, rasyonel düşünceyi ve doğru hüküm vermeyi oldukça önemsemişlerdir. Hatta; “Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez” demişledir.”

ÖZEL YAZILAR

YORUMLAR

Son Yorumlar
5
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...