ATATÜRK’Ü YENİDEN ANLAMAK
VE
“SADAT”I TERSİNDEN TANIMAK!
Tarih: Bir konuda konuşulup aktarılanlara ve yazılı kaynaklara bakarak; gündeme taşınmayan ve tartışılmayan asıl gerçekleri anlamaya, bunlara doğru ve uygun yorumlar yapmaya yarayan bir sosyal ilim dalıdır. Bunu yapabilmek için de; 1- Tarafsız ve doğru kaynaklara… 2- Uygun ve doyurucu yorumlara ihtiyaç vardır. Tarihi hadiselerin ve şahsiyetlerin gerçek niyetlerini ve hedeflerini, iyi ve isabetli tespit etmeden, sadece ilgili girişim ve gelişmelerin seyrini ve zahiri sebeplerini sıralamakla oyalananlar; hem kendileri gerçeklerin farkına varamazlar, hem de Millete ve insanlık âlemine yeni bakış açıları ve kaynaşıp kucaklaşma fırsatları sunamazlar.
Resmi ve zoraki tarihle, sivil ve samimi tarih arasındaki tezatların ve tutarsızlıkların nedenlerini ve neticelerini araştırıp-anlayıp ortaya koyamayan… Ve daha da önemlisi ilmi, akli ve vicdani arayışları sonucu farkına vardığı doğal ve orijinal durumları ve çarpıcı doğruları, cesaretle sahiplenip savunma dirayeti bulunmayan yazar ve yorumcular, topluma yeni ufuklar açamazlar ve yeterli umutlar aşılayamazlar. Yani “gerçek”lerle “gerekenler”in arasını uzlaştırma, dayatılmış ve kalıplaşmış kanaatleri yıkma bilgeliği ve becerisi olmayanlar… Ve hele tarihi girişim ve kişilikleri, kendi ideolojik saplantı ve saptırmalarını aklama ve haklı çıkarma vasıtası… Yani tarihi; yanlış, kasıtlı ve Batılı düşüncelerini meşrulaştırma ve istismar aracı olarak kullananlar, asla topluma yararlı ve hayırlı kapılar gösterip, yapıcı ve kucaklayıcı programlar ortaya koyamazlar.
Son bir asırdır, en fazla istismar ve suistimal edilen… Bazılarınca aşırı yüceltilerek putlaştırılıp kutsallaştırılan; bazılarınca da körü körüne ve asılsız telkinlere göre nefret edilerek tağutlaştırılan şahsiyetlerin başında Mustafa Kemal Atatürk’ün olduğu açıktır. Örneğin, Hz. İsa Aleyhisselam’ı ilahlaştıran Hristiyanlarla, Onu -hâşâ- veledi zina sayan Yahudi sapkınların haksız ve ahlâksız yaklaşımlarının ikisi de yanlıştır.
Kurgulayıcı ve sorgulayıcı olmayan, kuru ve kuruntulu kurallar mahkûmu akademisyen kafasıyla da, tarihi derinliklere ve tabii düşüncelere ulaşmak da imkânsızdır.
“(Akademisyenler) İlk başta ütülü bir pantolon kadar özenli ve tedbirli yaklaşırlar. Oysa tedbir ve temkin denemeciyi ve gizlenen gerçeklerin izlerini takip edicileri kasar. Akademisyenler duygularına dipnot düşemeyeceği için mümkün mertebe ispata ve kaynağa yönelik cümleler kurmak zorunda kalırlar. Akademisyenler disiplinsizliğe ve tenkit edilmeye yanaşmazlar. Uzun cümleler ve kalıplaşmış ifadeler kurmaya alışıktırlar. Yazarken derinlere dalmak, gözyaşı akıtmak ve okuyucuyla içli dışlı olmak onlara göre sayılmaz”[1] cümleleri, önemli gerçeklere tercüman olmaktadır.
Atatürk, farklı zamanlarda, farklı ortamlarda ve farklı şahıslara, şunları konuşmuşlardı:
“Milletin içinde serbest ve sade bir birey olmak kadar dünyada mutluluk var mıdır? Hakikate inanan, gerçekleri bilip duran, kalp ve vicdanında manevi ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur.” 1922 (Nutuk II, s. 663)
“Milletin (başındaki) kişilere (önemsediği şahsiyetlere) kendini unutacak ve kendini kaptıracak kadar tutkun olması asla iyi sonuçlar doğurmaz!.. Bunun tarihte örnekleri çoktur.” 1930 (Afet İnan, Atatürk Hakkında H.B., s. 265)
“İnsan yaşadığı, mensubu bulunup aralarına katıldığı ve birlikte çalıştığı çevre içinde, her konuda o dönemi yönetenlerle beraber ve aynı görüşte olursa, olumlu ve orijinal fikirler ve projeler ortaya koymazsa, aynı çevre ve dönemin adamı olmaktan çıkamaz, yeni ve yön verici icat ve icraatlarda bulunamaz!..” 1918 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 67)
“Şu veya bu biçimde, birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz; çünkü bunun hiçbir değeri ve önemi yoktur. Eğer şunun, bunun güler yüz göstermesinden kuvvet almaya, övüp önemsemesiyle cesaret kazanmaya tenezzül ederseniz, şimdiki halinizi bilmem, fakat geleceğiniz mutlaka çürük olur.” 1908 (Atatürk’ün S.D.V, s. 112)
“(Ben kutsal bir kişi değilim, bu nedenle) Benim “Apotr”larım (havarilerim ve halifelerim) yoktur. Memleket ve millete kimler hizmet ederse ve kimler bu ülkeye ve millete hizmet liyakatini ve kudretini gösterirse işte “Apotr” (havari ve kahraman) onlardır.” 1923 (Nutuk II, s. 794)
“İnsanlar daima yüksek, temiz ve kutsal amaçlara yürümelidirler. Bu hareket şeklidir ki insan olanın vicdanını, aklını ve bütün insanî duygularını tatmin eder. Bu şekilde yürüyenler, ne kadar büyük özveride bulunurlarsa, o kadar yükselirler ve bu hareket şekli kesinlikle net ve açık olur. Çünkü alnı açık, beyni açık, kalp ve vicdanı açık insanlar tarafından yönetilen toplumlar ancak bu sayede olumlu ve onurlu hareketlerin izleyicisi olabilirler. Fikirlerini, hedeflerini ve girişimlerini gizli tutanlar, gizli yollar uygulamaya kalkışanlar ise kesinlikle utanma ve sıkılmayı gerektiren, akıl ve mantığın dışında hareket edenler olabilirler. Bu gibi işlere girişenlerin sonu er geç acı ve sancılı bitecektir!..” 1926 (Atatürk’ün S.D. III, S. 80-81)
Evet, hiçbir kişinin ve hiçbir tarihin, bir insanı kendi sözlerinden daha güzel anlatması imkânsızdır!
Atatürk’ün Yüce Dinimize içten bağlılığı ve Hz. Peygamber Efendimize derin Saygısı!
Atatürk elbette inançlı ve ahlâklı bir insandı. Şahsi hayatında bazı hataları olsa ve ibadetlerini noksan bıraksa da, Onun inançsız ve İslam’la alâkasız biri gibi gösterilmesi, açık bir iftiradır. Ve hele, Mustafa Kemal’i; bütün mahlûkatın, tabiatın ve şu mükemmel kâinatın, kendiliğinden ve tesadüfen oluştuğuna inanacak… Ve bu tür safsata ve saptırmaları gerçek gibi sunan Darwinizmi savunacak kadar bilinçsiz ve beyinsiz olduğuna toplumu inandırmaya çalışan kesimler, tam bir sahtekârdır. Basit bir kurşun kalemin, sıradan bir saatin, ucuz bir elektronik aletin bile, öyle kendi kendine ve kör tesadüfler neticesinde meydana geldiğini iddia edenlere “deli” gözüyle bakılırken… Muhteşem bir fabrikadan daha mükemmel olan şu insan bedeninin ve beyninin… Harika yaratılış eserleri ve Yüce Rabbimizin rahmet ve sanat ayetleri olan tüm canlı çeşitlerinin… Şu muazzam ve muntazam Göklerin, Güneş Sisteminin ve Galaksilerin, bunların hepsinin öyle kendiliğinden, tesadüfen, birtakım şuursuz ve ruhsuz tabii gelişmeler ve değişmeler neticesinde ortaya çıktığını söylemek, akıl ve mantığa aykırıdır… Ve Mustafa Kemal’i böyle inançsız biri saymak Ona yapılacak en büyük haksızlıktır.
Atatürk’ün çok değer verdiği hafızı Yaşar Okur’un aktardığına göre:
Evet, Atatürk, dinine ve mü’minlere saygılıydı. Özellikle Ramazan’da ve Dini bayramlarda gerek şahsına, gerek makamına, gerekse dindar toplumun duyarlılıklarına yakışır biçimde davranırdı. Atatürk, sohbet ortamında ve sofralarında, önemli bir konuyu ele alır, derinlemesine tartışır ve yanında bulunanların da mutlaka fikirlerini sorardı. Dine karşı olan hassasiyeti herkesçe bilinir, o konular konuşulacağı zamanlar asla sofrasında alkollü içecek bulundurmazdı…
“Gerek Kur’an, gerek mevlit okunurken çok mütehassıs olduğu ve etkilendiği aktarılmıştır. Hatta Muzıka heyetinde bulunan hafızlardan Ramazanlarda camilerde mukabele okuyanlara bir ay izin çıkarır, o din görevlilerinin Ramazan içinde yapılan fasıllarda bulunmalarında asla ısrarcı olmazlardı.”
“Ramazanların Atatürk için büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşkü’ne sokulmazdı. Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı… Beni yanına çağırır, Kur’an-ı Kerim’den bazı sureler okuturlardı. O anlarda huşû içinde olur, gözlerini bir noktaya denk getirip öylece dalıp dururlardı… Ayrıca Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikuyu Camilerinde şehitlerin ruhuna Kur’an-ı Kerim okunmasını özellikle emir buyururlardı…” (Atatürk Osmanlı Mekteplerinde eğitim aldığından ve uzun zaman Suriye’de (Şam ve Filistin’de), ayrıca Libya’nın çeşitli vilayetlerinde kaldığından Arapçaya da vakıf bir insan olarak Kur’an ayetlerinin manasını da anlardı.)
Hafız Yaşar Okur, uzun yıllar sonra, Atatürk’ün kendisiyle birlikte yol aldığı bu uygulamayla ilgili ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) ile ilgili anılarında şunları da açıklamışlardı:
Büyük Atatürk, birçok vesilelerle: “Camilerimizdeki mukaddes mihrabı, cehlin elinden alıp ehlinin eline vermek zamanıdır. Bu nedenle gerçek ve örnek Din adamlarının yetiştirilmesi lazımdır!..” buyurmuşlardı. Bunu, dini davranışlarına daima düstur yapmışlardır. O, camileri ibadet için olduğu kadar, düşünüp araştırmak, danışmak ve dayanışmak için de birer mukaddes yer olarak telakki eder ve böyle olması için çalışırdı.
Peygamberimiz Efendimizden de büyük bir takdirle bahseder ve hep hürmetle anarlardı. O devirler için hep: “Hazreti Peygamber’in zaman-ı saadetlerinde…” diye saygı kelimeleri kullanırlardı. Ayrıca Peygamber Efendimizin dirayetli bir devlet adamı ve çok iyi bir Başkumandan olduğunu da sık sık tekrarlarlardı. Velhasıl, Atatürk’ün bütün kutsallarımıza ve Ramazanlara karşı derin ilgisi ve saygısı vardı. Ayrıca herkesin inancına hürmetli davranırdı ve maneviyata bağlı bir insandı…”[2]
Abdülhalik Renda çok deneyimli bir politikacıydı. Dört kez Maliye, bir kez Milli Savunma Bakanlığı ve TBMM Başkanlığı yapmıştı. (10 Kasım 1938 tarihinde yaşamını yitiren Atatürk’ten boşalan Cumhurbaşkanlığı makamına ise bir gün süreyle vekâlet etmiş insandı.) Ramazan ayıydı. Akşamdı, Bakanlar Kurulu Çankaya’da akşam yemeğinde toplanmıştı. Abdülhalik Renda da sofradaydı. Atatürk’ün bir ara sesi yankılandı:
– Aranızda oruç tutanlar var. Gelin, bunu tam bir iftar yapalım!
Ertesi akşam dediği gibi yapıldı. İftar topu patlamadan, Bakanlar kendilerini mükemmel bir iftar sofrasında bulmuşlardı. Yaşananlardan Abdülhalik Bey de çok hoşlanmıştı. O anısını şöyle aktarmıştı:
“… Ortada içkiden eser yoktu. Ananenin tatlılığını, bir zevkten feragatin hazzını herkes birden duymuş ve tatmıştı.”
Münir Hayri Egeli; yazar, sinemacı ve heykeltıraştı. Sinema eğitimini Atatürk’ün isteği üzerine Almanya ve Rusya’da almıştı. Akşam sofralarına çağrılan bir şahıstı. Atatürk öldükten sonra; 21 Temmuz 1948 günü çalıştığı gazetedeki köşesinde şunları yazacaktı:
“Büyük adam, maalesef, anlaşılamadan öldü. Hâlâ da onu anlamak istemeyen nadanlar veya anlamak iktidarında olamayanlar vardır. Fakat daha ziyade bir taraftan devrim yobazları, diğer taraftan aşırı softalar tarafından ona ait güzel hatıraların ve Türk milletinin şahsına olan bağlılığının sökülmesinde birtakım kasıtlar aranarak hücumlar yapılmaktadır. Türk milletinin Atatürk’e ve onun halis ideallerine bağlılıklarını sarsmak, gerektiği zaman etrafında toplanabilecek bir varlığı yıkmak da tam manası ile bir düşman arzusu ve tavrıdır. Her vakit ve her vesile ile tekrarladık, şimdi bir kere daha söyleyelim: ‘Biz, Atatürk’ü ifratkâr (haddini aşan) duygular ile insanüstü bir mahlûk sayanların hatalı düşündüğüne inananlardanız. Çünkü bizzat kendisi, böyle telakki edilmekten hiç hoşlanmazdı. Buna mukabil ‘insan olmaktan, ‘beşeri’ sayılmaktan’ büyük haz duyar, kendisine böyle hitap edenlerden memnun kalırdı. Atatürk, ‘İnsanlık idealinin’ hizmetinde olmaktan zevk alırdı. Fakat onu bu milletin fikri birliğinin sembolü olmaktan çıkarmak, bu millete, Atatürk’e itimatsızlık aşılamak, düpedüz düşman hesabına hizmetkârlıktır. Zaten düşman ajanlarının bu gayeye çalıştıklarını görmek de pek güç sanılmamalıdır. Nihayet, işi en basit tarafı ile ele alsak, bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş, binaenaleyh kendisini bizzat müdafaa etmek imkânından mahrum olan bir şahsiyete, böyle alttan alta ve tezvir (kara çalma) yolları ile hücum etmenin ahlâk ve insanlık bakımından ne kadar aşağılık olduğunu da bilmek lazımdır.”[3]
Asla unutulmasın ki!..
Atatürk de nihayet bir insandı… Yetiştiği zor şartlar, yaşadığı sıkıntı ve sarsıntılar… Ülkesi, devleti ve Milleti için çırpındığı arayışlar sırasında birtakım yanlış ve yararsız akımlara kapılma ihtimali doğaldır… Bunların bir kısmından zamanla uzaklaşmış, belki bir kısmının da farkına varamamıştır. Elbette bazı kanaat ve kararlarında yanılgıları da olacaktır. Hatta bunların bazısından, ileriki dönemlerde vazgeçtiği anlaşılmaktadır… Evet, Atatürk’ün hem yanlış yaptıkları, hem yapmak isteyip de yapamadıkları, hatta birtakım yaptıklarından pişmanlık duydukları konular ve durumlar vardır… Ancak O, her şeye rağmen bu cennet ülkeyi, bu Devleti ve Cumhuriyeti bize emanet bırakan seçkin insandır. Ona vefasızlık, en azından saygısızlık ve arsızlıktır.
Bu arada, Mustafa Kemal Atatürk’e, olumlu, uyumlu ve sorumlu bir bakış açısıyla yaklaşmamızı sağlayan, tutarlı ve duyarlı tavırlarından dolayı Aziz Erbakan Hocamıza; şükranlarımızı sunmamız da bir vefa icabıdır. Evet, hem “Dinsiz”lerin, hem “Dinci”lerin, yani dini dünyaya alet edenlerin Atatürk’le ilgili haksız ve alâkasız saplantılarından; ayrı ve yararlı bir kanaate ulaşmamızda… İnkârcı takımının da, istismarcı münafıkların da tarihi gerçekleri çarpıttığı konusunda gözlerimizin açılmasında Erbakan Hocamızın üzerimizde büyük emeği ve etkisi vardır.
“SADAT”çıların Atatürk Karşıtlığı ve Ucuz Kahramanlığı!
Bazı muhalif siyasetçilerin; ‘Paramiliter yapı’ ve ‘Terörist yetiştiren kurum’ olmakla suçladığı SADAT, kendisine “İslam ülkelerini süper güç haline getirme” hedefini koyduğunu söyleyen bir savaş şirketi olarak tanınmıştı. Türkiye’de seçim güvenliğine dair endişelerin de odağında yer alan SADAT, neyi amaçlamıştı? Ve kimlerden oluşmaktaydı? Erdoğan iktidarının SADAT’la ne tür ilişkileri vardı? Ve SADAT kendisi hakkındaki iddiaları nasıl yanıtlamaktaydı?
SADAT’ı ne amaçla kurmuşlardı?
SADAT, 28 Şubat döneminde kadrosuzluk nedeniyle emekli edilen Adnan Tanrıverdi ve benzer şekilde “irticai faaliyetleri” nedeniyle emekli edilen bazı askerler tarafından 2012 yılında yapılandırılmıştı. Bir yıl sonra ise Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi Derneği (ASSAM) yine aynı ekip tarafından faaliyete geçirilmiş durumdaydı. Her iki kuruluşun temeli 2000 yılında kurulan Adaleti Savunanlar Derneği’ne (ASDER) dayanmaktaydı. Amaçları aynı olan iki kuruluşun organik olarak da birbiriyle bağlantılı oldukları saptanmıştı. ASSAM, amacını “İslam ülkelerinin bir süper güç olarak dünya siyaset sahnesine çıkmasını sağlamak” olarak tanımlamıştı. SADAT Yönetim Kurulu Başkanı Melih Tanrıverdi de ASSAM’ın sitesinde yayımladığı bir yazısında, “ASSAM stratejiler oluşturan ve dünya kamuoyuna sunarak alternatif yöntemler üreten bir Yumuşak Güçtür” iddiasındaydı. Tanrıverdi, SADAT’ı ise, “Hiçbir silahlı gücü olmamış ama İslam ülkelerinde var olan Silahlı Kuvvetler ve Polis Teşkilatlarına ellerindeki Sert Gücü etkin kullanmalarını sağlayacak reorganizasyon, danışmanlık, eğitim ve donatım hizmetleri sunan bir Yumuşak Güç olarak faaliyetlerini yürütmektedir” ifadelerini kullanmakta ve açıkça Din istismarcılığı yapmaktaydı.
Yani Adnan Tanrıverdi liderliğindeki ASSAM, güya İslam ülkelerini süper güç yapma amacına ilişkin “ideolojik” altyapıyı hazırlarken; SADAT ise, bu ülkelere verdiği eğitimlerle askeri ayağını oluşturma çabasındaydı. SADAT misyonunu, “İslam ülkeleri arasında savunma ve savunma sanayi işbirliği ortamı oluşturmak ve İslam dünyasının kendine yeterli bir askeri güç olarak da Dünya Süper Güçleri arasındaki hak ettiği yeri almasına yardımcı olmak” olarak belirlemiş durumundaydı. SADAT’ın internet sitesinde yer alan bilgiler de bununla aynı doğrultudaydı. Bu arada SADAT’a iş başvurularında İngilizcenin yanı sıra Arapça dili şartı da koşulmaktaydı. Acaba SADAT, gerçekten Erbakan Hocamızın da arzuladığı, aklın ve vicdanın da gerekli saydığı “İslam Birleşmiş Milletleri Teşkilatı ve İslam Savunma Paktı…” gibi tarihi projeleri mi savunmaktaydı? Yoksa İslam dünyasını, dolaylı şekilde ABD ve İsrail güdümüne sokacak ve Dinimizi bir aldatıcı kılıf olarak kullanacak gizli ve kirli hesapların taşeronluğunu mu yapmaktaydı?
SADAT’ın personeli kimlerden oluşmaktaydı?
Şirketin sitesinde verdiği bilgilere göre, SADAT Savunma’da; Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yaptıktan sonra emekli olmuş general, üstsubay ve subaylar ile astsubay, çavuştan başçavuşa kadar çeşitli rütbelerde personel çalıştırılmaktaydı. Bunlar arasında Harp Akademileri’nde eğitim görmüş, Genelkurmay karargâhında ve tugay, tümen, kolordu ile ordu komutanlıklarında görev yapmış emekli askerler ile askeri ataşelik ve NATO karargâhlarında görev yapmış kişiler yer almaktaydı. Böylece TSK’nın en kritik birimlerinde çalışmış emekli askerlerin bilgilerini kullanan SADAT, yabancı ülkelere eğitim ve danışmanlık hizmeti sunmaktaydı. Askeri alanda İslam ülkelerine eğitim verdiğini söyleyen SADAT’ın en tartışmalı faaliyeti “Gayri Nizami Harp Eğitimi” iddiasıydı. Kurumun sitesinde de buna ilişkin “SADAT Savunma hizmet verilen ülkelerin topyekûn savunma organizasyonu ihtiyacı olarak ortaya çıkacak Gayri Nizami Harp teşkilatlanması ve bu teşkilatın unsurlarının pusu, baskın, yol kapaması, tahrip, sabotaj ve kurtarma-kaçırma harekâtı ile bu harekâta karşı koyma faaliyetlerinin eğitimini verir” bilgisi yer almaktaydı. Şirketin özel harekât ve istihbarat eğitimi verdiği de ortaya çıkmıştı.
SADAT’ın AKP iktidarıyla alâkası!
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın SADAT yöneticileriyle “alâkasının olmadığını” belirtmesine karşın 2012’de kurulan SADAT, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra iktidarla yakın bir görüntü sunmaktaydı. SADAT’ın kurucusu olan emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başdanışmanlığını yapmıştı. Tanrıverdi aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu üyesi atanmıştı. Yine SADAT’ın kurucularından Gürcan Onat’ın askeri öğrenci alımlarına ilişkin komisyonlarda iki yıl boyunca görev yaptığı ortaya çıkmıştı.
SADAT hakkındaki iddialar şunlardı:
SADAT hakkında bugüne kadar pek çok iddia ortaya atılmıştı. Türkiye’de özel ve gizli eğitim kampları kurdukları, El Nusra’ya yardım tırları adı altında silah yolladıkları iddiaları vardı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Konya ve Tokat’ta silahlı eğitim kampları iddiasıyla ilgili yürüttüğü soruşturmada, “delil bulunmadığı” gerekçesiyle takipsizlik kararı almıştı. Haklarındaki iddialara ilişkin DW Türkçe’nin sorularını SADAT Yönetim Kurulu Başkanı Melih Tanrıverdi ise “Silahlı gücümüz yok” şeklinde yanıtlamıştı. Kuruluşundan bu yana 25 ülke için askeri projeler ürettiklerini söyleyen Tanrıverdi, bu 25 ülkeyi Ortadoğu ve Afrika ülkeleriyle Türkî Cumhuriyetler olarak aktarmıştı. Yaklaşık 20 kadrolu personelinin olduğunu ifade eden Tanrıverdi, ülkelere yönelik proje yapma döneminde emekli askerlerden de hizmet aldıklarını vurgulamıştı.
Peki, SADAT, Birleşmiş Milletler’in (BM) silah ambargosu uyguladığı Libya’da herhangi bir çalışma yapmış mıydı?
Şirket 2013 yılında Libya Ordusu ile askeri spor tesisi ve zırhlı araç bakım-onarım merkezi kurmak için iki adet İyi Niyet Protokolü imzalamıştı. Ancak Ağustos 2013’te eski Tümgeneral Halife Hafter’in başlattığı isyan sonrasında, bu anlaşmalar uygulanamamıştı. O tarihten beri SADAT’ın Libya’da Hafter’e karşı savaşan güçlere destek verdiği iddiaları konuşulup yazılmıştı. Tanrıverdi, 2013 tarihli projelerine ilişkin, “BM ambargosunu delmeyecek şekilde projeler yaptık. Fakat o dönem teknik ve mali teklif sunma aşamasına yaklaşmışken Libya karıştı. 2020 yılında BM Güvenlik Konseyi Libya Yaptırımları Masası bize yazı yolladı ve uyardı. Biz de Libya’da herhangi bir faaliyetimizin olmadığını, ambargonun bilincinde olduğumuzu aktardık” itirafında bulunmuşlardı.
Yani SADAT, kardeş ve Müslüman ülke Libya’nın ABD, AB ve NATO tarafından saldırılıp tahrip edilmesine daha önce karşı çıktığı halde sonradan çark edip Haçlı işgalcilere destek veren Erdoğan’a karşı çıkmamışlar, ama ABD’nin ambargo kararına uymuşlardı.
Seçim güvenliğiyle ilgili SADAT kuşkuları!
Hatırlayınız; SADAT’ın kapısına giden CHP lideri Kılıçdaroğlu, “Önünde bulunduğumuz SADAT bir paramiliter kuruluştur. Düne kadar Erdoğan’ın danışmanlığını yapıyordu bunlar. Hedefleri arasında gayrı nizami harp eğitimi de var. Dikkatini çekmek isterim kamuoyunun; yani sabotaj, baskın, pusu kurma, tahrip, suikast ve tehdit. Aynı zamanda terörist yetiştiren bir kuruluş” tespitini yapmışlardı. 2023 seçimlerine de işaret eden Kılıçdaroğlu, “SADAT gibi kuruluşlar, kim olursa olsun seçimi gölgeleyecek, seçimin güvenliğini sarsacak herhangi bir şey olursa sorumlusu SADAT’tır ve Saray’dır” uyarısında bulunmuşlardı. Kılıçdaroğlu’nun iddialarını Tanrıverdi, “Seçim güvenliğini tehdit edecek iddiası doğru değil. İç siyasetin bir unsuru değiliz” şeklinde yanıtlamıştı. Tanrıverdi, “Emekli askerlerin TSK’dan edindikleri bilgilerle yabancı ülkelere proje yapılmasıyla devlet sırları taşınmış olmuyor mu?” sorusunu ise: “Devlet sırları ayrı, askerlik bilgileri ayrıdır. Biz askerlik mesleğiyle ilgili stratejik danışmanlık yapıyoruz. TSK’nın gizli bilgilerini transfer etmek söz konusu değil” şeklinde yuvarlak cevaplarla geçiştirmeye çalışmıştı. Tanrıverdi, ülkelere yönelik projeleri tamamladıktan sonra Dışişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve MİT’e raporladıklarını ve onay aldıklarını da aktarmıştı.
Erdoğan’ın ve devletin bu şirketle ilişkisi hangi boyutlardaydı?
Erdoğan’ın, “SADAT yöneticileriyle alâkamız yok” açıklaması sorulunca, Adnan Tanrıverdi’nin 2016 Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı’na atanmasının ardından SADAT’tan istifa ettiğini kaydeden Melih Tanrıverdi, “2020 Nisan’ına kadar o görevi yaptı. Görev icabı oradaydı. Bunun SADAT ile ilgisi yoktu. Adnan Paşa, devlet adamıdır” diye konuşması şaşırtıcıydı. SADAT’ın iş takipçiliği yapmadığını savunan Melih Tanrıverdi, ticari faaliyetleri gereği Savunma Sanayii Başkanlığı’na gittiklerini açıklamıştı. Tanrıverdi, “Bazı ülkelerin Türkiye’den talep ettiği ekipman, teçhizat ve mühimmat ihtiyaçları oluyor. Bunları SSB’ye iletmişizdir. Aselsan, MKE ve Roketsan’ın ürünlerine talep oluyor. Biz de bu ülkelerin taleplerini Türk Savunma Sanayisine faydası olsun diye irtibatlandırıyoruz” diyen Tanrıverdi, “Bundan komisyon alıyor musunuz?” sorusunu, “Komisyon aldığımız konular da oluyor, almadığımız konular da oluyor” şeklinde yanıtlamıştı.
SADAT Başkanı ayrıca:
“Hiçbir devlet kurumunun ‘Şu işi siz yapın’ demediğini” savunarak, “Biz devletin yurt dışındaki çıkarlarını sağlayacak bir şirketiz. Devlet bizi desteklemiyor. Falan ülke, ‘sizinle çalışalım ama bize devletinizden referans getirin’ diyor. Biz de Milli Savunma Bakanlığı ve Savunma Sanayii Başkanlığı’na yazıyoruz. Onlar ‘siz özel şirketsiniz, size böyle bir referans veremeyiz’ diyorlar. Oysa devlet bize referans olmalı. Devlet bizi denetlemeli” şeklinde yakınmıştı!? “Peki, SADAT Türkiye’den herhangi bir kuruma hizmet verdi mi?” sorusunu ise: “Hayır, hiçbir kuruma danışmanlık eğitimi vermedik” diye cevaplamıştı.
SADAT, Devlete rapor hazırlamış mıydı?
Tanrıverdi’nin açıklamalarından zaman zaman SADAT’ın ticari bir şirket olmasına karşın, devletin çeşitli kurumlarına belli aralıklarla raporlar gönderdiği anlaşılmaktaydı. Melih Tanrıverdi, Adnan Tanrıverdi’nin başdanışman olarak görev yaparken 2016’dan itibaren askeri okulların Milli Savunma Bakanlığı’na, Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını önerdiğini ve kabul gördüğünü aktarmıştı. Tanrıverdi, “terörün kaynağında bitirilme politikası” olarak özetlenecek yeni terörle mücadele konsepti ile Suriye’ye yönelik sınır ötesi harekât planlarını da Adnan Tanrıverdi’nin önerdiği iddiasındaydı.
Suriye iç savaşına müdahil olmuşlar mıydı?
Melih Tanrıverdi, bu sorulara “hayır” yanıtını vererek iddiaları yalanlamıştı. Ancak Tanrıverdi, “SADAT olarak 2012 yılında Türkiye’nin, oradaki sınır bölgesinde güvenlik tedbirleri alması gerektiği, sınır ötesi harekât yapması gerektiği ve göçü durdurması yönünde devletin tüm birimlerine rapor gönderdik” ifadesini kullanmıştı. O dönem “ÖSO’nun da bizden eğitim talebi geldi” diyen Tanrıverdi, “Talep zamanı bunları kapsamlı şekilde raporlaştırdık, ‘konuyu yapabilir miyiz’ diye devletin ilgili kurumlarına sorduk. Ancak bir yanıt alamadık. Daha sonra da bu tür mahzurlu konulara girmemeyi tercih ettik. Yalnızca ülkelerin silahlı kuvvetlerine hizmet vermeyi uygun bulduk. Daha sonra TSK, ÖSO’ya eğit-donat kapsamında eğitim verdi” itirafında bulunmuşlardı.
Daha önceden, 15 Temmuz’dan haberleri var mıydı?
SADAT’ın 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılmasında da görev aldığı, şirkete ait keskin nişancıların Boğaziçi Köprüsü’nde bulunduğu iddiası sıkça gündeme taşınmıştı. O tarihte çalışanlarının sadece 4-5 olduğunu iddia eden Tanrıverdi’nin: “15 Temmuz’u televizyondan öğrendim. Sayın Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla biz de meydanlara indik. Daha önceden planlı programlı, proje dâhilinde yürüdüğümüz iddiası doğru değildir. ASDER üyelerinin sahaya çıkışı da bireyseldir. O gece tankları durduran arkadaşlarımız vardır. Onlardan biri de emekli bir albaydı” sözleri pek çok çelişkiyi ve karanlık ilişkiyi içerisinde barındırmaktaydı.[4]
Adnan Tanrıverdi Hilmi Özkök’e “TSK’da çeteler var!” diye mektup yazarken, Fetullahçıları hatırlatmamış mıydı?
Bazı gazetelerde SADAT kurucusunun Ergenekon ve Balyoz operasyonlarından önce dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e gönderdiği mektup yayınlanmıştı. Buna göre, 10 yıl önce emekli edilen Adnan Tanrıverdi, emekliliğine 3 ay kalan Hilmi Özkök’e 2006 yılında “Ergenekon – Balyoz” operasyonları ortada yokken mektupta şu ifadeleri kullanmıştı: “Ülkemizde garip şeyler oluyor. Sap samana karışmış durumda. Milletin refahı ve devletin bekası için güvenli ortamın sağlanması ile görevli Silahlı Kuvvetlerimiz’in mensupları ve emeklileri; huzura, güvene ve istikrara darbe indirmek üzere teşkil edildiği anlaşılan çeteler oluşturuyorlar!”
Hayret, SADAT’ın kurucusu olan ve o günlerde Adaleti Savunanlar Derneği’nin (ASDER) başkanı Tanrıverdi, “TSK içinde oluşumlardan haberdar” olduğunu söylüyor, ama Hilmi Özkök “Sen nereden biliyorsun?” diye sormuyorlardı!..
O mektupta şunlar aktarılmıştı:
“… Sayın Genelkurmay Başkanım… Disiplinsizler (TSK’dan) atıldığına göre, çeteleri kuranlar disiplinliler mi oluyor? Silahlı Kuvvetlerin tepesindekiler siyaset yapar da genç kadrolar yapmaz mı? Genç kadrolarda çeteleşme olur da onların komutanlarında ve üst kadrolarında çeteleşme olmaz mı?”
Daha ortada Ergenekon’un savcısı Zekeriya Öz yoktu ama Fetullahçı polis-asker-yargı çalışmaya başlamıştı ve Adnan Tanrıverdi de konudan haberdardı!?
Adnan Tanrıverdi’nin, dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök’ten talebi de enteresandı!
“Emekliliğinize birkaç ay kaldı. Son bir kez daha düşünün, milli irade ile çekişme içinde olacak değil, uyum içinde çalışacak bir komuta kademesi oluşumuna yardımcı olunuz. Bugün gelinen noktadan memnun olduğunuzu düşünemiyorum. Görevi huzur içinde teslim edebileceğinizi de düşünmüyorum. Çünkü emekliliğimin üzerinden 10 yıl geçmiş olmasına rağmen TSK’nın gidişat üzerindeki menfi rolünden ben rahatsızım.”
Bu mektup 5 Haziran 2006’da yazılmıştı. Ergenekon’un temelini oluşturan Ümraniye’deki el bombaları ne zaman ortaya çıktı? 12 Haziran 2007… Yani ASDER Başkanı Tanrıverdi operasyondan bir yıl önce her şeyin farkındaydı ve Özkök’ü uyarmışlardı… İyi de Sn. Erdoğan’a niye bu tehlikeli gelişmeleri anlatmamıştı?
Yoksa 15 Temmuz Kalkışması ve bastırılması olaylarında, toplum tarafından özenle gizlenen “danışıklı dövüşler ve anlaşmalı dönüşler mi” tezgâhlanmıştı?
Sonra operasyonlar, davalar başladı. Peki, Adnan Tanrıverdi ne yazdı? Neler açıkladı?
Evet, “SADAT gibi kuruluşlar, demokratik bir ülkede dernek adı altında örgütlenip çalışamazdı. Gayri nizami harp, sabotaj, terör gibi konularda insanları alıp eğitmek bir derneğin işi olamazdı. Eğer bunu bir dernek üstlenmişse ve bu bağlamda iktidardan da destek alıyorsa, Türkiye sağlıklı bir demokratik sistem oluşturamazdı. Ve hele böyle bir derneğin başkanı yıllarca Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanlığını yapamazdı. Oysa devletin TSK’sı vardı, Emniyeti vardı, MİT’i vardı, bunları bir tarafa bırakıp, gayri nizami harp konusunda, sabotaj, suikast nasıl düzenlenir gibi konularda insanları eğiten bir derneğin başkanlığını yapan eski generali, başdanışmanlığınıza atayamazsınız!.. Evet, Saray’ın talimatıyla yasadışı işlemlere kalkışanlar, aynı talimatla yurt içinde de bu işleri yapacaklardı. Aslında iki taraf da yasa dışı ve karanlık işlere bulaşmışlardı. Geçmişte suikastlarla ortalığın karıştırılacağı duyumları alınmış ve önemli siyasilerce gündeme taşınmıştı. Bu konuda kamuoyunun dikkatini çekmek lazımdı; yaklaşan seçimler vardı, seçim güvenliği konusunda kuşkular vardı. Demokratik bir ülkede seçim güvenliği elbette ki emniyet güçleri, valisi, kaymakamı, sandık kurulu yöneticileri, siyasi partilerin temsilcileri görevlerini yasal çerçevede yaptıkları bir ortamda alınırdı. Eğer siz bu yasal ortamı yok etmek ve daha farklı bir ortamda seçime gitmek istiyorsanız, o zaman ciddi sorunlar ortaya çıkacaktı” şeklindeki itham ve iddiaları yanıtlamak ve toplumu rahatlandırmak yerine, muhaliflere sataşıp duranların acı ve alçaltıcı sonları yaklaşmıştı!..
Bir zamanlar “Dinci-gerici” diye kıyasıya eleştirdiği Erdoğan iktidarını, şimdi “Millici ve ABD’yi engelleyici!..” diye alkışlayıp arka çıkan… Süleyman Demirel’in “Kamu çıkarlarını koruduğunu” savunan… Ve özellikle Devlet Bahçeli’ye “Yoldaş” diye iltifatlar yağdıran Doğu Perinçek’in, SADAT yapılanmasıyla ilgili uyarı ve iddiaların ise oldukça “abartılı” olduğunu açıklaması ise, aslında kendi ayarını ve amacını ortaya koymaktaydı. Oysa daha önce aynı Perinçek bu SADAT için: “Kontrgerilla Yuvası” “CIA’nın Maşası…” gibi sıfatlar kullanmıştı. Şimdi sormak lazımdı; Doğu Perinçek o gün mü yalancı ve iftiracıydı, yoksa bugün mü iktidara yalakalık ve yağcılık yapmaktaydı?!.. Cumhur İttifakı’nın ve AKP-MHP iktidarının en başındaki insanların muhalefet liderlerine yönelik; “Memur Kemal palavracısı…” “Açıkla, sen adam mısın?..” “Zillet ittifakının illet ortakları!..” “Altılı masanın ayarsız takımı!..” gibi, değil yaşı yetmiş beşi aşmış bir siyaset erbabına, sokak kabadayılarına bile yakışmayan argo sataşmaları ise, aslında Türkiye’mizin kimlere kaldığının ve tıkandığının fotoğrafıydı!..
Bu makaleyi sesli olarak dinleyebilirsiniz:
{mp3}sadatmakale{/mp3}
[1] (huseyinakin@milligazete.com.tr – 31 Mayıs 2022)
[2] (Atatürk’le Onbeş Yıl – Dini Hatıralar – Yaşar Okur)
[3] (Münir Hayri Egeli, Millet Gazetesi, 22 Temmuz 1948)
[4] (20 Mayıs 2022 – Duvar)

 
								
 Bugün : 31758
 Bugün : 31758 Dün : 39802
 Dün : 39802 Bu ay : 1292126
 Bu ay : 1292126 Geçen ay : 1355873
 Geçen ay : 1355873 Toplam : 44324371
 Toplam : 44324371 IP'niz : 216.73.216.49
 IP'niz : 216.73.216.49 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								 
								
Tarihe ve Olaylara Ferasetle Bakabilmek!
Tarihi hadiselerin ve şahsiyetlerin gerçek niyetlerini ve hedeflerini, iyi ve isabetli tespit etmeden, sadece ilgili girişim ve gelişmelerin seyrini ve zahiri sebeplerini sıralamakla oyalananlar; hem kendileri gerçeklerin farkına varamazlar, hem de Millete ve insanlık âlemine yeni bakış açıları ve kaynaşıp kucaklaşma fırsatları sunamazlar.
Resmi ve zoraki tarihle, sivil ve samimi tarih arasındaki tezatların ve tutarsızlıkların nedenlerini ve neticelerini araştırıp-anlayıp ortaya koyamayan… Ve daha da önemlisi ilmi, akli ve vicdani arayışları sonucu farkına vardığı doğal ve orijinal durumları ve çarpıcı doğruları, cesaretle sahiplenip savunma dirayeti bulunmayan yazar ve yorumcular, topluma yeni ufuklar açamazlar ve yeterli umutlar aşılayamazlar. Yani “gerçek”lerle “gerekenler”in arasını uzlaştırma, dayatılmış ve kalıplaşmış kanaatleri yıkma bilgeliği ve becerisi olmayanlar… Ve hele tarihi girişim ve kişilikleri, kendi ideolojik saplantı ve saptırmalarını aklama ve haklı çıkarma vasıtası… Yani tarihi; yanlış, kasıtlı ve Batılı düşüncelerini meşrulaştırma ve istismar aracı olarak kullananlar, asla topluma yararlı ve hayırlı kapılar gösterip, yapıcı ve kucaklayıcı programlar ortaya koyamazlar.
Son bir asırdır, en fazla istismar ve suistimal edilen… Bazılarınca aşırı yüceltilerek putlaştırılıp kutsallaştırılan; bazılarınca da körü körüne ve asılsız telkinlere göre nefret edilerek tağutlaştırılan şahsiyetlerin başında Mustafa Kemal Atatürk’ün olduğu açıktır. Örneğin, Hz. İsa Aleyhisselam’ı ilahlaştıran Hristiyanlarla, Onu -hâşâ- veledi zina sayan Yahudi sapkınların haksız ve ahlâksız yaklaşımlarının ikisi de yanlıştır.
Özel Güvenlik Şirketi
Başkan Recep Tayyip Erdoğan Ülkeyi bir şirket gibi yönetmek istediğini belirtmişti zaten, gereğini yaptı şirketine özel güvenlik şirketi SADAT’ ı kurdurmuş. Evet yıllar önce bu günkü başkanlık sisteminin ne kadar yanlış ve sakıncalı olduğunu Milli çözüm dergisinde yazarlarımız yazmış yazmakla da kalmamış gerekçelerinide madde madde açıklamışlardı.
Bu haliyle başkanlık sistemi yanlıştır zira denetimi yok, denetlemesi olmayan sistem ülkeyi tek adamlığa götürür oda takip edilemeyen ben yaptım olduyu getirir denmişti.
Bu başkanlık sistemini isteyenlerin gerekçesini ise söyle sıralamışlardı.
Türkiye Cumhuriyeti demokrasi ile yönetilir, bu ülkenin meclisi var, yanlış bir yasa teklifi olursa meclisten geçemez, bu ülkenin milli güvenlik kurulu var oradan da geçemez, muhalefeti var o kanunun geçmesini engeller ve yanlış bir uygulama yürürlüğe giremez maddeleri yazılmıştı. Tek adamlı başkanlık sistemini, denetlemeden uzak olarak tesis etmek ancak Siyonizmin işine yarar zira onlar ister başkan yapardı. Evet öylede oldu başkan’a söyleniyor o yapıyor ve günler aylar sonra başkanın ne yaptığını Ülkemiz aleyhine neler yaptığını günler aylar sonra ancak iyi bir gözlemleme ve takiple anlaya biliyoruz. Tarımda tekneloji de, uluslar arası ticarette, özelleştirmede, eğitimde, sağlıkta, Turizim de, Maliye ve Merkez bankasında neler olduğunu ancak ülkemizin aleyhinde bir şeyler gelişince anlıyor vatandaş onu da samimi olarak izlerse anlıyor, yoksa yapılan bütün yanlışlara keramet uyduran yazar çizerler, TV ler, hocalar şeyhlerin, Tarikatların uydurduklarına inananlar hala %23 lere kadar varmaktadır. Cumhur Başkanı dediğini yapıyor koca Türkiye Cumhuriyetini bir şirket yönetir gibi yönetiyor. Hz. Ali zulüm artarak devem ediyor da mazlum sabrediyorsa zulüm yıkılmak üzeredir diyor. Her şey ayan beyan ortada kendi içlerinde bile bir birerini yiyorlar, kral çıplak diye bağırıyorlar, o zaman zulümün sonuna gelindi Elhamdülillah.
Devletin TSK’sı, Emniyeti, MİT’i varken…
Devletin TSK’sı, Emniyeti, MİT’i varken, gayri nizami harp konusunda, sabotaj, suikast nasıl düzenlenir gibi konularda başka ülkeleri eğiten ve bunları yaparken denetlenmeyen bir dernek çok tehlikeli ve riskli girişimlerde bulunuyor olabilir.
Karakterli ,omurgalı olmak herkese nasip olmuyor.
Şu veya bu biçimde, birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz; çünkü bunun hiçbir değeri ve önemi yoktur. Eğer şunun, bunun güler yüz göstermesinden kuvvet almaya, övüp önemsemesiyle cesaret kazanmaya tenezzül ederseniz, şimdiki halinizi bilmem, fakat geleceğiniz mutlaka çürük olur.” 1908 (Atatürk’ün S.D.V, s. 112)
Tarih geçmişi unutmazdı.
Atatürk elbette inançlı ve ahlâklı bir insandı. Şahsi hayatında bazı hataları olsa ve ibadetlerini noksan bıraksa da, Onun inançsız ve İslam’la alâkasız biri gibi gösterilmesi, açık bir iftiradır. Ve hele, Mustafa Kemal’i; bütün mahlûkatın, tabiatın ve şu mükemmel kâinatın, kendiliğinden ve tesadüfen oluştuğuna inanacak… Ve bu tür safsata ve saptırmaları gerçek gibi sunan Darwinizmi savunacak kadar bilinçsiz ve beyinsiz olduğuna toplumu inandırmaya çalışan kesimler, tam bir sahtekârdır. Basit bir kurşun kalemin, sıradan bir saatin, ucuz bir elektronik aletin bile, öyle kendi kendine ve kör tesadüfler neticesinde meydana geldiğini iddia edenlere “deli” gözüyle bakılırken… Muhteşem bir fabrikadan daha mükemmel olan şu insan bedeninin ve beyninin… Harika yaratılış eserleri ve Yüce Rabbimizin rahmet ve sanat ayetleri olan tüm canlı çeşitlerinin… Şu muazzam ve muntazam Göklerin, Güneş Sisteminin ve Galaksilerin, bunların hepsinin öyle kendiliğinden, tesadüfen, birtakım şuursuz ve ruhsuz tabii gelişmeler ve değişmeler neticesinde ortaya çıktığını söylemek, akıl ve mantığa aykırıdır… Ve Mustafa Kemal’i böyle inançsız biri saymak Ona yapılacak en büyük haksızlıktır.
Bir zamanlar “Dinci-gerici” diye kıyasıya eleştirdiği Erdoğan iktidarını, şimdi “Millici ve ABD’yi engelleyici!..” diye alkışlayıp arka çıkan… Süleyman Demirel’in “Kamu çıkarlarını koruduğunu” savunan… Ve özellikle Devlet Bahçeli’ye “Yoldaş” diye iltifatlar yağdıran Doğu Perinçek’in, SADAT yapılanmasıyla ilgili uyarı ve iddiaların ise oldukça “abartılı” olduğunu açıklaması ise, aslında kendi ayarını ve amacını ortaya koymaktaydı. Oysa daha önce aynı Perinçek bu SADAT için: “Kontrgerilla Yuvası” “CIA’nın Maşası…” gibi sıfatlar kullanmıştı. Şimdi sormak lazımdı; Doğu Perinçek o gün mü yalancı ve iftiracıydı, yoksa bugün mü iktidara yalakalık ve yağcılık yapmaktaydı?!..
EY TÜRK GENÇLİĞİ!
Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
Millet narkozlandı ülke kaosa gidiyor tek çözüm Milli Çözüm
O günkü Hakimiyeti Milliye gazetesinde yayımlanan 1937’deki bir nutkunda; Filistin’e dışarıdan müdahale edilemeyeceğini ve el sürülemeyeceğini söyleyen Mustafa Kemal, “Mukaddes toprakların İslam hakimiyetinde kalması için; bugün kanımızı dökmeğe hazırız” demiştir.
Mustafa Kemal, Nutkun ilerleyen bölümlerinde Filistin’le ilgili daha sonra şu tarihi sözleri sarf etmiştir: “Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz doğrusu maalesef birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip kudretimizi bildiğimiz için, İslâmiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar; “dinsiz ve İslâmiyet’e lâkayt” olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen, Peygamber’in son arzusu istikametinde; yani, mukaddes toprakların daima İslâm hâkimiyetinde kalmasını temin için, hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selâhaddin’in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların; yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah’ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerleri işgal ve temellük etmek için yapacağı ilk adımda, bütün İslâm âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur” sözleriyle, gerekirse İslam dünyasını harekete geçirebileceğinin de işaretlerini vermiştir.
Ey Türk gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Mustafa Kemal Atatürk
Bu kadar Afgan, Suriye’li ülkemizde varken bu durumu fırsat bilenler gün geçtikçe kendilerinin ve dış politika ilişkilerinin çıkılmaz bir hale gelmesine sebep oldular. Artık kral çıplak bunu herkes anlayacak ve asıl kurtuluş ve zafer Allah’ın vaadi ile mümkün olduğunu görecektir .
Acaba SADAT, gerçekten Erbakan Hocamızın da arzuladığı, aklın ve vicdanın da gerekli saydığı “İslam Birleşmiş Milletleri Teşkilatı ve İslam Savunma Paktı…” gibi tarihi projeleri mi savunmaktaydı? Yoksa İslam dünyasını, dolaylı şekilde ABD ve İsrail güdümü
Yani Adnan Tanrıverdi liderliğindeki ASSAM, güya İslam ülkelerini süper güç yapma amacına ilişkin “ideolojik” altyapıyı hazırlarken; SADAT ise, bu ülkelere verdiği eğitimlerle askeri ayağını oluşturma çabasındaydı. SADAT misyonunu, “İslam ülkeleri arasında savunma ve savunma sanayi işbirliği ortamı oluşturmak ve İslam dünyasının kendine yeterli bir askeri güç olarak da Dünya Süper Güçleri arasındaki hak ettiği yeri almasına yardımcı olmak” olarak belirlemiş durumundaydı. SADAT’ın internet sitesinde yer alan bilgiler de bununla aynı doğrultudaydı. Bu arada SADAT’a iş başvurularında İngilizcenin yanı sıra Arapça dili şartı da koşulmaktaydı. Acaba SADAT, gerçekten Erbakan Hocamızın da arzuladığı, aklın ve vicdanın da gerekli saydığı “İslam Birleşmiş Milletleri Teşkilatı ve İslam Savunma Paktı…” gibi tarihi projeleri mi savunmaktaydı? Yoksa İslam dünyasını, dolaylı şekilde ABD ve İsrail güdümüne sokacak ve Dinimizi bir aldatıcı kılıf olarak kullanacak gizli ve kirli hesapların taşeronluğunu mu yapmaktaydı?
Yine bu kapıya geleceksiniz!
İstismar edenler ve inkâr edenler…
Atatürk; kendisine dinsiz diyen, din istismarcılarından çok daha dindar, milli ve maneviyatçı bir liderdi.
Atatürk istismarı yapan Kemalistlerdende aynı şekilde. Zaten iktidar ve muhalefetin birbirlerine hizmet ettiği aynı odaklardan emir aldığı delilleri ile ortadaydı.
Ülkemizin kurtuluşu ise Atatürk ilkeleri ve Milli Görüş projeleriyle olacağı ortadadır.
Sadat’a gelince, daha önce hükümet kurulamadığı ve ülkenin her bölgesinde bombalar patladığı dönemde; TV ye çıkıp “vatandaşlarımız huzur ve güvenlik ortamı istiyorsa oyunu kime atacağını bilmeli” şeklinde açıklama yapanların gözlerini nasıl hırs, kin, nefret, kibir ve koltuk sevdası bürüdüğü açıkça ortada.
Hükümetin yeni bakanlarının fetö ile fotoğrafı olması AKP ve MHP’nin “fetö yapılanmasının siyasi ayağı araştırılsın” önergesini neden kabul etmediği anlaşılıyor.
15 temmuz kalkışmasını engelleyen milli güçler ve Allah’ın yardımı ile yapılan bütün planların boşa çıkacağı gün yakındır İnşallah.
Gerçek Atatürk’ü anlatan ve Milli Görüş projelerine sahip çıkan tek topluluk olan “Milli Çözüm” yine üzerine düşen görevi yaparak halkımıza gerçekleri bütün gerçekliği ile ortaya koyuyor Allah razı olsun.
Erbakan hocamızın dediği gibi “yine bu kapıya geleceksiniz”
Cambazlar
Devlet millet davasına, deve sırtında ve çoğu zaman yürüyerek Anadolu’muzdan kalkıp Libya’ya kadar giden, orada kurtuluş için mücadele eden ekipleri organize edip mücadeleye katkı sunan Atatürk’e dil uzatıp, Libya’ya NATO müdahale etmeli diyen Sn. Eroğan’a kahraman damgası vuranlara ne denirdi? Ülke’nin tüm kurumlarının içini boşaltıp, tabansız ve tavansız kuruluşlarla sözümona süper güç çıkarmaya çalışmalar “cambaza bak oyunu” değil miydi? İsrail’le normalleşen, AB kapısında bekleşen, egemen güçlerle paslaşan süper güç mü olurdu?! Aziz Erbakan Hocamızın buyurdukları gibi; “Hadi Oradan, Hadi!!”…
TIKANAN BİR YÖNETİM…
Atatürk’ün çok değer verdiği hafızı Yaşar Okur’un aktardığına göre:
Evet, Atatürk, dinine ve mü’minlere saygılıydı. Özellikle Ramazan’da ve Dini bayramlarda gerek şahsına, gerek makamına, gerekse dindar toplumun duyarlılıklarına yakışır biçimde davranırdı. Atatürk, sohbet ortamında ve sofralarında, önemli bir konuyu ele alır, derinlemesine tartışır ve yanında bulunanların da mutlaka fikirlerini sorardı. Dine karşı olan hassasiyeti herkesçe bilinir, o konular konuşulacağı zamanlar asla sofrasında alkollü içecek bulundurmazdı…
“Gerek Kur’an, gerek mevlit okunurken çok mütehassıs olduğu ve etkilendiği aktarılmıştır. Hatta Muzıka heyetinde bulunan hafızlardan Ramazanlarda camilerde mukabele okuyanlara bir ay izin çıkarır, o din görevlilerinin Ramazan içinde yapılan fasıllarda bulunmalarında asla ısrarcı olmazlardı.”
İnsanlar tarih boyunca doğruyu bilmekten kaçınmışlardır..Çünkü bilmek sorumluluk gerektirecek ve yapmadığı taktirde kişiyi düşündürecek ,rahatsız edecektir…Malisef Atatürk de sözüm ona Atatürkçü düşünce Derneği ve partileri tarafından hep din karşıtı olarak gösterildi…Halbuki emanetleri açılsa görülecek ki Seccadesi vardı Namaz kılardı…Yaşarken Kur’an -ı Kerim mealini ilk olarak çıkarttırmıştı…
Suçlamak ve kötü göstermek kolaydı ve Şeytan’ın avaneliğini yapmaktı.
Şuan bizi yönetenlere bakıldığında ise malisef ülkeyi yönetmek yerine hep kavga siyaseti güttükleri görülmekteydi…Hizmet yapmak yerine bakan kör olmaları , milletin derdi ile dertlenmemeleri tıkânan bir yönetim olduğunun resmiydi…
Allah CC Türkiyemizi ve İslam Alemini feraha çıkarsın inşaAllah…
MİLLİ MÜCADELE, MİLLİ GÖRÜŞ VE MİLLİ ÇÖZÜM İLE İŞBİRLİKÇİ İNKARCILAR VE İŞBİRLİKÇİ İSTİSMARCILARI TANIMAK
Atatürk MİLLİ MÜCADELE ile Erbakan Hocamız MİLLİ GÖRÜŞ ile AHMET AKGÜL Hocamız ise MİLLİ ÇÖZÜM ile bilinecektir.
MİLLİ MÜCADELE bilinmeden ATATÜRK, MİLLİ GÖRÜŞ bilinmeden ERBAKAN Hocamız, MİLLİ ÇÖZÜM bilinmeden de AHMET AKGÜL Hocamız tam anlamıyla bilinemeyecektir.
Millî Mücadele Millî Görüş’ü, Millî Görüş ise Millî Çözüm’ü içinde barındırmaktadır. Evet, Millî Mücadele Millî Görüş’le başarılmış, Millî Görüş ise Millî Çözüm’le hedefine ulaşacaktır.
Atatürk’ü anlamak için Erbakan Hocamızı, Erbakan Hocamızı anlamak için ise Ahmet Akgül Hocamızı tanımak gereklidir.
SİYONİZM ve EMPERYALİZM ise İŞBİRLİKÇİ İNKâRCI DİNSİZLİK ve İŞBİRLİKÇİ İSTİSMARCI DİNCİLİK ile bilinecektir.
İŞBİRLİKÇİ İNKARCI DİNSİZLİK ve İŞBİRLİKÇİ İSTİSMARCI DİNCİLİK bilinmeden de SİYONİZM ve EMPERYALİZM tam anlamıyla bilinemeyecektir.
İŞBİRLİKÇİ HAİNLER, ister inkârcı dinsizlik adına, ister istismarcı dincilik adına ortaya çıkmış olsunlar, Milli Mücadele ile de Millî Görüş ile de Millî Çözüm ile de Siyonistler ve emperyalistler adına sürekli mücadele içerisinde olmuşlarıdır.
İnkarcıların ve istismarcıların birbirinden aykırı ve ayrı görüntüleri aldatıcı ve yanıltıcıdır, çünkü bunların birbirleriyle olan ilişkilerini konjonktüre bağlı olarak Siyonist ve emperyalistler belirlemekte, Milli Mücadele, Millî Görüş ve Millî Çözüm ile mücadelelerinde sinsi ve kirli işbirliği içerisine girmektedirler.
İşbirlikçilerin ister inkârcı dinsizlik adına ister istismarcı dincilik adına ATATÜRK övgüleri de sövgüleri de ATATÜRK yandaşlığı da karşıtlığı da sonuç olarak Milli Mücadele’ye düşmanlıklarının birer yansımasıdır. Tıpkı Erbakancı ve Milli Görüşçü geçinerek işbirlikçi istismarcı hainlerin tüm vebalini ve sorumluluğunu Erbakan Hocamızın üzerine yıkma şeytanlığı yapanlar gibi.
Milli Mücadele’ye Millî Görüş’e ve Millî Çözüm’e düşmanlık yapıp İslam Birliği yerine, Haçlı AB kapısında nöbet tutan işbirlikçilerin “İslam ülkelerinin bir süper güç olarak dünya siyaset sahnesine çıkmasını sağlamak” gibi iddialarla bir takım silahlı oluşumlar içerisinde bulunmaları, hangi sinsi ve şeytani amaçlarla kurulduklarını ve hangi sinsi ve şeytani faaliyetlerde kullanılacaklarını gizlemek amaçlıdır.
Dün ne demişse bugün de aynını savunan ve haklılığını her geçen gün perçinleştiren günümüzde sadece Milli Çözüm ve Şahsi Manevisi Üstad Ahmet AKGÜL Hocamız yer almaktadır.
Makaleyi okuyunca şu hakikatı aklımıza düşürüverdi rabbim..: Dün doğru dediğine, bugün yanlış diyen ya da dün yanlış dediğine bugün doğru diyenlerden olmayan, dün ne demişse bugün de haklılığı perçinleşen günümüzde sadece MİLLİ ÇÖZÜM ve Şahsi Manevisi Üstad Ahmet AKGÜL Hocamız bulunmaktadır… Çünkü Kur’an’ı ve Sünneti mihenk kabul etmesi, Aziz Erbakan Hocamızı en doğru en iyi anlamış ve öğretilerini projelerini esas almıştır. Bu bizler ve vicdan ehli takipçiler için ne büyük bir nimet ..! Atatürk hususunda 40 yıl önce ne denilmişse bugün hala geçerliliğini koruyan, TSK hakkında ne denilmişse bugün hala geçerliliğini koruyan, bu gerçeklere tercümanlık yapan Aziz Erbakan Hocamız ve O’nun en sadık talebesi ve takipçisi Milli Çözüm ve Üstad Ahmet AKGÜL Hocamıza MİNNETTARIZ..!
ASIL PROBLEM BASİRETSİZ İKTİDARLARDI
Erdoğan sözde demokrasi naraları atarak, SADAT kurucu başkanıyla en yüksek toplantılarda poz vermesi elbette onun aba altından sopa göstermesi şeklinde okunmuştu. Bu güne kadar beraber yola çıktıklarını nasıl yolda bırakmışsa, yine aynı şekilde varlığının hukuki sebeplerini açıklayamadığı, SADAT ve SADAT’ÇILARI DA şimdiden tanımazdan gelmeye başlamıştı. İlk acil tehlike FETÖ tecrübesi yaşanmışken hala basiretsiz güdük iktidarlar sayesinde yeni tehlikeler katmerli şekilde kapımızdaydı. Şimdi APO meselesi yandaş yalaka basın tarafından gündeme allanıp pullanarak taşınırken iktidarın tamamen tökezlediği bu günlerde yeni taviz ve tehlikelerin çok yaklaştığı anlaşılmalıydı.
Ailesinde, mahallesinde bölgesinde, ülkesinde, islam ve insanlık aleminde ancak birleştirenler, kolaylaştıranlar, zorlaştırmayanlar ve günün şartlarına uygun çözümler sunan evrensel projeleri olanlar kazanacak ve de kazandıracaktı.
Ülkesinde sosyal, ekonomik, siyasi birliktelik projesi olmayanların hamasi nutukları sadece kendilerini ve ahmak takımını kandıracaktı.
Şerefli tarihini, dini ve milli değer ve kahramanlarını, kültürünü gelecek dönemlere iliştirenler, samimi, kalıcı çözümler sunabilecek ve geleceğe barışla yön verecekti. Osman Bey’le, Sultan Hamit’i, Atatürk ve Erbakan gibi değerlerin mücadelesini özümsemek, bu yönde projeler üretmek hedefe ulaştıracaktı.
Bu düşünce yapısı, 50 yıllık Milli Görüş, yaklaşık 25 yıllık Milli Çözüm mücadelesinin, toplum vicdanında karşılık bulmasının ve devamlı haklı çıkmasının sebeplerinin başlıcalarındandı. Bu kutlu davada her vicdan ehlinin bakınca kendinden birşeyler bulmasıydı mes’elenin özü.
Atatürkçü bir dostumuzun şu tesbiti ne kadar önemliydi. *Geleceğe yön verecek şahsiyetler, Atatürk ve Erbakan’ı beraber anlayıp yorumlayabilenler olacaktır.*
İşte Milli Çözüm şuuru bu yönde en kapsamlı ve kucaklayıcı tavır ve çıkış yolu olmaktaydı.
Selamlarımla…
Milli Çözüm ün Atatürk’e bakış açısı Aziz Erbakan Hocamızın Atatürk hakkında ki görüşleriyle aynıdır.
Milletimiz, Atatürk üzerinden ayrıştırılıp, çarpıştırılarak yıllarca enerjisi boşa harcandı. Gerçek sorunlar ve düşmanlar ve tahribatları gözardı oldu.
Anlaşılan o ki sorunlarımızın çözülmemesini, düşmanların bilinmemesini isteyen şer güçlerin büyük oyunuydu bu.
İşte bu makalenin(Milli Çözüm ün) bakış açısı; Atatürk üzerinden oynanmaya çalışılan oyunu bozmakla birlikte milltimize, devletimize, dinimize, geleceğimizi hizmet-fayda sağladı.
Zerre vicdani, dini hassasiyeti olanın makalemizin sunduğu bakış açısından etkilenmemesi mümkün değil. Zaten görülmekte toplum üzerinde bu fikrin dalga dalga yayılışı ve toplum dönüşümü. Makalemiz de vurgulandığı gibi Milli Çözüm ün Atatürk’e bakış açısı Aziz Erbakan Hocamızın Atatürk hakkında ki görüşleriyle aynıdır. Aziz Erbakan Hocamızın sayısız videosu bunun itiraz edilemez en büyük delillerinden dir.
Bu güç nereden geliyor?
Evet, “SADAT gibi kuruluşlar, demokratik bir ülkede dernek adı altında örgütlenip çalışamazdı. Gayri nizami harp, sabotaj, terör gibi konularda insanları alıp eğitmek bir derneğin işi olamazdı. Eğer bunu bir dernek üstlenmişse ve bu bağlamda iktidardan da destek alıyorsa, Türkiye sağlıklı bir demokratik sistem oluşturamazdı. Ve hele böyle bir derneğin başkanı yıllarca Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanlığını yapamazdı. Oysa devletin TSK’sı vardı, Emniyeti vardı, MİT’i vardı, bunları bir tarafa bırakıp, gayri nizami harp konusunda, sabotaj, suikast nasıl düzenlenir gibi konularda insanları eğiten bir derneğin başkanlığını yapan eski generali, başdanışmanlığınıza atayamazsınız!.
Yeni bir diriliş ve Milli bir direniş kaçınılmaz hale gelmistir!
Türk Milleti, şimdiye kadar olduğu gibi; -fıtratındaki asalet ve maneviyatındaki ferasetle- doğru ve haklı yolu mutlaka görecektir. O’nu yolundan saptırmak isteyenler; er veya geç, kahru perişan edilecektir.
Mustafa Kemal
Erbakan Hocamız “Şöyle bir bakalım ve anlamaya çalışalım. Atatürk kendi yönetim döneminde, hiçbir dış seyahat yapmadı. Niçin?! Çünkü Türkiye, asırlar boyunca lider ülkeydi; şanlı bir medeniyetin varisi ve temsilcisiydi. Lider ülkeyi yöneten bir insan, (zillet ve mahcubiyetle) başkasının ayağına gitmezdi… İngiltere Kralı O’nun ayağına gelmiştir… Batılılar ve Müslüman Başkanlar Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Atatürk gitmemiştir. (Bu, milli bir haysiyet ve hassasiyet meselesidir.) Ama bugünkü taklitçiler ise; Onların ayağına gidip, üçüncü sınıf kâtiplerin karşısında eğilmektedir ve batılılardan borç dilenmektedir. Sömürge psikolojisiyle, köle gibi hareket edilmektedir. Hâlbuki Atatürk döneminde: Kayseri uçak fabrikası, Sümerbank’a ait dokuma fabrikaları gibi yerli ve milli sanayi tesisleri yapılıp faaliyete geçirilmiştir. Bugün bazıları her vesile ile Atatürk’ün gençliğe hitabesini okuyoruz! (Ama anlayıp gereğini yapmıyoruz.) Atatürk ne diyor: “Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir…” Yani Cumhuriyetimiz ve vatanımız, bağımsızlık ve bekamız; ilelebet muhafaza edeceğimiz en mühim şeydir. Ama bugün AB hayaliyle ve küreselleşme gibi bahanelerle, adım adım bağımsızlığımız dış güçlere devredilmektedir!”
Uyarılarında bulunmuştur. Ülkemiz, geleceğimiz ve güvenliğimiz tehlike altındadır. Yeni bir diriliş kaçınılmaz hale gelmiştir ve bu diriliş ve direniş Adil Düzen projeleriyle Milli Görüştedir Milli Çözümdedir.
Asla unutulmasın ki!..
Atatürk de nihayet bir insandı… Yetiştiği zor şartlar, yaşadığı sıkıntı ve sarsıntılar… Ülkesi, devleti ve Milleti için çırpındığı arayışlar sırasında birtakım yanlış ve yararsız akımlara kapılma ihtimali doğaldır… Bunların bir kısmından zamanla uzaklaşmış, belki bir kısmının da farkına varamamıştır. Elbette bazı kanaat ve kararlarında yanılgıları da olacaktır. Hatta bunların bazısından, ileriki dönemlerde vazgeçtiği anlaşılmaktadır… Evet, Atatürk’ün hem yanlış yaptıkları, hem yapmak isteyip de yapamadıkları, hatta birtakım yaptıklarından pişmanlık duydukları konular ve durumlar vardır… Ancak O, her şeye rağmen bu cennet ülkeyi, bu Devleti ve Cumhuriyeti bize emanet bırakan seçkin insandır. Ona vefasızlık, en azından saygısızlık ve arsızlıktır.