EN TEHLİKELİ YALAN;
KİŞİNİN KENDİNİ KANDIRMASIDIR
Yalan; bir insanın kendisini, karşısındaki kişiden veya kesimden daha suçlu, daha zayıf, daha aşağı ve daha savunmasız gördüğü için başvurduğu bir “anı kurtarma ve durumu kotarma” tarzıdır. Elbette yanlış, yakışıksız ve bayağı bir tavırdır. Çünkü bir yalan, başka bir yalanı doğuracak ve yalan söyleyen kişi kendisini, çırpındıkça dibe çöken bir yalan bataklığının içinde bulacaktır. Yalan, Kur’an’ın ifade buyurduğu gibi, “Örümcek ağından daha zayıf bir korunaktır!..”[1] Yani, yalana sığınan, aslında yılana sığınmış olacaktır. Yalan, insan ahlâkını ve fıtrat (yaratılış) ayarlarını bozup yalama eden ve artık çevresinde güvenilmeyen bir konuma taşıyacaktır. Bu karakter tahripçisi ve tehlikeli durumdan kurtulmanın tek çaresi; yanlışlık ve haksızlıklarını bırakmak, samimi pişmanlıkla özür dileme olgunluğuna kavuşmak ve artık onurlu ve olumlu bir ahlâki dürüstlüğe sahip olmaktır. Zira doğruluk, huzur ve mutluluk kaynağı; yalan ise bayağılık ve aşağılık kompleksinin bir yansımasıdır. Yalan, o anı kurtarsa da, bütün gelecek zamanlarını karartacak bir yaklaşımdır. Tembellik ederek; üstlendiği görevi, zamanında ve istenilen oranda yapmayan… Başkalarının farkına vardıklarında utanacağı ve itibar kaybına uğrayacağı, erdeme ve edebe aykırı davranışlara bulaşan… Haksızlık ve ahlâksızlık sayılan durumlara karışan… Rakipleriyle meşru ve münasip yöntemlerle yarışamayıp, hileli ve hayali başarılarla övünüp avunmaya çalışan zavallı insanların başvurduğu bir zırvacılıktır!..
Ve hele; çocukların ebeveynlerine, anne-babaların aile bireylerine ve birbirlerine… Öğrencilerin öğretmenlerine… İşçi ve memurların amirlerine… Ticaret ehlinin müşterilerine… Siyasilerin ve devleti yönetenlerin halk kesimlerine karşı söyledikleri yalanlar, daha da tahribatçı ve laçkalaştırıcıdır… Ama bunlardan da beteri; gönüllü hizmet ekiplerinin yetkililerine ve birbirlerine… Şahitlerin ve suç isnat edilenlerin hâkimlere… İrşat ve ıslah edici rehber rolündeki şahsiyetlerin kendilerine güvenen ve destek veren kimselere karşı, üstünlük taslamak ve keramet satmak için yalan söylemeleri çok daha yıkıcı ve yozlaştırıcıdır… Özellikle kendi cemaati ve tarikatı dışındaki herkesi aldatmanın ve takiye yapmanın caiz olduğu kanaatini taşıyanlar, aynen Yahudi kafalıdır!..
Din düşmanı ve inkârcı takımının iftira ve hakarete yöneldiği, Fetocular gibi ABD hizmetkârı cemaatlerin ise istismar ettiği büyük İslam âlimi Bediüzzaman şöyle uyarmaktadır:
“Yol ikidir: Ya sükût etmektir (susmaktır). Çünkü söylenilen her sözün doğru olması lazımdır. Veya sıdktır (doğru konuşmaktır). Çünkü İslamiyet’in esası, sıdktır (doğruluktur). İmanın hassası (temel özelliği) sıdktır (doğruluktur). Bütün kemalâta isal edici (iyiliklere, olgun ve onurlu derecelere ulaştırıcı), sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin (yüksek ahlâkın esası ve) hayatı, sıdktır (doğruluktur). Terakkiyatın mihveri (maddi ve manevi ilerlemenin merkezi) sıdktır (doğruluktur). Âlem-i İslam’ın nizamı (İslam âleminin düzeni, huzur ve felahı) sıdktır (doğruluktur). Nev-i beşeri kâbe-i kemalâta isal eden, (insanlığı ahlâk ve terbiye ufkuna ulaştıran) sıdktır (doğruluktur). Ashab-ı Kiram’ı (sahabeleri) bütün insanlara tefevvuk ettiren (üstün kılan) sıdktır (doğruluktur). Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselam’ı meratib-i beşeriyenin (insanlık derecesinin ve nübüvvet mertebesinin) en yükseğine çıkaran, sıdktır (doğruluktur).”[2]
Doğruluğun en önemli göstergesi ise; insanın kendisini olduğu gibi tanıması ve tanıtması, yani içi dışı bir olması… Yalanın en tehlikelisi ise; insanın kendini kandırması, çiğ ve çirkin yönlerini kapatması ve kirli-hain niyetlerini ustalıkla saklamasıdır. Şeytan; insanları çeşitli mazeretlerle, telkinlerle, aldatıcı davetlerle kendi yoluna çekmeye çalışır. İnsanlara yaratılış amaçlarını unutturarak, onları dünyevi çıkarlara, geçici kolaylıklara yöneltip saptırır. Eğer bir insan, şeytanın bu çağrısına uyar ve her şeyi yaratmış olan Rabbimizin çağrısından yüz çevirirse, işte o zaman doğruyu görebilmesi zorlaşır. Allah; Kur’an’da böyle insanların durumunu, Zuhruf Suresi’ndeki ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
“Kim Rahman (olan Allah)’ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun ‘üzerini kabukla bağlattırırız’; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. Sonunda Bize geldiği zaman, der ki: ‘Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın-dost(muşsun sen).’ (Bu söylenmeleriniz,) Bugün size kesin olarak bir yarar sağlamaz. Çünkü zulmettiniz. Şüphesiz azapta da ortaksınız. Öyleyse sağır olanlara sen mi dinleteceksin veya kör olan ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı hidayete erdireceksin?”[3]
Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah bu insanları sağır ve kör olarak nitelendirmiştir. Kuşkusuz burada söz konusu olan, fiziksel anlamda bir sağırlık ve körlük değildir. Allah bu insanların manevi açıdan kör ve sağır gibi hareket ettiklerini, doğru yola yapılan daveti duymazlıktan, gerçekleri görmezlikten geldiklerini bildirmiştir. Kısacası; bu insanlar, akıl ve vicdanlarına uymayarak, Allah’ın emirlerini ve hesap gününü göz ardı etmekte ve bu şekilde kurtulabileceklerini zannetmektedirler. Oysa bu insanlar yalnızca kendilerini aldatıvermektedirler.
Şunu öncelikle belirtmeliyiz ki: Kendilerini kandıran insanlar, dünya üzerinde az sayıda bulunan istisna kişiler değildir. Kur’an’da bildirildiği gibi; “…Hayır, onların çoğu Hakkı bilmiyorlar, bundan dolayı yüz çeviriyorlar.”[4] Ve yine; “…İnsanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkâr ediyorlar.”[5] Burada söz edilen kişilerden olmamak için, herkesin kendisi adına bir kez daha düşünmesi ve kendini kandıranlardan olmamak için çaba göstermesi gerekmektedir. Çünkü dünyadayken doğrulara gözlerini kapatarak kendini kandırmak, ahirette insana yarar değil büyük bir zarar verecektir.
Sorguya çekilince; “Aklıma gelmedi, bilmiyordum” diyebileceğini zannederek kendini aldatanlar:
İnsanın hayatı boyunca yaşadığı her anı; bir filmin karelerine benzetecek olursak, bir yaşamın trilyonlarca kareden oluştuğunu düşünebiliriz. Bu trilyonlarca kareden her biri, insan için tanınmış bir fırsat demektir. İnsanın hayatındaki her an, gerçekleri düşünmesi, doğruları görebilmesi için hesap gününden önce kendisine verilmiş bir nimettir. Bu nimeti hayra kullananlar; düşünerek, dünya hayatının gerçek yönünü kavrayabilen kimselerdir. Düşünmeyenler ve yaşamlarını gaflet içinde sürdürenler ise, bu fırsatı boşa verenlerdir. Kuşkusuz, düşünmek kavramından herkes farklı bir anlam çıkarabilir. Kiminin “düşünmek”ten anladığı, geleceğini garanti etmektir. Geleceğe dair planlar yapmak, yatırımlarda bulunmak, düşünmenin bir göstergesidir onlar için… Kimi ise düşünmeyi, geçmişin muhasebesini yapmak olarak görmektedir. Durmaksızın geçmişte yaptıklarını, kazandıklarını veya kaybettiklerini düşünüp dertlenir. Kimi ise “sadece bugünü düşünmenin, yarını hiç düşünmemenin” faydalı olduğu kanaatindedir. Bu, onun hayat felsefesidir. Günü gününe yaşar, belli bir amacı ve izlediği yolu da yoktur. Sabah kalktığında kahvaltıda ne yiyeceğini düşünür, işe giderken hangi vasıtaya bineceğini düşünür, öğlen yemeğine kimlerle çıkacağını düşünür, akşam gelecek misafire ne yemek yapacağını düşünür, hangi şirketin hisse senetlerini almasının kârlı olacağını düşünür, ertesi günkü futbol maçına bilet bulup bulamayacağını düşünür, okul partisine kiminle gideceğini düşünür… Kısacası çoğu insanın zihni; günlük, sıradan ve sathi düşüncelerle meşgul edilir.
İşte yeryüzündeki yüz milyonlarca insan, bu ve benzeri düşüncelerle ömrünü geçirir. Ve görülen odur ki, maalesef insanların çoğu, dünyevi durumlar ve nefsani duygular dışındaki derin konular ve gerçek sorunlar ve sorumluluklar üzerinde düşünmeye pek gerek görmemektedir. Ancak burada “düşünmek”ten kastedilen; insanın yaşamının gayesini, çevresindeki yaratılış delillerini, Allah’ın kâinatta tecelli eden muhteşem sanat eserlerini, ölümü, ahireti, hesap gününü, yeryüzünde hak ve adaletin hâkimiyet gayretini düşünmektir. İşte insanların çoğunluğunun eksik olduğu yön budur. Maalesef insanlar; senelerce eğitim görüp biyolog, mühendis, tıp doktoru, profesör olur, ama hayatında bir kez bile ‘hiç yokken nasıl var olduğunu, bunun da mutlaka bir amaç üzerine olduğunu’ düşünmezler. Tez hazırlar, doktora yapar, asistan olur, öğretim üyesi olur, insanlara şifa dağıtan bir doktor olur, avukat olurlar, ama niçin ve nasıl yaratıldıklarını ve yaratılışlarını Allah’a borçlu olduklarını hiç tefekkür etmezler. Kitaplar yazar, televizyonlarda açık oturumlara katılır, her konuda düşünüp fikir beyan ederler, ama bir kere olsun ölümü ve sonrasında Allah’a verecekleri hesabı akıllarına getirmezler. İşte böyle insanlar, büyük bir ziyan içindedirler. Çünkü her insan, er ya da geç ölümle karşılaşacak ve Allah’a olan kulluğundan sorguya çekilecektir. “Düşünmemiş” olmak, hiç kimseye bir yarar vermeyecektir. Ahirete gittiğinde ise; kaçtığı gerçekleri yaşayarak kavrayacak ve Allah’ın huzurunda hesap verirken; “bilmiyordum, aklıma gelmedi, düşünemedim” gibi samimiyetsiz mazeretlerin geçerli olmadığını açıkça görecektir. Allah, bir ayetinde insanlara, hesap gününün “zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün…”[6] olduğunu haber vermiştir. Başka ayetlerde de bu gerçek haber verilmiştir: “Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir yarar sağlayacak, ne (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir.”[7]
“Biliyordum, ama zaman ve şartlar müsaade etmedi” diyerek kendini kandıranlar:
Allah; Kur’an’ı tüm insanlara yol gösterici bir rehber, Resulüllah’ı da en güzel örnek olarak yollamıştır. Kıyamete kadar tüm insanlar, Kur’an’da bildirilen emirlere göre davranmakla, ibadetleri uygulamakla yükümlü tutulmuşlardır. Allah’ın Kur’an’da istisna olarak bildirdiği durumlar dışında; her insan, Allah’a iman edip etmediği, ibadetleri yerine getirip getirmediği konusunda, din günü hesaba ve sorguya alınacaktır. İşte bu yüzden; kendi kendine birtakım mazeretler uydurarak, Allah’a kulluk ve topluma karşı sorumluluk görevini yerine getirmeyen kişi, kendisini aldatmaktadır. Bu açık gerçeğe rağmen, insanlar sürekli olarak içinde bulundukları şartları bahane edip, Allah’a ve topluma karşı olan sorumluluklarından kaçınmaktadır. Okul yıllarında ayrı, iş hayatına atılınca ayrı, evlenip çocukları olunca ayrı bahaneler uydurulmaktadır. Din ahlâkını yaşamaya ve Kur’an adaletini hâkim kılmaya samimi niyetleri olmadığı için, çeşitli durumlar, ibadetlerini yerine getirmelerine engel sanılmaktadır. Öne sürdükleri engellerden en başta gelenleri de; müsait zamanlarının olmaması ve şartların uygun bulunmaması iddiasıdır. Oysa, günlük yaşamları içinde insanlar pek çok işe rahatlıkla zaman ayırırlar. Özellikle bir çıkarları söz konusu olduğunda, gerekirse başka isteklerinden fedakârlık eder, ama yine de o iş için gereken zamanı ayarlarlar. Ayrıca bulundukları şartlar o işi yapmalarını engelliyorsa, bu engelleri kaldıracak çözümleri de çok çabuk düşünüp bulurlar. Ancak insanların geneline bakıldığında, ibadetler konusunda aynı kararlılığı göstermedikleri anlaşılır.
“Namaz kılmak istiyorum, ama hiç zaman bulamıyorum”, “çalışıyorum, nasıl oruç tutabilirim”, “okula gidiyorum, ders çalışmam lazım, ibadete vakit ayıramam”, “burası yazlık, burada oruç tutamam” gibi mazeretler öne süren insanlara çevrenizde sık sık rastlamışsınızdır. Aynı şekilde “sabırlı bir insan olmak istiyorum, ama olaylar çok üst üste geliyor”, “öfkelenmek istemiyorum, ama ortam çok stresli” benzeri bahanelerle, çirkin bir ahlâk gösteren insanları çokça görmüşsünüzdür. Bu insanlar aslında onurlu ve sorumlu bir insan olma ve Kur’an ahlâkını yaşama konusunda samimiyetsiz bir yaklaşım içindedirler. Çünkü biraz önce de belirttiğimiz gibi, insanlar dünyaya yönelik bir çıkar umduklarında, zamanı ve şartları göz ardı ederek, gerektiğinde her türlü çözümü bularak istedikleri şeyi yaparlar. Ama konu; kendilerini yaratan ve yaşatan Allah’a karşı yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk olduğu zaman, hemen imkânsızlıklardan şikâyet etmeye başlarlar. Bu konunun daha somut bir şekilde anlaşılabilmesi için şöyle bir örnek verelim. Bir insana, günde 1 saatini ayırarak bir iş yapması karşılığında çok yüklü bir miktarda para teklif edilse (örneğin, aylık kazandığı maaşın 10 mislinin ödeneceği söylense), bu kişi içinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun, hemen teklifi kabul eder. Üstelik bu insan; bir yandan üniversite sınavına hazırlanıyor olabilir veya aynı zamanda bir işte çalışması gerekebilir. Her ne olursa olsun, gerekirse uykusundan fedakârlık yapar, gerekirse kendine ayırdığı vakitten kısar, ama zaman gibi bir konuyu problem olarak öne sürmez. Aynı şekilde tüm şartlarını da hemen bu işe uygun hale getirir. Bu, dünya üzerindeki insanların çoğu için geçerli olan, inkâr edilemez bir gerçektir.
“İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir. Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basirettir. Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile.”[8] İşte bu yüzden siz de dikkat edin, sakın bu insanlar gibi ahirette geçerli olmayacak mazeretleri dünyada öne sürerek kendinizi kandırmayın. Ayette bildirildiği gibi, her ne mazeret ortaya atarsanız atın, siz aslında bunun geçerli olmadığını kavrayabilecek bir “basirete” sahip kılınmış insanlarsınız. Eğer nefsinize uyarsanız, bunun hesabını Rabbimiz olan Allah’a veremez ve çok ağır cezalara çarptırılırsınız. Sizin zaten şu an dünya üzerinde varoluş amacınız Allah’a kulluk etmektir ve bunun gereği olarak tüm insanlığa karşı sorumluluk yüklenmektir. Yapmanız gereken diğer işlerin hiçbiri, bundan daha öncelikli ve önemli değildir. Çünkü ebedi kurtuluşunuz, ancak Allah’ın rahmetini kazanmakla mümkündür.
“Yorgunum, hastayım” diyerek Allah’a ibadetten kaçanlar ve mazeret uyduranlar:
İnsanların, din ahlâkını yaşamama konusunda öne sürdükleri mazeretlerden biri de fiziki rahatsızlıklardır. Örneğin, Allah’a ibadette isteksiz olan bir kişi, gerçekte hasta olmadığı halde, “hastayım, yorgunum” gibi bahanelerle kendisini ve çevresindekileri kandırma yoluna gider ve sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınır. Oysa bu kişi unutmamalıdır ki, Allah her şeyi bilir. İnsanın hiçbir hareketi, hiçbir düşüncesi Allah’tan gizli kalmayacaktır. Aklından geçen her düşünce, kalbinde hissettikleri ve bilinçaltında gizli olanları Allah bilip durmaktadır. Kur’an’da haber verildiği gibi “…Şüphesiz Allah; sinelerin özünde saklı duranı bilendir.”[9] “Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister. (Çünkü) İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.”[10] “Hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz; elimizde Hakkı söylemekte olan bir kitap (herkesin hayatı ve bütün davranış kayıtları) vardır ve onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar.”[11]
İnsanların çoğu ise; Allah’ın merhametine ve lütfuna karşılık, son derece nankörce bir tavır ortaya koymaktadır. Dünyaya olan hırs ve bağlılıklarından ötürü ibadetlerini, İslam ve insanlık görevlerini yerine getirmeme konusunda sürekli olarak başka bahanelere sığınılmaktadır. Elbette bunu yapmakla yalnızca kendilerini kandırıp zarara sokacaklardır.
“Nasıl olsa Allah beni affeder” diyerek şeytana aldananlar:
İnsanların çoğu Allah’ın varlığını bilir ve kabul ederler, ama O’nun kudretini gereği gibi takdir edip, O’na hürmet ve itaate yanaşmazlar. Yanılgıya düştükleri konu; Allah’ın varlığı değil, Allah’ın sıfatlarıdır. Örneğin; Allah’ın kullarına karşı çok lütufkâr, bağışlayıcı ve merhametli olduğunu düşünürler de, Allah’ın; inkârcılardan intikam alan, onlara azap eden, zalimleri ve hainleri kahreden sıfatlarını düşünmeye pek yanaşmazlar. Allah’ı gereği gibi takdir edemeyen bu insanların, Allah korkuları ya hiç yoktur veya çok sınırlıdır. Bu da insanın ahireti açısından çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü Allah korkusu olmayan, yaptıklarının karşılığında ceza göreceğine inanmayan bir insan, her türlü kötülüğü ve zulmü rahatlıkla yapabilir. Allah’ın yasakladığı, haram kıldığı her türlü suçu işleyip, sonra da “nasıl olsa Allah affeder” gibi gerçeklerden uzak, sapkın bir düşünceye kapılabilir. İşte bu yüzden şeytan, insanlara hep bu yönden yaklaşır ve insanların kendilerini “nasıl olsa affedilirim” düşüncesiyle kandırmalarına neden olur.
“Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar; kendilerini, iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar. Allah, gökleri ve yeri Hak olarak yarattı; öyle ki, her nefis kazandıklarıyla karşılık görsün. Onlara zulmedilmez.”[12] “Allah’a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır.”[13]
Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, elbette her insan yaşadığı müddetçe birçok hatalar yapabilir ve işlediği suçlardan, yaptığı hatalardan dolayı pişmanlık da duyabilir. Çünkü insan, hata yapmaya yatkın bir varlıktır; hiçbir insanın hatasızlık veya kusursuzluk iddiası olamaz. İşte bu yüzden, insan dünyada bulunduğu sürece hangi günahı işlerse işlesin, hemen bağışlanmak için Allah’a tevbe edebilir. Allah, her insana ölene kadar tevbe etme imkânı vermiştir. Ama Kur’an’da hangi tevbenin samimi tevbe olduğu ve kabul göreceği de haber verilmiştir. Bu konuda asla şüpheye düşmemeli ve Allah’tan ümit kesmemelidir.
“Sonunda mutlaka cennete gideceğim!” düşüncesiyle kendini avutanlar:
Dini, olduğu gibi ve bir bütün halinde yaşamayan toplumlarda, insanların kendilerini kandırdıkları konulardan biri de, kendilerinin cennete girmeye peşinen hak sahibi olduklarını düşünmeleridir. Bu insanların büyük çoğunluğunun, ölümden sonra hayat olduğunu kabul etmelerine rağmen, İslam ahlâkını ve Kur’an ahkâmını yaşamamalarının nedeni, kendilerinin mutlaka cennete gideceklerine dair olan zanlarıdır. Bu gibi kişilerin nereden böyle bir kanaate vardıkları bilinmez. Ama büyük çoğunluğu, kendisini diğer insanlarla kıyaslayarak, sadece iyi yönlerini görür ve bu yüzden de başkalarına ve azıtmış çoğunluğa göre iyi bir insan oldukları ve bu durumda cennete girmeyi hak kazandıkları kanaatine varır. En şaşırtıcı olanı da, bu insanların “iyilik” kavramını, Kur’an’a göre değil de, cahiliye kıstaslarına göre değerlendirmeye kalkışmalarıdır. Allah’ın hoşnut olacağı bir yaşamı ve ahlâkı değil, bulundukları toplumun hoşnut olacağı bir yaşamı ve ahlâkı seçerler. Ve cahiliye kıstasları ile yaptıkları değerlendirme sonucunda, kendilerini kandırarak cennete gireceklerini düşünürler. Hiç kuşkusuz Allah’tan cennetini ümit etmek ve istemek güzel bir beklentidir. Ama bu temenninin samimi olduğunun en önemli göstergelerinden birisi, kişinin hayatının her anında cennete yakışacak bir iman ve ahlâk sergilemesi ve Allah’tan korkup sakınarak hareket etmesi olacaktır. Aksi takdirde, yani Allah’ın razı olmayacağı bir yaşam tarzı içindeyken, kulluk görevlerini yerine getirmeden ve Hak uğrunda cihad edip, çile çekmeden cennete gideceğini ileri sürmek; son derece samimiyetsiz bir yaklaşım olacağı gibi bu düşünce, kişinin kendisini kandırmasından başka bir şey değildir. Bir insan, Kur’an’da tarif edilen cehennem ortamını öğrenip tefekkür ettiğinde, bir saniye dahi cehennemde bulunmayı göze alamayacaktır. Hatta cehennemde bulunmak bir yana, cehenneme yaklaşmaktan bile şiddetle kaçınacaktır. Çünkü cehennem, bir insanın dünyada tahayyül dahi edemeyeceği çok şiddetli zorluklarla, acılarla, sıkıntılarla, azaplarla, çirkin ve çekilmez kahırlarla dolu bir zindandır. Allah Kur’an’da cehennem azabının, insanların yok olmak isteyecekleri kadar şiddetli bir azap olduğunu bildirmiştir:
“Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-çağırırlar.”[14] “(Cehennem bekçisine:) ‘Ey Malik (bekçi), Rabbin bizim işimizi bitirsin’ diye haykırdılar. O: ‘Gerçek şu ki siz, (burada) kalacak kimselersiniz’ dedi.”[15] “(Hz. Yusuf)… Ey göklerin ve yerin Yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat.”[16]
Bu durumda kimse kendisini kandırmasın; Allah’a boyun eğip teslim olmadığı ve Rabbimizin rızasını kazanmadığı sürece, hiç kimse cennetin kapılarından içeri giremeyecektir. Allah bir ayetinde, bunun imkânsız olduğunu, insanlara çok açık bir örnekle bildirmiştir: “Şüphesiz ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, onlar için göğün kapıları açılmaz ve halat (ya da deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz suçlu-günahkârları işte böyle cezalandırırız.”[17]
“Herkes öyle düşünüyordu, ben de onlara uymaya mecbur kaldım” diyerek yalan atanlar:
İnsanların yanılgıya düştükleri pek çok konuda, topluluk psikolojisinin, yaygın ve yerleşik gafletin etkisi vardır. Özellikle Kur’an nizamından ve İslam ahlâkından uzak yaşayan toplumlarda; yanlış ya da kötü de olsa çoğunluğun benimsediği düşünce ya da tavırlar, kişi tarafından da benimsenmeye başlanır. Kişi aslında vicdanen doğruyu bilmesine rağmen sırf kalabalığın etkisiyle, “bu kadar kişinin bir bildiği vardır” gibi hatalı bir fikirle vicdanını susturur ve çoğunluğa uyar. Hâlbuki çoğunluk, hiçbir konuda ölçü olamaz. İnsanlara doğruyu yanlıştan ayırt etmeleri için indirilmiş olan ölçü; yalnızca Kur’an’dır ve bunun en güzel ve örnek uygulayıcısı Resulüllah’tır. Kur’an, Sünnet, akıl ve bilim dışında birtakım kıstasları kabul edenler ve uyanlar, çok büyük hatalara kayacaktır. Nitekim Allah Kur’an’da; insanları çoğunluğa uymamaları konusunda açıkça uyarmıştır: “Yeryüzünde olanların (insanların) çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle’ yalan söyleyip dururlar.”[18]
Çoğunluğa uymanın temelinde; “Herkes öyle düşünüyor ve davranıyordu, ben de onlara uymaya mecbur olduğumu sandım” gibi aciz ve geçersiz bir mantık yatmaktadır. Yani kişi doğru bildiğinden vazgeçip çoğunluğa uymadığı takdirde, insanların tepkisine uğramaktan, onlar tarafından kınanmaktan ya da dışlanmaktan korkmaktadır. Bu, genç-yaşlı tüm insanlar arasında son derece yaygın bir şeytani mantıktır. Sırf bu yüzden ibadetlerini ve görevlerini yerine getirmekten kaytaran, bir ömür boyu Allah’ın rızasını unutup çoğunluğun rızası için yaşayan insanlar vardır. Oysa insan; çevresindeki yüzlerce, binlerce insanın değil, sadece Allah’ın rızasını aramakla sorumlu kılınmıştır. Aynı şekilde insan, kimin ne düşüneceğini hesaplamak ve buna göre hareket etmek durumunda da kalmamalıdır. Allah; Kur’an’la ve Resulüllah’la (SAV) insanları her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturmuş durumdadır. İnsan yalnızca Allah’a hesap verecek ve Kur’an’a, Resulüllah’a uyup uymadığından sorulacaktır.
“Bilim adamları dini inkâr ediyordu, onlara kandım!” diyerek kurtulacağını sananlar:
İnsanların dini inkâr etmek için öne sürdükleri mazeretlerden biri de, Allah’ı ve ahiret gününü inkâr etme yanılgısına düşen bilim adamlarının varlığıdır. Özellikle içinde yaşadığımız dönem; bilimin ve teknolojinin ciddi şekilde ilerlediği, bilimsel açıdan tarih boyunca yaşanmamış pek çok tecrübenin ve gelişmenin yaşandığı bir yüzyıldır. Bilim ve teknolojinin sağladığı imkânlarla, evrendeki düzen ve tasarım daha net ortaya çıkmakta, Allah’ın yarattığı sistemlerin kusursuzluğu daha iyi anlaşılmakta, canlıların sahip olduğu pek çok yaratılış gerçeği daha yakından tanınmakta, Kur’an’ın mucizeleri teker teker keşfedilmeye başlanmaktadır. Ancak tabi bir de bilimi kendi dünyevi çıkarları için kullanan, inkârcı zihniyetlerini onunla desteklemeye çalışan kişiler de vardır. Bu kişiler “bilim adamı” sıfatıyla ortaya çıkmakta, ancak bilimi; gerçekleri araştırıp bulmak için değil, kendi ideolojilerini beslemek için kullanmaktadırlar. Bu kişiler evrendeki ve canlılardaki kusursuz yaratılışı ve mucizevi özellikleri görmezden gelerek, ‘her şeyin tesadüfler sonucu kendiliğinden var olduğu’ gibi gerçek dışı, akla ve vicdana aykırı bir iddia ile ortaya çıkmaktadırlar. Bu çevrelerin amacı, Allah’ın varlığını inkâra kalkışmak ve toplumları da küfre kaydırmaktır. Bu yolla; hiç kimseye karşı sorumluluk duymayan, başıboş bireylerden oluşan, her türlü haksızlık ve ahlâksızlığın yaygın olarak yaşandığı toplumlar oluşturmak amaçlanmaktadır.
“İnkâr edenler, iman edenlere dedi ki: ‘Siz bizim yolumuzu izleyin, hatalarınızı biz yüklenelim.’ Oysa kendileri, onların hatalarından hiçbir şeyi yüklenecek değildir. Gerçekten onlar, elbette yalancıdırlar. Şüphesiz onlar, hem kendi yüklerini, hem kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yüklenecekler ve kıyamet günü, düzüp uydurduklarına karşı sorguya çekileceklerdir.”[19]
Küfrün ve Kötülüğün Tohumu: “Yalan”dır!
Dünyevileşen insan; var oluşunu ve hayat olgusunu ebedî âleme göre değil de, gelip geçici dünya hayatına göre manalandırdığından, ciddi bir aldanma sürecine kapılmaktadır. Günümüzde insanoğlu, modernite rüzgârlarıyla aslına ve ruhuna yabancılaşmaya başlamıştır. Moderniteyi takip eden süreçte ise, maddî-manevî her şeyi paramparça ederek anlamlandırmaya çalışan yıkıcı ve yozlaştırıcı postmodern felsefelerle, insanlık iyiden iyiye sersemletilmiş durumdadır. İnsanların, “Neciyim, nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorularını kendi kendilerine ve birbirlerine sormamaları için neredeyse her şey yapılmaktadır. Kitle iletişim vasıtalarında ve Hollywood’un başını çektiği film ve dizi senaryolarında sürekli işlenen; hayatı hızlı yaşama felsefesi, insanları âdeta başıboş yaşamaya şartlandırmaktadır. Var olmanın esas gayesi olarak dünyadan keyif alma; tüketim çılgınlığıyla birlikte beyinlere pompalanmaktadır. Âdeta insanlar, varlığını ve birliğini kâinatın her zerresinde, hadsiz mühürlerle bildiren Yüce Yaratıcı, hâşâ ‘sanki yokmuş’ gibi bir hayat sürmeye mahkûm bırakılmaktadır. Ve bu akıl almaz oyunda başrol ise; hakikatin hilâfından başka bir şey olmayan ‘yalan’a verilmiş durumdadır. Evet bugün yalan, (onu yasaklayan dinlere ve öğretilere rağmen) belki de hiçbir dönemde olmadığı kadar maalesef revaçtadır ve yaygındır. Üstelik bugün söyledikleri, dün söylediklerini tutmayan yalancı devlet adamları ve yalaka yandaşları, toplumda rağbet ve kıymet kazanmaktadır.
Tim Rayment’in 20 Kasım 2005 tarihli The Sunday Times gazetesinde yazdığı “Hakikat Elle Tutulamayacak Kadar Yakıcı mı?” başlıklı makalesinde ve araştırmacı Brian Martin’in Social Anarchism dergisinin 35. sayısında kaleme aldığı “Daha İyi Bir Dünya İçin Yalan Söylemek” başlığını taşıyan ilmî makalesinde, Batılıların yalana karşı takındıkları genel tutumları ve yaklaşımları açıkça gözler önüne serilmektedir. Rayment’ın ifadelerine göre Batı’da yalan söyleme, delilik sınırında bir ömür süren ve sonunda da deliren nihilist felsefeci Nietzsche’nin: “Yaşamak için yalanlara ihtiyacımız var!” hezeyanıyla paralellik arz etmektedir. Batı’da ve bâtıl anlayışta ‘yalan’, en az ‘hakikat’ kadar hayatın bir parçası kabul edilmektedir. Öyle ki eskiden beri, bir şekilde insanın kendi çıkarlarını korumak, bir kâr veya fayda sağlamak için söylediğine inanılan yalanı, bugün herhangi bir psikolojik hastalığı olmayan ve toplumda çok başarılı kabul edilen insanlar bile rahatlıkla sebep olmadığı halde söyler duruma gelmiştir. Toplumda hemen herkesin her fırsatta yalan söylemeye meyilli olması, insanlarda ‘doğruyu söylese de nasıl olsa inanılmayacağı’ düşüncesini oluşturduğundan, hakikati söylemek sanki lüzumsuz ve kıymetsiz bir hâl almaktadır. Bu menfi durum da, yeni yalanlardan oluşan fasit daireler doğurmaktadır. New Scientist dergisinin 253 ayrı araştırmaya dayanarak ilân ettiği bir rapora göre, insanlar inandırıcı yalan söyleme konusunda o derece ustalaşmışlar ki, ortaya çıkarılan yalan nispeti, yaklaşık %53’tür. Bu nispete, yalanları ortaya çıkarma hakkında uzmanlaşmış polislerin, psikologların, terapistlerin ve hâkimlerin söz ve fiilleri de dâhildir.
Dr. Sean Spence, British Research dergisinde, insanlar yalan söylemeye karar verdiğinde, beyinde ne gibi değişiklikler olduğunu ortaya koyan bir makale yazmıştır. Bu araştırma, yalan söylemek için yapılan her teşebbüste prefrontal korteksin hep aynı bölgesinde yoğun bir uyarılma faaliyeti oluştuğunu ortaya çıkarmıştır. Öfke ve saldırganlık dâhil, otomatik olarak amigdala bölgesinde oluşan dürtülerin iradî olarak kontrol edilmesinde vazifeli prefrontal korteks bölgesiyle, yalan söyleme anında yoğun şekilde uyarılan bölgenin aynı olduğu anlaşılmıştır. Buradan çıkan neticeye göre; yalan söyleme durumu oluştuğunda, hem doğru hem de yalan söylemeye müsait yapıdaki insan fıtratında ağırlıklı olan hakikati söyleme eğilimi, beyindeki bu bölgenin otomatik olarak artan uyarılma faaliyetleriyle bastırılmaya çalışılır. Spence’nin tespitlerine göre, yalan söyleme durumunda beynin sergilediği bastırma ve direnç gösterme faaliyetinin yoğunluğu, diğer dürtüleri kontrol etmede gösterilen aktivite derecesinden oldukça yüksek durumdadır. Bu araştırmanın ortaya koyduğu önemli hakikat şudur ki, aslında yalan söylemek, fıtrata aykırıdır ve bozulmamış insan için hakikati söylemekten çok ama çok daha zordur.
Kant, Augustine ve Aquinas’ın temellerini attığı Hristiyan ahlâkına göre yalan; çok hususi haller hâricinde, bu dine inanmış toplumlarda yasaklanmasına rağmen, maalesef günümüzde hâlâ revaçtadır ve yaygındır. Martin’in yaklaşımları tahlil edildiğinde de manzara çok farklı çıkmamaktadır. Martin, hakikat teoride öne çıkarılmasına rağmen, Batı’da yalanın her yerde kullanıldığını, çünkü çocuklara nasıl yalan söyleyeceklerini ailelerin bizzat alıştırdığını saptamıştır. Batılı hayat tarzı benimsendikçe, maalesef Müslümanlar arasında da yalan yaygınlaşmıştır. Postmodernite, haz duygusunun her türlü yolla tatminini hoş görme ve her fikre saygılı olma anlayışıyla, yalan söylemeyi kolaylaştırmış, hatta imaj kültürüyle daha da meşrulaştırmıştır. Martin’e göre, bu teşvik, kahredici yalan anlayışının temellerinden birini oluşturmaktadır. Makaledeki referanslardan biri olarak sunulan Ford’a göre ise toplum öyle bir hâl sergilemektedir ki, insanlar bozulmamış gerçeğe ve doğruya tahammül etmekte zorlanmaya başlamıştır. İnsanlar duymak istedikleri şeyler söylendiğinde, bunları yalan olarak görmeme eğilimine kaymıştır. İnsanların büyük bir kısmı tabiatta ve sosyal hayatta kendi rollerinin önemsizliğini kabule yanaşmama, başkalarının kendi konumlarıyla alâkalı yalanlarını ise doğru saymaya yatkındır. Hatta ne acıdır ki, bu konularda kendi kendilerini dahi aldatmaktan kaçınmamaktadırlar. Belli ki, insanlar kâinattaki yerlerini konumlandırırken, nihilist ve ateist felsefelerin de tesiriyle şişirilmiş egoları sebebiyle, Cenab-ı Rabbü’l-Â’lemin’le aralarında Hâlık-mahlûk münasebetini kuramadıklarından, kendi hiç hükmündeki varlık seviyelerini kabullenmekte zorlanmakta ve kendi kendilerine yalan söyleme çirkefine batmaktadırlar.
Batılı psikologların ifadeleri de modern Batı toplumlarında yalan karşısında düşülen acziyetin itirafının izlerini taşır. Çocuklarda yalanın gelişmesini incelemiş olan Maria Vasek, yalan için gerekli olan maharetler(!) olmadan insanın var olamayacağını savunurken, benzer hatadan kendini alıkoyamayan Nyberg ise, yalanı; “dünyayı düzene sokmak için başvurulan, birbirinden farklı fertlerin aralarındaki problemleri çözmelerini sağlayan, acıyla başa çıkabilmeye yardımcı olan, ferdiyetçiliği yakalayabilmeye destek veren ve insanı hayata bağlayan bir mekanizma” olarak tanımlamaktadır.
‘Beyaz yalan – Biraz yalan’ aldatmacası
D. Kuhn’un, 22 Nisan 2004 tarihli “Bir Yalan, Öbür Yalana Götürür” başlıklı makalesinde etraflıca ele aldığına göre, Batı dünyasında söylenildiğinde kimseye zarar vermediği varsayılarak hoş görülen ve sosyal olarak kabul gören yalanlar, masumluğu ve uygunluğu savunulan “beyaz” sıfatı ile taltif edilmiş ve beyaz yalanlar olarak adlandırılmıştır. Bu durum, Batı toplumlarının ve çağdaşlık diye onların peşine takılan Müslümanların, yalan konusunda düştüğü vartayı bir defa daha açıkça ortaya koymaktadır. İnsan karakterinin çocukken şekillendiği gerçeğinden yola çıkılacak olunursa, beyaz olarak tarif edilen yalanların, zamanla alışkanlığa dönüşerek, yerlerini bir gün kömür karası yalanlara bırakacağını tahmin etmek herhalde güç olmayacaktır. Bu nedenle beyaz yalanların hiçbir zararı olmadığı iddiaları safsatadır. Çünkü beyaz yalan; “hakikati kısmen gizlemenin veya çarpıtmanın başka bir yolu veya tarzı olduğu” düşüncesini çağrıştırması ve yalana kapı aralaması açısından tahripkârdır. İçinde yaşadığı Batı’ya göre hayli zıt ve müspet bir duruşu olan meşhur İngiliz yazar Jonathan Swift, kendi ülkesinde revaç bulmuş olan aldatmayı ve yalan konuşmayı eleştirme adına, Gulliver’in misafir olduğu atlar ülkesinin sözlüğünde yalanı karşılayan tek bir kelimenin yer almadığını savunmaktadır. Zira yalan öyle bir kezzaptır ki, damlası dahi hayatı ve insanı eritmeye yeterli sayılır. Bu sebeple yalanın beyazı siyahı olmaz; radyasyon gibidir, zararda şahıs, zaman ve mekân ayırt etmez; sadece bugünü harap etmekle kalmaz, geleceği de ipotek altına alır.
Evrensel doğruluk modeli: “El Emîn!” yani kendisi mü’min ve metin, herkes de kendisinden emin olan Hz. Peygamber (SAV)’in örnek yaklaşımı:
Doğruluk dendiğinde aklımıza gelen ilk isim; yüreklerimizi ferahlatan, insanlığın iftihar tablosu, El-Emîn, Muhammedü’l-Arabî (SAV) Hazretleri’dir. O’nun (SAV) yalan karşısındaki tavizsiz duruşu, hem tarih ilmiyle kayıt altına alınmış, hem sosyal bilimin kriterlerince doğrulanmış bir hakikattir. Şanı yüce Peygamberimiz (SAV), ferdî ve sosyal açıdan asla yalana tevessül etmemesiyle ve ona karşı duruşuyla insanlık için değişmez, eskimez ve erişilmez bir insan modelidir. İslam’ın iki pınarı olan Kitap ve Sünnet’çe Efendiler Efendisi’nin (SAV) bu örnek ve orijinal hâli, her kültürün insanınca kolayca anlaşılabilecek derecede açık olarak ortaya serilmiştir. Kur’an-ı Kerim; Efendiler Efendisi’nin (SAV), bu milim şaşmaz doğruluğunu; “Gerçekten Sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.”[20] diye tarif ve takdir ederken, O’na yâr olanlara da; “Andolsun ki, Allah’ın peygamberinde, Allah’ı ve ahireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır.”[21] kuvvetli işaretiyle ve “Peygamber size ne verdi ise onu alın ve size neyi yasakladı ise ondan sakının.”[22] emriyle, bir bağlılık modeli takip etme çerçevesi çizmektedir.
Sahih Hadis rivayetleri, Kur’an’ın ayet ve hidayetine paralel olarak Efendiler Efendisi’nin (SAV), doğru söz esasına dayalı eşsiz ahlâkını bize haber vermektedir. Öyle ki esas prensip –emrolunduğu gibi dosdoğru olma- hiç değişmediğinden, birkaç misal meseleyi aydınlatmaya yetmektedir. Sahabe (RA) şöyle nakletmektedir:
• Sorduk: “Ey Allah’ın Resulü! Mü’min korkak olur mu?” cevaben; “Evet! (Yakışmaz, ama bazen olabilir!)” buyurdular. “Peki cimri olur mu?” diye sorduk, yine: “Evet! (Uygun değildir, ama beşer hali olabilir!)” buyurdular. Biz bu sefer; “Peki ya Resulüllah, mü’min yalancı olur mu?” diye sorduk. Bunun üzerine: “Hayır! (Çünkü imanla yalanın bir arada bulunması münasip değildir!)” buyurdular.[23]
• “Hz. Ömer radıyallahu anh, bize Câbiye’de hitap etti ve dedi ki: “Resulüllah aleyhissalâtu vesselâm, tıpkı benim sizin aranızdaki şu kalkmam gibi, bizim aramızda hitap için ayağa kalktı ve dedi ki: “Ashabım, bunları takip edenler (tabiîn) ve onları da takip edenler (etbauttabiîn) hakkında Bana riayetkâr olun. (Benim hatırım için onlara da saygılı bulunun.) Çünkü onlardan (etbauttâbiînden) sonra yalan yaygınlaşacak; öyle ki, kişi kendisinden şahitlik istenmediği halde (yalan) şehadette bulunacak, yemin talep edilmediği halde yemin edip duracak.”[24]
• “Resulüllah aleyhissalâtu vesselâm: “Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?” buyurmuş ve bunu üç kere tekrar etmişlerdi. Biz: “Evet!” deyince; “Allah’a şirk koşmak, anne ve babaya haksızlık ve saygısızlık yapmak ve cana kıymak!” buyurdular. Bu sırada dayanmış durumda idi, yere oturup: “Haberiniz olsun! Yalan söz ve yalan şahitlik! (ise bütün günahların ve kötü sonuçların kaynağıdır!)” dedi ve bunu o kadar tekrar etti ki, “Keşke kesse artık! (ve Kendisini daha fazla üzmese!)” temennisinde bulunduk.”[25]
“Hâlık’ın sayısız adı vardır, en başı Hak’tır. Hak’tan uzaklaşanın akıbeti berbattır!”
Çetin bir ‘ruh tufanı’nın yaşandığı bugünün dünyasında, kötülüğü ve çirkinliği bütün insanlarca kabul edilen “yalan”ın, nasıl olup da bu kadar yaygın hale geldiği, bireysel ve toplumsal yıkıcı etkileri üzerinde dikkatle düşünülmelidir. Hakkın rızasının ve hakikatin hatırının her şeyden önemli olduğu gerçeği, her türlü ilmî vasıtalar kullanılarak gösterilmelidir. Günümüzün insanını gerçek medeniyete, adalet ve emniyete ulaştırmanın ve hayatı zehirleyen yalandan korumanın yolu; konuşurken-yazarken, hepsinden önemlisi yaşarken; sadece ve her halde gerçeği ifade etme cesaret ve ciddiyetine erişmekten geçmektedir.
[1] Ankebut: 41. ayet
[2] İşarat-ül İcaz: s. 82
[3] Zuhruf: 36-40
[4] Enbiya: 24
[5] Rum: 8
[6] Mü’min: 52
[7] Rum: 57
[8] Kıyamet: 13-15
[9] Âl-i İmrân: 119
[10] Nisa: 28
[11] Mü’minun: 62
[12] Câsiye: 21-22
[13] Bakara: 281
[14] Furkan: 13
[15] Zuhruf: 77
[16] Yusuf: 101
[17] A’raf: 40
[18] En’am: 116
[19] Ankebut: 12-13
[20] Kalem: 4
[21] Ahzâb: 21
[22] Haşr: 7
[23] Safvân İbnu Süleym (RA) – Muvatta, Kelâm 19, (2, 990)
[24] Cabir İbnu Semüre (RA) Kütüb-i Sitte 6683
[25] Ebu Bekir (RA) – Buhâri, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstitâbe 1; Müslim, İmân 143, (87); Tirmizi, Şehâdât 3, (2302)

KARDEŞLER DİKKAT!..
Üstadımızın buyurdukları gibi; “Her konuştuğumuz mutlaka doğru olmalıdır; ancak her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir…”
Bir kardeşimizin bazı hataları olabilir, ama bunları konuşmak gıybettir… Bizim doğru sandığımız bazı zann ve tahminleri gündeme taşımak günahtır. Fitne fesat çıkaracak, birlik ve dirliği bozacak şeyleri rastgele konuşmak haramdır.
Teşkilatımıza yakışmayan bazı durumları ise, ancak ilgili ve yetkili kimselere açmalı, yani fitne zehrini sağa sola saçmamalıdır…
Hz. Peygamberimiz: “Her duyduğunuzu veya kafanızda kurduğunuzu anlatıp yaymak, günah ve yalan olarak yazılır” buyurmuşlardır.
Üstad Ahmet Akgül Hocamızdan öğrendiğimiz çok önemli bir kavram var: “Farklılık fantezisi ve gösteriş hevesi” Yine Aziz Erbakan Hocamızın bize öğrettiği: “Teşhis olmadan, tedavi olmaz” gerçeği…
Bu iki ana prensip üzerinden bir durumu ele alacak olursak; öncelikle, Milli Çözüm ekibi insanların çoğu diye ifade edilen gruba girmez. Peki Neden? Bu soruya öyle edebiyat olsun diye değil samimiyetle cevap verelim ve sadece “ainesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” ata sözüne göre konuşalım.
En başa dönersek, bir çırpıda dile getirdiğimiz şu sebepler bile Milli Çözüm’ü insanların çoğu ifadesinde yer alan ithamdan uzaklaştırır. Milli Çözüm ilk günden bugüne şeytana ve tüm uşaklarına sinir uçlarına dokunacak şekilde karşılık veriyor. İşte burda Milli Çözüm’ü de diğerleri gibi saymak teşhis edilmesi gereken bir durumdur. Tedavisi ise insani hataları, bir harekete mal etmemek, eleştirilen bir işi önce kendin yapmamaktır. Son olarak, Üstadımızın en başta ifade ettiğimiz sözüdür. Milli Çözüm hareketi, Milli Görüş zaviyesinden bir kurumdur. Sırf farklı olmak, dikkat çekmek için değil Allah rızası için çalışır. İspatı da her zaman ifade edildiği üzere çalışmalarını denetlemeye açmasıdır. Ancak bizlere düşen bir husus daha var: Bizlerde de farklı olma fantezisi, önce geçme gayreti gibi “garip ve insanların çoğunda” olan hasletler olmamalıdır.
Samimiyet-sadakat,şiarımızdır
Yalandan,Haramdan,sakınır Canlar
Kardeşler fedâkar,hem cefakardır
Vefalı,şefkatli,mert-metin Canlar
SAYIN YURTSEVER
“Böyle gelmiş böyle gider” ifadesi mü’minlerin tasvip ettiği bir cümle – prensip değil malum… Laf olsun diye buradaki kıymetli okuyucuları meşgul etmemek de Mü’minlerin şiarıdır… Sayın rumuzlu Yurtsever, rabbim rumuzunuzun gereğini yerine getirenlerden olmanızı eylesin…
Madem böyle gelmiş böyle giderdi de; Eba Eyyüb el Ensari hazretleri 96 yaşında İstanbul da ne işi vardı, madem böyle gelmiş böyle giderdi de Selçuklu Sultanlarının sırtı döşek yüzü görmemiş niye, madem böyle gelmiş böyle giderdi de Aziz Erbakan Hocamız hayat iman ve cihattır diyerek yerinde durmamış koşturmuş niye, madem böyle gelmiş böyle giderdi de Üstadımız Ahmet Akgül Hocamız tek başına SİYONİZME VE AVANELERİNE meydan okuyarak ömrünü harcıyor niye….. Yüzlerce örnek yazılabilir ..
İsterseniz imanınızı bir tazeleyin çünkü Müslüman kişi BÖYLE GELMİŞ BÖYLE GİDER cümlesini söylemez söyleyemez… Çünkü insan bu dünyaya imtihan amaçlı gönderilen bir varlık ve Allahın kelamı yeryüzüne hakim olsun diye gayret ve çaba sarfetmek ve imtihanında geçerli puan almak üzere gelmiş bir varlıktır insan…
Kibir : Azazil diye bilinen meleği , şeytan olmasına yarayan bir özelliktir. .. Mü’min güzel sözü işitir ve ona tâbi olur…
Tövbeye mani olan 4 şey vardır der Üstadımız. Tevbe yapabilmek için yanlışlarımıza af dilemek için şunlardan uzak durmak gerekiyor durmazsak kabul olmuyor Allah da kaale almıyor. Nedir o 4 şey :
– Günahına SEVİNMEK
– Günahıyla ÖVÜNMEK
– Günahını KÜÇÜMSEMEK
– Günahında ISRAR ETMEK….
Bize düşen Sabır ve Tevbe İstiğfardır.
Aşağıdaki ayeti günümüze ışık tutturğumuzda acaba kurtuluşu ne kadar yakın görmeliyiz?
Peygamber sancağı ne zaman düştü bu ülkede? 1915’te mi? Eğer öyleyse bizler tevbe istiğfar ettiğimizde Allah CC bize azap edecek değildir.
Peki bu Musa as. kavmine verilen “40 yıl” ceza ne zaman sona eriyor? Çünkü gidip o kavimle savaşmadılar ve Musa As. a sen git rabbinle birlikte onlarla savaş dediler.
Bir önceki asrın neslinden hâlâ içimizde kalan var mı? Bu kavim ne zaman yeniden yapılanacak. Yuşa As. gelmesi yakın mı acaba?
Allah kendisine ihanet eden toplumu helak edip yerine gerçek manada kulluk yapacak insanlar yaratacaktır.
“Enfal suresi 33. Ayet
Oysa (ey Resulüm!) Sen onların içlerinde bulunduğun sürece, Allah onları azaplandıracak değildi. Ve onlar, (tevbe istiğfar edip) bağışlanmalarını dilerlerken de, Allah onları azaplandıran olmayacaktır.”
Nefsinin kötü isteklerine tabi olup da onu temizleyip arındırmamış ve bu şekilde ahirete gitmiş Bir kimsenin de pişmanlıktan başka bir nasibi yoktur. Gelmiş geçmiş milyarlarca inkarcının kıyamet gününde yaşadıkları pişmanlık ve nefislerini kınamaları gerçekten çok dehşetli bir manzara oluşturur. Bu kafirleri bekleyen öyle büyük ve kaçınılmaz bir gerçektir ki Allah ayetlerde kıyamet gününün hemen ardından kendini kınayıp Duran nefsin durumuna yemin etmektedir.
Dünya sisteminde böyle gelmiş böyle gider. Bugüne kadar değişen bir durum gösterebilecek biri var mı?
Milli Çözüm sayısız olayda herkesten faklı düşündü ve fikirlerini açıkça ifade etti. Bir avuç sadığın haricinde inanan olmadı. Sonunda “zaman” her konuda; Milli Çözüm’ün haklı olduğunu ispat etti, fikrilerinin Kur’an’a uygun olduğunu gösterdi ve Milli Görüş davasının çıkarları doğrultusunda en isabetli hareket edenler olduğunu belirledi.
Sayısız örnek var, önemine dair şu konuyu tekrar hatırlayalım:
Milli Çözüm ’ün, Fetullah Gülen terör örgütü ile ilgili mücadelesi, malumunuz dillere destan! (Kapınızı kırmaya çalışan eli kanlı, bıçaklı katili “ben zaten onu hiç sevmiyordum” demekle sorumluluklarınızı yerine getirmiş olamayız. Bertaraf etmek için elinizden ne geliyorsa, en ehem girişimleri yapmamız gerekir. Bu bağlamda Milli Çözüm Fetö’ye karşı canı pahasına ve herkese rağmen, tek başına, artan bir şiddetle en etkili çalışmayı yaptı)
O günlerde (diğerlerini siz düşünün) kendi camiamız “Bize oy vermiyorlar diye ‘Amerika’nın kontrolünde cemaat, Ülkemiz için en tehlikeli oluşum, (diyalog, layt İslam girişimlerinden dolayı) İslam anlayışını bozmakla suçlamak, ABD kontrolünde bir cemaat …’ demek yanlış, haksızlıktır. Müslümanı Müslümana düşman ediyorsunuz. Yahu en azından bu kadar aşırıcı olmayın, Müslüman kardeşlerimiz. Bakınız yurt dışında okullar açıyorlar, İstiklal marşı ezberletiyorlar, cemaat mensupları namaz kılıyor…’ manada birçok (farkına varmadan Yahudi’nin işine gelecek) sözler söylendi. Milli Çözüm’ü fitnecilikle, aşırılıkla, haksızlık yapmakla, iftira atmakla vs.le suçlandı. Yetmez, camiamız (Fetö cemaatine mesafeli olmasına rağmen en ileri gelenleri dahi, hainlerinde etkisiyle ve özelikle bu konun etkisiyle) Milli Çözüm mensuplarının sohbetlerini, konferanslarını yasakladılar ve görevlerine son verdiler. Yetmez (hainlerin güdümündeki azılılar) güçlerinin yettiği her kesime “fitneci, yalancı, sapık, aşırı gidenler” olarak tanıtıp, oralardaki Milli Çözüm faaliyetlerimizi de engellemeye çalıştılar.
Diğerlerini boş verin. Kim yaptı, Milli Çözüm’e karşı bu iftiraları, yanlış ve haksız tavırları? Dünkü aynı davaya, lidere, kitaba, peygambere inandığımız dava kardeşlerimiz.
Bakınız, bir konuya aklın yatmaması doğaldır, normaldir. Gerçeği öğrenmek için samimiyetle anlamaya çalışmak ise isabetlidir ve yetkili kişilerle istişare etmek gereklidir ve hakikati duyduktan sonra gerçeğe tabi olmak, hatalı tavırlardan/düşüncelerden kurtuluşumuza vesiledir. Aksi ise mahrumiyettir!
Fetö gibi yüzlerce konu olmuş ve bize aykırı gelmesine rağmen hep haklı çıkmış olan Milli Çözüm’ün, haklı ve hayırlı yolda ve Aziz Erbakan Hocamızın izinde olduğuna, gönülden iman ettikten sonra, tekrar yeni bir süreçle karşılaştığımızda “Bu konuyu Milli Çözüm çizgisinde nasıl anlamalıyım, Kur’an’a-Sünnete-Aziz Erbakan Hocamıza-akla-ilme göre hareket eden ve bu vesile ile hep isabetli davranan Milli Çözüm’ün bu konuda ki görüşünü anlayıp, idrak edip, ona göre hareket etmem, haklı bir tavır/inanç olacaktır.” Dememiz bizi hayra ulaştıracaktır.
Dün Fetö’ye karşı mücadelesinden dolayı Milli Çözüm’e; tavır alanlar, düşmanlık yapanlar, yasaklar getirenler “iyiniyetli olsalar” dahi Milli Görüş davasına ve milletimizin hayrına iş yapmış olmadılar!.. Unutmayalım!
Ve o gün bugün bir vesile ile ayrı düşenler “Milli Çözüm” bereketinden, kazandıracağı şuurdan (Makamda yaptığımız anket esnasında, Milli Çözüm’ün kazandırdığı şuur farkını iliklerimize kadar hissettik) ve Milli Çözüm’ün ferasetinden, ilminden, istikametinden haliyle kazandıracağı eşsiz hizmetlerden ve ecirlerde mahrum oldular.
İşte Şeytanın en büyük hedefi de bu olsa gerek!
Şeytanın oyununu bozmanın yolu ise bize aykırı gelen konuyu “Milli Çözüm” doğrultusunda anlamaya çalışmak ve idrak edemediğimiz konuyu “ehil, yetkili” kişilerle istişare etmek ve hak söze samimiyetle tabi olmak, gerçeği görmemize inşallah yetecektir.
Ey iman edenler, eğer bir fasık, (harama ve yalana meyilli şahıslar, oluşumlar ve yayın organları) size (kızdırıp kışkırtıcı veya oyalayıp aldatıcı) bir haber getirip (verirse), onu ‘etraflıca araştırın’ (her anlatılana hemen inanıp kanmayın). Yoksa bilmeden (ve yanlış yönlendirme sonucu), bir kavme (ve kesime) kötülükle sataşıp (haklarına tecavüz etmiş duruma düşersiniz) de ardından bu işlediklerinize pişman oluverirsiniz. Hucurat 6
Ey iman edenler, (hiçbir meselede ve hiçbir şekilde, sakın) Allah’ın ve O’nun Resulü’nün önüne geçmeyin (Onların sözlerine kendi keyfinizce yorumlar getirmeyin ve kendi tahmin ve temennilerinizi onların üstünde tutuvermeyin) ve Allah’tan (gereği gibi korkup) sakının. Şüphesiz Allah, (her şeyi ayrıntılarıyla) İşitendir, Bilendir. Hucurat 1
Ey iman edenler, sakın seslerinizi de (Hz.) Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin (kendi görüşlerinizi, Allah elçisinin sağlam hadis ve hükümlerine tercih etmeyin) ve birbirinize bağırıp çağırdığınız gibi, (kabalık yapıp) Ona da yüksek sesle (ve edepsizce) konuşmayın! Çünkü (aksi halde) siz farkında ve şuurunda değilken, amelleriniz boşa çıkıverir. Hucurat 2
Şüphesiz, Allah’ın Resulü’nün yanında (ve gıyabında tevazu ve teslimiyetinden dolayı) seslerini kısıp alçak tutanlar (var ya); işte onlar, Allah’ın kalplerini takva(ya ulaştırması) için imtihan ettiği (çeşitli sıkıntı ve sarsıntılarla eğittiği) kimselerdir. Kesinlikle mağfiret (bağışlanıp affedilmek) ve büyük bir ecir onlar içindir. Hucurat 3
(Ey Resulüm!) Şüphesiz, (evindeki) odaların (kapıları) arkasından Sana (uygunsuzca bağırıp) seslenenler (Elçiye karşı edep ve hürmete riayet etmeyenler), onların çoğu aklını kullanmayan (şuurlu ve sorumlu davranmayan) kimselerdir. Hucurat 4
Eğer onlar, Sen onların yanlarına çıkıncaya kadar sabretmiş olsalardı, herhalde (bu) kendileri için daha hayırlı olurdu. (Ama buna rağmen) Allah, çok Bağışlayandır, çok Esirgeyendir. Hucurat 5
Ey iman edenler, eğer bir fasık, (harama ve yalana meyilli şahıslar, oluşumlar ve yayın organları) size (kızdırıp kışkırtıcı veya oyalayıp aldatıcı) bir haber getirip (verirse), onu ‘etraflıca araştırın’ (her anlatılana hemen inanıp kanmayın). Yoksa bilmeden (ve yanlış yönlendirme sonucu), bir kavme (ve kesime) kötülükle sataşıp (haklarına tecavüz etmiş duruma düşersiniz) de ardından bu işlediklerinize pişman oluverirsiniz. Hucurat 6
Evet her söylediğin doğru olmalı, fakat her Müslüman, çok kıymetli olan ömür sermayesini Allah’ın rızası doğrultusunda harcamalı, olumsuzlukları terk etmeli, nefis muhasebesi yaparak kusurlarından dolayı tövbe etmelidir. söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek.. yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yok. Çünki hâlis olmazsa sû’-i tesir eder; hak, haksızlıkta sarfolur. (Hutbe-i Şamiye)
Müslüman, çok kıymetli olan ömür sermayesini Allah’ın rızası doğrultusunda harcamalı, olumsuzlukları terk etmeli, nefis muhasebesi yaparak kusurlarından dolayı tövbe etmelidir.
NEFİS MUHASEBESİ.
· “Her kim nefsini tanırsa Rabbini de tanır” (Hadis)
· Bir insanın kendi nefsindeki hataları görüp düzeltmesi zordur.
· Nasıl ki, parmağına diken batsa, kendi canına kıyamayıp onu bir başkasına çıkarttırır.
· Bizim de nefsi hatalarımızı tedavi etmek için Müslümanlar olarak birbirimize muhtacız.
· Şimdi nefsimizi tanımak ve ayarımızı bilmek için kendimize şu soruları soralım.
1. Dünyalık bir fırsatı kaçırdığımızda üzüldüğümüz kadar, Ahiret sermayemiz olan ibadet ve cihat hizmetlerinde de kaçırdıklarımıza üzülüyor muyuz?
2. Acaba evimizin lüksüne ve elbisemizin süsüne özendiğimiz kadar, İslami prensiplere uymada aynı hassasiyeti gösteriyor muyuz?
3. Acaba ibadet ve iyiliklerimiz bizi sevindirip ferahlandırıyor, Kötülük ve günahlarımızda bizi üzüyor ve huzursuz ediyor mu?
4. Acaba iyi hallerimiz övüldüğünde sevindiğimiz gibi, Kabahatlerimizin, kusurlarımızın hatırlatılmasına da memnun olabiliyor muyuz?
5. İbadet ve hizmetlerimizi herkesten eksik ve kusurlu buluyor, Günah ve kusurlarımızı ise daima çirkin ve tehlikeli görüyor muyuz?
6. Acaba kardeşlerimizin ilim, ibadet ve hizmette öne çıkmaları, hürmet ve rağbet görmeleri bizi sevindiriyor mu, Yoksa, kin, haset ve kıskançlık damarlarımızı mı çatlatıyor?
7. Nasıl olsa rahatımız yerinde diye, bu batıl düzenin devamı bizi rahatsız ediyor mu, ve sadece lüks, fantezi ve bir heves olarak değil, hakikaten ihtiyaç hissederek İslam’ın hakim olmasını ne derece arzu ediyor ve o nispet te hizmet gayret ve fedakârlık ediyoruz?
8. Kim olursa olsun hak ve doğru olanı ortaya koyduğu zaman, yanıldığımızı ve yanlış olduğumuzu kabul ediyor muyuz, Yoksa arif demek, hatası ve günahı olmayan değil, kusurunu görüp ondan vazgeçen demektir.
9. İnsanların kınaması, ayıplaması endişesiyle veya umduğumuz makam ve menfaatleri elden kaçırma korkusuyla hak bildiğimiz bir söz ve davranışı terk ettiğimiz oluyor mu? Bizim için Allah rızası mı, yoksa nefsi rahat ve menfaatimiz mi önemli?
10. İnsanlar, bize olan menfaat ve hürmetlerine veya zahiri makam ve servetlerine göre mi, Yoksa, davamıza olan hizmet ve gayretlerine göre mi kıymet verip muhabbet ediyoruz?
11. Kıyamet gününde, Cenab-ı Allah, “Ey kulum kendi nefsini ve dünyalık heves ve menfaatini hiç ön plana çıkarmadığın, karıştırmadığın ve sadece benim rızamı düşünerek yaptığın hizmet ve gayretlerini arz et” dediği zaman, Rahatlıkla arz edeceğimiz hizmet ve gayretlerimiz var mı?
12. Dava arkadaşlarımızın bizim şahsımıza olan hakaret ve ahlaksızlıklarını, Davamıza olan hizmet ve gayretlerinin hatırına affedebiliyor muyuz?
13. Helal ve harama ne kadar dikkat ediyoruz, Helal kazancımızdan bu yola harcayabiliyor muyuz. Hiç değilse lüks ve rahatımız için harcadığımızın 10/1’ini teşkilatımıza verebiliyor muyuz?
14. Hayırlı hizmet ve gayretlerin bugün ancak, cemaat ve teşkilat şuuru ve de disiplini ile liderimize itaat ve sadakatin yanında, emir komuta zinciri içerisinde olacağımızı kabul edip, o şekilde çalışıyor ve çevremizdekilerin de, bu şekilde çalışmalarını teşvik ve tavsiye ediyor muyuz?
NASİHATLER;
· Ey Nefsim; Ayet’te “Ey iman edenler, size ne oluyor ki, Allah yolunda cihada çağrıldığınız da yerinize çakılıp kalıyorsunuz. Yoksa siz ahireti istemeyip dünya hayatına mı razı oldunuz?” diye ikaz ettiği kimselere benziyorsun.
· Ey Nefsim; Seni inançsızlara ve münafıklara karşı yumuşak, dava adamına ve arkadaşlarına karşı sert ve kırıcı görüyorum.
· Ey Nefsim; Sen Hak’kı değil halkı memnun etmeye çalışıyorsun.
· Ey Nefsim; İnsanların senin hakkındaki kanaatleri, Allah’ın senin hakkındaki kanaatini değiştirmez.
Son olarak Peygamberimiz (SAV);
“Allah’ın huzurun da hesaba çekilmeden önce, burada kendi nefsinizi hesaba çekiniz.”
“Hesap gününde amelleriniz tartılmadan önce, kendi amellerinizi tartınız.”
SONUÇ:
Hadis-i Şeriflere uygun olarak bir hesap yaptığımızda, herkes bu haliyle Rahmana mı?, yoksa şeytana mı daha yakın kendi karar verecektir.
Bütün Peygamberlerin ortak cümlesi:
“Utanmıyorsan, dilediğini yap.”
Hâlık’ın sayısız adı vardır, en başı Hak’tır. Hak’tan uzaklaşanın akıbeti berbattır!”
Yeryüzünde Hak davaya mensup azın azı bir topluluk içerisinde olup da, bu topluluk içinde çoğunluğa uyarsam yalancı olur muyum diye sormak da ayrı bir paradoks olsa gerek.
Çok uzun söze ihtiyaç yok sanırım. Şu cümle size yeterli olacaktır şeytanın fısıltısını anlayabilmek için :
Hakka değil, haklı olduğuna iman eden herşeyi yapar.
Yarabbi!
Yalanın her türlüsünden
Yalanın her derecesi, her renginden.
Aziz Zatına karşı sergilenen yalandan!!
Öncü ve önderlerimize karşı söylenen yalandan
Dava kardeşlerimize ve sorumluluk Alanlarımıza karşı söylenen yalandan,
Arkadaşlarımıza kardeşlerimize elimize, ana babamıza karşı uydurulan yalanın her türlüsünden..
Milli Çözüme karşı sergilenen en basit yalandan ve her türlü seviyesizlik, ahlaksızlık ve hayasızlıktan velhasıl bunların tamamına sebep olan İMANSIZLIKTAN VE YÜCE ZATINA OLAN İTİMATSIZLIKTAN
Yine Senin Merhamet ve Yardımına Sığınırım…
Bizlere Merhamet et ve bizleri Arındır Yarabbi