Hizmet ve Gayret Ehlinin Amacı:
ALLAH’IN RIZASI MI, DÜNYALIK KAZANCI MI?
Bir mü’minin en büyük hazinesi, imanı ve davasıdır. Davasından ve camiasından uzak kalan, aslında; Allah’ından, Kur’an’ından, Resulüllah’tan ve Aziz Hocasından ayrı düşmenin pişmanlığı ve perişanlığı içinde kıvranmıyor ve tevbe etmek için çırpınmıyorsa, sadece ayakları değil, vicdan ayarları da kaymıştır. Cüzdanı kaybolan adam; gözüyle onu arar, diliyle herkesten sorar ve yeniden bulmak umuduyla yetkililere koşarken, vicdan kayması ve cihadından uzak kalması durumunda bu denli telaş ve tedirginlik yaşamıyorsa, onun davası da sevdası da kalmamıştır.
Tevbenin aslı pişmanlıktır. Pişmanlık ise; yaptığı yanlışlık ve haksızlıklara hayıflanıp huzurunun bozulması ve hatasını telafi etme çabasıdır. Böyle samimi pişmanlık duyanların; sevinçleri kedere, güvenleri endişeye, gurur ve kibirleri alçakgönüllülüğe dönmüş olmalıdır. Bu tevbe ve pişmanlık ise, dünyalık makam ve çıkar kaybından değil, Allah’ın rızasından ve Hak davası yolundaki cihadından ayrı kalma kuşkusundan… Cennet ve rü’yetten mahrum kalıp cehenneme düşme korkusundan olmalıdır. Yoksa nefsi heveslerinden ve dünyevi hedeflerinden mahrum kalma endişesiyle gösterilen pişmanlık tevbekârlık değil, sahtekârlıktır. Hatta Cenab-ı Hakkın Zat’ını ve rızasını değil de, O’nun nimet ve faziletlerini yitirme korkusuyla pişmanlık duyanlar bile kınanmıştır.
Derdi Leyla olanın, dilinin Mevlâ zikri boşunadır. Gayesi dünya olanın, ahiret ve ibadet gayreti boşunadır. İnsanlara; manevi iflasları ve uhrevi hüsranları için değil de, zahiri zararları ve dünyevi kayıpları için üzülenler de zavallıdır. Kötülüğe ve nankörlüğe düşmektense, cezaevine girmeyi tercih ve temenni eden Hz. Yusuf (AS) imanın esasına ve davanın sırrına ulaştığından şöyle söylüyorlardı:
“(Yusuf) Dedi ki: ‘Ey Rabbim! Zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden (zina çirkefinden) bana daha sevimlidir (zindan zinaya tercih edilir). Eğer kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, (korkarım) onlara eğilim gösterir, (böylece) cahillerden (ve hain mücrimlerden) olurum’ (düşüncesiyle Rabbine iltica etmiş ve büyük bir iffet, fazilet ve metanet örneği sergilemişti).” (Yusuf: 33)
“Desinler, görsünler, övsünler, hürmet etsinler, öne geçirsinler!” diye ibadet ve hizmet edenlere, makam ve çıkar için ilim ve hikmet öğrenenlere ahirette şöyle buyrulacaktır:
“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün (onlara şöyle denir:) ‘Siz dünya hayatınızda bütün güzelliklerinizi (ve zevklerinizi) tüketip-yok ettiniz, onlarla (Allah’ın verdiği nimet ve imkânlarla) gönlünüzce yaşayıp-zevkini sürüverdiniz (ahiret için hiçbir hazırlık ve yatırım yapmadınız). İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve (yoldan çıkıp) fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız.’” (Ahkaf: 20)
Dostlar!.. Nefsin gıdası; zevk, şehvet ve çıkardır. Aklın gıdası; ilim, hikmet ve irfandır… Kalbin gıdası ve itminanı; fikrullah ve zikrullahtır… Ruhun gıdası ise; Allah yolunda cihad ve bu uğurda sıkıntılara katlanmaktır. Bazı yiyecek ve içeceklerin kendisini hasta ettiğini… Veya hastalığını derinleştirdiğini anlayan akıllı bir insanın yapacağı ilk şey, o yiyecek ve içecekleri bırakmaktır. Acı da olsa doktorun verdiği ilaçları kullanmadan ve tavsiye ettiği sporları yapmadan hastalıktan kurtulması da imkânsızdır. Bunun gibi; gurur, kibir, enaniyet zehrinden vazgeçmeden, halis niyetle ibadet ve hizmete yönelmeden, Hak yolunda ve Adil Düzen kurulsun amacıyla cehd-ü gayret göstermeden, nefis putu nasıl kırılacaktır?
“(Ey Nebim ve Hakk elçilerim!) Kendi istek ve tutkularını (nefsi hevâsını) ilah edinen(ler)i gördün mü? Şimdi ona karşı Sen mi vekil olacaksın? (Bırak, herkes hak ettiğine erişecektir.)” (Furkan: 43)
“Şimdi Sen, kendi (nefsi) hevâsını ilah edinip (bencil tutkularına, boş gurur ve kuruntularına tapınmaya başlamış) kimseyi görmez misin? Ki Allah da onu bir ilim üzere saptırmış, (yani bazı bilgi ve becerilerine kibirlenerek, onları yanlış tefsir ve tatbik ederek ve kendisini herkesten üstün görerek azıtmış olduğundan Cenab-ı Hakk) kulağına ve kalbine mühür basmış, (böylece nasihat dinlemez ve İlahi hükümleri kabullenmez şekilde hidayeti kararmış) ve gözleri üstüne bir perde asılmış, (bu yüzden gerçekleri göremez şekilde feraseti alınmış kimselerin sapkınlığını ve azgınlığını fark edip sakınmanız gereken kişileri artık bilmelisiniz!) Şimdi Allah’tan sonra, kim ona hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?” (Câsiye: 23)
Nefis; kuduz ve saldırgan köpek konumundadır. Kendisini ısıran köpeği ıslah etmek yerine ona et ve ekmek vermek onun saldırganlığını artırır.
Bir insan yıllarca çalışıp çabaladığı ve pek zorlu zahmetler ve fedakârlıklarla kazandığı ALTIN’larını ve ELMAS’larını, hiç ucuza satar ve bir inat uğruna çöpe atar mı? Böyle yapıyorsa; ya kendisine ve sevdiklerine acımayacak, akıbetini ve ahiretini hiç hesaba katmayacak kadar şuurunu yitirmiş, gurur ve kibrine yenilmiş bir insandır… Veya, kazandıklarının ALTIN ve ELMAS olduğuna, ta başından beri inanmamıştır!?..
Huneyn Savaşı ve Hatırlattıkları! (Hicretin 8. Yılı)
“Andolsun, birçok yerlerde ve Huneyn gününde Allah size (manevi) yardım ulaştırmıştı. Hani o zaman sayıca çok (fazla) oluşunuz sizi böbürlendirip-gururlandırmıştı. (Ama hiçbir işe yaramamıştı!)…”[1]
Huneyn, Mekke ile Tâif arasındaki bir vadinin adıdır. Arafat’tan 3 mil (4,5 km) ileride bulunan Arapların meşhur Zülmecâz Panayırı bunun eteğindedir. Buraya Evtâs da denir. Hevâzin, birçok kolları olan büyük bir kabilenin adı olup buraya yerleşmiştir. Mekke’nin fethinden önce, İslam fetihlerinin alanı her geçen gün genişlemekteydi. Buna rağmen müşrik Araplar, en kutsal merkezlerinin yani Mekke’nin hâlâ kendi ellerinde bulunduğunu her an gördükleri için: “Eğer Muhammed, Kureyş’e üstün gelir de Mekke’yi ele geçirirse, işte o zaman gerçek peygamber olduğuna inanırız” diye düşünüyorlardı. Mekke fethedilince bütün Arap kabileleri kendiliklerinden gelerek İslam’ı kabul etmeye başladılar.
Ama Tâif’teki Hevâzin ile Sakîf kabileleri üzerinde bu fethin ters etkileri yaşanmıştı. Bu kabileler son derece savaşçı ve savaş tekniğini iyi bilen insanlardı. İslam üstün geldikçe ve bütün kabileleri teker teker yendikçe, kendi liderlikleri ve seçkin bir kabile oluşları son bulacak diye endişeleniyorlardı. Bu yüzden Hevâzin ile Sakîf kabilelerinin liderleri, Mekke’nin fethinden sonra artık sıranın kendilerine geldiğini düşündüklerinden bir araya gelerek anlaştılar ve o sırada topluca Mekke’de bulunan Müslümanlara genel bir saldırı yapılması için hazırlıklara başladılar.
Hz. Peygamber (SAV) bu olayları Mekke’de haber alınca ne derece gerçek olduğunu anlamak için Abdullah b. Ebu Hadred’i oraya yolladı. Abdullah, casus olarak Huneyn’e vardı. Birkaç gün askerler arasında kalarak, bütün durumları araştırdı. Hz. Peygamber (SAV) aldığı bu bilgiler doğrultusunda mecbur kalarak, savaş hazırlıkları yaptı. Hatta yiyecek, içecek ve savaş malzemesi ayarlamak için borç para alma ihtiyacı duymuşlardı. Ebu Cehil’in üvey kardeşi olan Abdullah b. Rebîa çok zengin bir insandı. Ondan 30.000 dirhem ödünç para alındı.[2] Safvan b. Ümeyye, Mekke’nin önde gelen liderlerindendi ve misafirperverliğiyle ünlüydü. Ama o ana kadar henüz Müslüman olmamıştı. Hz. Peygamber ondan ödünç olarak savaş silahları istedi. O da yüz zırhla birlikte parçalarını takdim etti.[3] Hicrî sekizinci yılın Şevval ayında, Ocak-Şubat 630’da sayısı 12.000’e ulaşan İslam ordusu, öyle bir ihtişamla silahlı ve tam donanımlı olarak Huneyn’e ilerledi ki, dostları bile hayrete düşürüp heyecana sürükledi. Bazı sahabilerin ağzından kendiliğinden: “Bugün kim bize üstün gelebilir?” sözleri dökülüvermişti. Ancak zafer yerine daha ilk anda ortaya çıkan, hezimet ve yenilgiydi. Hz. Peygamber (SAV) başını kaldırıp baktığında yanında en yakın arkadaşlarından bile hiçbirini göremedi.[4] Bu savaşa katılmış olan Ebu Katâde (RA) şöyle nakletmişti:
“İnsanlar kaçıp gidince, bir Müslümanın göğsüne oturmuş bir kâfir gördüm. Arkasından omuzuna bir kılıç salladım, zırhını delerek içeri geçti. Dönerek bana öyle bir şiddetle vurdu ki, neredeyse öldürecekti. Ama gücünü kaybedip yere yığıldı. Bu arada Hz. Ömer’i gördüm: ‘Müslümanların bu hali nedir böyle?’ diye sordum, o da: ‘Takdir-i İlahi böyleymiş’ dedi.”[5]
Bu yenilginin çeşitli sebepleri vardı. Bazıları şunlardı:
Birincisi: Hâlid bin Velid’in (RA) komutasında bulunan öncü bölüğünde, daha çok Mekke’nin fethinin hemen arkasından henüz yeni Müslüman olmuş gençler vardı. Gençlik hevesi ve gururuna kapılarak savaş silahlarını bile almadan cepheye gelmişlerdi.[6] Ayrıca Ordu içinde hâlâ Müslüman olmamış “Tulekâ” denen 2.000 kişi bulunmaktaydı.[7] Buna karşılık düşman safındaki Hevâzin kabilesi, bütün Araplar arasında bir örneği bulunmayan nişancılardı ve attığı oku hedefe vuran insanlardı. Savaş alanında onların bir oku bile boşa gitmez, hedefine ulaşırdı.
İkincisi: Kâfirler savaş alanına önce gelerek uygun yerleri ele geçirmiş, okçu birliği dağların eteklerine ve sırtların arkalarına yerleşip siper almışlardı.
Üçüncüsü: İslam ordusu sabahleyin ortalık iyice aydınlanmadan saldırmıştı. Müslümanların savaş alanında bulundukları yerde, sırtları o kadar bayır aşağıya doğruydu ki ayakların yere sağlam basması imkânsızdı. Saldırıya geçen Müslümanlar tam ilerlerken karşıdan, düşman safında binlerce asker sökün edip ortaya çıkmıştı. Öte taraftan; siperlere yatmış düşman okçular birliği yerlerinden harekete geçerek ok yağdırmaya başlayınca, İslam ordusunun en ön safında olanlar çaresizlik içinde, düzensiz olarak geriye çekilmek zorunda kalmıştı. Sonra da bütün ordunun ayağı kaymış, hezimet başlamıştı. Sahîh-i Buhârî’de de bildirildiği gibi: Herkes geri çekilip kaçmış, Hz. Peygamber tek başına kalmıştı. Ok yağmuru kesilmiyordu. 12.000 İslam askeri dağılmıştı ama tek başına yüce Peygamber bir cesaret ve kahramanlık âbidesi olarak ayakları üzerinde dimdik düşmana meydan okumaktaydı. Hz. Peygamberimiz (SAV) tek başına bir ordu, bir ülke, bir kıta, bir dünya, hatta dünyalar birliği gibi yüksek bir dirayet ve cesaretle ayakta durmaktaydı.
Hz. Peygamber sağ tarafına baktı ve: “Ey Ensar topluluğu!” diye bağırdı. Bağırmasıyla birlikte: “Biz buradayız, emrindeyiz!” sesi yükseldi. Sonra sol tarafına dönerek “Ey Muhacir topluluğu” diye bağırdı, yine aynı ses cevap olarak geldi. “Biz buradayız, emrindeyiz!” nidaları yükseldi. Hz. Peygamber bineğinden indi ve Peygamber azametini yansıtan bir ses tonuyla: “Ben Allah’ın kulu ve Peygamberiyim!” buyurdu.
Buhari’nin diğer bir rivayetinde ise:
“Ben Peygamberim, bunda yalan yoktur. Ben Abdülmuttalib’in oğluyum.” (Yani, hayatımı ve ahlâkımı biliyorsunuz. Bizde kahpelik ve korkaklık bulunmaz!) buyurduğunu belirtmişlerdi.[8]
Hz. Abbas (RA) gür sesliydi. Hz. Peygamber ona: “Muhacirlerle Ensar’a seslen!” diye emir verdi. O da:
“Ey Ensar topluluğu! Ey Hudeybiye Barışına katılanlar topluluğu!” diye çağırdı. İnsanı ürperten bu ses kulaklara gelir gelmez bütün ordu geri dönmeye başladı. Kargaşadan ve aşırı kalabalıktan dolayı geri dönemeyen atların üstündeki süvariler, zırhlarını fırlattılar ve atlardan aşağı sıçradılar. Birden savaşın gidişatı değişip başkalaşmıştı. Kâfirler kaçıp uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Kaçamayıp kalanların ellerine zincir vurulup esir alınmıştı. Sakîf kabilesinin bir kolu olan Mâlikoğulları yerlerinden kıpırdamayıp dik durmuşlardı. Ama yetmiş mensubu öldürüldü. Bayraktarları Osman b. Abdullah öldürülünce onlar da yerlerinde duramamış, dağılmışlardı.
Yenilen düşman ordusu darmadağınık vaziyette, paramparça olarak bir kısmı Evtâs’ta toplandı, bir kısmı da Tâif’e giderek kalelerine sığındılar. Sığınanlar arasında ordu komutanı Mâlik b. Avf da vardı.
Tâif Kuşatması ve Sonrası
Huneyn’de yenilen düşman ordusunun kaçıp kurtulanlarından bir kısmı Tâif’e gidip oranın kalesine sığındı ve onlara karşı savaş hazırlıklarına başladı. Tâif son derece korunaklı bir konumdaydı. Buraya Tâif denmesinin sebebi, şehri koruyan surların şehrin her tarafını kuşatmış olmasıydı. Buraya yerleşmiş olan Sakîf kabilesi çok cesur, bütün Araplar arasında seçkin savaşçılardı ve Kureyş’in de bir bakıma dengi sayılırdı. Burada korunaklı bir kale vardı. Şehir halkı ve Huneyn’den mağlup olarak kaçan asker kalıntıları, kaleyi tahkim ederek uzun zaman yetecek yiyecek malzemelerini depoladılar. Dört bir tarafa mancınık ve yer yer de okçular yerleştirip savunma tedbirlerini almışlardı.
Hz. Peygamber (SAV), Huneyn’de elde edilen ganimet mallarının ve savaş esirlerinin Cu’râne’de korunmalarını emretti ve kendisi Tâif’e gitmek üzere harekete geçti. Öncü birliği olarak Hâlid b. Velid (RA) daha önceden hareket ettirilmişti. Tâif kuşatıldı. Kuşatma yirmi gün boyunca devam etti, ama şehir fetholunamadı.
Hz. Peygamber (SAV), Nevfel b. Muaviye’yi çağırarak, “Bu noktada görüşün nedir?” diye sordu. O da: “Tilki inine girmiştir, uğraşmaya devam edilirse yakalanacaktır. Ama bırakılsa da endişelenecek hiçbir durum yoktur” dedi. Sadece savunma amaçlandığı için Hz. Peygamber (SAV): “Kuşatma kaldırılsın” buyurdu. Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber’den onlara beddua etmesini istediler. Hz. Peygamber ise şöyle dua etti: “Allah’ım! Sakîf’e hidayet et ve onları Bana gönder.”
Huneyn Sonrası Ganimetlerin Taksimi ve İtirazlar!
Hz. Peygamber kuşatmayı bırakarak Cu’râne’ye dönme kararı aldı. Sayısız ganimet malı toplanmıştı. 6.000 savaş esiri, 24.000 deve, 40.000’den fazla koyun-keçi ve 4.000 okka (7200 kg) altın ve gümüş vardı.[9] Savaş esirleri meselesinde Resulüllah kendileri ile görüşüp birtakım iyi sonuçlar alabilmek için esir yakınlarının ve akrabalarının gelmesini bekledi. Birkaç gün geçmesine rağmen kimse gelmedi. Ganimet malları beşe bölündü. Dört bölümü prensibe uygun olarak askerlere bölüştürüldü. Beşte biri ise devlet hazinesine ve yoksullara, fakirlere bırakıldı. Henüz İslam’ı yeni kabul etmiş olan Mekke’nin birçok ileri geleni hâlâ kararsız inançlılardı; iman, kalplerinde tam ve sağlam olarak yerleşmemişti. Kur’an-ı Kerim bunlara “Müellefe-i Kulûb” demişti. Kur’an-ı Kerim’de zekâtın harcanacağı yerler anlatılırken bu insanların adları da geçmektedir. Hz. Peygamber (SAV) bu insanlara son derece mertçe ikramlarda bulundu. Bunun dökümü şöyledir:
Ebu Süfyan ve ailesine: 300 deve ve 120 okka (200 kg) gümüş
Hakîm b. Hizâm’a: 200 deve
Nudayr b. Haris b. Kilde es-Sekafî’ye: 100 deve
Safvan b. Ümeyye’ye: 100 deve
Kays b. Adiyy’e: 100 deve
Süheyl b. Amr’e: 100 deve
Huveytib b. Abdüluzzâ’ya: 100 deve bağışlanmıştı.
Bunlardan başka, Mekkeli olmayan yeni Müslüman kabile reisleri de büyük ikrama layık bulunmuşlardı.
Temîm kabilesinden Akra’ b. Hâbis’e: 100 deve
Uyeyne b. Husayn el-Fizârî’ye: 100 deve bırakılmıştı.
Bundan başka birçok insana 50 deve ikram edilmiştir. Genel taksime göre; askerlerin payına düşen adam başı 4 deve ve 40 keçi idi. Ama süvarilere iki misli daha fazla pay düştüğünden her süvarinin payına 12 deve ve 120 keçi düşmüştür.[10] Hz. Peygamber Efendimiz (SAV), böylece inkârcıların ve münafıkların elebaşları olacak, fitne ve fesat çıkaracak kimseleri, çok büyük ganimetler verip zahiren İslam’a bağlamış, ama onların yakınlarının, çocuklarının ve torunlarının samimi Müslüman olmalarını sağlamıştı.
Kendilerine ikram ve ihsan yağmuru yağdırılanlar, genellikle Mekkeliler ve daha çok yeni Müslüman olmuş kimselerdi. Bundan dolayı Ensar gücendi. Bazıları: “Resulüllah (SAV) Kureyş’e ikramlarda bulunup bizi mahrum etti. Hâlbuki kılıçlarımızdaki Kureyş’in kanı hâlâ tazedir” dediler[11] ve: “Zorluk ve musibet zamanında hatırlanıyoruz, ganimet ise başkalarına veriliyor” diye söylendiler.[12]
Hz. Peygamber (SAV) bu huzursuzluğu duyunca Ensar’ı yanına istetti. Bir deri çadır kuruldu, içinde insanlar toplandı. Hz. Peygamber Ensar’a hitaben: “Siz böyle dediniz mi?” buyurdu. Onlar da mahcup bir tavırla: “Ey Allah Resulü! Bizim önde gelenlerimizden hiçbiri böyle demedi. Yeni yetme gençlerimiz böyle konuşmuş olabilirler” dediler.[13]
Sahîh-i Buhari’nin Menâkıbü’l-Ensâr bölümünde, Hz. Enes’ten şöyle rivayet edilmektedir:
“Hz. Peygamber (SAV) Ensar’ı çağırarak: ‘Bu ne haldir’ diye sorunca Ensar yalan söylemediğinden: ‘Ey Allah Resulü, işittikleriniz doğrudur’ dediler.”
Bunun üzerine Hz. Peygamber, edebiyat sahasında benzeri görülmemiş bir hitabede bulunmuşlardı:
“Şurası bir gerçek değil midir ki, önceleri dalâlette ve Hak yoldan uzaktaydınız, Allah Benim aracılığımla size hidayet verip, doğru yola iletti. Siz darmadağınıktınız, Allah Benim aracılığımla sizi bir araya getirdi. Siz hiçbir şeyi olmayan yoksul kimselerdiniz, Allah Benim vasıtamla sizi zengin etti!”
Hz. Peygamber konuşmasına devam ediyordu. Ensar her bir cümlesinde: “Allah ve Resulü’nün ikramı ve lütfu her şeyden üstündür” diyorlardı.[14]
Hz. Peygamber: “Hayır! Siz şöyle cevap veriniz. Ey Muhammed! İnsanlar yalanlarken biz Seni tasdik edip sahip çıktık, insanlar Seni tek başına bırakmışken biz Seni barındırıp himayemize aldık. Yoksul gelmiştin, biz her çeşit yardımı yaptık.”
Hz. Peygamber bunları söyledikten sonra: “Siz böyle cevap vermeye devam ediniz, Ben de doğru söylüyorsunuz demeye devam edeceğim. Ama ey Ensar! İnsanlar deve ve keçileri alıp gitsinler! Sizler Muhammed’i yanınıza alıp yurdunuza dönmeyi arzu etmez misiniz?” buyurunca hepsi pişmanlıkla ağlamaya başlamıştı.
Ve tabi, Huneyn sonrası, görünüşte hak ettikleri ganimetlerden mahrum bırakılmaya, ilk anda itirazları olsa da, ardından Allah’ın rızasına, ahiret yatırımına ve Resulüllah’ın yakınlığına razı olup, teslimiyet gösteren sadık sahabeler;
• Halifelik (Devlet Başkanlığı) makamına,
• Mısır, İran, Şam, Yemen, Kafkasya ve Doğu-Güneydoğu Anadolu’nun Genel Valilik fırsatlarına…
• Muzaffer Ordu komutanlıklarına,
• En yüksek bürokrasi koltuklarına layık ve nail olacaklardı!..
- Tevbe: 25
- Ahmed İbni Hanbel, Müsned, c. 4, s. 36. el-İsâbe’de de Buhârî’den bu rivayet nakledilmiş fakat orada 10.000 dirhem olarak belirtilmiştir.
- Muvattâ’da şöyle bildiriliyor: “Hz. Peygamber silah istediğinde, ‘Zorla mı yoksa isteyerek mi vermemi istiyorsun?’ diye sorunca Hz. Peygamber: ‘Gönlünle’ buyurdu.” Ebu Davud, Damâne bölümünde de böyle bir rivayet nakletmiştir.
- Bazı rivayetlerde, birkaç sahabenin kaçmayıp orada durduğu bildirilmiştir.
- Buhari, Huneyn Savaşı, c. l, s. 618
- Buhari, Cihad/97
- El-Musannef’in bu ifadesi müphemdir. Ancak söylenmek istenen; “Her ne kadar onlar Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olmuşlarsa da yeni Müslüman oldukları için eski Müslümanlar gibi sağlam değillerdi” olmalıdır.
- Buhari, c. 2, s. 621, Tâif Gazvesi bölümü
- Tabakât-ı İbni Sa’d, Meğâzi bölümü, s. 110
- Tabakât-ı İbni Sa’d Meğâzi bölümü, s. 1010. Zerkânî, c. 3, s. 92
- Buhari, Menâkıbul’l-Ensâr/1, Megâzî/56; Müslim, Zekât/132.
- Buhari, Tâif Gazvesi, Nizamî Matbaası, s. 621
- Buhari, Tâif Gazvesi, s. 620
- Buhari, Tâif Gazvesi, s. 120. Fethu’l-Bârî, c. 8, s. 90


Resûl-i Ekrem (s.a.v)
bir hadisinde şöyle buyurur:
”Akıllı kişi, nefsine hakim olan ve ölümden sonrası için çalışandır. Zavallı kişi ise, nefsinin her türlü arzu ve isteklerine uyan ve buna rağmen hâlâ Allah’tan iyilik temenni edendir. ” (Tirmizi sıfâtü-l kıyâme,25: İbn mace ,Zühd,31)
“Siz O’na (Peygambere ve Hakk Dava Önderine) yardım etmezseniz (zararlı çıkan siz olacaksınız, çünkü) Allah O’na zaten ve kesinlikle yardımcıydı.” Tevbe Suresi 40
“(Hz.) İsa onlardaki inkârı sezince dedi ki: “(Sizden) Allah için bana yardım edecekler kimdir?” Havariler ise: “Allah’ın yardımcıları biziz. Biz Allah’a inandık, (Ey İsa!) bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza şahit ol” demişlerdi.” Al-i İmran 52
“(Unutmayınız ki) Allah, “muhakkak Ben ve Elçilerim galip geleceğiz” diye yazmış (ve kararlaştırmış) tır. (Allah’ın partisi ve Kur’an’ın takipçisi olanlar mutlaka kazanacak ve başarıya ulaşacaklardır. ) Gerçekten Allah, en büyük Kuvvet sahibidir, Güçlü ve Üstün olandır.” Mücadele 21
“(Kur’an’ın va’ad ettiği zaferden kuşku duyanların, Allah’ı ve Hakk davayı bırakıp dünyadaki zalim ve şeytani güçlere dayananların; acaba) Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa şüpheye (ve ümitsizliğe) mi kapıldılar? Veya, Allah’ın ve Elçisinin, kendilerine “hayf”=hükümde haksızlık ve vefasızlık yapacağından (ümit ve gayretlerini karşılıksız bırakacağından) mı korkup çekiniyorlar? (Oysa, Allah asla adaletsiz değildir.) Asıl zalim olan kendileridir!..” (Nur: 50)
“(Ey Nebim!) Kesin olarak biliyoruz ki, onların söyledikleri Seni gerçekten üzüyor. Doğrusu onlar Seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler (inatla ve şeytanlık damarıyla) aslında Allah’ın ayetlerine başkaldırıyorlar. (İtiraz ve isyanları bundandır. Ve asıl düşmanlıkları Banadır! [Her asırda; Hz. Peygamberi ve Onun izindeki İslam tebliğcilerini yalanlayan kimse; aslında Allah’ın ahkâmına kin tutmakta ve gerçeği fark ettiği halde ısrarla saldırıp çok inatçı Yahudiler gibi “cühud”luk, yani çıfıtlık ve fesatçılık yapmaktadır.]” (En’am: 33)
Onlar, Allah’ın nurunu (ve İslam’ın zuhurunu) ağızlarıyla (kuru laf kalabalığıyla) söndürmek istemektedirler. Oysa Allah, Kendi nurunu tamama (başarıya) eriştirecektir; kâfirler hoş görmese (ve engellese) bile (Kur’an’ın Adil Düzenini yerleştirip yürütecektir). (Saf 8)
Samimi tevbe nasıl olmalıdır?:
“Tevbenin aslı pişmanlıktır. Pişmanlık ise; yaptığı yanlışlık ve haksızlıklara hayıflanıp huzurunun bozulması ve hatasını telafi etme çabasıdır. Böyle samimi pişmanlık duyanların; sevinçleri kedere, güvenleri endişeye, gurur ve kibirleri alçakgönüllülüğe dönmüş olmalıdır. Bu tevbe ve pişmanlık ise, dünyalık makam ve çıkar kaybından değil, Allah’ın rızasından ve Hak davası yolundaki cihadından ayrı kalma kuşkusundan… Cennet ve rü’yetten mahrum kalıp cehenneme düşme korkusundan olmalıdır. Yoksa nefsi heveslerinden ve dünyevi hedeflerinden mahrum kalma endişesiyle gösterilen pişmanlık tevbekârlık değil, sahtekârlıktır. Hatta Cenab-ı Hakkın Zat’ını ve rızasını değil de, O’nun nimet ve faziletlerini yitirme korkusuyla pişmanlık duyanlar bile kınanmıştır.”
“Gayesi dünya olanın, ahiret ve ibadet gayreti boşunadır. İnsanlara; manevi iflasları ve uhrevi hüsranları için değil de, zahiri zararları ve dünyevi kayıpları için üzülenler de zavallıdır.”
“Nefsin gıdası; zevk, şehvet ve çıkardır. Aklın gıdası; ilim, hikmet ve irfandır… Kalbin gıdası ve itminanı; fikrullah ve zikrullahtır… Ruhun gıdası ise; Allah yolunda cihad ve bu uğurda sıkıntılara katlanmaktır.”
Rabbimiz bizleri rızasına, ahiret yatırımına ve dünya nimetlerini elinin tersiyle itip Resulüllah’ın/ Hakk dava elçisinin yakınlığına razı olup, teslimiyet gösteren sadıklardan eylesin.
Bu yazı yayınlandığı sırada Muhterem üstadımızın Hz Muhammed Ve Asrı Saadet kitabından okuduğum şu bölüm tevafuken benzerlik gösterdiğini düşündüğüm için aynen alıntı yaptım.
Üstelik “Debbağ (deri ustası)sevdiği ve değer verdiği deriyi döver.” atasözü önemli bir gerçeği dile getirmektedir. Çünkü en kıymetli çanta ve ayakkabı olmaya müsait deri, daha fazla dövülüp işlenecektir. İşe yaramaz derilere boşuna emek verilmeyecektir. Tarihte çok önemli mevki ve mesleklere yükselmiş şahsiyetler, çıraklık ve kalfalık dönemlerinde, üstatlarının kendilerine sıkça bağırıp çağırmalarını, kıymet ve rağbetlerinin bir göstergesi sayıp sevinmiş ve sabretmişlerdir.
“Doğrusu Allah, Kendi yolunda (tuğlaları ve bütün parçaları) sanki birbirine (kurşunla) kenetlenmiş bir bina gibi saf saf bağlayarak (irtibatlı, intizamlı ve itaatli bir teşkilat şuuruna ve ordu disiplini sorumluluğuna sahip olarak cihad edip) çarpışanları seven (ve destekleyendir). (Özel izin ve mazeretleri dışında, ferdî ve fevrî hareket edenleri değil.)” (Saff: 4)
Buna karşılık:
“Allah’ın gönderdiği elçiye eziyet eden (söz dinlemeyen ve görevlerini yerine getirmeyen, böylece Hakk’tan) eğilip-sapınca, Allah tarafından kalpleri eğriltilip saptırılan ve hidayetleri kararıp vicdanları kirlenen” (Saff: 5) kimseler affedilip düşünülmemelidir.
“Herkesten önce ve ordu (emniyet heyeti) müessesesi oluşturulmuş kimselerdir. Katılıp gayret gösterenleri (Ensar sahabeleri) ise, hicret edenleri hazırlayıp, şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu ve gayreti) bulundurmaz ve onları nefislerinden bile (ihtiyaç olsa bile) önde ve daha kıymetli duyup hissettikleri kimselerdir. Kim nefislerinin hırs ve bencilliğinden korunmuşsa, işte onlar felaha (kurtuluşa) erecek kimselerdir.” (Haşr: 9) ayeti gereğince, onlar kardeşlerimizin ve ekip bireylerimizin, maddî ve manevî menfaat alanlarında, kendi nefsimize tercih etmemizi olduğu gibi öğretmektedir.
Muhabbetin alâmetleri ve gerekleri:
A- 1- Muhabbet gayreti gerektirir. Allah’ı ve Resulü’nü sevdiğini söyleyip, Onların dinine ve İslam ümmetine sahip çıkmayan ve riske girmeyenlerin samimiyeti sahtedir. Bakınız; Hz. İbrahim’in Allah muhabbeti, onu gayrete getirmiş ve putları kırmaya ve tüm zalim-kâfirlerin düşmanlığını göze almaya yöneltmiştir.
2- Bu gayretin imtihanı, şiddet ve hakaretlere göğüs germektir. Hz. İbrahim Nemrut’un ateşine atılmış, ama asla şikâyet etmemiş, tam bir teslimiyet göstermiştir.
3- Bu teslimiyetin neticesi ise, selamet ve emniyettir. Hz. İbrahim’in ateşi yakmamış, üstelik gülistana çevrilmiştir.
B- 1- Muhabbetin ikinci gereği ve alâmeti “emaneti ehline vermek” ve her şeyin sahibine güvenmektir. Hz. İbrahim, Allah’ın emaneti olan hanımı Hacer’i ve oğlu İsmail’i ıssız Mekke vadisinde, Rabbine teslim edip güvenmiştir. (Hz Muhammed Ve Asrı Saadet sayfa 16)
Yani yaptığımız ibadetlerimizi ve gayretlerimizi hiç bir karşılık beklemeden be minnet etmeden Allah Rızası için yapıp son nefesimize kadar imtihan da olduğumuzu bilmemiz gerekmektedir. Cihad önderimize ve liderimize sonuna kadar güvenmek aslında Rabbimizin vadine güvenmektir. Biz Hak davaya şeref katamayız ancak biz Hak davaya hizmet etmekle biz şeref buluruz
Hucurât 17
(Ey Resulüm, bazıları da) Müslüman oldular (ve birtakım hizmet ve fedakârlıkta bulundular) diye (gelip başına kakmak niyetiyle) Sana minnet etmektedirler. (Uğradıkları sıkıntıların sorumluluğunu Sana yüklemektedirler.) De ki: “Müslümanlığınızı Bana karşı minnet (konusu) etmeyin. (Hizmet ve ibadetlerinize karşılık dünyalık makam ve menfaat beklemeyin, kendinizi ayrıcalıklı zannetmeyin!) Tam tersine, sizi imana yönelttiği (küfür ve kötülükten çekip çevirdiği) için Allah size minnet edip (verdiği nimet ve faziletlerin şükrünü isteyebilir). Eğer doğru sözlüler (ve temiz özlüler) iseniz (bunu böyle kabullenmeniz gerekir.)”
https://www.mealikerim.com/49/hucurat/17
Gerçeği bildik yetmedi
Göz ile gördük yetmedi
Hakkıyla idrak olmadı
Bu kaçıncı ayıbımdır…
İkaz, uyarı kaç kere
Bunca imkânı kim vere
Kıymetin bil atma yere
Bu kaçıncı ayıbımdır…
Kim ahiret sevabını (ve ticaretini) isterse onun sevabını artırırız. (Dünyada da kendisine izzeti ve bereketi tattırırız.) Kim de (sadece) dünya (menfaatini ve) ekinini ister (dinini bile dünyevi beklentileri için istismar eder)se, ona da ondan (geçici makam ve çıkardan) veririz. Fakat ahirette ona hiçbir nasip yoktur (eli boş kalacaktır).