YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6920c7ff1060c
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 4 9
Bugün : 40245
Dün : 45549
Bu ay : 892969
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45296790
IP'niz : 216.73.216.128

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 Abdi İpekçi’yi Ağca mı katletti, “karaca” mı? Sorularıyla uğraşmak, saflıktır. Ağca’ya veya Karaca’ya silahı ve talimatı kimler verdi, bunlar hangi partiler ve örgütlerle ilişkiliydi? Soruları konuyu sulandırmaktır…

Bütün bunları, iki büyük güç merkezinin bilek güreşi ve stratejik hamleleri şeklinde değerlendiremeyenlerin, bütün çabaları ve araştırmaları sadece vakit israfıdır.

Çünkü Mehmet Ali Ağca:

  • Vurduğu Abdi İpekçi’nin gerçek kimliğini ve gizemli kişiliğini bilemezdi.
  • Onun hangi merkezlerin ve güçlerin, Türkiye’deki gayrı resmi temsilcisi ve zirvedeki ismi olduğuna aklı bile eremezdi.

Ağca gibileri, bu senaryoda görünüşte büyük kahraman(!), gerçekte çok düşük bir figüran yerindeydi.

Abdi İpekçi’nin önemli kimliğini, öldürülmesinin doğuracağı etkileri, bilse ve aklı erseydi, zaten böyle bir olayda figüranlık yapmaya bile yüreği ve beyni yetmezdi.

Abdi İpekçi’nin Sabataist ve Siyonist akrabalarının ve Masonik bağlantılarının da… Mehmet Ali Ağca’yı beşinci sınıf bir piyon olarak kullananların da ortak hedefi, bu olayın karanlıkta kalmasıdır. Çünkü iki büyük merkezin de, üst kademesi olup bitenlerin perde arkasını zaten bilip durmaktadır.

Ama kaybeden taraf, artık bittiği ve tükendiği anlaşılmasın diye susmakta, diğer taraf şova ve şarlatanlığa ihtiyaç duymadığı için üzerinde durmamaktadır.

Haydi, size bir komplo hikâyesi sunalım:

  • 1980 öncesi sağ-sol çatışmaları ve alevi-Sünni kamplaşmaları artık Türkiye’yi sadece fikren değil, fiilen de parçalanma noktasına getirmişti.
  • Siyasi iktidarlar çaresiz ve yetersizdi. Hatta bazıları bu parçalanmaya hizmet etmekte, “sağ”a veya “sol”a destek vermekteydi.
  • TSK’nın müdahalesi kaçınılmaz hale gelmişti, ama Türkiye’nin zaten parçalanmasını ve Lozan’ın gizli maddeleri olan Siyonist Haham Haim Nahum projelerin hedefine ulaşmasını isteyen ABD’nin derin devleti olan Yahudi Lobileri, “bu, süreci geciktirir” endişesiyle bir askeri darbeye müsaade etmemekteydi.
  • Bu malum merkezlerin Türkiye mümessilleri de, “bütün ülke yansa ateş bize dokunmaz, bırak biri birini boğsunlar” rahatlığı içindeydi.
  • Ama ateş en önemli adamlarına dokununca, hepsi birden can derdine düşecek ve askeri müdahaleye rıza göstermek ve destek vermek mecburiyeti hissedilecekti.
  • Ve o askerin ve darbecilerin, kendi güdümlerinden çıktığını, tam iki yıl sonra fark edeceklerdi. Ama artık iş işten çoktan geçmişti.

Bülent Ecevit, Abdi İpekçi’nin ölümünden bir müddet sonra: “artık önümü göremiyorum. Kendimi birden bire karanlıkta kalmış gibi hissediyorum” anlamında itiraflar etmişti. Doğru söylemişti. Çünkü Abdi İpekçi onlara; “önünü ve yönünü gösteren, lobilerinden gelen gizli ve kirli emirleri ve görevlerini bildiren gizemli kişi” rolündeydi. O tarihlerdeki Milliyet Gazetesi muhabir yazarı Mete Akyol, Abdi İpekçi’den: “Gölgedeki Lider”!? Diye bahsetmekteydi.

Sonunda ABD, ihtilali çabuklaştırmak için Kıbrıs operasyonu nedeniyle Amerika’nın Türkiye’ye uyguladığı askeri ve teknolojik ambargoyu ağırlaştırmaya başladı. Oysa, mümkün olduğu kadar çabuk kalkar ve askeri teçhizatta gözle görülür bir düzelme olursa askerin morali düzelecek ve hükümet karşıtı görüşler azalacaktı. Ordunun ihtiyaçları büyük ve çok pahalıydı. Ancak bol miktarda yedek parça sağlanırsa askerler en azından elindeki modası geçmiş silahların kullanılabileceği kanaatine kapılacaktı.

O sırada bir İngiliz gazetecinin Türkiye’den döndükten sonra söyledikleri aynen bu günleri hatırlatmaktaydı. “Türkiye’deki dizileri izledim. Hepsinde siyah arabalı, siyah takım elbiseli, açık yaka beyaz gömlekli, tabancalı adamlar sürekli birilerini vuruyor. Çoluk çocuk herkes gece yarılarına kadar TV başında heyecanla bu cinayetleri izliyor. Sanal yaşantı sanki gerçek yaşamınızın bir parçası olmuş. İnsanlar dizi karakterlerini öylesine benimsemiş ki gerçek hayattaki normal insanlar çoğu kişiye sanal gelmeye başlamış.”

Amerika ve NATO, bir darbe için Kenan Paşa’yı değil, Vecihi Akın’ı düşünüyordu:

Vecihi Akın, Aydın 1916 doğumlu bir Paşaydı. Kara Harp Okulu’ndan sonra Kara Harp Akademisini bitiren Vecihi Akın, 15 Ağustos 1975-16 Ağustos 1976 tarihleri arasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanlığı, Genelkurmay İkinci Başkanlığı, İkinci Ordu Komutanlığı ve NATO Güneydoğu Avrupa Kara Kuvvetleri Komutanlığı da yapmıştı. Akın’ın ismi İzmir’de bir kışlaya verildi. Akın, emekli olduktan sonra, 1983’te Turgut Özal’ın karşısında seçimlere katılan ve büyük hayal kırıklığı yaşayan Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer almıştı. 6 Kasım seçimlerinde yine aynı partinin Konya milletvekili seçilerek parlamentoya taşınmıştı. MDP, 12 Eylül darbesinden sonra emekli orgeneral Turgut Sunalp ve 40 arkadaşı tarafından kurulmuştu. Akın, Sunalp’le hareket eden isimlerin başındaydı.

Kenan Evren darbe yapacak havası vermiyordu:

Eğer ülkede kanun ve düzen tamamen çökerse ya silahlı kuvvetlere durumla baş edebilmeleri için güçlerini genişletme imkânı verilecek ya da kendisi müdahale edecekti. Kenan Evren’le 29 Ağustos’ta yapılan röportajda silahlı kuvvetlerin politikaya dahil olması ile ilgili bir soruya ordunun “ülke bütünlüğünü koruma ve demokratik rejimi koruma görevi”nden bahsetmişti. Kenan Evren’in bu açıklaması “hükümete karşı hareket etmek istemediği” şeklinde yorumlara girişilmişti.

Ancak geçte olsa darbenin ayak seslerini duyan İngilizler, Siyonist mahfillerin baskısıyla askerin iktidarı ele almasını engellemek için kendilerinin ne yapabileceğini sorgulamaya başlamıştı. Elçilikten bu konuda yapılabilecekler için tavsiyeler talep edildi, ABD ve Almanya ile de temasa geçilip işbirliği sağlanmıştı.

Türkiye için 1978 sonu özellikle ekonomik durumun kriz boyutlarına ulaştığı, sokak çatışmalarının günlük yaşamın bir parçası haline geldiği aylardı. Türkiye’nin 1.5 ayda ödemesi gereken dış borcu toplam 12.4 milyar dolara ulaşmış ancak kasada tek dolar bile kalmamıştı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Ankara’daki Büyükelçiliği’ne 17 Ekim 1978 tarihinde Türkiye’deki “darbe olasılığının” araştırılarak bir rapor hazırlanması talimatını ulaştırdı. Elçilikten gelen yanıtta, “Batı dünyasının Türkiye’yi Batılı bir demokrasi olarak korumak için dev bir ’kurtarma operasyonu’ (massive rescue operation) yapıp yapmayacağına karar verme zamanı geldi” ifadesi yer almaktaydı. Dışişleri ise, “Amerikalılar ve Almanlar Türkiye’ye mali yardıma yanaşmıyor. Durumun çok da kötü olmadığını düşünüyorlar. İngiltere bu koşullar altında tek başına harekete geçemez” yanıtını vererek, şaşkınlıklarını açığa vurmuşlardı.[1]

12 Eylül’e giden yolun taşları döşeniyordu

70’li yılların özellikle ikinci yarısında, terör eylemleri giderek yaygınlaştı ve nihayet, 1978’in 26 Aralık’ında, Kahramanmaraş olayları sonrasında, 22 ilde, sıkıyönetim başlatıldı. Bu kentlere, Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirler ve birçok Doğu ve Güneydoğu illeri katıldı. İpekçi cinayetinden hemen önce, Kahramanmaraş’taki Alevi-Sünni çatışması da, darbeye götüren önemli adımlardan biri olacaktı. Çünkü hem gerginlik had safhaya varmıştı, hem de sıkıyönetimin ilânıyla, asker, asayiş olaylarında yetkili kılınmıştı.

Ama biz, bu konuları derinleştirmek yerine, gene İpekçi cinayetine dönelim. Suikastı, aşina olduğumuz bir örgüte, Kontrgerilla ya da Gladyo’ya bağlamak mümkün. Bunu yıllar önce yazanlar oldu. Mesela, kendisi de faili meçhul bir cinayete kurban giden Uğur Mumcu: “Ağca önce, Abdi İpekçi cinayetini yalnız başına işlediğini söyledi. Sonra hapisten örgütüne sinyal yolladı: ‘Katilleri yakında açıklayacağım.’ Ağca, 23 Kasım 1979’da Türkiye’nin en iyi korunan askerî garnizonu içindeki Kartal Maltepe Cezaevi’nden kaçmayı başardı. Ağca, hapisten Ülkücü bir askerin yardımı ile kaçtı ve Abdullah Çatlı’nın evine saklandı.”

Mumcu, yaptığı ihbarların takip edilmemesinden de şikâyetçiydi: “Okurlarımı bıktırırcasına, Ülkü Ocakları’na cinayet silâhları veren jandarma yüzbaşılarını yazdım; kimse kulak asmadı. Silâhların kayıt sayılarını bile verdim; hiçbir asker ve sivil yönetici bana mısın demedi. Ankara Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi öğrencilerinin üzerine, Amerikan yapısı ve ordu malı bombanın atıldığını yazdım; bu bombanın marka ve sayısını bildirdim; kimse tınmadı… Biz kontrgerilla diyelim, sizler başka ad takın, ama gizli bir örgütün kirli parmak izleri İpekçi cinayetine karışmıştır.”

Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979’da öldürüldü. O tarihte İstanbul’da sıkıyönetim vardı. İpekçi evine gelirken çapraz ateş altında kaldı. İki farklı silâhın kullanıldığını gösteren, iki farklı mermi bulundu. Ateş eden kişinin Oral Çelik olduğu iddia edildi ama Çelik de beraat etti.

Bugünkü bilgilerimizin ışığında, geriye doğru baktığımızda, Ağca’nın ülkede kargaşa yaratmak üzere Kontrgerilla tarafından kullanıldığı iddiaları haklılık kazanıyor. Uğur Mumcu, olay henüz tazeyken şüphelerini dile getiriyordu. Ondan önce, Doğan Öz de, Kontrgerilla’nın peşine düşmüştü; ama öldürüldü.

Sıradan cinayetler ya da bazı akımların, örgütlerin yaptığı suikastlar kolay ortaya çıkardı.

Ancak içinde istihbarat örgütlerinin ya da derin devletin parmağının olduğu cinayetler kolay kolay açıklığa kavuşmazdı. Morrison Süleyman Demirel’in “11 Eylül sabahı akan kan, 12 Eylül sabahı nasıl durdu” sorusu, Masonların çaresizliğini yansıtmaktaydı.

İpekçi cinayeti niye çözülemiyordu?

Abdi İpekçi o gün Ankara’da idi ve Başbakan Ecevit’le görüşme yapmıştı. Bu iki cümledeki bilginin ötesinde kim, ne açıklaması yaptı bu ülkenin insanlarına? Yunanlı gazetecileri hükümetle tanıştırma/görüştürme “krema” gerekçesinden başka bir ayrıntı bilen, hatırlayan var mıydı?

Neden hiç kimse, adı geçen Yunanlı gazeteciler ve Başbakan Ecevit dahil,  İpekçi’nin Ankara’daki gününü anlatmamıştı? Kimlerle ne konuştuğunu ve moralinin nasıl olduğunu, niye hiç sormamış ve yazmamıştı.

Gazetesi Milliyet bile İpekçi’nin Ecevit’le konuşmasının ayrıntısını vermemiş, sadece havaalanından Cağaloğluna, gazetesine geldiğini ve evi ile telefonda görüştüğünü yazmıştı. İpekçi’nin Ankara’dan nasıl döndüğünü, yani moral durumunu ve evi ile yaptığı görüşmede yeni ve değişik bir cümlesinin olup olmadığını İpekçi’nin gazetesi Milliyet bile atlamıştı.

Fakat kurşun seslerini duyan eşinin “Eyvah Abdi’yi vurdular” diye haykırarak sokağa çıktığını yazmışlardı. Halbuki o günlerde sokaklarda kurşun sesi eksik olmuyordu. Yoksa Abdi İpekçi gazeteden evini aradığında şüphe ettiği bir durumu mu eşine aktarmıştı?

Sakıp Sabancı ile Abdi İpekçi’nin son akşamı birlikteydiler. Merhum Sabancı da bu konuda neden hiç konuşmamış, hiç bir şey anlatmamıştı?

Gazetesi Milliyet’in yazdığına göre İpekçi dönüş uçağında da Sabancı ile birlikte,.. Yan yana oturmuşlar ve İstanbul’a gelene kadar konuşmuşlardı? Neden hiç kimse sonraları Sabancı’ya bunları hatırlatmamış ve sormamıştı?

Merhum Sabancı o akşam özellikle mi bindirildi İpekçi’nin uçağına? İpekçi’nin o gün aldığı bir “karar” vardı da ondan mı vazgeçirmeğe çalışmıştı?

Mesela İpekçi, başbakan Ecevit’i istifa etmesi için mi uyarmıştı? Gazetesinde muhalefet yapacağını, o günkü hükümetin mutlaka istifasını sağlayacağını mı vurgulamıştı? Sabancı, uçak İstanbul’a gelene kadar “aman yapma, sakın bu işe karışma!” diyerek iknaya mı çalışmıştı?

Ve sonunda öldürülmesi, acaba İpekçi’nin, ikna olmadığının mı kanıtıydı? 

Tetikçiye kahraman muamelesi Kasıtlı mı yapılıyordu?

Olacağı budur! Evet, tetikçiye kahraman muamelesi yapılırsa ortaya bu saçmalıklar çıkacaktır.

O zaman sıradan bir tetikçi kendisini kahraman olarak görmeye başlayıp ona göre davranmaya kalkışacaktır.

Hatta sadece kahramanlıkla da kalmayacak daha ötesine gitmeye çalışacaktır.

Büyük bir tevazu(!) içinde Tanrı olmadığını(!) açıklamaya yeltenip “Tanrının oğlu da değilim” demek suretiyle kendisine gösterilen kahraman muamelesine uygun davranacaktır!

Ağca’nın tahliye edilmesiyle zihnimizi meşgul eden husus, Mesihlik ve kurtarıcılık kavramlarıdır. Daha önce de bu anlamda bazı sözler söylemişti Ağca. Bir katilden ve suikastçıdan gelecek kurtuluş nasıl bir kurtuluş olabilir? İyi insanların köküne kıran mı girdi ki Mesihlik katillere kadar düştü denilip, burun kıvrılabilir buna. Ama bence burun kıvırıp geçmeyelim. Çünkü bu sadece Ağca ile sınırlı değil. Hatırlayacaksınız, Hasan Mezarcı da bir müddet hapis yattı; çıktıktan sonra buna benzer şeyler söyledi. Kılık kıyafeti de değiştirmişti. Eski bir diyanet mensubu olarak dini metinlerden haberdardı ve ayetler, hadisler okuyordu. Mezarcı, ben peygamberim, demiyordu; mehdi resul anlamında sözler söylüyordu. Bitmedi. Benzer bir söylem hâlâ cezaevinde bulunan bir başkasının yazdıklarında da var. Acaba bu kişiler rol mü yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar; yoksa önemli şeyler bilen kişilerin daha sonra söyleyecekleri hakikatleri, ifşa edecekleri açıklamaları anlamsız kılmak için bu kişilerin ruh yapısı ve psikolojik özellikleri üzerinde bu türden sonuçlar almaya yarayacak operasyonlar (ilaç vs.) filan mı uygulanmaktaydı[2]

Ağca neden Mavi’den vazgeçmiyordu?

Sincan cezaevinden “Mavi” kazağıyla çıkıverdi. Sonra üzerini değiştirdi. “Mavi Gömlek”, “Mavi Kravat” “Mavi Ceket”, “Mavi Pantolon” giydi.

Acaba, Ağca neden mavi takıntılıydı? 1979 yılında İpekçi’nin katili olarak yakalandığında da üzerinde “mavi” kazak vardı.  1981 yılında San Pietro meydanında Papa’yı vurduğunda da yine “mavi” kazaklıydı. Peki, ne olabilir bu mavi kazağın sırrı?

“Masonluk başta olmak üzere birçok gizemli örgütte sayılar ve renkler bir mesaj unsuru olarak kullanılagelmiştir, renklere ve sayılara sadece bilenlerin anladığı gizemli anlamlar yüklenmiştir. Bunların en önemlilerinden biri de “Mavi”dir. Mesela Masonlukta Mavi Loca’lar vardır. İlk Üç Derece’nin mensuplarına aynı zamanda “Mavi Loca” mensupları denir.

Mavi aynı zamanda Hıristiyan dünyasının kutsal rengidir. Meryem Ana’nın rengi olarak bilinir. Meryem ana ve İsa ikonlarında Meryem Ana hep “mavi renkle” sembolize edilir. Avrupa Birliği Bayrağı’nın renginin mavi olması bundandır. AB Bayrağındaki mavi zemin Meryem Ana’nın Kutsal Pelerini’ni temsil etmektedir.” Yani Mavi, Masonlar için de, Katolikler için de önemli bir renktir. (Tabi Ecevit mavisi de önemlidir.)

Ne garip ki Ağca’nın tahliye edildiği gün gazete ve haber portallarına “şok bir iddia” yansıdı. İddiaya göre; “Ağca’ya vur emrini Mason Locası vermişti!” Taha Kıvanç’a dayandırılan iddiaya göre; “İpekçi, kendisinin de içinde bulunduğu mason localarından birinin Türkiye’ye yapılan silah kaçakçılığını organize ettiğini öğrenmiş ve bu yüzden öldürülmüştü!”

Oysa bunların hepsi “numara”ydı ve Siyonist Masonların acizlik ve çaresizliğini örtmeye yönelik yorumlardı!

Mesih Ağca’nın avukatı Ateist çıkıyordu!

Ufak boylu tıknaz bir adamdı. Konuşkandı. Refah ve Fazilet Partisi döneminde sık sık yanımıza gelir, uzun uzun konuşup ayrılırdı. En sık ziyaretlerini 28 Şubat’ın soğuk günlerinde yaptı. Neredeyse günaşırı gelmeye başlamıştı. Gerçekten ilginç bir adamdı. Görüş olarak solcu, inanç olarak ateist ve inançsızdı. Ama Başörtüsü özgürlüğünü savunur, Refah’a ve Fazilet’e yapılan haksızlıklara karşı çıkardı. Çok hareketliydi Hacı Ali Özhan. Bir bakardık Mazlum-Der’de, bir bakardık İHD’denin kapısını çalardı.

Ama, Fazilet Partisi kapatıldıktan sonra bir daha uğramadı. Bu adam, AKP’nin ilk yıllarında Vakit gazetesinde yazmaya başladı. Bir dönem Hasan Celal Güzel’in avukatlığını yaptı. Sonra Liberal Düşünce Topluluğu’na takıldı. Hatta son günlerin Popüler ismi Star ve Zaman gazetesi yazarı Berat Özipek’le birlikte kitap çıkardı.

İşte Bizim Hacı Ali Özhan’ı, önceki gün Mehmet Ali Ağca’nın avukatı olarak TV ekranlarında açıklama yaparken görmek şaşırtıcıydı.

Ülkücü Mesih Ağca’yı, Marksist-ateist avukat Hacı Ali Özhan savunmaktaydı. Herhalde “Açılım” böyle bir nane olmaktaydı.[3]

Abdi İpekçi üzerinden, AKP ile MHP’yi Yakınlaştırma gayreti mi güdülüyordu?

Bazılarına göre: “AKP’nin MHP’ye ihtiyaç duyacağı günler yaklaşmaktaydı. Bu isterse Anayasa değişikliği süreci ile bağlantılı okunmalı, ister tek başına yeniden iktidara gelme şansı azalan AKP’nin yeni dönem arayışları ile bağlantılı olarak” yorumlanmalıydı…

MHP’den sorumlu Devlet Bahçeli’nin, geçmişteki esneklikleri de göz önüne alındığında, bugün verilen “sert” demeçlerin alkolden bile daha uçucu olduğu yakın siyasi tarihimizden hatırlanmaktaydı. Türkiye’de siyasi parti liderlerinin, üst akıllar ve güçler adına tabanlarından sorumlu olan görevliler olduğu ve bu üst güçlerin öncelikleri doğrultusunda nasıl kıvrak manevralar yapabildikleri de hatırlandığında bir AKP-MHP koalisyonu da kimseyi şaşırtmayacaktır.

Tek sorun; “lider” konumunda oturtulanların tabanları nezdinde yaşayacakları sürtünmeyi azaltmak olacaktır. MHP’yi ikna süreci bu nedenle Devlet Bahçeli’yi ikna sürecinden farklı okunmalıdır.

Bugüne kadar “Ergenekon” ve bağlantılı oluşturulan sis perdesine mesafe koyan MHP’nin, geçmişten bugüne uzanan ilişkiler ağı ve hatta Türkeş’in baskın manevi hatırası üzerinden yapılabilecek hatırlatmalar, bu partiyi yeni döneme ikna etmek için çok faydalı olacaktır.  Devlet Bahçelinin “28 Şubat’ın mağduru Erbakan’dır” diyerek Hoca’ya sahip çıkması da, acaba buzları eritmeye yönelik bir çıkış mıydı?

“Asıl mağdur Erbakan ve arkadaşları”

MHP Lideri Devlet Bahçeli, Başbakan Erdoğan ile AKP kurmaylarının 28 Şubat sürecinin mağduru değil kazançlı çıkan baş aktörü olduğunu söyleyerek, “Bu sürecin asıl mağduru Necmettin Erbakan ve arkadaşları” olduğunu açıklamıştı.

 Partisinin grup toplantısında konuşan MHP Lideri Bahçeli, Erdoğan’ı 28 Şubat sürecinden kendilerine pay biçtikleri gerekçesiyle sert eleştirilerde bulunmuş, AKP zihniyeti ve Başbakan Erdoğan’ın bu ara rejim arayışlarının on üç yıl sonra can çekişen arızalı kalıntısından başka bir şey olmadığını vurgulamıştı. Bahçeli’nin: “Ayrı partilerde siyaset yapıyor olabiliriz ama Allah ömürler versin bu müdahalelere doğrudan maruz kalan Sayın Necmettin Erbakan ve arkadaşları çok şükür ki hayattadır. Eğer bir mağdur aranacak ise adres onlardır. Kurucusu olduğu parti ve kadroları siyasetlerini samimiyetle sürdürmektedir. AKP ise olsa olsa müdahale sürecinin kazançlı çıkan baş aktörüdür”. Bu itibarla geçmişte defalarca ‘Biz Milli Görüş gömleğini çıkardık’ diye ilan edenlerin şimdi kalkıp terk ettiklerinin maruz kaldığı demokrasi dışı baskılara sözde meydan okumaları tam bir aldatmaca ve iki yüzlülük olacaktır. “Darbelere ve demokrasiye müdahalelere gerçekten karşı ise Başbakan Erdoğan’a çağrımız, henüz eyleme geçememiş planlardan önce bizzat yaşanmış ve aktörleri belli olan 28 Şubat denilen sürecin sorumlularından hesap sormaya başlamasıdır. Gerçek samimiyet sınavı böyle belli olacaktır” sözleri çarpıcı ve şaşırtıcıydı. Geçte olsa, elbet takdir edilecek bir hatırlatmaydı.

TÜSİAD aracılığıyla AKP-MHP Koalisyonu mu pişiriliyordu?

Bahçeli, 2007 seçimlerinden beri sürdürdüğü, AKP’ye sert eleştiri görüntüsünü bir kenara bırakıyor, Türkiye’nin hop oturup hop kalktığı Balyoz gözaltılarının ertesi günü grup toplantısında “Herkes hukuka inanmalı tecelli edecek sonuçlara rıza göstermelidir” diye konuşuyordu. Bahçeli’nin konuşmasında, Türkiye tablosunda kutuplaşma, gerilim, devlet krizi gibi ifadeler bulunmakla birlikte, AKP’ye ilişkin eleştirilerinin “yönetememezlik, çaresizlik” gibi nitelemelerle sınırlı olması dikkat çekiyordu. Bahçeli bir gün sonraki Merkez Yönetim Kurulu toplantısı sonrasında yaptığı yazılı açıklamasında da benzer görüşleri sıralayarak, erken seçim çağrısı yapıyordu.

Bahçeli’nin 3 Kasım 2002 seçimlerinden önce de erken seçim kararı aldırarak AKP’nin iktidara taşınmasında önemli rol oynadığı biliniyordu.

TUSİAD’ın sihirli değneği…

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve kurmayları, TÜSİAD’ın daveti üzerine 19 Şubat günü İstanbul’da TÜSİAD yöneticileriyle yemekli bir toplantıda bir araya geliyordu. Rahmi Koç müzesindeki yemeğe Bahçeli’nin yanı sıra Meral Akşener, Münir Kutluata, Cihan Paçacı, Doğan Cansızlar katılıyordu. TUSİAD heyetindeyse TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, Rahmi Koç, Tuncay Özilhan, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, İTO Yönetim Kurulu Başkanı Murat Yalçıntaş gibi isimlerin yanı sıra TÜSİAD üyesi olmayan AKP’yle yıldızı parlayan işadamlarından, Koza grubu Yönetim Kurulu Başkanı Akın İpek’in bulunması yemeği daha anlamlı kılıyordu.

TÜSİAD Ankara turunu da MHP’de sonlandırdı

Bahçeli TÜSİAD heyeti ile 25 Şubat’ta bir kez daha bir araya geliyordu. MHP Genel Sekreteri Cihan Paçacı, görüşmenin ardından yaptığı açıklamada, yeni Anayasa’nın hazırlanmasında uzlaşma komisyonu oluşturulması önerisinin gündeme geldiğini ve kendilerinin de buna sıcak baktıklarını söylüyordu. Kulislerde Bahçeli’nin erken seçim önerisinin, AKP’nin düşündüğü baskın erken seçimle ve bir hafta içinde iki kez görüştüğü TÜSİAD’ın, Ankara’da sürdürdüğü temaslarla bağlantısı konuşuluyordu.

TÜSİAD heyeti, geride kalan hafta Ankara’da, Abdullah Gül, Cemil Çiçek ve Bülent Arınç ile de bir araya geliyordu. Özellikle Bülent Arınç’ın, görüşmesi sonrası yaptığı açıklamada TÜSİAD’a “Türkiye’de ses getiren”, “dikkatle takip edilen”, “sözlerine güvenilen”, “itibarlı bir kuruluş” nitelemeleri yapması dikkatlerden kaçmıyordu.

Rahmetli Uğur Mumcu’nun “Papa, Mafya, Ağca” kitabı; Ağca ve İpekçi-Papa cinayetleri çevresinde çok geniş bir ilişkiler ağını belgeleri ile deşifre eden bir kitaptı.

Bu kitapta; Ağca’nın en uç bölgesinde yer alan çemberin bir ayağının Vatikan’la bağlantılı mafya çetelerine, diğer ayağının istihbarat örgütlerinin kontrolündeki uyuşturucu ve kaçakçılık şebekelerine, bir ayağının küresel finans şebekesi ve bunun “saygın” bankalarına, bir ayağının Mason localarına ve bir ayağının da siyasal altyapı ve bunun yasadışı oluşumlarına uzandığını bütün netliği ile görme imkânı vardır.[4]

 

 

 

 

 

 

 



[1] 19.01.2010 / Jan Devletoğlu / Vatan

[2] Kamil Yeşil / Milli Gazete

[3] Kulis Ankara / Milli Gazete

[4] Açık İstihbarat Özel / 27.01.2010

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Subscribe
Bildir
0 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Picture of Orhangazi YILMAYAN

Orhangazi YILMAYAN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...