Batıya (Siyonist güdümlü Amerika ve Avrupa’ya) rağmen Erbakan Hoca’nın başlattığı ve kahraman ordumuzun zaferle sonuçlandırdığı 1974 Şanlı Kıbrıs Harekâtına, koalisyon ortağı Ecevit ve CHP içindeki pek çok sabataist ve Mason milletvekili, aynen Süleyman Demirel ve ekibi gibi, şiddetle karşı çıkmalar, hatta CHP’li Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık gibileri MSP’lilere:
“Yahu ne yapıyorsunuz! Amerika’dan izin almadan Kıbrıs’a yapılacak bir müdahalenin mahvımıza yol açacağını düşünmüyor musunuz?” diye bağırmışlar[1] ama Milli kararlığı bozamamışlardı. Ancak o sırada CHP içinde de bu harekâta destek olan ve sahip çıkan Milli haysiyet ve cesaret sahibi insanlar vardı. Ve Deniz Baykal bunların başındaydı. İşte ABD ta o zaman Deniz Baykal’ın sicilini karalamıştı…
Daha sonra, ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a saldırı planlarını ve resmen olmasa da fiilen Güneydoğumuza 100 bin kadar Amerikan askerinin konuşlandırılıp defacto (oldu bitti) bir durum oluşturma hesaplarını boşa çıkaracak şekilde 1 Mart Tezkeresinin Mecliste reddedilmesi olayındaki tavrı yüzünden bütünüyle kara listeye alınmış; üst üste 6-7 Genel Kongrede karşısına adaylar çıkarılıp “CHP’yi kurtarma(!)” operasyonları hazırlanmış, ama hiçbiri başarılamamıştı.
Erbakan Hoca ise ta başından beri zaten malum ve melun odakların korkulu rüyasıydı; Siyonistlerin yerel, bölgesel ve küresel oyunlarına çomak sokup bozmaktaydı.
En son Refah-Yol iktidarının Başbakanı olarak; son 400 yıldır, emperyalist ve Siyonist şebekeye rağmen ilk defa küresel çapta D-8’leri kuran, milli ve bağımsız politikalar programlayıp uyguluyor ve 2. İsrail olacak Büyük Kürdistan Projesinin “alan açma ve altyapı hazırlama lejyonerleri” olan ÇEKİÇ GÜÇ’ü defolup gitmeye mecbur bırakan ve çoğu Yahudi-Ermeni 800 PKK militanının saf dışı bırakılmasıyla sonuçlanan, 1996 yılındaki TOKAT harekâtının vur emrini imzalayan insandı!
Meşhur ve meş’um (uğursuz) 28 Şubat tezgâhı bu yüzden hazırlanmıştı.
Yeni ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone Recep Erdoğan eliyle, Erbakan’dan intikam almaya mı atanmıştı?
Obama yönetimi, Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’i Irak’a göndermeye, yerine de şu anki Afganistan Büyükelçisi Francis Ricciardone’yi getirmeye hazırlanmaktaydı.
Ricciardone, Ankara Büyükelçiliği’nde 1995-1999 yılları arasında müsteşardı. CIA’nın bölgeyi bilen en operasyonel isimlerinden Ricciardone, Erbakan’ın Refah-Yol iktidarında 1996’da Türkiye’nin Kuzey Irak’ta, Saddam Hüseyin, İran ve IKDP Lideri Mesud Barzani ile düzenlediği ortak operasyonda (1995’teki dev Çekiç Harekâtı’ndan 1 yıl sonra) dağılan 2000 kadar CIA Peşmergesini Diyarbakır ve İncirlik’ten yönettiği operasyonla Guam’a yollamıştı.
Basında güneş gözlükleri ve M16 makineli tüfekleriyle resimleri çıkan bu CIA Peşmergeleri Kuzey Irak’ta pek çok operasyonda kullanılmıştı. 2003’te işgalle beraber tekrar Irak’a getirilen bu Peşmergeler özellikle ülkenin kuzey ve orta kesimlerinde pek çok terör olayına, adam kaçırma ve vahşi cinayetlere karışmıştı.
Ancak önce 1995’teki Çekiç Güç sonrasında da 96’daki Tokat harekâtlarında Türk Silahlı Kuvvetleri, 800’e yakın PKK teröristini öldürmüş ve 1992’deki ilk Kuzey Irak Harekâtı sonrası ordunun başarısı zirveye çıkmıştı. Erbakan iktidarının bu “Tokat Harekâtı”nın bir özelliği de bölge güçleriyle ortak bir operasyonla Amerikan unsurlarının Kuzey Irak’tan atılmasıydı.
İşte bu noktada devreye giren Francis Ricciardone, bozguna uğrayan 2 bin kadar CIA Peşmergesini gece gündüz Diyarbakır’dan yönettiği operasyonla İncirlik üzerinden Guam adasındaki ABD üssüne taşımıştı.
14 yıl sonra bu kez ABD’nin Ankara Büyükelçisi olarak Türkiye’ye gelecek CIA eylemci ajanı bakalım “Tokat”ın intikamını nasıl alacaktı? Tabii tüm bu tertipler sonrası alınacak bir intikam kaldıysa..!
Şimdi insan sormadan edemiyor:
Yoksa Deniz Baykal’a yönelik komplolar ve karalama kampanyaları, acaba 1 Mart tezkeresinde ABD karşıtı rol oynamasının bir rövanşı mıydı? Siyonist Güçler hem Erbakan Hoca’dan, hem de Deniz Baykal’dan Recep Erdoğan eliyle intikam mı almaktaydı!?
CHP Merkez Yönetim Kurulu (MYK) Savcı Sayan, Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanlığından istifa etmesinin ardından MYK toplantısında konuşulanların açıklanması halinde, herkesin nasıl durduğu ve nasıl yön değiştirdiğinin ortaya çıkacağını söylüyordu. Dolayısıyla Baykal’ın ayağı tökezleyince ve sendeleyince Brütüs’ler ortaya çıkıyordu. Hatta kimileri Baykal’a ihanetin CHP içinden geldiğini düşünüyor ve söylüyordu. Bunu bizzat Baykal paylaşmakla birlikte Savcı Sayan da dillendiriyordu. Öyleyse Baykal’ın da kendisine göre Yahuda İskarniyotları bulunuyordu.
Kemal Kılıçdaroğlu, “başkanlığa” adaylığını koyduğunu açıklayınca Deniz Baykal’ın en yakın adamı olarak bilinen Önder Sav, Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararı almıştı. Bu “destek” Kılıçdaroğlu’nu keskin bir tavır takınmaya cesaretlendirmiş ki, Kılıçdaroğlu bir “lider” gibi davranmaya başlamıştı. Çok sayıda milletvekili Kılıçdaroğlu’nu desteklediklerini açıklarken CHP’nin Merkez Yönetim Kurulu toplanıp Önder Sav’ı “komploculukla, CIA ajanlığıyla” suçlamıştı. Ardından Mustafa Özyürek, MYK adına bir açıklama yapıp Baykal’ı “başkanlığa” çağırmıştı, ama bu ses oldukça cılız kalmıştı. İşte tam bu sırada il başkanlarını etkileyip Baykal aleyhine dolduracak ikinci bir montaj kaset, CHP Genel Merkezine yollanmıştı!? Ve Gandi Kemal artık CHP’nin başındaydı.
Taraf yazarı Sabataist ve Siyonist bozması Ahmet Altan’a göre:
“Bu kurultay sıradan bir “başkanlık rekabetine” sahne olmayacak, CHP parçalanacaktı. “Yenilen” tarafın partide kalma ihtimali bulunmamaktaydı… Hangi taraf ayrılırsa ayrılsın “yeni” bir parti doğacak havası vardı. Sonuç ne olursa olsun bu gelişmeler, “1923 model” bir particiliğin hayatın gerçeklerine çarpıp parçalanmasıydı. Bu parçalanışın başlangıç noktasında bir “kaset” bulunsa da aslında “kaset” sadece bu partinin değişmesi için bir bahane sayılmalıydı.
2010 yılının gerçeklerini (yani siyonizmin ağabeyliğini) reddeden hiçbir siyasi organizmanın varlığını aynı biçimde sürdürmesi imkânsızdı. Bu arada, bir korgeneral de Balyoz davasından tutuklanmıştı. Daha önce bu ülkede bir korgeneralin “darbe” iddiasıyla tutuklandığına hiç şahit olunmamıştı. Her gün, hatta her saat, bildiğimiz her şeyin değiştiği, dünyanın en ilginç ve hareketli ülkesinde yaşıyoruz.”
Yoksa Baykal’ı yıkan İslam’a yaklaşması mıydı?
Deniz Baykal, Anadolu İslam’ı söylemiyle Şeyh Edebali ve Hacı Bektaş Veli’ye sahip çıkmış; Mevlana’nın Mesnevi’sine atıflar yapmış; son olarak da Kutlu Doğum Programı’na katılmış; buradaki konuşmasıyla “Kutlu Doğum Haftası’nın yıldızı”[2] olduğu ifade edilmiş ve halkın takdirini kazanmış, çoğaltılan CD’lerine de büyük talep olmuştu. Çünkü bu söylemler halkın inançlarına tercüman oluyordu.
Deniz Baykal’ın dini içerikli konuşmalarındaki referansları sağlamdı. Şeyh Edebali, Hacı Bektaş Veli, Mevlana bu topraklarda yetişmiş İslam büyükleri; Hz. Muhammed (s.a.v) de İslam dininin tebliğcisi ve Allah’ın son peygamberidir. Şimdi söz konusu referanslardan bazı kesitler sunmaya çalışalım:
Deniz Baykal’ın övgüyle söz ettiği Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e Vasiyeti’nin bir bölümü şöyledir: “Kişinin gücü günün birinde tükenir ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. (…) Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, geleceğine sağlam basasın.”
Hacı Bektaş Veli’den (k.s) ise şu altın sözleri nakletmek istiyorum: “Dili, kavmi, rengi ne olursa olsun, iyiler iyidir. İlimden gidilmeyen bir yolun sonu karanlıktır. Sürekli mutlu olmak istiyorsan herkesle dost ol; kimseye kin ve haset besleme. Oturduğun yerleri pak et, kazandığın lokmayı hak et. Gönül karanlığı, Allah aşkının nuru ile aydınlanır.”
Deniz Baykal’ın Mevlana (k.s) ve Peygamberimizle (s.a.v) ilgili son konuşmalarından kesitler sunmak istiyorum. 17.12.2009 günü Konya’da yapılan “Şeb-i Arus ve Mevlana Töreni”nde şunları söylemişti: “Tasavvufu en derin anlamıyla işleyen, şekillendiren, çelişkiler içinde birliği, çatışmalar arkasındaki uzlaşmayı, evrenin ve insanın bütünselliğini kavrayan, ortaya koyan büyük bir filozoftur. (…) Mevlana, görünenin ötesindeki yokluktur. Yokluğa, bilmekle değil, bitmekle ulaşılır. Yokluğa, parlamakla değil, yanmakla ulaşılır. Ölmeden nasıl ölünür? Mevlana bizlere bunları öğretiyor.”
Baykal’ın en çok konuşulan konuşması ise 14.4.2010 günü Ankara’daki “Kutlu Doğum Programı” münasebetiyle söyledikleri idi; “Hz. Muhammed’in hayatı Kur’an-ı Kerim’in berrak Tefsiridir. Hazret-i Muhammed’i taklit etmeye değil, örnek almaya ihtiyacımız vardır. Kur’an-ı Kerim bir kavme inmemiştir. Bütün insanlara inmiştir. Kimin iyi Müslüman olduğunu Allah bilir. Cennete ancak hak eden gider. Cennette hiçbir cemaate toplu rezervasyon yapma imkânı yoktur.”[3]
Hangisi daha ayıptı?
“Peki, bir millet ve bir devlet için hangi kayıtlar önemlidir? Siyasi liderlerin yatak odalarının kayıtları mı önemlidir yoksa aynı kişilerin yabancı devlet adamları veya istihbaratçılarla yaptıkları görüşmelerin kayıtları mı?
Mesela Deniz Baykal’ın kasedi mi önemlidir, yoksa Abdullah Gül veya Tayyip Erdoğan’ın CFR’nin en etkili şahsı Abramowitz ile yaptıkları görüşmelerin kayıtları mı?
Tayyip Erdoğan daha Belediye Başkanı iken ABD’nin İstanbul Başkonsolosları tarafından sık sık ziyaret edildi. Basında aleni olarak ABD’nin Tayyip Erdoğan’a yatırım yapacağı yazılıyordu. Bu görüşmeler, kayıt altında değil midir?
CIA istasyon şefi Graham Fuller’in 1996 yılında Refah Partisi İstanbul İl Başkanlığı’nda Abdullah Gül ile yaptığı görüşme kayıt altında değil midir?
Bir CIA ajanı, yaptığı görüşmeyi kayıt altına aldığı bilinmez miydi?
Ve Milli İstihbarat Teşkilâtı, o sırada Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı olan Abdullah Gül’ün CIA ajanı Graham Fuller ile yaptığı görüşmeyi kaydetmemiş miydi?
2001 yılı Temmuz ayında bir lobi şirketi vasıtasıyla Tayyip Erdoğan’a ABD’den gönderilen CFR kaynaklı gizli memorandumda, “Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir” denilmemiş miydi?
AKP kurulup programı açıklandığında gördüm ki memorandumda yazılanlar, neredeyse aynı ifadelerle partinin programı haline getirilmiş! Türkiye’nin ırzına bu gizli belgede yazılan mutabakat ile mi geçiliyor yoksa Baykal’ın kasedi ile mi?
30 Ocak 2003’te Avrupa Yahudi Kongresi Başkanı Friedman Türkiye’ye geldi, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan ile görüştü! Bu görüşmeler kaydedilmedi mi?
Gül, 26 Şubat 1997’de de New York’ta Refah Partisinin dağıtılmasıyla ilgili CFR toplantısına katılan kişiydi… Gizli dünya devletinin gizli hükümeti CFR’nin Ankara toplantısına ise Abdullah Gül ev sahipliği etmişti.
Bu görüşmeler kaydedilmiş miydi?
13 Mayıs 2009’da Anadolu Ajansı, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Oxford İslâmi Araştırmalar Merkezi Mütevelli Heyeti’nin İstanbul’daki toplantısına katıldı. Dolmabahçe Sarayı’nda basına kapalı gerçekleşen toplantı, yaklaşık 2 saat sürdü” şeklinde üç satırlık bir haber geçmişti.
Peki, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın, İslâm dünyası üzerinde yüzyıllardan beri şeytanca ve düşmanca operasyonlar yapan bir ülkenin, 1993 yılında kurduğu İslâmi Araştırmalar Enstitüsü’nün Mütevelli Heyeti toplantısına katılmasının sebebi neydi?
Recep Tayyip Erdoğan’ın telefon konuşmalarının kayıtlarını ele geçirenler bunların bir kısmını deşifre etmişti. Bu yayınla ilgili görülen iki gazetecinin neredeyse müebbed hapsi istenmekteydi! Şimdi soruyoruz Türkiye’nin kaderi bakımından bu kasetler mi önemliydi yoksa Baykal’ın kasedi mi?
Bu tür sayısız (gizli ve de kirli) görüşme gerçekleşmişti ve bence hepsi kaydedilmişti. Ayrıca Tayyip Erdoğan-Yaşar Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe görüşmesi de kayda ve zapta geçmiştir.
Tekrar soralım: Türkiye’nin istikbali ve istiklali açısından bunlar mı önemlidir Baykal’ın kişisel kasedi mi?
Baykal ile ilgili kaset şayet doğruysa bile sadece Baykal’a zarar verir. Nitekim istifa etmesi de bunun göstergesidir. Ama yukarıdaki görüşmelerin kayıtları, şu anda Türkiye’yi yöneten iki kişiye karşı, şantaj olarak kullanılıp kullanılmadığı niçin gündeme getirilmezdi?” diyen Arslan Bulut haksız mıydı?
Recep Erdoğan çiğ ve çirkin bir sahtelikle, Baykal’a yönelik: “eşine ihanet eden mağdur muamelesi göremez” şeklindeki göndermeleri üzerine “Yahu siz, zinayı suç olmaktan çıkaran kimseler değil misiniz” sorusu kafamıza takılmıştı.
Peki; Zinayı suç olmaktan kim çıkarmıştı?
Evet, zinayı suç olmaktan Recep Tayyip Erdoğan, hem de CHP ile anlaşarak çıkarmıştı. Ama fırsat düşünce, Deniz Baykal skandalı karşısında AKP mensupları olarak, bir bardak suda fırtına koparmışlardı… “O zaman zinayı suç olmaktan niçin çıkardınız” diye soran olmamıştı. Niçin olacak, bu beyler, Millî Görüş gömleğinden soyunarak üstün bir medeniyet sanıp hayranlık duydukları berbat batı medeniyetine girmeye karar vermişlerdi de ondan.
Sayın Gül, Milli Görüş’ten ayrılırken: İslâm medeniyetini kastederek, “Bizim medeniyetimiz Batı medeniyetine yenik düştü” diyordu. Yani artık her bakımdan Batıya bağlı olmak gerektiğini vurguluyordu. Erdoğan ise, “Ben İslâm Ortak Pazarı” terimine bile karşıyım, ben artık “Evrensel” düşünüyorum diyordu. İşte zinayı ve homoseksüelliği, suç saymayan bu içgüdü ve aşağılık duygusu sebebiyle Avrupa Birliği’nin kanunları, noktasına, virgülüne dokunmadan TBMM’den geçirilmeye çalışılıyordu.
Bu beylere göre, “Homoseksüelliğin dahi” bir hukuku bulunuyordu. Bilindiği gibi yakın zamanda bir homoseksüel Almanya’da bakanlık koltuğuna oturmuştu. Zinayı, homoseksüelliği, suç olmaktan çıkardılar da ne oldu? Ne olacak, bu ülkede fuhuş patlaması yaşanıyordu. Aile faciaları artarak devam ediyordu. İlaveten idam cezası da kaldırıldığı için cinayet patlaması da aldı başını gidiyordu. Artık cinayetler testere ile işleniyordu…”
Öyle ise “zinayı suç olmaktan çıkaran” Recep Erdoğan’ın, Deniz Baykal’ı “eşine ihanetle suçlaması” nasıl bir saçmalıktı?
Haksız ve ahlaksız bahanelerle Irak’ı işgal edip 3 milyon masum Müslümanın canına kıyan, 5 milyon çocuğu yetim koyan, 100 bin kadının zorla ırzına geçip hamile bırakan Amerikan Conilerine, her türlü desteği sağladığı gibi, “Onların sağ selim şekilde ve zaferle ülkelerine dönmeleri için dua eden” Recep T. Erdoğan’ın bu tavrı, herhalde bir kadınla şahsi ilişkiden en az bin kere daha sevaptı(!)…
Ve tabi uçkuruna sahip olmayanların sonunda böyle “ağzını uçuklatan” sonuçlarla karşılaşacağı da, unutulmamalıydı.
Teknoloji sahtekarlığı oldukça yaygındı!
“Sual: Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde Zina isnadı için 4 şahidi şart koşmuşken ve bunun uygulamaları İslam tarihinde varken, teknolojik gelişmeler ile böyle bir vakaya ait görüntüler elde edilmiş olsa bu (resim, video vs) görüntülere dayanarak had uygulanabilir mi? Bir Müslüman bireysel olarak kanaate varabilir mi? Böylesi haberlerde iftira günahına düşmemek için nasıl bir tavır sergilemelidir? Müfterinin hükmü nedir?”
Bugünün dünyasında, teknolojiyi iyi kullananlar sesleri, mekânları, görüntüleri istedikleri gibi değiştirebiliyor, üzerlerinde istedikleri gibi oynayabiliyor. Teknolojiyi “iyi kullananlar” böyle yapabiliyorsa, onu “üretenler”in neler yapabileceğini varın siz düşünün! Bu sebeple mahkemeler bu tarz dokümanları kesin delil olarak kabul etmiyor. Önce montaj olup olmadıklarının tespiti için ilgili kurum ve kuruluşların bilgi ve kanaatine başvuruyor.
İdeolojik angajmanlar, çıkar ilişkileri vs. bu kurum ve kuruluşların güvenilirliğinin de zaman zaman tartışma konusu yapılmasına sebep oluyor. Bu hem bizde hem de dünyada böyle. Sonuçta öyle bir karmaşayla yüzyüze kalabiliyorsunuz ki, kimin doğru kimin yalan söylediğini tespit etmek adeta imkânsızlaşıyor!..
Dolayısıyla teknolojinin “imkân” kadar “risk” de içerdiğini unutmamak durumundayız. Hiçbir ikame unsur, kalbinde Allah korkusu taşıyan, adalet sahibi, güvenilir şahitlerin şahitliğinin yerini tutmaz. Belki teknolojinin sunduğu birtakım imkânlar “yardımcı unsurlar” olarak dikkate alınabilir; ama şahitliğin yerine ikame edilemez.”[4]
Evet, Milli Görüş istikametinden kopan AKP, Süleyman Demirel’in Adalet partisine çevrilmekte, Recep T. Erdoğan Yaşar Nuri Öztürk’le aynı Siyonist ve modernist çizgiye gelmekte ve MÜSİAD TÜSİAD’a dönüşmektedir.
İşte Bunun haberi:
TÜSİAD-MÜSİAD buluşması
Yirmi yıl sonra TÜSİAD ile MÜSİAD ilk kez buluştu…
TÜSİAD ile MÜSİAD buluşması sosyolojik bir milat… TÜSİAD başkasıyla kıyaslanmayacak kadar ekonomik bir dev… Ama…
MÜSİAD sosyolojik çoğunluğun desteğine sahip. Kısacası ekonomik güç ile sosyolojik realite ayrı kıyılarda… Özetle, İstanbul sermayesi artık tek başına Türkiye’yi temsil edemiyor. İstanbul ve Anadolu sermayesi birbirlerini yok saymayı bıraktıklarına göre…
Anadolu Beylerbeyi ile Rumeli Beylerbeyi çatışma aşamasından diyaloğa mı terfi ediyor? Acaba tüm Türkiye’yi sarmalayan büyüklerin ve KOBİ’lerin yeni bir “bütün” oluşturdukları “entegre” bir yapı kurabilirler mi? Umarım.
Soru için erken de olsa, İstanbul’un ittire kaktıra, gecike koştura Anadolu’yu keşfetmesi çok olumlu bir gelişme…
Sosyolojik gerçekler üzerinden hareket edebilsek, Türkiye’nin “aklı ile enerjisini” birleştirip, hiç olmaz ise bundan böyle fire vermeden ve birbirimizin gözünü oymadan hamle yapabiliriz…[5]
Yoksa “Siyonist merkezler Recep Erdoğan’ı harcamaya mı hazırlanıyor! Batılılar AKP’yi değil ama Erdoğan’ı gözden çıkarıyor!” haberleri mi Başbakanı telaşlandırmış ve Baykal olayındaki gibi böylesine hırçınlaşmıştı. Oysa Milli Çözüm “gâvurların insanı Limon gibi kullanıp atacaklarını” defalarca hatırlatmıştı.
Akşam yazarı Serdar Akinan’a göre: “Batı, bir AKP alternatifi aramıyor. Son aylarda giderek artan oranda ‘yabancı figür’, Ankara ve İstanbul’da kulis yoklaması yapıyor ve Recep T. Erdoğan’ın yerine uygun adam arıyor.”
Mesela çok kritik iki isim; Morton Abramowitz ve Henri Barkey, The Wall Street Journal’da yayınlanan makalelerinde açık bir ifadeyle Erdoğan’ı uyarıyor:
‘Başbakan Recep Tayyip Erdoğan giderek daha otoriter, eleştirileri hor gören bir lidere dönüştü.’
‘Türkiye, sadece, AKP kendisine yeniden şekil verir ve Türkiye’yi daha iyi işleyen bir demokrasi haline getirme sözüne uygun bir biçimde hareket ederse ilerleyebilir’ diyen Siyonistler aba altından sopa gösteriyor.
Bütün bunlardan Erdoğan gözden çıkabilir ama AKP değil” sonucu çıkıyor.
Peki, bu nasıl mümkün? Şöyle, olası bir kapatma davası aynı zamanda siyasi yasak ve dokunulmazlığın da kaldırılması anlamına geliyor.
Yani bu Erdoğan aleyhine ardı ardına yağacak yolsuzluk dosyalarını hatırlatıyor.
Burada durup bir kaç yıl geriye gitmemiz gerekiyor. Türkiye, 28 Şubat sonrası muazzam bir tasarımla dönüşmeye ve dönüştürmeye başlanıyor. İslam coğrafyasında sözde etkin ve model güç yapılıyor. Cumhuriyet ise tüm kurumlarıyla, metazori de olsa, sancılı bir dönüşüm yaşamaya başlıyor. Statükonun ‘direnen aktörler Ergenekon’la tasfiye ediliyor.
5.Kol faaliyeti ise kamunun zihin algısını yönetiyor…
Ordu şimdi istenen sınırlara doğru toparlanıyor. NATO standartlarına çekilip ‘ehilleştiriliyor’.
Tek alternatif Abdullah Gül mü kalıyor?
Peki, Erdoğan’ın alternatifi var mı? Akinan’a göre işte o isim:
“Tüm bunlar olurken direksiyondaki isim Başbakan Erdoğan’ın, inkâr edilemez şekilde etkin bir karizması oluştu. Bunun kişiliği üzerindeki psikolojik boyutunu yadsıyamayız. Ama iş (birileri açısından) kontrolden de çıkmadan tedbir almak gerekiyor.
Ve soğukkanlılıkla bakıldığında Abdullah Gül, bu süreçte Batı açısından tek alternatif olarak gözüküyor… Zira hem içeride hem dışarıda AKP’nin misyon imajını zedelemeden gidişata bir ayar çekme ihtiyacı doğduğuna inanılıyor.
Dolayısıyla anayasa değişikliği oylamasındaki kırılmanın gerçek anlamına yoğunlaşılıyor. ‘Ilımlı İslam’ vazgeçilemez bir formül; sürdürülmesi amaçlanıyor. Özetle birileri (etkili birileri), AKP’nin alternatifini aramıyor. Sadece artık kontrolden çıktığını düşündükleri Erdoğan’ı bir kenarda tutup, AKP projesine yeni bir soluk katmak istiyor. Zira, gerçekten de tıpkı 1 Mart süreci gibi siyasetimiz, Batı ile olan ilişkisinde ‘tarihi’ bir kırılma yaşıyor.”
Tabi bu arada, İsrail ve ABD’nin gayri resmi temsilcileri gibi davranan Hahamlarla, Papazlarla, kiralık Hocalarla ve Masonik STK’larla çok iyi ilişkiler geliştiren ve her fırsatta TSK’ya diklenip, dış güçlere “hizmetinize hazır ve nazırım” mesajı ileten BÜLENT ARINÇ’ın başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı heves ve hesaplarını da hesaba katmak gerekiyor.
[1] Bak. Bilinmeyen Yönleriyle Kıbrıs Harekâtı ve Perde Arkası. İsmail Müftüoğlu Alioğlu yy. sh: 148
[2] Sabah, Mehmet Barlas, 14.4.2010
[3] Şakir Tarım / Milli Gazete
[4] Ebubekir Sifil / Milli Gazete
[5] Mehmet Altan / Star

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Olaylar perde arkasındaki gizli amaçlar hedefler,gizli birliktelikler. Erbakan proje ve sistemlerini hayata geçirecek bir lidere…
Zikr eyle Hakkı her nefes, Allah bes bâki heves, Pes gayriden ümidi kes, Tekrâr-ı zikrullah…
21. yüzyılda hedeflerine ulaşması için, siyonizmin ana vazifesi Akp iktidarını uzun süre ayakta tutmasıdır. Geçen…
Aziz Erbakan Hocamız ın "Akp ve yöneticileri zat'ül hareke(bağımsız hareket edebilen) değildir, bunlar at yarışı…
Gerçeği anlayamayalım diye üstünü örtme gayreti güdenler; ya fiile destek olup organizasyonun içinde olanlar ya…
Aziz Erbakan Hocamızın "bunların arasında fark yok" buyurduğu, Ahmet Akgül hocamızın herkes en net şekilde…
Ya Rabbi, dilimizi zikrine alıştır. Kalbimizi bu bu zikir mutmain olan kalplere kat. Dili döndüğü…
Zikr eyle Hakkı her nefes, Allah bes bâki heves, Pes gayriden ümidi kes, Tekrâr-ı zikrullah…
Özellikle toplum hafızasının sıfır saniyelere yaklaştığı bu günlerde "AKP mütekabiliyet zaafları tarihi" özelliği taşıyan bu…
Zikrullah, yani Allah’ı anmak; gönlü canlandıran, ruhu yükselten bir manevi güçtür. • Zikirle insanın kalbinde…