YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
68cc973bb086a
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 7 4 4
Bugün : 563
Dün : 42942
Bu ay : 820073
Geçen ay : 1415082
Toplam : 42496445
IP'niz : 216.73.216.163

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

İslam, insanların “ırkı”yla veya soy-sop alakasıyla değil, “takvası” (haksızlık ve ahlaksızlıktan sakınması) ve temel haklarının sağlanıp korunmasıyla ilgilenir. Çünkü Allah’a ve Kur’an’a iman eden ve herkesin Hz. Adem’in nesli olduğunu bilen birisinin ırk üstünlüğü gütmesi mümkün değildir. Ancak her insanın; kavmini, kabilesini, ailesini, dilini ve ananesini sevmesi ve sahiplenmesi doğal ve doğru bir şeydir.

Barış, bereket, adalet ve selamet anlamı taşıyan İslam’dan kaynaklanan Adil Düzende, vatandaşların dinine ve kökenine bakılmaksızın, Onun ekonomik yeterliliğinin, sosyal seviyesinin ve siyasi etkinliğinin yükseltilmesi hedeflenir.

Ülkemizde köylerde ve beldelerde yaşayıp güya “çiftçi” sayılan milyonlarca gizli işsiz ve yine milyonlarca resmi işsiz, zaten sefalet içinde ve perişan vaziyetedir. Buna karşılık asgari ücrete mahkûm bulunan veya sigortalı çalışan diğer milyonlarca “işçi” ise, tarihteki “köle”lerin günümüzdeki temsilcileri gibidir ve sürekli emekleri sömürülüp ezilmektedir.

Güya Ekonomi Hocası ve eski MİT kurmayı olan Mahir Kaynak, dünyadaki zulüm ve sömürü sisteminin baş aktörleri olan Siyonizm ve Yahudi Lobileri gerçeğini saklayıp toplumu avutmak ve AKP’nin Tahribatlarına hikmet uydurmak üzere yaptığı yorumlarda:[1]

“Daha önce, dünya ekonomisinde küresel güçlerle ulusal güçlerin çarpıştığını ve bu savaşı ulusal güçlerin kazanacağını söylediğini ve öngörülerinin aynen gerçekleştiğini söylüyor, ardından da bu kerametiyle tamamen zıt şekilde, sonunda ABD ve Rusya ekonomilerinin ayakta kalacağını, İran’ın da denge unsuru olarak bunlara katılacağını” vurguluyordu.

Peki bu Mahir Kaynak, ABD ekonomisinin Yahudi tekelinde olduğunu bilmiyor muydu? Putin’in bütün gayretine rağmen, Rus ekonomisinin bile, hala önemli ölçüde Yahudi güdümünde bulunduğunu nasıl unutuyordu?

Sn. Kaynak, Türkiye’de milli ve yerli sanayinin AKP eliyle çökertildiğini, hatta ziraat ve hayvancılığın bitirildiğini; bu yabancı para akışının her an kesilip ülkenin Yunanistan’dan çok daha beter bir krize sürüklenebileceğini, nasıl hiç düşünmüyordu?

Bugün ÇİN’deki ekonomik gelişmelerin bile, “Küreselleşme kılıflı Yahudi sermayesinin” ucuz işçi ve hammadde cenneti gördüğü bu ülkedeki yatırımları sayesinde gerçekleştiğini nasıl anlamıyordu?

Avrupa Çin desteğiyle ayakta kalmaya mı çalışıyordu?

3-5 Şubat tarihlerinde toplanan 48. Münih (NATO) Güvenlik Konferansı öncesinde Almanya Başbakanı Angela Merkel ”Almanya ve Avrupa’nın kapısını Asya’ya açmak için” Çin’e gidiyordu.

5. kez Çin’i ziyaret eden Merkel, Avrupa’ya Asya’nın kapısını açan lider olarak anılmak istiyordu. Merkel, Avro’nun kurtarılması pazarlıkları yapıyor ve ”Çin ihracatını Avrupa’ya yönlendirerek bir çöküşü önleyebilir” görüşünü iletiyordu. Bu arada Almanya’nın Çin’le olan ticari ilişkileri, ABD ile olan ticaret hacmini geçmeye doğru ilerliyordu.

Çin’de İngilizce olarak yayınlanan ”Global Times” Merkel’i, yanında kaburgaları çıkmış ve elinde şapka açmış bir dilenci ortağıyla yan yana karikatürize ediyordu.

Bağımsızlığın yolu Asya’dan mı geçiyordu?

Merkel’in gezisine karşılık Münih Güvenlik Konferansına yüksek seviyede bir Çin heyeti katılıyordu. Almanya, dünyanın yükselen gücü Çin’le ilişkilerde güçlenmek için menteşe rolü oynamak üzere Konferanstan yararlanmak istiyordu.

Münih Güvenlik Konferansı Müdürü Wolfgang Ischinger, ”ortak bir AB askeri varlığı için radikal adımlar” gerektiğini söylüyordu. Ischinger, ”Batı savaşlarında ABD hep dominant davrandı ve şimdi Çin Halk Cumhuriyeti’ni ”etkileme savaşına” yoğunlaşmak için dikkatini Pasifik’e veriyor” diyordu. Almanya’nın ABD eski Büyükelçisi ve etkin politikacılarından olan Ischinger; ”Berlin dünya politikasında etkisini yitirmek istemiyorsa Avrupa’nın desteğiyle Asya’da kendisine etkin bir konum geliştirmelidir” önerisinde bulunuyordu. ABD Irak ve Afganistan’dan çekilirken, Pasifik’e yığınak yapıyordu. İçinde özel birliklerin bulunduğu 2500 asker Kuzey Avustralya’da Darwin Bölgesine kaydırılıyordu. Ischinger, ”Amerika’nın kaybetme korkusu içeren bir aşırılıkla” Pasifik’e yöneldiğini tespit ediyordu.

Oysa bütün bunlar Siyonizmin yeni manevraları ve zulüm saltanatını ayakta tutma çabalarıydı. “Hızla kalkınıyor, ABD’yi zorluyor, sosyalizm kapitalizme meydan okuyor!” diye övülen ÇİN’de yüz milyonlarca insan hala sefalet içinde kıvranıyor, asgari ücretle çalışan ve çağdaş köle olan bu işçilerin, çok büyük kısmının değil grev hakkı, sigortası bile bulunmuyordu.

Faizi yasaklayan ve sadece sermaye ve üretim vergisi olan Zekât’ı uygulayan İslam’ın Adil Düzeni kurulmadan bu zillet, sefalet ve esaret döneminin kapanması asla mümkün görünmüyordu.

Türkçülerin çoğu aslen Yahudi çıkıyordu!

“Türkçülük” hareketi için özlü bir deyiş var; “Türkçüler Türk değildir” deniyordu. Bunların çoğu Macar kökenli Yahudidir ve özellikle İbrani entelektüellerin Türklere Türk olduklarını hatırlatmak ve ırkçılık damarlarını kabartmak konusunda çok istekli oldukları dikkat çekiyordu. Türkçülüğü uydurup savunuyorlar ve böylece bazılarımız da Türk olduğumuzu fark edip gururlanıyordu.

Örneğin, Macar Arminius Vambery Türkçülüğün mucitlerinden sayılıyordu. Siyasi Siyonizmin mucidi Herzl’in tarifiyle, “on iki dil konuşan, birkaç ırka dâhil olan, beş dine girip çıkan” bu adam Türk ırkçılığını aşılayan kişilerden birisi oluyordu. Vambery’nin, “Topal Derviş” kimliğiyle yaptığı uzun Orta Asya gezilerinin ilk ve son durağı mutlaka İstanbul’du; hem saray erkânıyla, hem de Osmanlı münevverleri ile çok yakın ilişkiler geliştiriyordu. Vambery, bir de Rusya’ya hücum eden yazılarıyla biliniyor, Türkçülüğün ancak Rus düşmanlığı ile “yutturulabildiğini” savunuyordu. Yazdıklarına göre; Rusya’nın Orta Asya’daki nüfuzu silinmeli, İngiltere bu bölgede çağdaşlaştırmacı bir görev üstlenmeliydi. Bunların Slav’laşan Rus milliyetçiliğinin, Yahudilere çektirdiği acı ile ilgili olması da düşünülebilirdi. Bu arada, Türkçülüğün uydurulmasının, “Rus yayılmacılığını durdurmak” ile bir bağlantısı da sezilmekteydi.

Ermenileri ve Gayrimüslimleri, Batılılar ve İttihatçılar kışkırtıyordu!

Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nde “kıdemli uzman” Soner Çağaptay, ABD için yazılmış “Türk Kimdir?” adlı çalışmasında, Türk kimliğinin oluşmasında Osmanlı’nın özellikle Balkanlardaki toprak kaybının etkisine dikkat çekiyordu. Çağaptay, 1821 ile 1922 yılları arasında beş milyondan fazla Osmanlı Müslümanı’nın yurtlarından sürüldüğünü, beş buçuk milyonunun da savaş, açlık ya da hastalıktan ölmüş olduğunu ileri sürüyor ki, verilen sayıların toplamı, 1922’de yarımadanın neredeyse toplam nüfusuna denk düşüyordu. Böylece, Anadolu’ya göçen muhacirler için, İslam, zorunlu olarak kimliklerinin önemli bir parçası oluyordu. Anadolu’da Türkleşmeyi ve Müslümanlaşmayı, birlikte yürüten Mustafa Kemal’in ne kadar haklı olduğu, şimdi daha iyi anlaşılıyordu.

“Bozkurt” kitabının yazarı Harold Armstrong’un “Türkiye’nin Doğum Sancıları” adıyla kaleme aldığı anılarına göre ise, Osmanlı’da egemen güç Hıristiyanlardı ve onların arkasına da Avrupalı emperyalistler vardı. Sonunda ezilen Anadolu halkının ellerinde ne varsa almaya kalkışmışlardı. Armstrong’un deyişiyle “kıyamet” de bunun üzerine kopacaktı. Müslümanlar vatanlarını ve namuslarını korumanın derdine Hıristiyanlar ise Anadolu’ya yeniden sahip olmanın hayaline kapılmışlardı. İngiliz görevli Armstrong, “Avrupa onları kendi hallerine bırakmış olsaydı durum çok daha iyi olurdu,” sonucuna varmıştı. Kendi haline bırakmama suçu, şimdi “Soykırımı inkâr yasası” örtülmeye çalışılmaktaydı.

Anadolu’da, Hıristiyan-Müslüman düşmanlığını körükleyen çoğu Sabatayist ve Mason, İttihat Terakki iktidarıydı.

En son, Uğur Mumcu’nun MOSSAD ile Barzani arasındaki irtibatı ifşa etmesinden on beş gün geçmeden katledilmesi bir tesadüf sayılamazdı. İsrail, Barzani’yi askeri açıdan desteklediğini PKK, MİT ve MOSSAD ilişkilerini ilk defa Uğur Mumcu yazmıştı.

Sinema sektörü de Sabetayistlerin elinde bulunuyordu

Yalçın Küçük’e göre Türkiye’de sinema sektörünü İsmail Cem İpekçi Ailesi kurmuş ve bunlar Sabetayizmin Karakaşi koluna mensuptu. Demek ki, sinemada sadece Sabetayistler yükselebiliyordu. Adı “Kirkor Cezveciyan”, Kenan Pars yapılıyordu. Tüm eğlence sektörünü bunlar yönetiyordu. Aysel Gülaçar uymayınca “Seda Sayan” yapılıyordu. “Sayın”, MOSSAD’ta yardımcı iş yapanları tanımlıyordu.

İbranice Avram; “Ulu Baba” veya “Yüce Baba” anlamına geliyor; “ulu”, yüce, “soy” isimlerini özellikle Sabatayistler kullanıyordu. Ersoy veya “Ulusoy” İbrani kökenlilerde sıkça rastlanıyordu. “Beren” adını sadece Macar Yahudiler taşıyor ve Ermenice de “saatçi” anlamına geliyordu.

Hollywood Yahudi imparatorluğu

Bu arada, Hollywood ise tümüyle bir Yahudi imparatorluğuydu. Oyuncuları hep Eşkenaz, Polonya ve Rus asıllı Yahudilerden ayarlanıyordu. İsimlerini değiştirmeleri şart koşuluyordu.

İşte, Yeşilçam’da isim değiştirme

Ün ile ismi

Doğum ile ismi

Cüneyt Arkın

Fahrettin Cüreklibatur

Müjde Ar

Kamile Suat Ebrem

Seda Sayan

Aysel Gülaçar

Yaşar Kemal

Kemal Sağdık Göğceli

Mahzun Kırmızıgül

Abdullah Bazencir

Muhterem Nur

Aysel Kısa

Kenan Pars

Kirkor Cezveciyan

Ayhan Işık

Ayhan Işıyan

Banu Alkan

Renka Bronkavi

Murat Soydan

Rujdan Tercan

Fikret Hakan

Bumin Gaffar Çıtanak

Nil Burak

Nihal Munsif

Neriman Köksal

Hatice Kökçü

Muazzez Ersoy

Hatice Yıldız Levent

Önder Somer

Önder Döşer

Hollywood’da isimler

Yıldız ismi

Doğuştan İbrani ismi

Kirk Douglas

Issur Danielovitch-Demsky

Woody Allen

Allen Stewart Konigsberg

Simone Signoret

Simone Kaminker

Yves Montand

Ivo Levi

Jerry Lewis

Joseph Levitch

Jack Benny

Benjamin Kubelsky

Cyd Charisse

Tula Ellice Finklea

Bob Dylan

Robert Zimmerman

Danny Kaye

David Kaminsky

Joel Grey

Joel Katz

Michael Landon

Eugene Horowitz

Mel Allen

Melvin Israel

Edward G. Robinson

Emmanuel Goldenberg

 

Siyonist sömürü sistemi kapitalizmdeki “çağdaş kölelik” olan işçiliğin tek çaresini Kur’an gösteriyordu

Vahşi kapitalizmin sebebiyet verdiği “işsizlik” yani “istihdam sorunu” bir yana, “işçilik sistemi”nin bizzat kendisi de tarihteki “kölelikten” kötüdür ve beterdir.

Evet, Kur’an “Tahriyru Rakabatin” buyurmakta; yani bir köleyi (çağımızda bir işçiyi) hür hâle getirmeyi tavsiye etmektedir. (Maide Suresi, 89. âyet)…

Kur’an’daki “Tahriyru rakabetin” bir köleyi, normal vatandaş hâline getirmektir. Mesela İmamı Azam Ebu Hanife böyle birisidir, bir kölenin torunudur; azad edilmiş ve İslâm âleminin güneşi haline gelmiştir. Kur’an kölelerden bahsederken “memlük”lerden bahseder, “abd”den bahseder, “esir”ler”den bahseder ve “rakabe”den bahseder…

“Harir” ipek demektir, sıcak günlerde giyilir ve serinletir. Ketenden veya yünden elbiseler, deriden elbiseler sıcak olur ve sıkıntı verir. “Harur” sıcak demektir. “Hür” ise köle olmayan demektir. “Tahriyru Rakabetin” ifadesindeki “Tahrir” kavramı, bir insanı hür hâle getirmek demektir. Köle ile hürün İslâmiyet’ten önceki Arabistan’da ve Roma’da çok farklı manâsı vardır. Roma’da “köle” her şeyden önce insan sayılmamaktadır. O devirlerde kölenin kişiliği yoktur, mahkemeye başvurma hakkı bile bulunmamaktadır. İsterse efendisi onu öldürebilir, cezası yoktur, hesabı sorulmamaktadır. Oysa İslâmiyet’te kölenin de esirin de kişiliği tamdır. Canı korunmuştur, öldürülürse kısas yapılır. Köleler mahkemeye müracaat ederek daima kendi haklarını savunabilirler. Efendisi kötü muamele ediyorsa hakkını arayabilir. Efendisi uzvunu kırsa kısas yapılır. İslâmiyet’te köle sadece mala sahip olamaz, elde ettiği kazanç efendisinindir. Çünkü o vatandaş değildir. Bu vatanda sadece çalışıp yaşama hakkı vardır. Evlenmek de hakkıdır. Hür olmak istiyorsa takdir edilen miktarı ödeyerek özgür hâle gelir. İslâmiyet’te köle yalnız kişiliği bakımından Roma kölesinden farklı değildir. Roma hukukunda bir kimse borcunu ödeyemediği zaman köle hâline getirilir ve borçlu olduğu kişiye esir edilirdi. İslâmiyet’te borçtan dolayı kimse köle yapılmaz, hattâ onun mallarına ve parasına el konmaz, sadece onun borçlanma ehliyeti alınabilir.

Kur’an’da “Abd, Memlük, Rakabe ve Esir” kelimeleri geçmektedir. “Rakaba” kelimesi sadece “tahriru rakaba” olarak zikredilmektedir. Sadece bir yerde “tahrir” yerine “fekku rakaba” olarak geçmektedir. “Rıkab” kelimesinden ise borçlular arasında bahsedilmektedir…

Abd: Gönüllü ve statüsünden memnun köle işçi

Memlük: Ömür boyu emir altına sokulan, emekli yaşına kadar çalıştırılan köle-işçi-memur

Rakabe: Anlaşmalı olarak boyunduruk altına alınmış ve emekli olma şartları hazırlanmış köle, işçi

Esir: Zorla hizmete bağlanmış ve tutsak alınmış köle-işçi anlamına gelir.

Bugün kölelik olmadığına göre ne yapılacaktır?

Kişiyi işçilikten, işçilik sisteminin sebebiyet verdiği; kölelikten daha kötü, daha beter zulümlerden kurtarmak çağımızdaki “tahriri rakabe”dir. Köleyi özgürleştirmedir. Bu çağda işçinin durumu tarihteki kölelerden çok daha beterdir. Vahşi kapitalizmde işçilik kölelikten çetindir.

Peki, bu “çağdaş kölelikten” yani “işçilik sisteminden” nasıl kurtulacağız?

İşçiler, yani emek sahipleri arasında “dayanışma vakfı” meydana getirilir. Devlet destekli ve faizsiz kredili işletmeler teşkil edilir ve üretime geçilir. Çalışan işçiler yüzde bir ile ortak edilir. İşi olmayan işçiler buraya geldiklerinde kendilerine düşen kısım ödenir. İşçi istediği işi yapmakta serbesttir. Elde edilen hâsılayı “ortaklık vakfı” satar, gelirin yarısı o fona devredilir, yarısı üretici çalışanlara verilir. Böylece çalışanlar bir “ortaklık” kurar ve bu ortaklık bir “işletme” hâline getirilir. O işletmelerde üretime geçtikleri zaman artık hür hale gelmişlerdir.

İşte Adil Düzende “çağdaş köleler” olan işçileri hürleştirecek mekanizma geliştirilmiştir. İşçilerin hür hâle gelmesi demek iflas edenlerin tekrar borçlanma ehliyeti kazanmaları şeklindedir. Kalıcı, akılcı, huzur ve hürriyet sağlayıcı çözümler isteniyorsa; “vahşi kapitalizm” ve “zalim komünizm”in biricik alternatifi olan “Adil Ekonomik Düzen”i getirip uygulamak mecburiyettir.[2]    

Yeryüzü tüm insanların ortak malıdır, rızaları ile veya fiilen işgal edilip bölüşülmüş durumdadır. Eğer bir yerde “emek” geçmişse orada “mülkiyet hakkı” doğmakta ve “hak” yani “emek” korunmaktadır. Mirasta o emeğin intikali sağlanır. Sonra sizin emeğiniz de olsa yerin kullanılmasına mâni olamazsınız, sadece emeğin hakkını alırsınız. Diyelim bir fabrikan var, ama sen çalıştıramıyorsun; başkası gelir, çalıştırır, senin “kira hakkını” verir. Bunun dışındaki bölüşme şekilleri haram kılınmıştır. Batılılar, “zararlı” olsa da eğer “kârlı” ise her türlü kazancı “meşru” saymaktadır. Onlar için kâr esastır. Kur’an ise buna şiddetle karşı çıkmış, zararlı bir şeyin kârını yasaklamıştır.

Batılılar “mutlak mülkiyeti” kabul etmektedir; “insan özgürdür, kendi malını ve canını istediği gibi tasarruf eder” demektedir. Kur’an bunu kabul etmiyor, çünkü kimsenin bedeni ve malı kendisine ait değildir. Topluluk onun yetişmesine emek vermiştir. Herkese ait olan yeryüzü nimetlerini temellük edip başkalarının yararlanmasına mâni olmak da hak değildir. Örneğin, kimse tarlasını boş tutamaz, çünkü arazi topluma aittir ve değerlendirmesi gerekir. Nihayet, tesadüflerle ve şanslarla hareket (yani kumar da) meşru değildir…

Bütün insanların rahatını ve menfaatini esas alan Kur’an’da kırk yerde “felah” kelimesi geçmektedir.

“Felah” kelimesi karşılığında “Refah” kelimesi münasiptir. Refahı şöyle tarif etmek gerekir. Bir saatlik çalışmada elde edilen mal “ücret”tir. Bir saatlik çalışmada elde edilen malın bir gün geçindirdiği insan sayısı da o malın “fiyatı” demektir. Böylece ücret ile fiyatı çarparsak, bir kimsenin bir saat çalışmayla geçindirdiği insan sayısı çıkar ki, işte bu refahın ölçeğidir.

Demek ki insanlar az çalışmakta ve de az insan çalışmaktadır, ama bunların emeği ve üretimiyle çok insan yaşamaktadır. Bu da ancak tarımın sanayileşmesi ile daha da kolaylaşmaktadır. Kazma ile iş yapma Mezopotamya’da başlamıştır. Harut’la Marut’tan birinin çiftçi diğerinin hayvan besicisi olduğu Dr. Mete Firidin’in çalışmasında ortaya çıkmıştır. İşte “felah” yani uygarlık o zaman başlamış, kazma da o dönemde bulunup kullanılmıştır. Sonra “saban” keşfedilmiş, şimdi tarlaları “traktör”le sürmek işleri çabuklaştırmıştır. Sulamanın yanında bugün gübreleme ve ilaçlama teknolojisine gelinmiş, seracılığa ve besi hayvancılığına başlanmıştır. Bunların bakımı otomatik makinelerle yapılınca ve yem sanayi gelişince insanın yaşamak için gerekli olan çalışma saatleri azalmıştır. Bu sayede yaygın refaha yani felaha gidilecek yollar açılmıştır, nüfus artsa bile onları huzurlu ve onurlu yaşatacak imkânlar hazırlanmıştır. Sadece sömürüsüz ve zulümsüz paylaşımı, kaliteli ve şahsiyetli bir yaşam standardını sağlayacak ADİL DÜZEN’e ihtiyaç vardır.

Faizci kapitalizme İslami jelatin!

Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu’na kulak verelim:

“(İslam iktisadının temel ilkelerinden bahisle) Emeğin yüceltilmesi gerekir. Çünkü en yüce değer emektir. Hz. Peygamber emekle geçinmeyi önemsemiş ve önermiştir. İnsanın en önemli kazanç sahası emeğiyle elde ettiğidir. Yani sermaye aslında bağımsız bir değer değildir. Çünkü sermaye de bir noktada birikmiş emek olarak görülebilir ama asıl önemli olan emektir. Toplumsal alanda da “kul hakkı” kavramı çok önemlidir. Hz. Peygamber’in emek tavsiyeleri kul hakkı yememek esası üzerinedir. Oysa kapitalizm kul hakkı yiyerek ve insan öldürerek, insanları köleleştirerek ve ahlaksızlığı teşvik ederek gelişmiştir… Katliamlar, köleleştirme, kıtaların boşaltılması olmasaydı, Aztek ve İnka medeniyetleri yok edilmeseydi kapitalizm doğup gelişemezdi. Bu yüzden kapitalizmi ortaya çıkaran olaylar için, mesela ‘Sanayi devrimi İslam toplumunda niye ortaya çıkmadı?’ diye üzülemeyiz. Çünkü o kendi süreci ve mantığı içinde ve belirtilen zulüm yöntemleriyle gerçekleştirilen sermaye birikimi ile ortaya çıkmış bir kötü ve kirli neticedir. Bu Müslümanların kabul edemeyeceği bir olgular zinciridir.”

Tabakoğlu, kapitalizm ile İslam’ın ekonomiye bakışındaki temel farklılıkları kısa da olsa, gayet güzel veriyor. Devamlı sermayeyi (ve dahi menfaati) yücelten kapitalizme karşı emeği yücelten İslam, çok farklı yerlerde duruyor. Günümüzde küresel ekonomik sisteme, yani küresel kapitalizme, entegre olmaktan başka bir yolun olmadığını, onun en can alıcı argümanı olan faizin bir “realite” olduğunu söyleyenlere bu gerçekleri hatırlatılmak gerekiyor.

Kapitalizmi ortaya çıkaran olayları ve süreçleri, kâğıt üzerinde ve sohbet kürsülerinde reddeden ve kötüleyen ılımlı İslamcılar, maalesef bu kirli vasıtalarla elde edilen bu sistemden yararlanmak için hepsi can atıyor. Bu çelişki, kendimizi “onların” kavramları ve araçlarıyla tanımlama tuhaflığından kaynaklanıyor. Asıl garabetimiz, bu zalim ve insani olmayan sistemi içselleştirmekten de öte, kendi inancımızla ve Kur’an ahkâmıyla bağdaştırmaya çalışmakla sergileniyor. Yani, hem faizci, tefeci olsun, hem de abdestinde, namazında. Böyle bir şeyin imkânsızlığı kadar uygulama safhasındaki tuhaflığı da fiilen yaşanıyor.

AKP ile geçip giden 10 senede İslami bir ekonomik yaklaşım ortaya koyamamak mı daha acıdır, yoksa küresel kapitalizmi hemen her argümanıyla yaşamaya çalışmak mı? İslam ile kapitalizmin yan yana gelemeyeceğini anlamak, şuurun, huzurun ve onurun ilk şartıdır.”[3]



[1] Bak Star. 19 Şubat 2012

[2] R. Nuri Erol / Milli Gazete

[3] Burak Kıllıoğlu / Milli Gazete

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Abone ol
Bildir
0 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Picture of Ömer ÇAĞIL

Ömer ÇAĞIL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...