YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6920d248ee571
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 4 9
Bugün : 41199
Dün : 45549
Bu ay : 893923
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45297744
IP'niz : 216.73.216.128

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Türkiye; bazı tepki ve taleplerin istismarıyla kışkırtılan Gezi isyanları ve Recep Bey’in kahramanca bastırmasıyla meşgul edilirken:

 

 a – PKK Şırnak Cizre’de anarşistlerden “Asayiş Birimleri” oluşturup resmi geçit yaptırıyor, fiilen denetimlere başlıyor ve devletin hakimiyet sembolü karakollar basılıyor ve baskıya boğun eğen hükümet bir çoğunu kaldırıyordu.

  b- ABD Hatay üzerinden Suriye’ye asker taşıyor ve TSK sonu belirsiz bir savaşa itiliyordu.

        Dindar ve muhafazakâr bilinen kasabaya yeni bir savcı atanıyor… Kasaba esnafı onu ağırlamak ve alışageldikleri rüşvet olayına aracılık yapmak üzere, hâkim beyle birlikte bir bahçeye davet ediyor ve el altından rakı da içiriliyor. Kafası dumanlanan hâkim, yeni gelen savcıya: “İyi ki buraya atandın. Yolumuzu bulacak ve kazları yolunacak daha iyi bir yer bulamazdın. Çünkü buranın halkı bolca halt işliyor, bizler de doyunca rantını yiyoruz” deyince kasaba eşrafı bozuluyor. Bunu fark eden hâkim: “Yahu yalan mı, sizler ya bir keçi zararı, ya bir ağaç dalı veya bir çocuk kavgası yüzünden, biri birinizi hiç yere öldürüyorsunuz. Ardından ölen taraf “Aman daha ağır ceza ver” diye, bir teneke bal getiriyorsunuz. Öldüren taraf “Aman az bir cezaya çarptır” diye bir teneke yağ getiriyorsunuz. Siz o haltları işlemezseniz, biz bu rantları nasıl yiyeceğiz?” deyince herkes hak vermek zorunda kalıyor…

Şimdi bu Taksim eylemcilerinin; başörtülülere saldırmaları, içki şişelerini öne çıkarmaları, soyunup bikini ile şov yapmaları, sağa sola sataşıp yakıp yıkmaları ve hele cami içindeki saygısızlıkları gibi haltları da, haliyle AKP’nin oy rantını arttırıyordu. Yanlış anlaşılmasın, gençlerin camiye sığınmaları değil, mabed içindeki hakaret kasıtlı tavırları canımızı sıkıyordu. Yoksa camiler aslında bütün mağdurların ve mazlumların sığınağı olması gerekiyordu.  Tabi bu arada başbakana ve iktidara yönelik haklı tepki ve taleplerin ve milli hassasiyet sahiplerinin gayretleri de boşa çıkarılıyordu. Bu tahribatların ülkeye maliyeti 100 trilyonu aşıyordu. Yurt çapında toplam 6 ölü, yüzlerce yaralı vardı; 59 kişinin durumu ağırdı. 11 kişi gözünü kaybediyor, 1 kişinin dalağı alınıyordu. Protestocular arasına katılıp “ben de çapulcuyum!” diye pankart açan ve Recep Erdoğan’ın “bu olayların arkasında faiz lobiler var” palavrasını haklı çıkaran Cem Boyner Mustafa Koç’la beraber bundan birkaç gün sonra başbakanın Kürdistan açılımına destek vermek üzere TÜSİAD’ın Cizre toplantısına katlıyordu. Ama bu danışıklı dövüşü maalesef ne Geziciler, ne de “ezicilier” asla fark etmiyordu.

Financial Times gazetesinin 12 Haziran tarihli başyazısı ‘Erdoğan’ın inatçılığı mirasını riske atıyor’ başlığını taşıyordu. Yanına da: ‘Başbakan’ın davranışları, Türkiye’nin bölgesel güç imajını bozuyor’ alt başlığı ekleniyordu. Başyazının şu bölümleri dikkat çekiyordu: “…(Erdoğan) on yıl sürdürdüğü “başbakanlıktan güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığına kayma ve 10 yıl boyunca cumhurbaşkanlığı makamında oturma” ihtirasları yanında, bugüne kadar elde ettiği önemli başarıları da riske atmaktadır. Türkiye’nin reformcu bir bölgesel güç olarak imajı paramparçadır ve AB ile sıkıntılı ilişkisi ise daha da büyük tehlike altındadır. Her türlü tehlikeye açık kısa vadeli kapital ve zor kazanılmış ekonomik istikrar, eğer Başbakan, kim olduğu belli olmayan spekülatörler ve sermaye gruplarına çatmaya devam ettiği takdirde buharlaşıp kaybolacaktır.” Bu sözlerin Erdoğan’ı hizaya getirme ve haddini bildirme tehditleri olduğu sırıtıyordu.

Zaten Başbakan’ın da çok iyi bildiği ve onların sayesinde bu noktalara geldiği; Dış güçler ve faiz lobileri, Taksim’de başlatılan ve Türkiye çapında yaygınlaştırılan eylemleri:

1- Recep T. Erdoğan’a haddini hatırlatıp hizaya sokmak

2- “Federatif Kürdistan”dan sonra şimdi de Sivas, Tokat, Malatya, Erzincan, Tunceli ve Elazığ’ı kapsayan “Özerk Alevistan’a” meşruiyet kazandıracak kanunları ve yeni anayasayı yapmak hususunda, tedirginliği artan dindar halkın desteğini sağlamak

3- Suriye’ye, hem de tüm sorumlulukları ve tehlikeli sonuçları Türkiye’ye ait olmak üzere, bir askeri müdahale için iktidara cesaret kazandırmak amacıyla tezgâhlanıyordu. Zaten İran Fars Haber Ajansı 23 Haziran Pazar günü 57 ABD özel subayını taşıyan C-100 tipi kargo uçağının Hatay’a iniş yaptığını, Suriye’deki muhalefetin komutasını üstlenecek bu subayların teçhizatıyla birlikte Suriye’ye taşındığını duyuruyordu.

ABD’nin tavrı her şeyi açıklıyordu!

Gezi Parkı eylemleri henüz daha ısınma sürecindeyken önce ABD Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone konuşmuştu. Olaylar büyüyünce, devreye Beyaz Saray açıklaması giriyordu. Provokasyon şehir şehir gezmeye başlayınca da bu sefer Türkiye’yi ikinci adresi yapan John Kerry akıl veriyordu. Son olarak da ‘kipasıyla meşhur’ Başkan Yardımcısı Yahudi Joe Biden tehditlere başlıyordu. Joe Biden Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın da hazır bulunduğu bir ortamda çok ilginç cümleler kullanıyor, çok tartışılacak, spekülatif kavramların altına imza atıyordu. Peki, ABD’nin Başkan Obama’dan sonra en güçlü ismi Biden, neler söylüyor ve bu söyledikleri ne anlama geliyordu: 

Joe Biden “Türk halkı kendi geleceklerinin yazarları olacaktır. Ancak şunu bilmeliler ki, Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılını kutlarken, ABD de bu geleceğin daha güvenli, refah ve demokratik olmasına yardım etmek için bir müttefik ve dost olarak yardıma hazırdır” diyordu.

Peki, ne demek istiyordu: “AKP Hükümeti 11 yıldır ne dediysek yaptı. Bu Hükümet Amerikan çıkarlarına yönelik hemen her adıma destek sağladı. Bölgede âdeta ABD’nin jandarması gibi davrandı. Medeniyetler İttifakı dedik sahip çıktı. Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) dedik, Eşbaşkanlığına yanaştı, Irak’ı işgal ettik, sesini çıkarmayarak hatta ‘bölgede daha fazla kalmalısın” diyerek işimizi kolaylaştırdı. Libya’yı tahrip ederken yanımızda yer aldı. Bölgedeki vazgeçilmez müttefikimiz İsrail’in savunmasında başrol oynayan Malatya Kürecik’te radar sistemini kuralım dedik, Erdoğan kılıf hazırladı. Hülâsa, Amerika ne talep ettiyse AKP iktidarı fazlasıyla yaptı. Ancak, şimdi durum değişiyor. Biz, AKP’den alacağımızı aldık. ABD şimdi farklı ufuklara yelken açmak zorunda. Biz nasıl ki yeri geldi darbeci hükümetlerle de rahat çalıştıysak AKP sonrası için de hazırız. Bütün bu kapsam dâhilinde vazgeçemeyeceğimiz tek husus var; ABD çıkarlarıdır…”

Joe Biden: “Türkiye’deki olaylar, ABD de dâhil dünya genelinde endişelere yol açtı. ABD, ortaya çıkan sonuca karşı kayıtsızmış gibi görünemez, çünkü biz, açık toplumlara, siyasi sistemler ve ekonomilere, demokratik kurumlara sahip olan ve evrensel insan haklarına sıkı sıkıya bağlı olan ülkelerin, gelişeceğine ve 21’inci yüzyılın en güçlü ülkeleri olacağına inanıyoruz” diyordu.

Bu sözler: “Biz ve bizimle birlikte hareket eden global sistem her zaman olduğu gibi şimdi de istersek ortalığı karıştırabiliyoruz. Şunu unutmayın; Türkiye’deki siyasal-ekonomik istikrar bıçak sırtında ve buna biz karar veriyoruz. Taksim Gezi Parkı gösterileri de bir kez daha ortaya koydu ki; bağımsız bir ülke değilsiniz, öyle sanıp aldanıyorsunuz. Vahşi kapitalizmin ve Siyonizm’in bölgedeki çıkarları neyi gerektiriyorsa o oluyor” anlamına geliyordu.

Joe Biden: “Zamanı geldiğinde, Türkiye ile ticari ilişkilerimizi bir sonraki adıma taşıyabileceğiz” diyordu. Yani “Türkiye’nin İsrail çıkarlarını ne derece koruyup kolladığına bakıp ona göre karar vereceğiz” demeye getiriyordu.

Joe Biden: “Türkiye, Kürt sorununda, Rum Ortodoks Patrikhanesi’yle ilgili konuda ve diğer meselelerin çözümü yolunda önemli adımlar atmaya istekli olduğuna dair cesaret verici sinyaller veriyor. Ermenistan ve Kıbrıs ile ilgili sorunlarda da benzer vizyon ve ilerlemeyi görmeyi umuyoruz” diyordu.

Bununla: “Türkiye öncelikle ve bizim istediğimiz şekilde Heybeliada Ruhban Okulu’nu açmalıdır. Ayrıca Ermenistan ve Kıbrıs’la ilgili konularda da bizim arzu ettiğimiz biçimde davranılmalıdır” mesajı veriyordu.

Joe Biden: “Tarihin en güçlü ittifakı olan NATO’nun üyeleriyiz. Kolektif savunmaya yönelik bağlılığımız çok önemli, bu durum Türkiye’nin Suriye sınırına yerleştirilen patriot füze bataryalarında kendini göstermiştir. Ancak birçok bakımdan dünya değişti ve bugün ilişkilerimiz sadece savunma alanından ibaret olmanın çok ötesindedir. Uzun zamandır askeri müttefikiz, ancak bugün durum bundan fazlasını gerektirmektedir” diyordu. Bu ifadeler: “Türkiye Suriye meselesinde bizden daha fazla bir şey beklemesin. Suriye’ye kendisi girsin ve ABD İsrail hatırına sıkıntılara göğüs gersin” manasını içeriyordu.

ABD İncirlik’teki atom bombalarını yeniliyordu!

Tam bu süreçte ABD Başkanı Barack Obama, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu beş NATO müttefiki ülkede bulunan taktik nükleer bombaların yenilenmesi amacıyla 2014 bütçe tasarısında 537 milyon dolar tahsis ediyordu. New York Times gazetesi, “editörler kurulu” imzasıyla yayımladığı başyazısında, ABD’nin Avrupa’da 180 kadar B61 tipi nükleer bomba bulundurduğunu, “soğuk savaş döküntüsü” bu bombaların Belçika, Almanya, İtalya, Hollanda ve Türkiye’de konuşlu olduğunu yazıyordu. Obama’nın bombaların modernizasyonu amacıyla 2014 bütçe tasarısına da 537 milyon dolar koyduğu hatırlatılıyor ve uzmanlar, bombaların yenilenmesi programının maliyetinin hesaplanan 4 milyar doları aşarak 10 milyar dolara ulaşacağını bekliyordu.

İncirlik’te 90 atom bombası “yakın bir savaş” için mi hazırlanıyordu?

Amerikan nükleer bombalarının nerelerde olduğu daha önce WikiLeaks’ten sızan belgelerle ortaya çıkmıştı. Belgelerde ABD’nin Avrupa’da bıraktığı 200 civarında taktik nükleer silahın çoğunun Türkiye, Belçika, Hollanda ve Almanya’da bulunduğu belirtiliyordu. Belgelere göre, Adana’daki İncirlik Üssü’nde ABD’ye ait 90 nükleer başlık bulunuyordu. CIA’ya yakınlığı ile bilinen Washington Enstitüsü’nün yayınladığı Richard Outzen imzalı bir raporda, Türkiye’de konuşlanmış Amerikan nükleer bombaları harita üzerinde tam liste olarak gösteriliyordu. (Raporun aslı: www.washingtoninstitute.org/uploads/Documents/pubs/PolicyNote12.pdf) Rapora göre, İzmit, Balıkesir, Eskişehir, Konya, Ankara, Malatya ve Erzurum’da ABD’nin nükleer silah depoları bulunuyordu. Raporda nükleer bombaların sayısı belirtilmezken, Turgut Özal dönemi ABD-NATO-Türkiye ilişkilerinde en iyi dönem olarak anlatılıyor, AKP dönemi de bu ilişkilerin tavan yaptığı dönem olarak gösteriliyordu.

Başbakan ABD’nin atom bombalarına neden itiraz etmiyordu?

Pakistan gezisi sırasında nükleer silah sahibi ülkelere sert tepki gösteren Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, ABD’nin Türkiye’deki nükleer silahlarına itiraz etmediği gibi, yenilemesine de tavır almadığı gözleniyordu. Erdoğan, Pakistan’da Kaid-i Azam Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, “Kitle imha silahı hangi ülkelerin elinde? Kitle imha silahını elinde bulunduran gelişmiş ülkeler, gelişmekte bulunan ülkelerde bulunmasını istemiyorlar. Sadece kendilerinde olmasını istiyorlar. ‘Bende olur, başkasında olmaz’ diyorlar. İşte bunun hesabını sormalıyız. Bunun dayanışması içinde olmak durumundayız. Hayatımızda bir kez öleceğiz. Her gün bin kez ölmektense, bir kez ölmek daha hayırlıdır” diye hava atıyordu.

Gezi Parkı tantanası “Petrol sömürge yasasını” unutturuyordu!

Gezi Parkı eylemlerinin yoğun trafiği altında Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanarak yürürlüğe konulan Türk Petrol Kanunu’ndaki devlet hissesinin 8’de 1’i yani yüzde 12,5’lik oranı diğer ülkelerle kıyaslanınca yeni yasanın bir kapitülasyon değil sömürge yasası olduğu ortaya çıkıyordu!  Meclis’te kabul edilerek yasallaşan Türk Petrol Kanunu’nda devlet hissesinin yüzde 12,5 oranında olması akıllara, “civar ülkelerdeki oranın ne olduğu?” sorusunu getiriyordu. Gezi Parkı olayları devam ederken hiç ülke gündemine taşımayarak ve tartışılmayarak geçen Türk Petrol Kanunu’nun yabancı şirketleri Türkiye’ye çekmek için uygulanan oranlar kafaları karıştırıyordu. Yeni Türk Petrol Kanunu ile Türkiye’nin yer altı petrol rezervlerinin yabancı şirketlere açılması ile yabancı şirketlerin önümüzdeki günlerde Türkiye’ye akın edeceği biliniyordu. Yabancı şirketlere verilen haklar ve ayrıcalıklar ile TPAO’nun özelleştirilmesinin önünü açmasına yönelik maddeler de dikkat çekiyordu.

Ancak, Türkiye’nin yabancı şirketlere tanıdığı hakların diğer ülkelerde ne olduğuna ilişkin yaptığımız araştırmalar sonucunda devlet hakkının sadece yüzde 12,5 olması çok düşük bir rakam olarak gözüküyordu. Yabancı şirketin devlete ödeyeceği vergiler de buna dâhil edilince Türkiye’nin bir yabancı şirketin petrol çıkarmasından elde edeceği gelir yüzde 30 düzeyinde kalıyordu. Hal böyle olunca petrol üreticisi ülkeler ve işgallerle uğraşan Irak ve Libya’ya baktığımızda Türkiye’nin oranlarının çok düşük olduğu ortaya çıkıyordu. Irak’ta şirketin maliyetleri ve devlete ödeyeceği vergiler dışında devletin hakkı yüzde 20 iken bu oran Libya’da yüzde 15’i geçiyordu. Vergiler de dâhil edilince bu oranlar Irak’ta yüzde 50’lere çıkarken Libya’da ise yüzde 45’ler seviyesinde seyrediyordu. Yeni Kanuna göre Türkiye petrollerinde imtiyaz sahibi kılınan yabancı (çoğu Yahudi ortaklı) şirketler Kuzey Irak’ta yaptığı petrol antlaşmaları gereği çıkaracağı petrolün yüzde 85’inde hak sahibi oluyordu. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ne de çıkardığı petrolün yüzde 15’lik kısmını bırakıyordu.

Ekonomi sağlam temeller üzerinde mi oturuyor, yoksa bataklık üzerinde mi?.. Siyonist Bernanke’nin bir cümlesi faiz ve doları uçuruyor, borsayı çökertiyordu!

Üretim yerine borçlanarak ve sıcak paraya mahkûm olarak işleyen işbirlikçi düzenin foyası ortaya çıkıyordu. Hükümet tarafından hemen her fırsatta çok sağlam temellere sahip olduğu propagandasıyla şişirilen ekonomi, ABD Merkez Bankası Başkanı’nın açıklamalarının ardından allak bullak oluyordu. Tabir-i caizse FED Başkanı hapşırınca AKP ekonomisi zatürre oluyordu!

Ekonomiyi sadece mali piyasalardan ibaret gören ve yaşanan ekonomik durgunluğu vatandaştan saklamaya çalışan hükümetin ekonomi balonu ciddi bir sınavda sönüyordu. Üretim yerine yabancı kaynaklardan borçlanmaya endekslenen ekonomi, mali piyasalardaki çalkantıyla sarsılıyor, pamuk ipliğine bağlı olan ekonomik dengeler, Taksim Gezi Parkı olayları sırasında kırmızı alarm vermeye başlıyor, ancak bu durum hükümetin her zamanki hedef saptırmasıyla “Faiz lobisinin işi” diyerek geçiştirilmeye çalışılıyordu. FED Başkanı Bernanke’nin açıklaması ise mali piyasaları tepe taklak ediyor, dolar tarihi rekorunu kırarken, avro sert yükseliyor ve hükümetin pek bir önem verdiği borsa çakılıyor ve borçlanma ekonomisi çöküyordu.

ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Bernanke, piyasaları fonlamak anlamına gelen aylık 85 milyar dolarlık tahvil alımlarını 2014’te bitireceklerini açıklayınca tüm dünyadaki mali piyasalar karışıyordu. ABD’nin tahvil alımlarıyla Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere akın eden sıcak paranın yeniden ABD’ye dönecek olması birçok ülke borsasının çakılmasına neden olurken, birinciliği yüzde 6.82 düşüşle Borsa İstanbul kapıyordu. Dolar, tarihi zirvesi olan 1.94 lira rakamını görürken, avro da 2.55’e kadar yükseliyordu. Ekonomik büyümesini tamamen dış kaynaklara ve borçlanmaya bağlayan Türkiye, ABD’nin bu kararıyla yabancı kaynak akışından da faydalanamıyordu.

Faiz lobisi öcü de Bilderberg cici mi oluyordu?

“2013 Haziran’ının başında yani Gezi olaylarının hemen öncesinde gerçekleştirilen Bilderberg toplantılarına hükümeti temsilen Ali Babacan’ı gönderip (üstelik “faiz lobisi” suçlamalarının göbeğine oturttuğu Koç ve Sabancı Holding’den katılımcılarla birlikte), ondan sonra “dış mihraklar” şeklinde vaveyla koparmak samimiyetten çok uzak görünüyordu. Hükümet yetkilileri, küresel siyaset ve ekonominin önemli bir ayağını oluşturan ve “faiz lobisi” gibi bir öcünün küresel ölçekte hamisi olan Bilderberg’i, yoksa Kanarya Sevenler Derneği mi sanıyordu?” sorusu hala yanıtını arıyordu!..

Eski MİT’çi Eymür’e göre: Erdoğan’ın CIA bağlantıları ne anlama geliyordu?

“MİT’in en meşhur isimlerinden Mehmet Eymür, sontv sitesinde yazdığı “İki tatlı söz” başlıklı yazısında Tayyip Erdoğan’a tavsiyelerde bulunurken önemli bilgiler de veriyordu.

Eymür, “24 Temmuz 1999’da cezaevinden tahliye olan Erdoğan, 14 Ağustos 2001’de kurucuları arasında olduğu AKP’nin Genel Başkanı seçildi. Erdoğan 2002 başında ABD’yi ziyaret etti ve ABD’deki Türkiye masasına bakan şefler tarafından misafir edildi” diye yazıyordu.

Esasen, bu bilgiler özellikle Turan Yavuz, Yılmaz Polat, Savaş Süzal gibi Washington’da görev yapan Türk gazeteciler ve ayrıca Tuncay Özkan tarafından da dile getiriliyordu. Fakat ilk defa Türk istihbaratında önemli görevler yapmış bir kişi, Tayyip Erdoğan’ın CIA’nın Türkiye masası şefleri ile görüşmüş olduğunun altını çiziyordu!

AKP’nin bir ABD projesi olduğunu, biz 26 Ağustos 2001 tarihinde belgesiyle ortaya koymuş, parti programının bile CFR’den gönderildiğini ispatlamıştık. Erdoğan’ın dediği gibi “Türk Baharı”, 2002’de başlamıştı. Erdoğan, daha Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı iken, ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ve CIA’nın önemli şeflerinden Graham Fuller ile temasa geçmişti. Abdullah Gül de farklı kanallardan aynı kişilerle devamlı temas halindeydi. Tayyip Erdoğan, Amerika’nın Adana Konsolosu Elizabeth Shelton, ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Caroline Hagins, ABD Büyükelçilik Müsteşarı Silwer Lawrens ve CIA görevlisi Kenny Bob ile de görüşüyordu! Tayyip Erdoğan’ın hapisten çıktıktan sonra, 2002’de ABD’de kimlerle görüştüğünü, rahmetli Turan Yavuz,  “Çuvallayan İttifak”  kitabında tek tek açıklıyordu. Aynı bilgilere Merdan Yanardağ da 2007 yılında çıkan  “Bir ABD projesi olarak AKP”  adlı kitabında yer veriyordu.

Turan Yavuz’a göre; Cüneyd Zapsu, Erdoğan’ın temaslarını “çizmeli adam” lakabıyla tanınan Grenville Byford adındaki arkadaşı kanalıyla sağlıyordu. Byford’un eşi Orit Gadiesh, İsrailli bir generalin kızı ve ayrıca Simon Peres’in baldızı ve danışmanı oluyordu. Daha 17 yaşındayken İsrail Genelkurmay Başkanı’nın askeri istihbarat biriminde asistan olarak çalışma hayatına atılıyordu.

Erdoğan, Washington’a ayak bastığında Eymür’ün dediği gibi Türkiye uzmanları olan eski CIA yetkilisi Graham Fuller, eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Henry Barkey gibi uzmanlarla baş başa yemeklerde buluşuyordu. Bunun yanı sıra, CIA’nın düşünce kuruluşu olarak anılan Rand Corporation, aracılık kurumu Lehman Brothers, Amerikan Yahudi Kongresi ve Amerikan Yahudi Komitesi yetkilileri ile görüşüyordu. Son olarak, Tayyip Erdoğan ve Cüneyd Zapsu, Richard Perle’ün Washington-Maryland sınırındaki Chevy Chase Mahallesi’nde bulunan üç katlı evine de gidiyordu. Perle, Erdoğan’a, AKP’nin iktidara gelmesi halinde, Ortadoğu’da Washington’un sorunlu olduğu birçok ülkeye “ılımlı İslam modeli” ile “örnek” teşkil edeceğini ve Bush yönetiminin bu konuya çok önem verdiğini söylüyordu.

Mehmet Eymür, Erdoğan’ın yıldızının, asıl İstanbul’da sinagoglara saldıran teröristlere meydan okuması ile parladığını, bu tutumu sayesinde 2004 yılında ABD Başkanı Bush ile görüşmeye gittiğinde sıcak bir şekilde karşılandığını, ABD’de çok kuvvetli ve etkin bir topluluk olan “ABD Yahudi Teşkilatı”nın ona “Yahudi Cesaret Madalyası” taktığını, ondan sonra Tayyip Erdoğan’ın yıldızının hızla parladığını yazıyordu.

Necmettin Erbakan da bu görüşteydi, AKP iktidarı için, “AKP’yi dış güçler kullanıyor. AKP, Haim Nahum doktrininin taşeronudur” diyordu. Şimdi, Taksim yürüyüşleri bahanesiyle aynı Tayyip Erdoğan’ın yıldızını parlatanlardan şikâyetçi olması, protestoları bu güçlerin organize ettiğini açıklaması”[1] acaba pişman olup artık Milli çizgiye kaydığını mı, yoksa ülkemize yeni ve daha tehlikeli tuzaklar tezgâhlandığını mı gösteriyordu?

Çünkü tam da Gezi provokasyonları sürecinde Siyonist İsrail’in gizli istihbarat kuruluşu MOSSAD’ın başkanı Tamir Pardo’nun Türkiye’ye yaptığı gizli ziyaret akıllarda soru işareti oluşturuyordu.

MOSSAD Başkanı Siyonist Pardo ve MİT müsteşarı Hakan Fidan arasında yapılan görüşmede Gezi Parkı eylemlerinin de masaya yatırıldığı ve bu konu üzerinde değerlendirmeler yapıldığı iddia ediliyordu. Üstelik MOSSAD Başkanı, Gezi olayları başladıktan bir hafta sonra geliyordu. 1948 yılında Filistin topraklarını işgal ederek, Ortadoğu’nun bağrına zehirli bir hançer gibi saplanan Siyonist İsrail’e hizmet eden gizli istihbarat servisi MOSSAD’ın kirli tarihinde Müslümanlara yönelik hazırlanan ne tezgâhlar ve katliamlar biliniyordu. Hani Recep Bey, İsrail’e hava atıp duruyordu? Yoksa Başbakan’ın İsrail’e yönelik kurusıkı blöfleri derin Türkiye-İsrail ilişkilerini halktan gizlemeyi mi amaçlıyordu?

Terörist İsrail devletinin sözde kuruluş tarihi olan 1948’den bir yıl önce Tel Aviv’de kurulan MOSSAD’ın İbranice’de açılımı ‘Özel Operasyonlar Enstitüsü’ anlamına geliyordu. MOSSAD, Filistin topraklarına yaptığı hain saldırılarla kadın, çocuk, ihtiyar, hasta ayırmadan binlerce masumun üzerine ölüm bombaları yağdıran işgalci İsrail’in varlığının devamı için her türlü ihanet planlarını devreye sokmaktan çekinmiyordu. Onlara göre yaptıkları aşağılık katliamların, Müslümanlara verdikleri her zararın nihai olarak tek amacı: İçinde Güneydoğu bölgemizin de yer aldığı Nil ve Fırat arasındaki toprakların sahibi olmak yani Arz-ı Mevud-u kurmak oluyordu.

Öcalan’ın istediği konferansta seçimden önce yeni anayasa şartı konuşuluyordu

Demokrasi ve barış Konferansı sonuç bildirgesinde, Meclis’te bulunan siyasi partilere, “iktidar ve muhalefetiyle yasal reform girişimlerinin ve demokratikleşmenin hızlandırılması, yeni anayasa çalışmalarının, seçimlerden önce sonuçlandırılması” çağrısı yapılıyordu. Abdullah Öcalan’ın, Ankara, Diyarbakır, Brüksel ve Erbil’de düzenlenmesini istediği dört konferansın ilki Ankara’da yapılıyor, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Parti Meclisi Üyeleri Gülseren Onanç, Basın ve Propagandadan Sorumlu Başkan Yardımcısı Ali Arif Özzeybek’in de katıldığı “Demokrasi ve Barış” adlı konferansın sonuç bildirgesinde şu görüşlere yer veriliyordu:

Yeni anayasa

Çözümün yalnızca tek taraflı fedakârlıklarla sağlanamayacağını değerlendirerek, Meclis’te bulunan siyasi partilere çağrı yapıyoruz. İktidar ve muhalefetiyle yasal reform adımlarının, demokratikleşmenin hızlandırılması, yeni anayasa çalışmalarının seçimlerden önce sonuçlandırılması, çözüm sürecinin ruhuna uygun bir çalışma temposunun, tarzının ve dilinin parlamentoda geliştirilmesi gerektiğini belirtiyoruz.

Kesintisiz süreç

Konferansımızın, müzakere sürecinin kesintisiz olarak sürdürülmesi için kararlı bir tutum ve çaba içerisinde olacağını ilan ediyoruz.

Öcalan’a özgürlük

Abdullah Öcalan’ın “sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının” sağlanması ve toplumun çeşitli kesimlerinden oluşan heyetlerle iletişim imkânlarının yaratılması gerektiğini belirtiyoruz. Halkların dil, kültür, inanç ve kimlik haklarının evrensel olduğunu, bunların bir pazarlık konusu haline getirilemeyeceğini ve bu hakların eşit yurttaş olmanın gereği sayıldığını bir kez daha vurguluyoruz.

 “Soykırımla Yüzleşme”

Gerçek bir barışın sağlanması için bugünden başlayarak geçmişe kadar uzanan tüm katliamlarla, faili meçhullerle, kayıplarla, soykırımlarla yüzleşmenin vazgeçilmezliğinde birleşiyoruz ve günümüzden geriye doğru, insanlığa karşı işlenmiş bütün suçları, zaman aşımı olmaksızın ortaya çıkarmak ve adaleti tesis etmek için üzerimize düşen her şeyi yapacağımızı belirtiyoruz.

Ortadoğu’da Barış

Barışın sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu ve Suriye’de de gerçekleşmesi hedefinin Konferans katılımcılarının ortak mücadele konusu olduğuna işaret ederken, Reyhanlı’da yaşanan katliamın barış ihtiyacının ne kadar acil olduğunu gösterdiğini vurguluyoruz. (Yani İsrail’le uyumlu davranılmasını ve Arz-ı Mev’ud (BOP) hedefine hizmet sunulmasını istiyoruz…)

Bildirgede ayrıca Akil İnsanlar ve Çözüm Komisyonunun olumlu, ama yetersiz bulunduğu vurgulanıyordu. Ve zaten İmralı ziyaretinden dönen BDP heyeti: “Öcalan’ın; çözüm sürecinde birinci aşamanın başarıyla geçilip şimdi ikinci aşamaya gelindiğini ve Türkiye halklarının (artık bir tek millet yok) tüm demokratik haklarının verilmesi gerektiğini” söylediği açıklanıyordu. Yani açılım sürecini Abdullah Öcalan üzerinden Dış odaklar yönetiyordu.

Bu arada, “efendim Kürdistan’a demokratik özerklik verilmekle Türkiye resmen bölünmeyecek ve haritamız değişmeyecek” sözleri çok tehlikeli ve tahripçi bir yalanı gizliyordu. Evet, “demokratik özerklik”le Güneydoğu’muz belki resmen bölünmüyor, ama fikren ve fiilen kontrolümüzden çıkmaya başlıyordu. Aynen Kuzey Irak Kürdistan’ı gibi, bütün genel sıkıntıları ve masrafları Türkiye Cumhuriyeti’nin sırtında bırakılıyor, ama içişlerinde ve dışişlerinde bağımsız davranma yolu açılıyordu. Yani “Nikahı Türkiye’nin boynunda, ama irtibatı ABD ve İsrail’in koynunda” bir durum oluşturuluyordu!? Tam bu sırada Şırnak’ın Cizre İlçesinde PKK asayiş birimleri oluşturup resmigeçit yaptırıyor ve denetimlere bile başlıyordu. PKK’nın Kürdistan Polis Teşkilatı olan bu küstah girişim, hayret; ne yandaş ne de laik medyada asla yer almıyor, ana muhalefetten hiçbir tepki gelmiyordu.

İşte böyle bir süreçte, Fetullah Gülen’in “Kürtlerin anadilde eğitim arzularının, onlara bahşedilecek bir lütuf değil, doğuştan verilen bir temel insan hakkı olduğunu” açıklaması da, ABD Yahudi Lobilerinin şeytani amacını yansıtıyordu ve gerçekleri saptırıyordu. Çünkü bir toplumun anadilini konuşması ve çocuklarına öğretip aktarması bir temel insan hakkıydı;  ama Kürtçenin ikinci bir resmi eğitim dili yapılması Türkiye’nin parçalanma aracıydı, bunun “temel insan hakkı” sayılması yanlıştı ve böyle bir ihtiyaç da bulunmamaktaydı.

Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası seçimlerinde PKK/BDP’nin desteklediği aday “Kürdistan’ın dört parçasının ekonomik birliği için” yardım istiyordu!

Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) başkanlığı seçimleri için yapılan kampanyada “Büyük Kürdistan” propagandası öne çıkıyordu. BDP ve DTK’nın desteklediği Yahudi asıllı Kürt aşiretlerinden Filiz Bedirhanoğlu grubu tarafından asılan pankartlarda, “Kürdistan’ın dört parçasının ekonomik birliği için” destek isteniyordu. Filiz Bedirhanoğlu grubu tarafından cadde ve sokaklara asılan afişlerde “Büyük Kürdistan” vurgusu öne çıkıyor, afişlerde, “Kürdistan’ın dört parçasının ekonomik birliği için mavi listeyi destekleyelim” ve “Talan edilen Kürdistan kaynaklarını yeniden inşa etmek için tüm yurtsever ve demokratları, Diyarbakırlıları Ticaret ve Sanayi Odası seçimlerinde Mavi listeyi desteklemeye çağırıyoruz” ifadeleri kullanılıyordu.

AKP ve BDP’lilerden sonra ‘açılım’a destek veren bir grup CHP’li vekil Cemaat’in davetlisi olarak ABD’ye gidiyordu. Heyetin başında Gölge CIA olarak bilinen Stratfor belgelerinde TR 705 olarak kodlanan Sezgin Tanrıkulu bulunuyordu.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ardından ABD’ye uçan DTK Eş Başkanı Ahmet Türk’ün yanı sıra CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu başkanlığında bir CHP heyetinin de ABD’ye gittiği ortaya çıkıyordu. CHP heyetinin ABD’ye Fetullah Gülen cemaatine yakın kuruluşların düzenlediği Anadolu Kültürü ve Yemek Festivali kapsamında davet edildikleri belirleniyordu. Başbakan Erdoğan’ın Amerika ziyaretinin ardından Washington’a giden BDP’li Ahmet Türk ABD’de yetkililerle görüşüp talimat alıyordu. ABD yönetiminden “açılım” sürecine destek isteyen Türk’ün Fetullah Gülen’le de görüşmeyi planladığı iddia edilirken, BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Gülen ziyaretine ilişkin, “Bir randevumuz yok. Bu konuda kapalı, tutucu değiliz” diyordu.

AKP ve BDP’lilerin ABD’yi ziyaret trafiğini sürerken, açılım sürecine bir grup milletvekiliyle destek bildirisine imza atan CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun da Gülen cemaatine yakın kuruluşların davetlisi olarak ABD’de bulunması dikkat çekiyordu. CHP heyetinde Tanrıkulu’nun yanında İstanbul Milletvekili Melda Onur ile Haydar Akar’ın da ABD’ye gittiği öğreniliyordu. Tanrıkulu’nun ABD’de kimlerle görüştüğüne ilişkin bilgi verilmezken, heyetin ABD’ye CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun onayıyla gittikleri ifade ediliyordu.

AKP ve BDP’liler de katılıyordu!

Gülen Cemaatine yakın kuruluşların organize ettiği Anadolu Kültürü ve Yemek Festivali açılışında AKP’yi Gülşen Orhan, Fahrettin Poyraz, BDP’yi ise Altan Tan temsil ediyordu. Los Angeles’te düzenlenen festivalin açılışında Amerikan Meclis Üyeleri Ed Royce, Michael Honda, Dana Rohrabacher, Joe Baca, Alan Lowenthal da yer alıyordu. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ise sponsor olarak festivale Mehter takımı gönderiyordu.

Cemaatten ürken Başbakan TSK’yı niye takmıyordu?

Hatırlayınız Tayyip Erdoğan Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması olayında Cemaat kadrolarını kastedip “Devlet içinde devlet var” ifadesini kullanıyordu. Bu Tayyip Erdoğan “Odama böcek koyup beni dinliyorlar” deyip yine o çevreyi ima ediyordu. Bu Tayyip Erdoğan Reyhanlı’daki bombalama olayı istihbaratının gizlenmesi bağlamında yine Cemaat kadrolarını işaret ediyordu.

Hal bu iken aynı Tayyip Erdoğan, “Fetullah Gülen ile görüşülür mü” sorusuna, “Gökten ne yağar da yer kabul etmez” şeklinde bir karşılık veriyorsa bunun okuması elbette muhabbet ve saygı değil tersine Gülen Hareketinin caydırıcılığıdır. Çünkü Cemaat, ABD derin devleti olan Yahudi Lobilerince daha bir kollanmakta ve kendilerine yakın bulunmaktadır. Tablo bu ise şöyle bir soru kaçınılmazdır:

F Tipi Cemaat gibi sadece devlet içinde kadroları olan bir sivil yapıdan ürken bir Başbakan nasıl TSK gibi bir kurumu zerre takmıyor ve haklı taleplerini hesaba katmıyordu?

Bu sorunun cevabı Pentagon ile İsrail’in etkisinin yanı sıra Genelkurmay’ın mesela bir F tipi Cemaat kadar bile Başbakan’ın nezdinde caydırıcılığının olmamasıdır ki bu fotoğrafı birileri Karargâhın işbirlikçiliği şeklinde de okuyabilir…” diyen Sabahattin Önkibar kimleri niye kışkırtıyordu?

Emniyette Erdoğan Cemaat kapışması sürüyordu

İstihbarattan sonra sıra KOM’a geliyordu. Emniyet’teki kilit görevlerde yapılan değişiklikler, iktidar içerisindeki tartışmayı daha da derinleştiriyordu. Ergenekon, Balyoz ve benzeri operasyonları uygulayan birimlerden biri olan İstihbarat Dairesindeki tasfiye atamaların ardından, bir diğer kritik birim olan Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Daire Başkanlığı’nda da önemli değişiklikler yapılacağı konuşuluyordu. Emniyet İstihbarat dairesi Başkanlığına Engin Dinç’in göreve getirilmesinden sonra iki daire başkan yardımcısı ve 8’i üst düzey olmak üzere toplam 12 kişi görevlerinden alınarak pasif görevlere atanıyordu. Daha sonra İstihbarat Daire Başkanlığı’nın arkasından Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi üzerinde çalışıldığı bildiriliyordu. Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı ve bağlı şubelerinde 2006 yılında yapılan kadro operasyonuyla eski ekip tasfiye ediliyor, bu birim tertiplere uygun bir hale getiriliyordu. Daire Cemaat’e yakın emniyetçilerin kontrolüne giriyordu. Şimdi daha önce tasfiye edilen eski ekibin, yeniden kritik görevlere getirileceği ve “dizginleri ele alacağı” konuşuluyordu. Bu gelişmeler üzerine F tipi medyadan tepki geliyor, Taraf ve Bugün gazeteleri Emniyet’teki tasfiye operasyonlarını birinci sayfaya taşıyordu.

Ha sahi, bizleri sürekli “komploculuk”la suçlayanlar, Gezi olayları nedeniyle Başbakan’ın ağzından düşürmediği “dış güçler ve faiz lobileri” ithamlarını nasıl yorumluyordu? Bu sözler ciddiye mi alınıyordu, yoksa komplo teorisi mi sayılıyordu?



[1] Arslan Bulut, Yeniçağ

 

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Subscribe
Bildir
0 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Picture of Ahmet AKGÜL

Ahmet AKGÜL

AHMET AKGÜL KİMDİR?

INTRODUCTION OF USTADH AHMET AKGÜL

رسالة تعريفية لمعلمنا أحمد أكجول

قبل مؤتمر النظام العادل في جامعة قيرغيزستان أراباييف، والذي حضرناه، قدم أحد المحاضرين أستاذنا أحمد أكجول على النحو التالي: أحمد أكجول موجود في تركيا؛ إنه عالم ومثقف نادر جدًا يجمع بين المبادئ الإسلامية والمتطلبات الإنسانية، وفكر أتاتورك في التغيير والقومية الإيجابية والتوازن الاجتماعي. ألف حوالي 100 كتاب، بعضها في 3 مجلدات، وجميعها أعمال فريدة وأصيلة. 10 من الكتب؛ تمت ترجمته إلى الإنجليزية والروسية واليابانية والفارسية والفرنسية والعربية. البروفيسور الراحل، أحد رؤساء وزراء تركيا الأسطوريين. دكتور. ويعتبر من أكثر الطلاب المميزين وأتباع نجم الدين أربكان.
لقد حضر المؤتمرات العلمية في جميع أنحاء تركيا وأوروبا والجغرافيا الإسلامية منذ ما يقرب من 40 عامًا. إنه رجل حكيم تنبأ وشرح التطورات المهمة في تركيا ومنطقته والعالم قبل عقود، وتعرض للعديد من المشاكل والهجمات لهذا السبب، لكنه كان دائما على حق في النهاية. وهو رئيس تحرير مجلة الحل الوطني، التي يتابعها عن كثب كبار البيروقراطيين العسكريين والمدنيين، وأساتذة الجامعات، والكتاب والمعلقين المهمين، ومسؤولي الدولة في تركيا. ضد الأنظمة الرأسمالية والاشتراكية والليبرالية في العالم؛ فهو يحتوي على الجوانب الجيدة والمفيدة لجميعها، لكنه يترك الجوانب السيئة والضارة؛ سيدنا، الذي أعد ودافع عن برامج النظام العادل الأصلية القائمة على العقل والعلم والتاريخ والضمير والقرآن، يبلغ من العمر 74 عامًا وأب لخمسة أطفال. لا يتقاضى إتاوات أبدًا عن أي من كتبه أو مجلاته أو مقالاته أو مؤتمراته، ويعيش حياة متواضعة بعيدًا عن الترف والراحة، ويغطي نفقات كل ذلك بحوالي 40 من الرفاق المتطوعين والمخلصين في سبيل الله. المعلم الذي يدافع عن "حرمة التبشير بالعلم" وبالتالي لا يدين بالشكر لأي مركز أو حكومة. باستثناء ما يقرب من 105 من أعمال أستاذنا، حتى الأحزاب والحكومات تظل غير مبالية؛ الدين والأخلاق في المرحلة الابتدائية: 4-5، المرحلة المتوسطة: 1-2-3، المرحلة الثانوية: 1-2-3-4 والجامعة: 1-2-3، وفقاً للحقائق العلمية وجوهر الإسلام. ولكن بغض النظر عن أي طائفة، فقد أعد كتب العلم. خلال أحاديثهم المميزة جداً، كتلاميذه ومتابعيه المخلصين: "كيف أعددتم هذه (100) كتاباً يزيد عن مائة، كيف رتبتم وقتكم؟" أجاب أستاذنا أحمد أكجول على أسئلتنا كالتالي، ليكون قدوة وتشجيعًا لنا:



1- منذ ما يقرب من 60 عامًا، باستثناء الأمراض الخطيرة والصعوبات الكبيرة؛ ولم أؤجل عمل اليوم إلى الغد، كما أنني لم أحاول تأجيل عمل الصباح إلى الظهر أو عمل الظهر إلى المساء. لأنه لا ينبغي لي أن أضيع رأس مال حياتي المحدود في مساعي فارغة ومجانية يسميها القرآن الإلغاء ويحرمها

 

2- حتى لو كان شخصًا لديه معرفة وخبرة في موضوع ما، حتى لو كان أصغر منا كثيرًا... حتى لو كان شخصًا عاديًا وبسيطًا، فأنا لا أشعر بالإهانة أبدًا عند الاستماع إليه أو تعلم شيء ما، لأن أكبر عائق أمام التعلم والحصول على العلم هو الكبرياء والكبر

-3ما حصلنا عليه؛ حاولت أن أقرأ وأفهم كتابات وكتب الجميع، محليًا أو أجنبيًا، يساريًا أو يمينيًا، أعرفه أو لا أعرفه، أحبه أو أكرهه.
4- كنت أسجل المعلومات التي تعلمتها وأجد أهميتها منها أو مما سمعته في البرامج والمؤتمرات التليفزيونية، ولم أتردد قط في كتابتها ونقلها بذكر أصحابها
5- من خلال الوقوع في الرغبات والاعتراضات التعسفية من أقرب أقاربي ورفاقي وأعضاء الحزب وذوي المناصب ذات النفوذ والكفاءة... أو من منطلق حرصي على راحتي ومصالحي الشخصية، لم أخفي أبدًا الحقيقة التي قالها لي يجدها العقل والضمير نافعة ومفيدة، ولم أصعب فهمها بتغليفها بأغلفة مختلفة
6- كل الأشخاص الذين التقينا بهم في أي مناسبة وأصبحنا قريبين بما يكفي لتناول كوب من الشاي أو السفر لمدة ساعة على متن الطائرة؛ حاولت مساعدتهم على اكتساب وزيادة وعيهم الأخلاقي والضميري وكرامتهم، وخاصة سلامهم الروحي والعالمي. بمعنى آخر، كنت أهدف إلى أن أكون مفيداً له، وليس أن أستفيد من منصبه وفرصه ومجاملاته.
7- ولعل ذلك يعتبر ثمرة ومعجزة للأهداف والجهود المخلصة... وطبعا بفضل الله تعالى وفضله لا بد من قراءة كتاب ما يقارب 700 صفحة بسرعة في ساعة أو ساعتين. وتهنئة هذا الكتاب وانتقاده عمدا، والحمد لله أن إنتاج ملاحظات من 10 صفحات أصبح أسهل بالنسبة لنا.
أطيب التحيات…

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...