İnsanlığın nefsü emmaresi ve Deccal’in gönüllü askerleri olan Yahudilerin Siyonist önderleri, İslam’ın etkinliğini kırmadan yeryüzünde tam ve sağlam bir hâkimiyet kuramayacaklarının farkındaydı. Müslümanları Kur’ani Kerimin ahkâm ve ahlakından uzaklaştırmadıkça, kendi zulüm ve sömürü sistemlerini, özellikle İslam ülkelerinde uygulayamazlardı. Müslümanları İslami inanç ve amaçlardan uzaklaştırmanın ise iki yolu bulunmaktaydı: 1-Baskı ve barbarlıkla, dini yasaklamak, İslam’ı hayatın dışında tutmak, 2- Dini yozlaştırmak, İslam’ı ruhsuz ve şuursuz bazı gelenekler ve taklit edilen dini törenler haline sokmaktı…
İslam tarihi boyunca kâfirler Kur’an’ın hem kelamını hem anlamını, açıkça inkâr ettikleri halde, münafıklar ise lafzını kabul ve iman ediyor görünüp, ayet ve hadislerin manasını te’vil, ahkâmını iptal yoluna sapmışlardı. Örneğin bazıları namazı emreden ayetlerin hak olduğunu, ancak “namazın mü’minin manevi miracı sayıldığını ve kendilerinin zaten fikren ve kalben sürekli Allah’ın huzurunda bulunduklarını, bu nedenle artık beş vakit eğilip doğrulmaya ve kuru merasimle uğraşmaya gerek kalmadığını” ortaya atmışlardı. Bazıları cihad ayetlerinin Allah’ın bir emri ve İslam’ın gereği olduğunu söylüyor ama, “cihat tüm kötülüklerden ve şeytani melekelerden kurtulmak üzere sürekli yapılan nefsi mücadeledir. Bu nedenle saldırgan kâfirler ve zalim güçlerle uğraşmak beyhudedir” şeklindeki safsatalarla toplumu uyuşturmuşlardı.
Şimdi Fetullah Gülen de “Kur’an ayetlerinde ve hadisi şeriflerde Yahudilerle ilgili lanetler ve eleştiriler, her kavimden çıkabilecek bazı insanların bozuk karakterine yönelik uyarılardır, bunları bütün Yahudileri kapsayan tarif ve tehditler olduğunu sanmak yanlıştır, ben de 60 yıldır böyle düşünüp yanıldığımı yeni anlamışımdır” şeklinde beyanlar da bulunarak, hâşâ;
a– 1430 yıldır, yüz binlerce müçtehit ulemanın, müfessir ve muhaddis zatların Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili ayet ve hadisleri yanlış anlayıp, haksız yorumlar yaptıklarını
b- Böylece milyarlarca Müslüman’ı temelsiz ve gereksiz önyargılarla Yahudilere karşı kışkırttıklarını söylemeye ve Müslümanların duyarlılıklarını körletmeye mi çalışmaktaydı?
“Onlara (münafıklara ve inkarcılara); apaçık belgeler olan ayetlerimiz okunduğu zaman, (günahları ve din tahribatları nedeniyle) bizimle karşılaşmayı (ve huzurumuza çıkmayı) arzulamayanlar: “(Bu hükümler ve haberler bize ağır geliyor) Bundan başka bir Kur’an getir, veya (nefsimizin hoşuna gidecek şekilde) onu değiştir” derler. Onlara deki: Onu (Kur’anın apaçık hüküm ve haberlerini) kendi nefsi tahmin ve tedbirimle değiştirmem asla olacak şey değildir. Ben sadece bana vahyedilene tabiyim. Eğer Rabbime isyan ederek (Kur’ani haber ve hükümleri değiştirir ve yanlış mana verirsem) gerçekten büyük bir günün azabından çekinirim” (Yunus: 15) ayeti Gülen gibilerinin psikolojisini ortaya koymaktaydı.
“Düşmana teslim olmak (ve işbirliği yapmak)ta bazen (zaman kazanmak ve belayı uzaklaştırmak cinsinden) faydalı bir çözüm olarak düşünülebilir. Zira bu durum; öldürülmeyi, esir düşmeyi ve malların elden gitmesini önleyen bir yoldur. Fakat İslam şeriatının esaslarını koyan (Allahu Teâlâ) bu faydaya itibar etmemiş (böyle davranmaya izin vermemiş); tam aksine düşmanla (fikri, siyasi ve askeri yönden) savaşılmasını, dini hükümlerin, devletin ve ülkenin savunulmasını (yani her türlü cihadın yapılmasını) emretmiştir. Çünkü bu daha üstün bir faydayı (dünyada izzet ve hürriyeti, ahirette cenneti ve ruyet’i) sağlamaktadır. Böylece Müslümanların mevcudiyeti ve şerefleri korunmuş olacaktır. (Zira bu dünya imtihan meydanıdır ve imtihanın şartları Allah tarafından konulmaktadır”[1] hükmü Fetullahçıların mazeretlerinin de geçersiz olduğunun kanıtıdır.
Oysa Fetullah Gülen’in bilgi kaynağının en az % 70’ni oluşturan Bediüzzaman Hz.leri:
$1· Maide: 62, Maide: 5, İsra: 17, Bakara: 60 ayetlerini delil gösterip, Yahudilerin faizli bankacılık yoluyla mazlum milletleri insafsızca sömürdüklerini ve içlerinde yaşadıkları ülkelerde sürekli fesat çıkarıp ihtilalleri körüklediklerini (Bak: 25. Söz. 2. Şua)
$1· Yahudi gibi zeki ve dessas (hain ve hileci) münafıkların, İslam’a sızıp dejenere ettiklerini (15. Mektup, 2. Makam)
$1· Fatiha’da “Gayril mağdubi-gadaba uğrayanlardan etme!” duasında bildirilen Yahudilerdir. (İşaretül icaz. Fatiha tefsirinde) dedikleri ve pek çok Yahudi cıfıtların, insan suretine girmiş şeytan gibi davrandıklarından, bunlardan sakınmak gerektiğini söylediği halde, Fetullah Gülen’in kalkıp Siyonist fitnesini ve tehlikesini yok göstermeye, BM ve NATO gibi Yahudi güdümlü oluşumları ve kapitalist sömürü çarklarını kurtuluş ümidi ve can simidi gibi takdim etmeye yönelmesi, acaba itikadi bir sapkınlık mıydı, yoksa o malum ve melun odakların cereyanına mı kapılmıştı?
Amerikan The Atlantic dergisi Fetullah Gülen’in anti-Semitizm ve Yahudilerle ilgili görüşlerini yayınlamıştı. The Atlantic’in “Anti-Semitik” olup olmadığı şeklindeki sorusu üzerine Fethullah Gülen, “daha önce Kur’an ayetlerini yanlış anladığını” söyleyerek sonradan Yahudilere dair bakışının değiştiğini” açıklamıştı. Tarih boyunca kâfirler, ayet ve hadislerin hem lafzını, hem manasını inkâr edip karşı çıkmışlardı. Münafıklar ise lafzına itiraz etmeyip anlamını saptırmaya çalışmıştı.
Fetullah Gülen aynen: “Kemali samimiyetle itiraf etmek lazım ki (Yahudilerle ilgili) ayet ve hadisleri yanlış anlamış ve yaptığım izahlarda yanılmış, olabilirim. Şunu anladım ve daha sonra belirttim ki Kur’an’da veya sünnette yer alan (Yahudilere yönelik) eleştiri ve lanetlemeler belli bir inanca bağlı insanlara değil, herhangi bir insanda olacak karakteristiğe yapılıyor” ifadeleri kullanmıştı. Dergi İsrail Baş Hahamı Eliyahu Bakshi Doron’un 25 Şubat 1998 yılında İstanbul’da Fethullah Gülen’i ziyareti sırasında çekilmiş bir fotoğrafı da arşivden bulup yayınlamıştı. Fotoğrafta Başhaham Doron’un Fethullah Gülen’e bir çini vazo hediye ederken görülüyordu.
Fetullah Gülen gerçekleri saptırıyor muydu!
“The Cemaat’in iktidara olan antipatisine paralel olarak Yahudilere olan sempatisinde belirgin bir artış gözlerden kaçmıyor; zaten kendileri de gözlerden kaçırmaya hiç niyetli görünmüyordu. Bilâkis, parmaklarını gözümüze sokarcasına bu hakikati tekrar tekrar bize hatırlatacak vesileler bulunuyor – veya vesileler onları buluyordu. Today’s Zaman’ın 18 Ağustos tarihli nüshasında çıkan bir yazı ile Sayın Fethullah Gülen’in the Atlantic dergisine verdiği mülâkatta, bu konuda birçoğumuz için şaşırtıcı gelebilecek örnekler sergileniyordu.
Türkiye’nin dış politikasında Batı’dan İslâm âlemine doğru yönelen çizgi (daha doğrusu kof söylem) değişikliğinin kimleri memnun, kimleri rahatsız ettiğini az çok biliyor, bilemediğimiz kısmını da tahmin ediyorduk. (Çünkü aslında AKP Erbakan’ın İslam Birliği projesini terk edip AB’ye katılmayı en büyük hedef sayıyor ve her türlü dışlanma ve horlanmaya rağmen AB Bakanlığı kuracak kadar teslimiyet ve acziyet gösteriyordu. A.A) The Atlantic dergisindeki beyanatında ise, Sayın Gülen, kendi ülkesinin dış politikasını ecnebiye şikâyet etmek gibi, muhalif bir politikacı için bile mazur görülemeyecek bir tavırla, bu gidişten hoşnut olmadığını açıkça söylüyordu.”[2]
Aynı mülâkatta Yahudiler ve Hıristiyanlarla ilgili. Kendisine geçmişteki “anti-Semitik olarak algılanan” bazı beyanları hatırlatıldığında, Sayın Gülen, “ayet ve hadisleri yanlış anlamış olabileceğinden” söz ediyor ve artık değiştiğinden bahisle, şimdiki düşüncesini şu sözlerle açıklıyordu:
“Şunu anladım ve daha sonra belirttim ki, Kur’ân’da veya Sünnette yer alan eleştiri ve lânetlemeler belli bir inanca bağlı insanlara değil, herhangi bir insanda olacak karakteristiğe yapılıyor”!?
Ne var ki, Fetullah Hocamız, sonradan anladığı bu gerçeği “İslâm âleminin ve bugüne kadar gelip geçmiş İslâm âlimlerinin henüz anlayamadığını” ya sözlerine eklemeyi unutuyor, ya da engin tevazuundan(!) bunu telâffuz etmeyip bizim anlayışımıza bırakıyordu. Fakat biz yine de, Kur’ân-ı Kerimde yüzlerce âyetin bize anlattığı, lânetler yağdırdığı ve kendileriyle dostluk kurmamızı yasakladığı bir topluluğun nasıl olup da “herhangi bir insanda olacak karakteristik” seviyesine indirgenebildiğini anlayamıyoruz! Eğer “Kur’ân’da kastedilen sadece bahsi geçen Yahudilerle sınırlı değildir; onun yanı sıra bu (şeytani tavrı gösteren şu gurup ve kuruluşlar) da vardır” gibilerden bir söz söylenseydi, buna hak verirdik; ancak Sayın Gülen bu “eleştiri ve lânetlemelerin” Yahudi ve Hıristiyanları içine alma ihtimalini kesin bir şekilde reddediyor ve sadece “içimizdekini” (yani her insanda olabilecek bayağı ve aşağı karakteristiği) Kur’ân’ın hücum oklarına hedef olarak gösteriyordu. Acaba Yahudileri Kur’ân’ın en keskin hücumlarından korumak hususunda gösterilen bu açık ve aşırı muhabbetin bilmediğimiz bir hikmeti mi vardı?
Today’s Zaman’da çıkan bir yazı da[3], Başbakan Erdoğan Gezici diliyle bir hayli tenkit ettikten, onun ne kadar “nezaketsiz, tahammülsüz, hırçın, tahrikçi, tahkir edici ve istişareye kulak asmayan” bir yapıya sahip olduğunu bir güzel açıkladıktan sonra, Sayın Başbakanın, Şubat ayında Viyana’daki bir BM toplantısında anti-Semitizm ve faşizmin yanı sıra, Siyonizm’i de suçlaması” hayretle karşılanmış ve ayıplanmıştı. Evet; Dindar insanların sırtında yükselen bir cemaat, bir başbakanı Siyonizm’i kötülemekle suçlamıştı!
Meselenin alarm veren tarafı sadece bir cemaat yönetiminin İslâm âleminde İsrail için maslahatgüzarlık rolünü üstlenmiş olması değil; bu rolün artık kanıksanmış, hattâ hatırı sayılır bir kitle tarafından da benimsenmiş olmasıydı! Mavi Marmara hadisesinden sonra İsrail’i Gazze üzerinde meşru otorite ilân eden talihsiz beyanat Müslümanlar üzerinde büyük bir şok tesiri yapmıştı. Şimdi ise durum bildiğiniz gibi: İsrail’i İslâm toprakları üzerinde meşru otorite ilân etmekten öte, buna karşı çıkanlar bile artık suçlu sayılmaktaydı.
The Cemaat, en sonunda, “Kur’ân’ın Yahudileri suçlamadığı” iddiasını açıkça dillendirecek ve Siyonizm’e dokunulmazlık kazandıracak bir merhaleye gelmiş bulunuyordu. Bizim değerlerimizi dünyaya taşımak gibi bir iddianın sahipleri, şimdi bunun tam tersini yapıyor ve başkalarının değerlerini bize yudum yudum içiriyordu. Yoksa bu, artık bir kısım insanların her şeyi kabul edebilecek hale gelmiş olmasına güvenerek atılmış bir adım mı oluyordu?[4]
“Kur’an’da Yahudileri lanetleyen ve onlara güvenmeyi yasak eden ayetler, bu dinin mensuplarına yönelik değil, bazı kötü kişilerin karakterine dikkat çekmek içindir” şeklinde, Allah’ın hükümlerini yozlaştıran ve hedef saptırıp Siyonist Yahudileri aklamaya çalışan Fetullah Gülen’in bu din tahribatını, acaba takipçileri hala anlamıyor muydu, yoksa dünyalık çıkarlar uğruna susuluyor muydu?
Gülen’in sahte barış ve tövbe çağrısı sırıtıyordu!
Fethullah Gülen, Sızıntı dergisinin Ağustos 2013 sayısının başyazısında, kavgaları bir kenara bırakıp herkesi barışmaya çağırmıştı. Kin ve nefret söylemini terk etmeyi tavsiye eden Gülen, yazısında “Öyle ise gelin, bütün günahlarımızdan tövbe edelim ve bir arınma süreci başlatalım” dedikten sonra, herkesi “Cemaate teslimiyete ve kendisi hakkındaki tenkitlerden dolayı tövbeye” çağırır bir tavır takınmıştı. Gülen’in “Hakk’a saygısızlık günahı, insanlara kin ve nefret duyma günahı, fikirlere hürmetsizlik etme günahı, toplumun içine ihtilâf ve iftirak tohumları saçma günahı, karanlık görme, karanlık düşünme günahı, kendimizi masum, başkalarını mücrim kabul etme günahı, herkesi cehennemlik ya da yobaz sayma günahı, olumlu her hareketi baltalama günahı, kendi insanî değerlerimizi tahrip etme günahı ve daha nice günahlar… Bence artık bütün bu günahlardan tövbe etme zamanı gelmiş olmalı” sözlerindeki samimiyeti ispatlama zamanıydı.
Yani önce kendisinin bir itirafta bulunması ve özür dileyip helallik alması lazımdı. Çünkü milyonları mağdur bırakan ve ülkemize büyük tahribatlar yapan 28 Şubat sürecinde Fetullah Gülen açıkça darbe davulculuğuna soyunmuş ve Erbakan’a karşı Amerikan goygoyculuğu yapmıştı. Öyle ise Sn. Gülen Erbakan’dan, Milli Görüş camiasından ve tüm 28 Şubat mağdurlarından açıkça bir özür dileyip, hatasından pişmanlığını açıklasındı. İmamı Gazali’nin belirttiği gibi “Toplum huzurunda yapılan gıybet ve isnatların, yine toplum karşısında ve açıkça itiraf edilmesiyle tövbe ve pişmanlık ortaya konulmalıydı” Fetullah Gülen bu gerçeği bilmeyecek kadar cahil değilse, cin fikirlilik edip riyakârlığa mı başvurmaktaydı?
Yeni Akit’ciler yeni mi uyanıyordu?
“Eleştiri Başbakan’ı hedef alınca demokratik hak, cemaati hedef alırsa fitne fesat diye tanımlayacaksınız… Hükümete karşı çok yönlü operasyon yaparken, hükümet bize operasyon yapıyor diye ortalığı ayağa kaldıracaksınız… Zekâtı, fitreyi, kurbanı, deriyi İslam adına toplayıp, sonra da “Hizmet, İslami bir hareket değil, insani bir harekettir” diyerek İslam’ı taca atacaksınız… Anadan, babadan, yardan geçip yurtdışına hizmet gönüllüsü olarak giden gençleri Allah için yollayacak, sonra da “eğer bu hareket dini bir hareket olsa, BM’ye üye bütün ülkelerde nasıl olur da insanların gönlüne girilir” diyerek dinle göbek bağını kesip atacaksınız…
Hem, Allah, peygamber, vatan diyecek, hem de Türk sinemasında Haç ve Hilal akımının öncülüğünü yapacaksınız… Başbakan’ın, Gezi teröristlerine “çapulcu” demesini kınarken, İsrail’in Filistin katliamını kınamayacaksınız… MİT Müsteşarı Hakan Fidan meselesinde ortaya çıktığı gibi bürokrasi üzerinde vesayet kurmaya çalışırken, GYV manifestosuyla inkâr etmeye çalışacaksınız…
“Hizmet hareketi, siyasi bir hareket değildir” diye iddia ederken, Cemaatin kitle gücüyle Başbakan’ı tehdit etmeye kalkışacaksınız… Cemaatin namıyla bürokraside racon kesenlerin mağdur ettiği kişiler ağzını açınca dinlemeden, anlamadan “aforoz” edecek, “iftira ehli fitneciler!” diye damgalayacaksınız…
Kifayetsiz muhteris cemaat müntesiplerinin “fişleme” lerini esas alarak, Cemaatin 150 ülkeye açtığı kollarını, Müslümanlara kapatacaksınız… Diyalog adına Papa Hazretlerine varana dek herkesi hürmet ve muhabbetle kucaklayacak ama İslami hareketlerle diyalogdan köşe bucak kaçacaksınız.
“Allah’ın gücü her şeye yeter” demeyi bırakıp (ABD destekli), “cemaatin gücü her şeye yeter” diyen bir Müslüman kitle oluşturacak, bu güçle hukuk, siyaset, bürokrasi, üniversite gibi her alanda, insanların yüreğine korku salmaya çalışacaksınız… “Türkçe Olimpiyatları’nın İslami açıdan mahzurlu olduğu” iddialarına karşı, “Peygamber efendimiz, Olimpiyatlara teşrif etti” diyerek, İslami referanslarla kutsiyet kazandıracaksınız…
Hal böyle iken… İç sızıntının kamuoyunda meydana getirdiği bu iltihabik duruma rağmen… MHP’nin kaset skandalından, Baykal’ı tasfiye eden görüntülere varana dek, siyasi ve içtimai her konuda görüş beyan eden Hocaefendi susacak, onun adına GYV olarak siz konuşacaksınız!? Heyhat! Hoşgörü başka din mensuplarına tüketildiği için mi bize tortusu kaldı yoksa? Diyalog zemininin kiri pası mı reva görülüyor bize? Sorularımızla geldik, olmadı… Surelerle geldik yanıt alamadık. Art niyet, neden sadece sual edenlerde arandı? Telefon diye bir şey var değil mi? Neden Hocaefendi canı yananları arayıp dinlemeden, ağzını her açanı haset ehli diye yaftaladı?”[5]diyerek, doğruları aktaran Akit yazarı Mehtap Yılmaz, hayret sonunda kendisi de bir nevi cemaate yaklaşmaya hatta yakarmaya başlıyor ve şöyle bitiriyordu:
“Yaklaşırsan yaklaşırlar. Şirin görürsen şirin görürler. Kabul edersen kabul görürsün. Senin âlemden beklediğini, âlemin de senden beklediğini asla aklından çıkarmamalısın” diyor Hocaefendi. O halde Yahudi ve Hıristiyanlara yaklaştığınız kadar olsun bize de yaklaşın. Bizi de şirin görün. Bizden beklediğinizi, sizden beklediğimizi asla aklınızdan çıkarmayın. Yaraları kapamaya, hataları telafi etmeye çalışın. Cüzamlılar gibi tecrit edip, defterden silmeyin, düşman görmeyin kızgınları…”
Şimdi bay ve bayan Yeni Akit’cilere sormak gerekiyordu:
$11- Cemaat Erdoğan’a sataşmadan önce hiç birinizden tıs çıkmıyordu. Siz Yahudi ve Hristiyanların aleti oldukları ve dinimizi ılımlaştırıp yozlaştırdıkları endişesiyle mi, yoksa Erdoğan’a cephe açtıkları için mi cemaate kızıyordunuz?
$12- Cemaati, kendi sinsi ve Siyonist amaçları için öne çıkaran Yahudi lobilerini; Erbakan’ı tasfiye edip Erdoğan’ı iktidara taşıyan, BOP eşbaşkanı yapan ve boynuna iki tane cesaret madalyası asan mahfillerden farklı mı sanıyordunuz?
$13- Kim bilir, Fetullahcılarla Erdoğancıları, birbirleriyle dengelemek üzere kışkırtan ve kullanan belki de aynı odaklar oluyordu. Yani sizinki dini ve insani bir kahramanlık değil, sadece figüranlık sayılıyordu.
Cemaatten AKP’ye “derin devlet” suçlaması geliyordu!
Gülen cemaati 11 maddelik bildiri yayınlayarak, AKP’ye, “derin devlet refleksi ve post modern darbe dönemi planları” eleştirisi yapıyordu. Cemaatin bildirisinde şu satırlar öne çıkıyordu:
$1· Gezi eylemlerinin en başındaki çevre duyarlılığına hak verilmiştir ve göstericilere karşı ilk günlerde alınan sert tutumla ilgili her çevreden tepkiler gelmiştir.
$1· Son dönemde medyada sıklıkla yer alan bazı haber ve yazılar sayesinde Hizmet’e yakın olduğu iddia edilen yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği de kamuoyunun bilgisi dâhilindedir.
$1· Başbakan Sayın Erdoğan da, Emniyet güçlerine talimatları kendisinin verdiğini ifade etmiş, Emniyet güçlerine destek çıkan demeçler vermiş ve nihayet onları olaylardaki performanslarından dolayı ödüllendirmiştir.
$1· İnsanların Hizmet Hareketi’ne nispet edilerek anayasal bir suç olan fişlenmesi ve sonra da tasfiye edilmesi demokratik değildir.
$1· Hizmet gönüllülerinin açmış olduğu okullar, Irak Kürdistan’ında zaten 20 yıldır Kürtçe eğitim vermektedir. Türkiye’nin ilk yasal özel Kürtçe televizyonu da yine Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş müteşebbisler tarafından gerçekleşmiştir.
$1· Hizmet Hareketi’ne gönül verenler, AK Parti’deki hukukçu vekillerin ve yöneticilerin bu art niyetli iftiraların devam etmesine neden göz yumduklarına bir anlam verememektedir ve gönül kırgınlığı içindedir.
$1· Gülen’in, kendisinin Türkiye’ye dönüşünün, ‘demokratik kazanımları tersine çevirmek için bazı çevreler tarafından kullanılacağı endişesini taşıdığını’ dile getirmiş, dolayısıyla ‘Türkiye’ye dönmeyi çok arzu etmekle birlikte endişelerim izale oluncaya kadar dönmeyi düşünmüyorum’ demiştir.
$1· Bazılarının Hizmet Hareketi’ne karşı ‘bir savcı 3 polisle hizmeti terör örgütü ve çete kapsamına sokarız, bitiririz’ gibi karanlık niyetleri ifade etmeleri, buna ilave olarak dershanelerin kapatılma düşüncesini ‘Cemaate had bildirme’ olarak gündeme getirmeleri ve Hizmete gönül verdiğini düşündükleri kişilerin bürokrasiden tasfiye edildiğini söylemeleri ne acıdır ki derin devlet refleksi ve post modern darbe dönemi planlarına benzemektedir.
AKP hükümeti ile Cemaat arasındaki yarı-açık savaş, Sabah ile Zaman gibi yandaş gazete yazarları arasındaki polemiklerle yeni bir boyut kazanıyordu!
Önce Mehmet Barlas “Cemaatler sivil toplum değildir” diye yazdı (Sabah, 6 Ağustos 2013). Hüseyin Gülerce ertesi gün “Hizmet hareketinin bir ‘dini cemaat’ olmadığını” hatırlattı (7 Ağustos 2013). Ardından Mehmet Barlas “gücünü abartanların (Cemaat) ancak gerçek güçlü (AKP) öfkelenene kadar gösteri yapabileceğini” yazarak cemaati uyardı (Sabah, 10 Ağustos 2013). Mümtazer Türköne ise “parti mezarlığına intikal eden çok sayıda parti bulunduğunu” belirterek, “partilerin değil, cemaatlerin geleceğe kalacağını” diyerek karşı tehditle yanıtladı. (Zaman, 11 Ağustos 2013).
AKP ile Cemaat’in son iki yıldır çarpışmasının altında ne yatıyordu?
1. 11 yıl önce koalisyon kuran Erdoğan ile Fethullah Gülen, iktidar zayıfladığı ve inişe geçtiği için çarpışıyordu. İnişi görerek kazandığı mevzileri korumaya çalışan Cemaat’in hamleleri, Erdoğan’ı ürkütüyor ve bu nedenle o hamleleri “devlet içinde devlet” şeklinde niteliyordu.
2. ABD’nin dünya çapında inişe geçmesi iç çelişmelerini büyütüyordu. Hâkim sınıflar arasındaki bu çelişmeler, Washington’dan başlayarak müttefik ülkelerdeki aktörlere kadar uzanıyordu. ABD’deki bu iç çarpışma Erdoğan ile Gülen arasındaki çarpışmayı besliyordu.
“7 Şubat” operasyonu ile zirve yapan bu çarpışma, yukarıda da özetlediğimiz gibi şimdi şu iki konu üzerinden yürütülüyor: 1. Parti mi, Cemaat mi önemli sayılıyordu? 2. Cemaatler Sivil Toplum Kuruluşu muydu?[6] tespitleri önemli gerçekleri yansıtıyordu.
Her Taşın altından Yahudi çıkıyordu!
Rusya Savunma Bakanlığı, Doğu Akdeniz’de iki balistik füzenin fırlatıldığını tespit ettiklerini açıklamıştı. Günün erken saatlerinde “Akdeniz’de böyle bir hareketlilik gözlemlemediklerini” açıklayan Siyonist İsrail ordusu daha sonraki açıklamasında füze denemesini ABD ile birlikte bizzat yaptıklarını itiraf etmek zorunda kalmışlardı. İsrail Savunma Bakanlığı sözcüsü Tal Bentov, Rusya’nın tespit ettiği füzelerin, İsrail ve ABD’nin Akdeniz’de deneme amaçlı attığı füzeler olduğunu duyurmuşlardı.
Kriz süresince Suriye’deki savaşa güya taraf olmadığını öne süren İsrail’in bölgedeki krizi derinleştirme çabaları böylece kanıtlanmıştı. Üstelik bu füzeler nükleer başlık taşımaktaydı. Her zaman olduğu gibi yine Kur’an haklı çıkmıştı ve Siyonist Yahudileri aklamaya ve dikkatlerden saklamaya çalışan Fetullah Gülen gibilerinin foyası sırıtmaya başlamıştı.
“ABD Başkanı Obama Suriye ile ilgili kararını açıklamadan dört saat önce İsrail Başbakanı Netanyahu’yu aradığı anlaşılmıştı! İlgili haberde “Bilgilendirdi” şeklinde aktarılmıştı. Obama’nın açıklaması oldukça sıradan bir açıklama olduğuna göre, Netanyahu’ya neyin bilgisini verdiğini merak etmek lazımdı! Aklımıza önce acaba “İzin mi aldı?” sorusu takılmıştı. “Ben Suriye’ye havadan saldırmak istiyorum, ne dersiniz” diye sormuşta olabilirdi! Netanyahu’nun ABD Kongresi üzerindeki nüfuzunu kullanmasını da istemiş olabilirdi!” tespitleri haklıydı.
“ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın inişli-çıkışlı seyir izleyen ve “kararsızmış” gibi bir görüntü sunan dış politikasında şahinleşen tavrı onu Mesih zanneden İslamcıları şaşırtmıştı. “Değişim” sloganıyla iktidara gelen “Nobel Barış Ödülü”sahibi Obama’daki bu önemli dönüşüm, özellikle Türkiye ve “Yeni Ortadoğu” bağlamında hayal kırıklığına yol açmıştı. Obama’nın ikinci döneminde farklı bir “Yeni Ortadoğu” ve “Yeni Türkiye” hesapları artık iyice ortaya çıkmıştı. “Türkiye Modeli” üzerinden bölgeyi dönüştüreceği zannedilen ABD’nin “Yeni Ortadoğu” yapılanması üzerinden Türkiye’yi yeni bir değişim ve dönüşüme zorladığı anlaşılmıştı.
Suriye’ye bir kara harekâtının şerefi(!) AKP’ye mi bırakılıyordu?
Evet, Ortadoğu ve Türkiye yeni bir döneme doğru kaymaktaydı ve buradaki diğer önemli kırılma noktası da Suriye operasyonu bağlamında Obama’nın takındığı farklı tavır olarak karşımıza çıkmaktaydı. Düne kadar Türkiye’nin tezlerini, gerekçelerini ve taleplerini dikkate almayan Obama’nın, bu sefer Türkiye’yi Suriye’ye müdahaleye kışkırtması, fakat bir yandan da Erdoğan’ı dışlıyor tavrı takınması dikkatlerden kaçmamıştı. Acaba Türkiye, yeni oyunun dışında tutulmaya ve Suriye meselesine “sakın karışma” demeye mi çalışılmaktaydı; yoksa asıl askeri müdahale Türkiye’ye mi bırakılmaktaydı? Ya da Suriye krizi ile iyice manevra alanı daraltılmaya başlanan Türkiye’de daha derin krizler çıkarma hazırlığı mı yapılmaktaydı?[7]
[1] (İslam Hukuku İlminin Esasları (Usulül Fıkıh) Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez. Diyanet Vakfı Yay. Ank. 1990. Sh: 150)
[2] (Bkz. http://fgulen.com/tr/turk-basininda-fethullah-gulen/36483-fethullah-gulen-hocaefendiden-the-atlantic-ozel-roportaj)
[3] (Bkz. http://www.todayszaman.com/news-323774-pm-erdogan-blamed-for-bad-counsel-from-advisers.html)
[4] Ümit Şimşek / Sondevir
[5] Yeni Akit/ 18 08 2013

KONU HAKKINDA
GÜZEL BİR KONUYA DEĞİNMİŞSİNİZ ÇOK FAYDALI OLDU ALLAH RAZI OLSUN.