PROF. DR. MUSTAFA KARATAŞ’IN TUTARSIZLIKLARI!
12 Aralık 2024 günü Kanal 7’de yayınlanan Muhabbet Kapısı programında İlahiyatçı Mustafa Karataş: “Kumarın her çeşidinin haram ve haksızlık olacağını ve bir nevi hırsızlık sayılacağını… Yaklaşan yılbaşı çekilişleri gibi piyango çeşitlerinin de kumar kapsamında dinen yasaklandığını… Mü’minlerin böyle kolay ama haram yollarla kazanç peşinde olamayacaklarını…” güzelce anlatmış ve toplumu uyarmışlardı. Bir yakınımız da WhatsApp’tan kendilerine ulaşıp Maide Suresi 90. ayetini:
“Ey iman edenler! Kesinlikle şarap (her çeşit sarhoş edici içki ve uyuşturucu), kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal-şans okları (çekiliş oyunları; bunların tamamı), ancak şeytanın işinden birer pisliktirler. Bunlardan (bu rezaletleri ülkenize bulaştıranlardan ve hâlâ uygulayanlardan) kaçınıp uzaklaşın, olur ki (bu sayede) kurtuluşa erişirsiniz.” emrini hatırlatarak, ülkesinde ve çevresinde bu ayetle yasaklanan ve ŞEYTAN İŞİ PİSLİK’ler olarak tanımlanan; içki, kumar, fal ve şans oyunları gibi haramları ve haksız kazanç yollarını tertip ve teşvik eden… Yılbaşı gibi Haçlı işi rezaletleri yaygın hale getiren sistemlerin ve yönetimlerin “İNSAN SURETLİ ŞEYTANLAR” sayılıp sayılmayacağını sormuşlar, ama bunu gündeme bile taşımayıp yanıtsız bırakmışlardı. Oysa Bakara Suresi 159. ayetinde:
“Gerçekten, apaçık belgelerden (ibaret emirler olarak) indirdiklerimizi (Kur’ani hüküm ve hakikatleri) ve insanlar için Kitapta açıkça beyan ettikten sonra hidayeti (şeriat ve istikamet prensiplerini) gizlemekte olanlar (güç odaklarının vereceği zarardan korkarak veya onlardan makam ve menfaat umarak, Kur’ani gerçekleri kısmen veya tamamen örtmeye çalışanlar var ya); işte onlara, hem Allah lanet etmektedir, hem de (bütün) lanet ediciler(in bedduası onların üzerinedir).” buyrularak Cenab-ı Hak Kur’ani gerçekleri, kısmen ve tamamen toplumdan gizleyenleri şiddetle kınamakta, hatta Allah’ın ve tüm varlıkların lanetine uğrayacakları konusunda uyarmaktaydı.
Yani bu Bel’am tipli sözde bilgin takımı; her türlü hastalık mikrobunu ve pis kokuyu üreten çirkef bataklık olan, haksızlık ve ahlâksızlık yayan bu bozuk ve bâtıl nizamı kurutmak ve Kur’an kaynaklı bir düzen kurmak yerine, o bataklığın ürettiği sivrisinekleri avlamak ve onların ısırmasından korunmak için boşuna çırpınan zavallılardır!..
Aynı şahıs, daha sonra; hangi kasıtla ve hangi kapsamda caiz, ama hangi durumlarda tehlikeli olacağını anlatıp ayırmadan: “Şefaat Ey Allah’ın Nebisi” “Himmet Ya Gavsi Geylani” şeklinde ve dua kastıyla Şefaat ve Himmet dileyenlerin hepsini şirke düşmekle suçlamıştı ve milyonlarca Müslümanı töhmet altına atmıştı. Oysa Maide 35. ayetinde:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun (isyan etmekten sakının) ve O’na (yaklaştıracak ve zafere ulaştıracak) vesile (çare ve yöntem) arayın; (ve işte bu amaçla) O’nun yolunda cihad edin. (Böylece) Umulur ki kurtuluşa erersiniz.”
Ve yine İsrâ Suresi 57. ayetinde:
“Onların yalvardıkları (ve aşırı yüceltip Allah’a şirk koştukları, veli ve âlim insanlardan, müttaki ve müstakim olanlar) da, (aslında) -hangisi (Allah’ın rızasına) daha yakın olacaktır diye- Rablerine (yaklaşmak için) bir vesile aramaktadırlar. (Yani aciz bir kul olduklarının ve Allah’a ihtiyaçlarının farkındadırlar.) O’nun rahmetini ummakta ve azabından korkmaktadırlar. Şüphesiz Senin Rabbinin azabı korkunçtur (ve dayanılmazdır).” buyrularak Allah’ın rızasına yaklaşmak üzere “vesile-vasıta” aranması caiz olmanın da ötesinde tavsiye olunmaktadır. Elbette ve kesinlikle, Kuvvet ve Kudretin, Medet ve İnayetin, Himmet ve Şefaatin tamamı Cenab-ı Hakkındır ve O’nun tayin ve takdirine bağlıdır. Ama bu inanca sadık kalarak, başkalarından: “Ambulansla yetişin, hastamız ağır yaralıdır!” “Medet Doktor Bey, düğme çocuğumun boğazında kalmıştır!” “Aman Polis Beyler, hasımlarım veya hırsızlar kapımıza dayanmıştır!” diye yardım talebinde bulunanları, Fatiha Suresi 5. ayetindeki:
“(Bu nedenlerle Ey Rabbimiz!) Biz (bütün mü’minler) ancak ve yalnız Sana ibadet eder (Senin buyruklarını uygular ve Yüce rızanı ararız) ve (her konuda) sadece Senden yardım diler (ve Senin avn-ü inâyetine sığınırız).” kapsamındaki şirkle ve insanlara ubudiyetle suçlamak, tek kelime ile saçmalamaktır. Çünkü mü’minler, şifa ulaştıranın da, hastalıktan ve hırsızlıktan koruyanın da aslında Cenab-ı Hak olduğu inancını taşımaktadır. Bu nedenle “Şefaat Ya Resulallah!” “Dahilek Ya Habiballah” “Himmet Ya Gavsi Geylani!” diyerek, bunların yüzü suyu hürmetine Allah’a yalvaranları, hatta bunları nefis hatlarla güzel levhalar halinde yazanları, okuyanları şirke sapmakla suçlamak ve milyonlarca samimi Müslümanı ve dervişanı iman dairesinden dışlamak, en hafif tabirle şaşkınlık ve şımarıklıktır!..
Himmet ve Meded dilemek, onlardan dua ve yardım istemek anlamındadır. Elbette her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak makamı Allah Teâlâ’dır. Cenab-ı Hak’tan bağımsız olarak başkasından yardım dilemek söz konusu olamaz. Tasavvufta Hz. Peygamber’den (SAV), şeyh veya benzeri maneviyat büyüklerinden istimdad ederken, doğrudan onların şahıslarından bir talep anlamı yanlıştır. Belki onların Rabbimiz katındaki itibar ve derecelerinden yararlanmak için bir tevessül vasıtasıdır. “Meded ya şeyh”, “Meded ya Abdelkadir”, “Meded ya Gavs-ı Azam” gibi lafızlar ve levhalar, bu şahıslara Allah rızası için duyulan manevi sevgi ve itibardan kaynaklanır.
Zira insan, beşer olmanın gereği sığınma duygusu taşır. Çocuk anne babasına, talebe hocasına, mürid üstadına sığınmak suretiyle Allah’a yakın olmak arzusundadır. İstimdad, bu sığınma duygusunun tezahürü olmaktadır. Vahdet-i vücud inancındaki “insan-ı kâmil”, Allah Resulü’nün ahlâkıyla ahlâklanmış, Cenab-ı Hakkın mazharına ulaşmış demek olduğu için, bu gibi zatların ruhani bir tasarrufa da mazhar kılındığına inanılır. Mazhardır diyoruz çünkü gerçek tasarruf Allah’ındır. Kul veya kişi bu tasarrufun sadece zahiri vesilesi-vasıtasıdır. Bu itibarla salik ve derviş, insan-ı kâmil olarak gördüğü şeyhinden ve tarikat pirlerinden birinden istimdad ve istiane ettiğinde, aslında dolaylı şekilde talebini Allah’a arz etmiş olmaktadır. Çünkü yegâne kuvvet ve kudret sahibi sadece Allah’tır. Konuya bu açıdan bakıldığında şer’i ve imani bir tehlike söz konusu olmayacaktır. Ancak istimdad edilen zatın bizzat kendisinde bir güç ve kudret görüp, kişinin talebi bizzat ondan olursa, elbette ki caiz olmaz. Çünkü, “kâinatta Allah’tan başka hakikî müessirin olmadığı” gerçeği, imanımızın esasıdır.
Yeri gelmişken, şu hususu da özellikle vurgulayalım ki; Mürşid ve Muhterem bilinen bir kimsenin, Kur’an ahkâmına ve İslam ahlâkına bağlı, muttaki ve müstakim bir zat olması şarttır.
Sahih ve sağlam bir itikada sahip olmayan, ibadet ve dini hizmetlerinde titiz ve dikkatli davranmayan, haramdan ve haksız kazançtan sakınmayan, talebe ve tâbilerine “Mutlaka Hak’tan taraf olma ve hayırlı olanı savunma” gibi siyasi şuur ve sorumluluk aşılamayan, İslami ve insani gayret taşımayan; tam aksine ülkesinde faizi, fuhşu, kumarı, Haçlı Batı ortaklığını yaygınlaştıran, yakınları ve yandaşları için milyarları çaldırtıp halkını aç ve sefil bırakan hain zihniyetleri alkışlayan, en az İLM-İ HAL’ini bilecek kadar gerekli ve yeterli dinî ilmi ve irfanı bulunmayan, günahlardan ve kötü davranışlardan sakınmayan kişileri mübarek ve muhterem bilip, ondan medet ve himmet beklemek ahmaklıktır. Ahzâb Suresi 66, 67 ve 68. ayetleri bu konuda mü’minleri uyarmaktadır. “(Dünyada Siyonist Yahudiler gibi ğadaba uğramış ve emperyalist Hristiyanlar gibi sapıtmış zihniyet ve şahsiyetlere ve bunların işbirlikçilerine ve diğer tüm zalim münkir ve müşriklere uyarak, İslam’ın özünden ve Kur’an’ın izinden uzaklaşarak, doğrudan veya dolaylı biçimde küfre ve kötülüğe bulaşanların, cehennemde) Yüzlerinin (ve tüm bedenlerinin) ateşte çevrildiği gün: ‘Eyvahlar-yazıklar olsun bize! Keşke Allah’a itaat etseydik. Ve Resulüne uyup peşine gitseydik’ diyerek (pişmanlık duyacaklardır).
Ve diyecekler ki: ‘Ey Rabbimiz! Gerçekten biz ‘Sadat’ımıza (bazı tarikat ve maneviyat rehberlerimize ve hoca efendilerimize) ve ‘Kübera’mıza (devlet, siyaset ve servet büyüklerimize aldanıp haksız ve ahlâksız işlerine) itaat ettik. (Bu iki sınıfın vaazlarına ve va’adlerine inanıp peşlerinden gittik. Onlar ise bizim iyi niyetimizi ve teslimiyetimizi istismar edip, bizleri kâfir ve zalim sistemlere peşkeş çekip aldatmışlardı.) Böylece onlar bizi Hakk yoldan saptırmışlardı.’
‘Ey Rabbimiz! Şimdi onlara (talebelerini ve tâbilerini hain ve zalim güçlere peşkeş çeken hoca efendilere ve dünyası için davasından dönen siyasetçilere, dünyamızı ve ahiretimizi mahveden bu din ve devlet büyüklerimize, bize vereceğin) azaptan iki katını ver ve onları büyük bir lanetle kahret’ (deyip kurtulmaya çalışacaklardır).” (Ahzâb: 66, 67, 68)
Peki Dinde vasıta, vesile var mıdır?
Hikmet; Yaratıcı ile yaratılanlar arasında; sebebi, vesileyi ve vasıtayı gerekli kılmaktadır. Zira Yaratıcının sonsuz izzet, azamet ve büyüklüğü icabı, kendisi ile varlıklar arasındaki münasebet ve denge hususu, hikmetle alâkalıdır. Ayrıca Kâinattaki ve Tabiattaki varlıkların Yüce Yaratıcısına delil ve burhan olması ve onların bir kitap gibi ehil insanlarca mütalaa edilip araştırılması ve en önemlisi de, insanların kendilerinin imtihan ve test edilerek dünyada ve ahirette başarılarının esası, temeli ve altyapısı; bu hikmete dayanmaktadır.
Ayetlere göre, hikmetin nasip olduğu insanlar ise, varlıkların en şereflisi ve kıymetlisi konumundadır. Bu esasa binaen varlıklar, eşya ve insan ile Yaratıcı arasındaki münasebet olgusunun genel adı, “hikmet” olmaktadır.
– Cansızlar ile canlılar arasındaki münasebetler,
– Yaratılma ile yaratma arasındaki perdeler,
– Hastalık ve afiyet arasındaki sebepler,
– Kulluk ve ona bağlı neticeler,
– Tebligat ve hidayet arasındaki ilişkiler,
– Ziraat, ticaret, sanat ve ibadetlerin, neticeleri ile irtibatları konusunda, hikmet esas olup, onun gereği olan sebepler, vesileler ve vasıtalar, elbette işin mahiyeti icabı olacaktır ve vardır. Burada vasıtaların olması, hikmet açısından kudret ve izzet-i İlahiyece lüzumlu olmakla beraber, Cenab-ı Hakkın birliği ve Celali de bu vasıtaları müessiriyetten azletmek iktizasındadır. Bu himmet ve şefaat taleplerinin sadece ve sadece vesile olarak kalmasını, hikmet icabı sayılmasını şart koşmaktadır.
Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde, Kehf Suresi 21. ayetinde; muhterem ve mübarek insanların mezarları ve makamları üzerinde, türbe ve mescit misali yapılar inşa edilerek; onların hatıraları vesilesiyle, Allah’ın kudret ve inayetinin anılması ve bunlardan ibret alınması hususuna işaret buyurmuşlardır.
“Böylece, Allah’ın va’adinin Hakk olduğunu ve gerçekten kıyametin (öldükten sonra dirilmenin), kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri (ve gözleriyle şahit olup görmeleri) için (o şehir ‘Tarsus’ halkına ve sonraki insan kuşaklarına) onları (mağaraya sığınan sadık Müslümanları bir ibret eseri olarak) buldurmuş (ve bırakmış) olduk. (Onların bu mucizevi uyanışlarını görenler) Kendi aralarında durumlarını tartışıyorlardı, (bir kısmı:) ‘Onların üstüne bir bina inşa edin, (ki insanlar Allah’ın kudretini ve mü’min gençlerin sadakatini hatırlayıp hürmetle dua etsinler, gerçi) Rableri onları daha iyi bilir’ diyorlardı. Onların işine galip gelen (sözleri geçen)ler ise: ‘Üstlerine mutlaka bir mescit yapmalıyız’ diyorlardı.” (Kehf: 21)
Dua ederken “Allah’ım! Peygamberimizin hürmetine dualarımızı kabul eyle” demek caiz midir? sorusu şöyle yanıtlanmıştır:
Kulun, aczini itiraf ederek sevgi ve tazim duyguları içinde lütuf ve yardım dilemesini ifade eden dua, ibadet edilecek ve yardım istenilecek yegâne varlık olan Yüce Allah’a yapılır. İslam’da yalnızca Allah’a ibadet edilir ve yalnızca O’ndan yardım istenir (Fatiha: 5). Peygamberler de dahil olmak üzere hiçbir kimseye dua edilerek kendilerinden doğrudan bir şey istenmesi küfre sapmaktır. Bununla birlikte dua esnasında Hz. Peygamber’i (SAV) ismen zikretmek ile ilgili olarak şu rivayet, hadis kitaplarımızda yer almaktadır. Osman b. Huneyf’ten (RA) rivâyet edildiğine göre; gözleri görmeyen bir adam, Hz. Peygamber’e (SAV) gelerek gözlerinin tekrar görebilmesi için kendisinden dua istemiş, Hz. Peygamber (SAV) ise: “İstersen dua edeyim, istersen de sabret. Zira sabretmen senin için daha hayırlıdır.” buyurmuşlardır. Adam: “Dua et!” deyince; Resulüllah (SAV), onun gereği gibi abdest almasını ve şu duayı yapmasını emretmiştir: “Allah’ım! Senin Peygamberin; rahmet Elçisi Muhammed ile Senden istiyor ve Sana yöneliyorum. Şu hâcetimin yerine getirilmesinde (gözlerimin açılmasında ey Nebi) ben Seninle Rabbime yöneldim. Allah’ım, Onu benim hakkımda şefaatçi kıl (Onun hürmetine duamı kabul buyur)! (اللَّهُمَّ إِنِّى أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِىِّ الرَّحْمَةِ إِنِّى تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّى فِى حَاجَتِى هَذِهِ لِتُقْضَى لِى اللَّهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِىَّ)”[1] Ahmed bin Hanbel’in rivâyetinde ayrıca “Adam (Hz. Peygamber’in söylediğini) yaptı ve şifa buldu” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/138) ifadesi yer almaktadır.
İlgili hadislerden hareketle, içlerinde İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere Hanefî ve Şâfiî fakihlerin de bulunduğu âlimlerin çoğunluğu; Hz. Peygamber (SAV) hürmetine duada bulunulmasını caiz saymışlardır.[2] Bununla birlikte İbni Teymiyye gibi bazı âlimler ise Hz. Peygamber (SAV) ile tevessülde bulunmayı sadece hayatta iken Onun duasını talep etmek ve şefaatini istemek şeklinde anlayıp; vefatından sonra kendisi ile tevessülde bulunulmasını caiz bulmamış ve Ehl-i Sünnet’e aykırı davranmışlardır. (İbn Teymiyye, el-Kâide celile fi’t-tevessül ve’l-vesile, 35, 85)
Sonuç olarak; dua ederken “Allah’ım! Peygamberimizin (SAV) hürmetine dualarımızı kabul eyle” şeklindeki bir ifadenin kullanılması âlimler tarafından meşru ve makbul sayılmıştır. Bununla birlikte duaları kabul edenin sadece Yüce Allah olduğu ilkesi hiçbir zaman unutulmamalı, tevhid inancına zarar verecek düşünce ve uygulamalardan uzak durulmalıdır.[3]
Nebileri ve Velileri vesile kılıp Allah’tan dualarımızın kabulünü ummak caiz sayılmıştır.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya yol (vesile) arayın.” (Maide: 35) ayetini İsmail Hakkı Bursevi Hz.leri şu şekilde yorumlamıştır:
“Bu ayet açık bir şekilde vesile aramayı emretmektedir. Allah’a vuslat ancak onunla gerçekleşir. Bu ayetteki vesileden bir maksat ise; hakikat âlimleri ve tarikat şeyhleridir. Nefsin isteklerine göre amel, onun varlığını, yani varlık duygusunu artırır. Mürşid-i Kâmil’in işaretine uygun olarak nebilerin ve velilerin yol göstermesiyle amel etmek ise nefsi gururdan kurtarır, gaflet hicabını kaldırır ve talibi Rabbine ulaştırır.” (Bursevi, 2005: 543)
Abdullah b. Amr’ın, ezan okunduktan sonra dinleyenlerin ne söyleyeceğine dair rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müezzini işittiğiniz zaman, siz de onun söylediklerini tekrar edin. Sonra Bana salavat getirin. Kim Bana bir salavat-ı şerife gönderirse Allah Teâlâ da ona on mislini gönderir. Daha sonra Bana vesile isteyin. Zira vesile cennette bir yerdir. Orası, Allah’ın kullarından sadece bir kul içindir. O kulun Ben olmamı arzu ederim. Kim Benim için vesile isterse şefaatim ona helal olur.” (Buhari, Ezan, 8; Müslim, Salat, 11)
Tasavvuf düşüncesinde “İstiğase”, sıkıntılı durumlarda müridin şeyhinden ve pirlerinden, Allah’ın izni ve iradesi altında himmet yoluyla yardım etmesini dilemek anlamındadır. Himmet denilen dua, yüksek seviyede seyreden isteme gücü ile Allah’tan ummaktır. Elbette yardım Allah’tandır, Nebiler ve Mürşitler de O’na bağlıdır. Bu nedenle “İstimdad”, “Meded ya şeyh!” diyerek, maneviyat üstatlarından yardım istemek sayılmıştır. Allah dilerse bu yardım isteğini maneviyat üstadına ulaştırır. Üstad da Allah’a yalvarır. Allah kabul ederse yardım darda kalana ulaşır. Allah’ın cihad ve afat ortamında Melekleri yardıma göndermesi de bu kapsamdadır. Meleklerle imdada yetişen Rabbimizin, ruhaniyet kesbeden velayet ehlini yardıma göndermesi de gayet mümkün ve münasip bulunmaktadır. Sonuçta darlıktan kurtaran, ihtiyacımızı karşılayan, doğrudan Allah’tır; “Şeyh kurtardı” diyen şirke kaymaktadır.
“Evet, eğer (siz Hakk ve hayır yolundaki sıkıntılara) sabrederseniz, (günahlardan da) sakınırsanız ve onlar (düşmanlarınız) da aniden üstünüze (saldırırsa yine) Rabbiniz size meleklerden nişanlı beş bin kişiyle (yani görmediğiniz, ama hissettiğiniz manevi desteklerle) yardım eriştirecek ve imdadınıza yetişecektir.
Allah bunu (melekler ve manevi güçlerle yardımı) size ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı. (Yoksa) ‘Yardım ve zafer’ (nusret) ancak, Üstün ve Güçlü, Hüküm ve Hikmet sahibi olan Allah’a aittir. (O’nun indindedir.)” (Âl-i İmrân: 125-126)
Gündelik hayatımızda bile herhangi bir önemli işimizde, meramı daha güzel ifade edecek ve ilgili makamlara nazı geçecek kişileri aracı kılarız. Allah’ın sevgili dostlarını kendisine üstaz edinmiş kişilerin de herhangi bir dileklerinin Cenab-ı Hakka daha hızlı ve kabul görür biçimde ulaşması için bu tür ifadelerle tevessül etmeleri doğal bir duadır. Çünkü onların samimiyetleri, içtenlikleri, yalvarmaları iman ve teslimiyet huzuruyladır.
Açıkça söylemese bile tevessül eden zımnen (özünde ve dolaylı biçimde) şöyle demiş olmaktadır:
“Allah’ım! Ben falan kişinin Seni sevip rızanı aradığına ve Senin için amel edip yolunda çalıştığına ve hoşnutluğunu kazandığına inanıyorum. Ve yine inanıyorum ki Sen de onu seviyorsun ve ondan razısın. İşte bunun için ben de, falan kulunu seviyor ve ona muhabbetimden dolayı onu vesile kılıp şu dualarımın kabulünü umuyorum…”
Himmet-Yardım İstemek bir duadır ve Allah’a yakarış ve yaklaşmadır!
“İstiğase” ayrı, “vesile” ise ayrıdır. İstiğase, yardım istemek anlamını taşır. Vesile ise bir amaca vasıta ve aracı olandır.
Bu nedenle Peygamberlerin, Salih ve Veli kimselerin huzurunda veya kabri başında, onları vesile edip şefaat dilemek maksadıyla ondan istiğase etmek caiz ve makbul sayılmıştır.
Hz. Peygamberimiz (SAV) şöyle buyurmuşlardır: “Peygamberler kabirlerinde diridirler” (İbn Mâce, Cenâiz 65) Peygamberlerin, mezarlarında diri olduklarına bir delil de, Hz. Peygamber (SAV), Mirac sırasında Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlerin ruhlarıyla buluşması ve semada karşılaştığı her peygambere selam verdikçe, Peygamberimiz (SAV)’in selamını almasıdır. Yine Bedir Savaşı’nda ölmüş müşrikler hakkında da sahabelerine şöyle buyurmuşlardı: “Siz bunlardan daha fazla işitmezsiniz; ancak bunlar cevap veremezler.”
Ehl-i tasavvufa göre makam sahibi olan bir veli ister ölmüş bulunsun, ister uzakta olsun ondan istiğase edilir. O yardım etme yetkisine sahiptir. Özellikle ehl-i tasarrufun yardımı dünyada olduğu gibi dünyadan göç ettikten sonra da geçerlidir ve devam edecektir.
Evet; “vesile”, gayeye yetişmek için vasıta olarak kullanılan şeydir. Bunların çeşitleri vardır:
Cenab-ı Allah’ın isimlerini vesile kılıp tevessül etmek: İbni Mace, Hz. Aişe’den şunu rivayet etmiştir: Hz. Peygamber bir duasında şöyle buyurmuşlardı: “Allah’ım, temiz, hoş ve mübarek ismin hakkı için Senden istiyorum.”
Kendisiyle tevessül edilen zatın duasını vesile kılıp Allah’tan istekte bulunmak:
Büyük ve salih kimsenin zatını vesile kılmak suretiyle tevessül etmek caiz sayılmıştır. Mesela, Allah’ım şu dileğim yerine gelmesi için Hz. Peygamberi veya Hz. Ebubekir’i vesile kılıyorum demek bu kapsamdadır. Zira Hz. Ömer (RA) yağmur duasında Hz. Abbas’ı (Peygamberimizin amcası) vesile kılarak: “Allah’ım, biz Peygamber’in amcasını Sana vesile kılıyoruz, bunun için bize yağmur yağdır.” şeklinde dua yapmış ve yağmur yağmıştır. (Buhari)
İşlenen salih amelleri vesile kılarak Allah’a yalvarmak: Mesela; Allah’ım, Senin için eda ettiğim şu haccı veya şu ibadeti Sana vesile kılıyorum; şu musibetten veya şu beladan beni kurtar demek de caiz sayılmıştır.
Yukarıda saydığımız vesile çeşitleri İslam’da mevcuttur. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. Hatta vesile edinilen kimsenin vesile edenden üstün olması da gerekli sayılmamıştır. Hz. Peygamber (SAV) Umre’ye gitmek için izin isteyen Hz. Ömer’e: “Kardeşim bizi duadan unutma” buyurmuşlardı. Hem de Veysel Karani’nin, Kendisine dua etmesi için Hz. Ömer’e vasiyet bırakmışlardı. Yani Allah’ın sevgili kulu ve Allah’ın izniyle bu işleri yapıyor diye bilmek ve istemek caizdir. Ehl-i sünnet âlimlerine göre, vesilelikten öteye geçmemek şartıyla, tevessül etmek caizdir.
Tevessülü tamamen haram sayanlar, haricîler ve onları taklit eden zihniyetler ve Vehhabi takımıdır.
Meleklerin insanları koruduğu bilgisi bizzat Kur’an’da vardır: “O insanın önünde ve ardında devamlı suretle nöbetleşerek görevlendirilen melekler vardır. Bunlar, Allah’ın emrinden ötürü, onu koruyup kollarlar.” (Ra’d: 11) mealindeki ayette bu gerçeğe işaret vardır.
Meleklerin koruması şirk olmadığı gibi, başka mahlûkların yardımları da, korumaları da şirk olmaması lazımdır. Yeter ki, bunları vesilelikten, sebeplikten, yaratıcılık vasfına çıkarmayalım. Çünkü, “kâinatta Allah’tan başka hakikî müessirin olmadığı” gerçeği, imanımızın esasıdır.
Demek ki vasıtalar, Allah’ın Hâkim ismi iktizasınca yaratılışın ve duaların bir aracıdır. İşte bu manadaki vasıtalar; mahiyeti icabı dinimizde de vardır ve mübahtır. Bu meşru aracılığı, müşriklerin putları aracı-şefaatçi yapmalarına benzetmek, gerçeği çarpıtmak ve halkı saptırmaktır.
Mesela: Hidayetin vasıtası peygamberler kılınmıştır; Allah’ın peygamberlerine indirilen emirlerinin vasıtaları ise melekler olmaktadır.
Kelam-ı ezelinin vasıtaları, kitaplar ve suhuflardır. Tecelliyatın ve tezahüratın vasıtaları, mucizeler ve harika Yaratılış sanatlarıdır.
Affın ve mükâfatın vasıtası, cennet ve ikramlardır. Kahrın ve cezanın vasıtası, hadler ve cehennem zindanıdır.
Ubudiyetin ve kulluğun vasıtası, ibadetler ve cihaddır. Allah’a yaklaşmanın vasıtası ise, marifet ve takvadır.
Aynen bunun gibi; aklı ve kalbi ilim ve irfanla olgunlaşmamış avam tabakasının, ulvi gerçeklere ulaşmaları için yüksek vasıflı ve ehil insanların aracı olmaları, onların marifetlerini ve faziletlerini artırır ve irşadı kolaylaştırır. Manevi hayatlar nizam ve intizam altına alınır. Çünkü avam-ı nas çıplak hakikatleri görmekte ve idrak etmekte zorlanır. Bunlar ancak vasıtalarla hakikatleri algılamaktadır.
Kur’an-ı Kerim’deki teşbihler, temsiller ve alışılagelmiş misaller ve örnekler; insanlar ile, zorlanacakları hakikatler arasında bir çeşit numaralı gözlük ve dürbün gibi kutsi ve şeffaf vasıtalardır. Buna rağmen vasıtayı inkâr; hikmeti, yardımı, faydayı, nizamı, iyiliği ve maslahatı inkâr ve yalanlamaktır. Fıtrata ve hakikate zıt bir davranıştır.
Fakat her şeyin istisnası ve suiistimali olduğu gibi; vasıtalar da zamanla dejenere edilip istismara uğramış, yanlış kullanılmış ve çirkin örnekleri maalesef zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bunların düzeltilmesi ve nizama sokulması, veya zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun yorumlanması icap ederken, vasıtalık müessesesini toptan ve kökten yıpratmak ve inkâr etmek vicdana aykırıdır. Islahı mümkün iken, imhasını tercih etmek azim bir hatadır.
Demek ki vasıtalık; şeffaf cam gibi, hakikatle irtibatı sağlayan, münasebetleri nizam ve intizam altına alan bir tensib-i İlahi konumundadır.
Her yerde olduğu gibi, dinimizde de vasıta vardır ve olacaktır. Ancak Hristiyanlıktaki ruhbanlık tarzında ve günah çıkarma safsatasında ortaya çıkan; ilgiyi, sevgiyi ve hürmeti Rabbine değil sadece kendine toplayıp, imani hakikatlerle ve Cenab-ı Rabbimizle münasebeti kıracak ve unutturacak tarzda olan vasıtalar, bir nevi gizli şirk kapsamındadır. Bu anlamda vasıta, fıtratta ve yaratılışta olmadığı gibi, dinimizde de yoktur ve aykırıdır.
Umarız Sn. Mustafa Karataş bu yanlışlık ve haksızlıklarından dolayı tevbe edip izleyenlerden ve tüm mü’minlerden özür dilemekten gocunmayacaktır!
Ve siz, ey Müslümanlar! Azgın ve sapkın Suudi Vehhabilerin ağzıyla; “Şefaat Ya Resulallah!” diye çağıranı, hatta “Efendimiz Aleyhisselam’a salavat dilekleri ve kasideleri okuyanı” bile hâşâ, müşrik ve kâfir sayan ve saçmalayan bu şahısların, TV ekranlarından reklâmını yaptıkları ve kendilerinin de katılacaklarını özellikle vurgulattıkları HAC ve UMRE seyahatlerine katılmayın!.. Çünkü bunlar sizlerin kafalarını ve kalplerini karıştıracak, imanınızı ve itikadınızı sarsacak, Ravza-i Mutahhara’da, Resulüllah’ı ziyaret dualarınıza bile engel olacaklardır!..
- Tirmizî, Deavât, 118 (No. 3578); İbn Mâce, İkâmetü’s-salât, 189 [1385]; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/138 [No. 17279]
- (Bkz. İbnü’l-Hümâm, el-Feth, 3/181; Nevevî, el-Mecmû, 8/274; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/478-479; Kâdî İyâz, eş-Şifâ, 2/40; Mübarekpûrî, Tuhfetu’l- Ahvezi, 10/25; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, 2/284; Buhûtî, Keşşâfu’l-Kına’, 2/68; İbn Asâkir, İthâfü’z-zâir, 46; Merdâvî, el-İnsâf, 2/456; İbn Müflih, el-Furû, 3/229, Yâfi’î, et-Teberrük bi’s-sâlihîn, 38)
- Din İşleri Yüksek Kurulu 29.12.2021-No:72

Sistemin (gücün) hocaları
Günümüz sözde alimleri ve hocaları maalesef güç merkezli hareket ederek Allah tan korkmak yerine güç merkezlerinden korkarak içki bütün kötülüklerin anasıdır derken bir taraftan içki fabrikasını açma, satılmasına müsade etme ve vergiye tabi tutma, kumar haramdır ama devlet eliyle oynatılmasını dile getirmeme, faiz Allah a ve Resulune savaş açmış sayılır ama bunu güç merkezleri dünya gerçegi dediklerinde farklı fetvalar uydurabilmektedirler.
Sadece bunlarla beraber kalmamakta en kötülerinden biriside dünya üzerinde milyonlarca müslüman zulüm görürken bir tane sözde hoca tarikat şeyhi vs tek kelime etmeyip üstüne tamamen sessiz kalmaktadır hani hadisi şerifte komşusu açken tok yatan bizden değildir deniliyor ya sonuç komşuda kan gözyaşı akla hayale sığmayacak zulümler aşikar durumda ama bizim şeyhlerimiz son model arabalarla hanlar da katlarda samimi insanları uyutmaktalar.
Bunları göz önüne alarak fatiha suresi 7 ayeti ki (günde 40 rekat namazın her rekatta okumakta olduğumuz) hem Allah tan korunmayı isteyip ama allahın bütün kanun ve kurallarını güç merkezine göre dile getirmek ne anlama gelmektedir.
Sonuç olarak “Yarım hoca dinden yarım doktor candan edermiş”
Fatiha suresi 7. Ayet
“(Daha önce) Kendilerine nimet verdiğin (hidayet ve hakikate erdirdiğin) kimselerin (Nebilerin, Sıddıkların, Şehitlerin ve Salihlerin) doğrultusuna (bizi yönlendirip yollandır; ama ne olur Ya Rabbi, Yahudilerin Siyonist kesimleri, işbirlikçileri, tüm şirk ve şekavet ehli olan ve Hakk dini yozlaştıran azgınlar gibi bütün) gazabına (ve kahrına) uğrayanların ve (Hristiyanların zalim emperyalist kesimleri, müşrik takipçileri ve Batı ahlâksızlığının taklitçileri gibi her türlü Hakk’tan ve hayırdan uzaklaşıp) sapıtanların yoluna (kaymamıza fırsat tanıma! Bizleri bütün bâtıl ve barbar yollardan) gayrı (ve ayrı olan İslam’da sabit kıl). Amin!”
http://www.mealikerim.com
Yani bu Bel’am tipli sözde bilgin takımı; her türlü hastalık mikrobunu ve pis kokuyu üreten çirkef bataklık olan, haksızlık ve ahlâksızlık yayan bu bozuk ve bâtıl nizamı kurutmak ve Kur’an kaynaklı bir düzen kurmak yerine, o bataklığın ürettiği sivrisinekleri avlamak ve onların ısırmasından korunmak için boşuna çırpınan zavallılardır!..
Bakara 159
Gerçekten, apaçık belgelerden (ibaret emirler olarak) indirdiklerimizi (Kur’ani hüküm ve hakikatleri) ve insanlar için Kitapta açıkça beyan ettikten sonra hidayeti (şeriat ve istikamet prensiplerini) gizlemekte olanlar (güç odaklarının vereceği zarardan korkarak veya onlardan makam ve menfaat umarak, Kur’ani gerçekleri kısmen veya tamamen örtmeye çalışanlar var ya); işte onlara, hem Allah lanet etmektedir, hem de (bütün) lanet ediciler(in bedduası onların üzerinedir).
https://www.mealikerim.com/2/bakara/159
Makam ve mevkiler uğruna çarpıtılan değerleri
Makam ve mevki uğruna gizlenen gerçekleri
Makam ve mevki yanında nefislerinin kölesi olanlar elbette gerçekler karşısında ya cvbsız koyacaklar ve ya kendilerince alaycı yaklaşımlar göstereceklerdir
Buna benzer bir çok maddelerin analizi ve bizlere en temel bilgileri sunan bir makale olmuş.👍
Ahmet Akgül hocamızdan, Erbakan hocamızın şöyle dediğini öğrenmiştik: “Eğer bir yerde siyonizmi anlatıp, onun yerli işbirlikçilerini anlatmazsanız; sizi dinleyenler doğrudan işbirlikçilere yönelir ve onları kurtuluş çâresi zannederler.” Bu temel prensip üzerinden hareketle, Sn Karataş, kumar haram derken asıl kumar düzenini yürüten iktidara dokunmuyorsa acaba halkın gazını çekip yine suçluyu başka yerde aratma gayreti mi çekiyordu? Çünkü 22 yıldır iktidar aynı kişilerden oluşurken, kumar düzeni aynı kalmamış; ilkokul çocuklarından emeklilere kadar herkese hitap edecek şekilde ve türde kumarlar ortaya çıkmıştı. Bataklığı kurutmadan, sineklere düşmanlık için motivasyon konuşması yapanlar Aziz Erbakan Hocamızın tam tespit ettiği gibi bataklığın sahibinin işbirlikçisi olmaktan öteye gidemiyor.
Kur’an-ı Kerim’deki teşbihler, temsiller ve alışılagelmiş misaller ve örnekler; insanlar ile, zorlanacakları hakikatler arasında bir çeşit numaralı gözlük ve dürbün gibi kutsi ve şeffaf vasıtalardır. Buna rağmen vasıtayı inkâr; hikmeti, yardımı, faydayı, nizamı, iyiliği ve maslahatı inkâr ve yalanlamaktır. Fıtrata ve hakikate zıt bir davranıştır.
bu cümle bile Mustafa Karataş’a yeter de artar
PROF. DR. MUSTAFA KARATAŞ’TAN ÖZÜR VE TEVBE, MÜSLÜMANLARDAN DA BU GİBİLERİN KATILACAĞI HAC VE UMRE SEYEHATLERİNDE BULUNMAMALARININ LÜZUMUNA!..
Evet öncelikle yazarımıza teşekkür ediyoruz. Kur’an’a Tercümanlık nasıl olurmuş gösterdiler.
Demek ki isminin önünde Prof Doç Dr. gibi unvanların bulunması, o unvanları isimlerinin önünde bulunduranların her şeyi çok iyi bildikleri ve her hakikati eksiksiz veya fazlalıksız haykıracakları manasına gelmiyormuş. Kimisi bilmediğinden , kimisi de Bel’am yani din bilgici olmasına rağmen, zalimlerin ve kafirlerin keyfine hareket eden ve ezbere fetva veren tipler olduklarından gerçeği dile getiremezler çünkü makamlarından maaşlarından saygınlıklarını kaybetmekten korktukları ve etraflarındaki kalabalıklara tapındıklarından içindir.
İşte makaleyi okuduk :
Kumarın her çeşidinin haram ve haksızlık olacağından, piyango çeşitlerinin kumar kapsamında olup dinen yasaklandığından, mü’minler böylesi kolay kazanç peşinde olamayacaklarından bahsedip , ancak ülkesinde ve çevresinde bu ayetle yasaklanan ve ŞEYTAN İŞİ PİSLİK’ler olarak tanımlanan; içki, kumar, fal ve şans oyunları gibi haramları ve haksız kazanç yollarını tertip ve teşvik eden… Yılbaşı gibi Haçlı işi rezaletleri yaygın hale getiren sistemlerin ve yönetimlerin “İNSAN SURETLİ ŞEYTANLAR” sayılacağından, hatırlatıldığı halde bu gerçeğin üzerini örten Mustafa Karataş,Mustafa Karataş yine, daha sonra; hangi kasıtla ve hangi kapsamda caiz, ama hangi durumlarda tehlikeli olacağını anlatıp ayırmadan: “Şefaat Ey Allah’ın Nebisi” “Himmet Ya Gavsi Geylani” şeklinde ve dua kastıyla Şefaat ve Himmet dileyenlerin hepsini şirke düşmekle suçlaması yani kısaca dinde vasıta ve vesilenin olmadığını dile getiren Mustafa Karataş,Acaba, Kur’an’ın onca ayetlerine ve Resulullah’ın hadisleri de ortada iken ve bu ayet ve hadislerden haberdar olmadan Dr.’luk – Doç.’lik – Prof.’luk unvanını elde edilemeyecekse nasıl bu unvanlara sahip olmuştur Mustafa Karataş. Bu unvanları ilgili şahsa hak etmediği halde mi verilmiştir, yoksa …………. ???!!!!
Yine Kanal 7 de bir ara Necmeddin Nursaçan isimli şahısı kısa bir kaç dk dinlemiştim oda demişti ki : Kur’an’ın metnini yani arabçasını okumak farzdır, mealini anlamını okumak güzeldir ama asıl arabçasıdır doğru olan diye ifadelerde bulunmuştur. Ne demek istiyorum?! İşte bu düzenin tv’lerde parlatılan hoca geçinenlerin ayarı amacı bu şekilde.
Bu makaleden de bir kere daha anladık ve anlıyoruz ki;
1-Milli Çözüm’ün hazırladığı Meal-i Kerim huzur ve şuur kaynağıdır! Çünkü Milli Çözüm kulluk ve sorumluluk bilinci aşılamaktadır!
2-Milli Çözüm Hakikatin kapısı ve hayrın anahtarı olduğu!
3-Hak ile Bâtılı, mü’minle münafıkı en net ve mert şekilde ortaya koyan Milli Çözüm, hikmet ve hakikat aynası olduğu!
4- Ve Milli Çözüm’ün Turnusol Kağıdı olduğu: GERÇEĞİ BİR KERE DAHA TESCİLLENMİŞ OLDU.
İyi ki varsın Milli Çözüm!..
Demek ki vasıtalık; şeffaf cam gibi, hakikatle irtibatı sağlayan, münasebetleri nizam ve intizam altına alan bir tensib-i İlahi konumundadır.
Siyonizm, hakikati yozlaştırıp yobazlaştırarak hakkı çirkin, zararlı göstermeye çalışmakta!
Her asra baktığımızda ise şeytanın ve uşaklarının bu tehlikeli girişimini bertaraf eden; konuyu Kur’an’a, Peygamberimiz Hz Muhammet (sav) uygun ve çağın insanının kabul edeceği mükemmellikte izah eden ender, önder, bilgeler çıkmıştır.
Bu sayede insanlık şeytanın şakirtlerinden ve bu şakirtlere uyan-kanan Müslüman/Hristiyan/Yahudi görünümlü şarlatanlardan, alçaklardan, işbirlikçilerden korunmuştur.
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
Eğer dileseydik (bel’am gibileri, lütfettiğimiz nimet ve faziletlerin kıymetini bilselerdi) onu bununla (kendisine verilen ilim ve hikmetler dolayısıyla) yükseltir (ve şereflendirirdik). Fakat o (bunları dünya rahatı ve menfaati için kötüye kullandı.) Arz’a (aşağılığa ve bayağılığa) saplandı ve nefsi hevâsına kapıldı. İşte onun misali o (kuduz) köpeğin haline benzer ki; eğer üzerine varırsan dilini sarkıtıp (ürkekçe) soluyuverir, veya kendi haline bırakırsan yine dilini uzatıp (tedirgin ve bitkin şekilde) soluyuverir… (Bu tiplerin ne mü’minler yanında kıymeti bilinir, ne zalimler katında rağbet edilir…) İşte ayetlerimizi (Hakk Dinimizi ve Adil Düzenimizi) yalanlayan ve yanlış sayan toplulukların hali de böyledir. Sen bu kıssayı (örnek ve ibret alsınlar diye) onlara anlat. Olur ki gereği gibi düşünür (ve gerçeği görür)lerdi. (A’raf Suresi176)
Makale, Bel’am kavramına ve şefaat anlayışına vurulmuş en yeterli, en derinlikli neşter olmuş.
Böylesi bir şuur ve metotla böyle bir neşteri de, ancak ve ancak Cihad ve İçtihat ehli bir zat vurabilirdi zaten.
“SİYONİZM MÜSLÜMANLARI, NAMAZ KILAN YAHUDİ KÖLESİ YAPMAK İSTİYOR!”
PROF. DR. NECMETTİN ERBAKAN
Müslümanları asıl sorumluluğu olan hilafet, yeryüzünde adalet görevinden uzaklaştırmak ve kolayca yönetmek isteyen Siyonistlerin en büyük uşakları olan Bel’am tipli Âlimler;
Hakkı haykırmak ve zulmün karşısında olmak yerine, Müslümanları oyalayarak ve Yüce Dinimizi yozlaştırarak, Ilımlı İslam Projesine hizmet etmektedirler.
Maalesef Bel’am kılıklı Âlimler yüzünden bir çok Müslüman günde 5 vakit namaz kılıp, Fatiha Suresinin anlamını öğrenmeden ve Hac görevini yerine getirdikten sonra dahi, hâlâ faizi, fuhşu, içkiyi yaygınlaştıranların peşlerinden giderek gaflet içerisinde fani dünyadan göçüp gitmektedirler.
Siyonistlerin, İşbirlikçilerinin ve destekçilerinin ipliğini pazara çıkaran
ÜSTAD AHMET AKGÜL HOCAMIZA TEŞEKKÜR EDERİZ…
ALİM – BEL’AM FARKI
Sahih ve sağlam bir itikada sahip olmayan, ibadet ve dini hizmetlerinde titiz ve dikkatli davranmayan, haramdan ve haksız kazançtan sakınmayan, talebe ve tâbilerine “Mutlaka Hak’tan taraf olma ve hayırlı olanı savunma” gibi siyasi şuur ve sorumluluk aşılamayan, İslami ve insani gayret taşımayan; tam aksine ülkesinde faizi, fuhşu, kumarı, Haçlı Batı ortaklığını yaygınlaştıran, yakınları ve yandaşları için milyarları çaldırtıp halkını aç ve sefil bırakan hain zihniyetleri alkışlayan, en az İLM-İ HAL’ini bilecek kadar gerekli ve yeterli dinî ilmi ve irfanı bulunmayan, günahlardan ve kötü davranışlardan sakınmayan kişileri mübarek ve muhterem bilip, ondan medet ve himmet beklemek ahmaklıktır.
– Makale den Özet Alıntı –
Bel’am tipli sözde bilgin takımının toplumdan gizledikleri gerçek!
“İçinizden (insanları Hakka ve) hayra davet edecek, (ve bunun sonunda elde edecekleri devlet ve hükümet imkânlarıyla ma’rufu) iyilikleri emredip yürütecek ve (münkeri) kötülükleri de nehyedip önleyecek bir ümmet bulunsun. (Bu hizmet ve hedefler için bir liderin çevresinde organizeli bir teşkilat kurulsun.) İşte asıl kurtuluşa ve başarıya erecek olan bunlardır.” (Âl-i İmran Suresi 104. Ayet)
Bizzat Kur’an ayetinin ifadesiyle yeryüzünde, hayra davet eden, iyiliği emreden, kötülüğü nehyeden, bir iktidarın kurulması emredilmiştir.
Ayette “Hayra Davet” emredildiği gibi, “İyiliği Emretmek” ve “Kötülüğü Nehyetmek” de emredilmiştir.
Bilindiği gibi “Davet Etmek” iktidar olmadan da yerine getirilebildiği halde, “Emretmek” ve “Nehyetmek” ancak bir iktidar ile mümkündür.
insanları “Hakka ve hayra davet etmek” meselenin sadece bir yönüdür. Meselenin diğer yönü ise “İyiliği Emretmek” ve “Kötülüğü Nehyetmek”yetkisine sahip bir iktidarın kurulmasıdır.
İyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek; her türlü hastalık mikrobunu ve pis kokuyu üreten çirkef bataklık olan, haksızlık ve ahlâksızlık yayan bu bozuk ve bâtıl nizamı kurutmak ve Kur’an kaynaklı bir düzen kurmakla mümkündür.
Bel’am tipli sözde bilgin takımı; Bozuk ve bâtıl nizamdan kurutulup, Kur’an kaynaklı bir düzen kurma gayreti göstermemekte, sadece bozuk ve vatıl nizamın müsaade ettiği kadar “davet” etmekle yetinmekte, “İyiliği Emretmek” ve “Kötülüğü Nehyetmek” ile ilgili Kur’anın emirlerini halktan gizlemektedirler, yani bataklığın ürettiği sivrisinekleri avlamak ve onların ısırmasından korunmak için boşuna çırpınmaktadırlar.
Cenab-ı Hak Kur’ani gerçekleri, kısmen ve tamamen toplumdan gizleyenleri şiddetle kınamakta, hatta Allah’ın ve tüm varlıkların lanetine uğrayacakları konusunda uyarmaktaydı.
…………………………..
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun (isyan etmekten sakının) ve O’na (yaklaştıracak ve zafere ulaştıracak) vesile (çare ve yöntem) arayın; (ve işte bu amaçla) O’nun yolunda cihad edin. (Böylece) Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Mâide Suresi 35. Ayet)
“Vesile”, gayeye yetişmek için vasıta olarak kullanılan şeydir.
“Kâinatta Allah’tan başka hakikî müessirin olmadığı” gerçeği, imanımızın esasıdır.
Yeter ki, vasıtaları vesilelikten, sebeplikten, yaratıcılık vasfına çıkarmayalım.
Vasıtalar, Allah’ın Hâkim ismi iktizasınca yaratılışın ve duaların bir aracıdır.
İşte bu manadaki vasıtalar; mahiyeti icabı dinimizde de vardır ve mübahtır.
Bu meşru aracılığı, müşriklerin putları aracı-şefaatçi yapmalarına benzetmek, gerçeği çarpıtmak ve halkı saptırmaktır.
Her şeyin istisnası ve suiistimali olduğu gibi; vasıtalar da zamanla dejenere edilip istismara uğramış, yanlış kullanılmış ve çirkin örnekleri maalesef zamanımıza kadar ulaşmıştır.
Bunların düzeltilmesi ve nizama sokulması veya zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun yorumlanması icap ederken, vasıtalık müessesesini toptan ve kökten yıpratmak ve inkâr etmek vicdana aykırıdır. Islahı mümkün iken, imhasını tercih etmek azim bir hatadır.