YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6920c026638f7
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 4 9
Bugün : 39755
Dün : 45549
Bu ay : 892479
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45296300
IP'niz : 216.73.216.128

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Değerli bilim adamı ve ilahiyatçı Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu Hocamızın "Tefsir Usulü" kitabında konumuzla ilgili önemli bilgiler verilmiştir. Bunların bir kısmı özetlemek ve sadeleştirmek suretiyle ve yeri geldikçe nakledilecektir:

Kur'ani İlimler (Tefsir ile alakası olan ilimler)

Kur'an-ı Kerimin, pek çok ilimler için feyizli bir kaynak olduğu bilinen bir gerçektir. Her isteyen ondan kendi kabiliyeti nispetinde istifade edebilir. Onda mevcut olan esaslar, düsturlar ve mesajlar sayesinde birçok ilimler için istinbatlar yapılabilir. Yani müspet bilimlere ve ahlaki ilimlere hem işaret etmekte, hem de yön vermektedir. Bizim asıl konumuz ise: Kur'an-ı Kerimin tefsiriyle yakından ilgili olan veya Kur'an'ın içeriğine, hikmet ve hakikatine ait bulunan ilimlerdir. Bunlar çok çeşitlidir. Burada onlardan birkaçına ve bir araştırıcının bilmesi lazım geldiği kadarıyla değinilecektir. Bu konuların her biri, müstakil olarak hazırlanmış eserlerle teyit edilmiştir.

 

1- Nüzul Sebepleri (Esbabu'n-Nüzul-Ayetlerin inmesine sebep olan hadiseler)

Allah'u Taala her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Bunların bazısını biz görebilir, bazısını da göremeyiz veya izah edemeyiz. İşte Kur'an-ı Kerimin ayetleri de bu yönden iki kısma ayrılabilir. Birincisi, Kur'an'ın ekseriyetini teşkil eden ve Cenab-ı Hak tarafından özel bir sebebe bağlandığını gösteremediğimiz veya doğrudan doğruya indirildiğini söylediğimiz ayetlerdir. İkincisi ise, bir sebebe bağlıyabildiğimiz ayetlerdir. Üzerinde duracağımız konu budur. Hz. Peygambere bir sual veya bir hadise dolayısıyla birkaç ayetin veyahut ta bir surenin tamamının nazil olmasına sebep ve vesile teşkil eden şeye "sebeb-i nüzul" denmektedir. Naslarda ve vesikalarda tarihi hakikatler gizlidir. Vakıalara en doğru olarak şahadet eden tarihtir: Tarih ise yalnız başına neticelere ulaşamaz. Bir neticeye ulaşabilmek için, tabii sosyal ve edebi ilimler, tarihle müştereken çalışırlar. Bu bakımdan tefsir ilmindeki sebeb-i nüzul bahsini sadece tarihi yönden mülahaza etmemek gerekir. Hüküm teşrii (İslami kanun ve kuralların belirlenmesi), hüküm tahsisi (özel durumlara ait ruhsatların bildirilmesi), Allah'ın Kelâmının anlaşılması gibi yönler de düşünülmelidir.

Bilhassa tefsir ilminde, sebeb-i nüzulün, bir ayeti izah ve beyan etmesi bakımından yararı ve gereği çok önemlidir. Zaten tefsir sahasında sahabeyi yükselten en mühim amil de bu özellikleridir. Onlar Hz. Peygambere bir ayet nazil olduğunda, nüzule sebep olan hadiseyi ve aslını, sual soranın niyetini ve sıkıntılarını ve suali sormasındaki ihtiyaç ve amacını bilirlerdi. Değişik sebeplerle ve çeşitli hadiselere göre nazil olan ayetler ayrı ayrı hükümleri ihtiva ederlerdi. Sahabenin bazısı ve bilhassa daima Hz. Peygamberin yanında bulunan sahabe, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti çok iyi kurabilmişti, işte bizim de sebeb-i nüzulden kastımız budur. "Başlangıçta tefsir ilmi, sebeb-i nüzulü bilmekten ibaretti" şeklinde bir söz hakikatin ifadesinden başka bir şey değildir. Zira hadis mecmualarının tefsir babları hemen hemen sebeb-i nüzule tahsis edilmiş gibidir. Onlar çok kere hükümleri sebeplere bağlayamadıklarından, bazı ayetler ve hadisler arasında uygunsuzluk var zannedilmiştir. Sebepleri bilinmeyen hükümler arasındaki ihtilaflar onları düşünmeye ve muhakemeye sevk etmiştir. Sahabe devrinden sonra gelenler ve hatta sahabe devrinden dahi bazı kimselerin ayetleri tefsir ve izahtan çekinmelerinin en mühim sebebi, hükümlerle sebepler arasındaki irtibatı temin edememelerinden ileri gelmektedir. Muhammed b. Sirin (ö. 110 / 728) den rivayet edildiğine göre "Kur'an'dan bir ayeti Ubeyde b. es-Selmani (ö. 72 / 691) den sordum. Bana "Allah'tan sakın ve böyle şeyleri sorma! Çünkü Kur'an ayetlerinin ne şey için nazil olduğunu bilenler gitti (kayboldu)" dedi.16[1] İkazı bu konudaki titizliği göstermektedir.

El-Vahidi "bu gün, bu hususta konuşanlar, ayetin sebeb-i nüzulünü bilmeden konuşmanın tehlikesini düşünmeksizin cehalet yularını takıyor ve yeni şeyler icat edip yalanlar uyduruyorlar" sözünü de ilave etmektedir.17[2] Keza yine bu şahıs "Bir ayetin sebeb-i nüzulü bilinmedikçe, onun hakiki manasını anlamak mümkün olamaz"18[3] demiştir. İbn Teymiyye de "Nüzul sebeplerini bilmek ayetlerin anlaşılmasını kolaylaştıracağını"19[4] söylemiştir. İbn Dakik ise: "Nüzul sebeplerinin beyanı, Kur'an'ın manasını anlamaya kuvvetli bir yoldur" demektedir.20[5]

Kur'an'ın manalarını anlamaya vesile olan sebeplerin bilinmesinin dini yönden herhangi bir faydası olmadığını iddia edenler olmuşsa da,21[6] aşağıda zikredeceğimiz bazı maddeler, onların yanıldıklarını ispat edici mahiyettedir.

a)      Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, sebeb-i nüzulü bilmek sadece tarihi yönden faydalı değildir. Bu ilim sayesinde Kur'an-ı Kerimde emredilen şeylerin hikmetini ve hedefini de anlayabiliriz. Bu ise bütün insanlara dini yönden bir fayda sağlar. Mü'minin imanı kuvvetlenir. Münkirin de doğru yolu bulmasına vesile olur.

b)      Nüzul sebepleri bilinirse, ayetlerden kastedilen mana kolaylıkla anlaşılır, şüphe ve yanlışlıklar izale edilmiş olur. Mesela Şarabın haram kılındığını bildiren ayet22[7] nazil olunca, Hz. Peygambere evvelce şarap içip ölmüş olanların durumu ne olacak diye sorulmuş,23[8] bunun üzerine "İman edip, güzel amel işleyenlere, tattıklarından dolayı hiç bir suç yoktur24[9] ayeti nazil olmuştu. Bir rivayete göre Osman b. Maz'un ve Amr b. Ma'dikerip yukarıdaki ayete dayanarak, şarabın mubah olduğunu söylemeye kalkışmışlardı.25[10] Onların bu sözleri, şu ayetin sebeb-i nüzulünü bilmediklerine delalet etmektedir. Çünkü şarabın haram olmasına dair ayet nazil olunca, sahabenin zihninde beliren tereddüdü izale etmek için bu ayet nazil olmuştu. Demek ki nüzul sebepleri iyi bilinmezse, bu iki sahabe gibi daima hataya düşmek mümkündür. Buna benzer bir iki vakıayı eş Şatıbi (Ö.  790/1388) de zikretmektedir.26[11]

c)      Hasr tevehhümü bertaraf edilir. (Yani Kur'ani hüküm ve hakikatlerin, sadece bir olaya, bir şahsa ve belli bir zamana ait olmayıp, kıyamete kadar gerekli ve geçerli olduğu öğrenilir) Kur'an'da ayetin zahiri hasr ifade edebilir. Fakat sebeb-i nüzul bilinirse bu hususta yapılması muhtemel hatalar önlenmiş olur. Mesela En'am suresinin 145.  ayeti "Deki: bana vahyolunan içinde, yiyenin yiyeceğinden haram olarak, murdar oldukları için ölüden, akar kandan, domuz etinden, Allah'tan başkası adına kesildiğinden dolayı fısk olandan başka bir şey bulmuyorum. Kim ki istemeyerek ve haddi tecavüz etmeyerek naçar kalırsa (bunlardan yiyebilir)", ayetinden sadece onun içerisinde sayılan dört şey haram edilmiş sayılamaz. Halbuki bu dört şey dışında haram sayılan başka yiyecek ve içecekler de vardır. İmam eş-Şafi'i bu ayette hasr maksut olmadığı görüşünü savunmaktadır. Bu ayetin sebeb-i nüzulü tetkik edilecek olursa görülür ki, inat ve kâfirliklerinden dolayı, Allah'ın helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helâl kılan kimseler hakkında nazil olmuştur. Yani bu ayet onların istediklerinin zıt yönünden nazil olmuştur. Cenab-ı Hak bu ayetle onlara "Helal ancak sizin haram saydıklarınız, haram ise, sizin helal kabul ettiklerinizdir" demek istemiştir. İmam eş-Şafii de bu görüştedir.27[12]

d)      Nüzul sebebi, bazı ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder. (Yani genel olmayıp, özel durumlara ait olduğu bilinir) Mesela, el-Mücadele suresinin baş tarafındaki zıhar, ayetleri, Evs b. es-Samit'in, karısı Havle'ye zıhar yapması üzerine nazil olmuştur. Bu ayetlerin muhtevi olduğu hükümler bu iki şahsa mahsustur. Bunların haricinde kalanların durumunun tespiti ancak kıyas yoluyla mümkün olabilir. Eğer burada nüzul sebebi bilinmemiş olsaydı, bu hükümden kastedilen şey bilinemeyecek ve ayetin hükmünden istifade edilemeyecekti.28[13]

e)      Sebeb-i nüzulü bilmek, ayeti işiten bir kimsenin vahyi anlamasına ve hıfzına almasına kolaylık temin etmiş olur. Daha bunlardan başka sebepler de düşünülebilir.29[14]

Sebeb-i nüzulün bilmenin en sağlam yolu sahih olan haberlere istinad etmektir. Bu hususta söz söylemek için, Kur'an'ın nüzulüne şahit olan ve onun sebeplerini bilen kimselerden rivayet edilmiş olması veyahut ta onlardan işitilmiş olması önemlidir. Bu gibi rivayetlerin de sahabeye kadar ulaşmış olması lazım gelir. Sebeb-i nüzul hakkındaki haberler Merfû olarak Peygambere veya sahabeye ulaşmazsa makbul görülmemektedir.

Muhkem ve Müteşabih Ayetler:

Bu lafızların lügat ve ıstılah manaları üzerinde durmak istemiyoruz.30[15] Fakat Kur'an-ı Kerim, Hazreti Peygambere indirilirken, onun ayetlerinin bir kısmı herkesin, anlayabileceği şekilde (muhkem), diğer kısmı da kapalı ve dolaylı anlamlar içerecek şekilde (müteşabih) idi. Kur'an'daki, helal, haram, namaz, oruç, zekât, hac gibi ahkâma taalluk eden kısımlar muhkemdir. Diğer bir tabirle muhkem: manası kolaylıkla anlaşılan, özel bir tefsire ihtiyaç duyulmayan ve tek manası olan, okuyunca herkes tarafından aynı şey hatırlanan ayetlerdir. Müteşabih ise, birçok manaya ihtimali olup, bu manalardan birini tayin edebilmek için harici bir delile ve tefsire ihtiyacı olan ayetlerdir. Tariflerden de anlaşılacağına göre, muhkem açık ve kesin olduğundan onun üzerinde de durmayacağız, daha ziyade müteşabih   ve   kısımları   üzerinde   yoğunlaşacağız:.

Muhkem ve müteşabih kelimeleri bizzat Kur'an ayetlerinde zikredilirse de, onun bu çeşitli ayetlerdeki anlamları değişiktir. Mesela, Hud suresinin 1. ayetinde (كِتَابٌ أُحْكِمَتْ ءَايَاتُهُ) "Ayetleri muhkem kılınmış kitap" Kur'an'ın tamamının muhkem olduğu manası anlaşılırken, ez-Zümer suresinin 23. ayetinden de (اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَاباً مُّتَشَابِهاً مَّثَانِيَ)  "Allah Müteşabih (benzeşmeli) ve ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi" onun tamamının müteşabih olduğu söylenebilir. Nitekim bu şekil söylentiler de az değildir. Halbuki Ali İmran suresinin 7.  ayeti: (هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ) "(Habibim) sana kitabı indiren Odur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar kitabın anası (temeli)dir. Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik ve kayma bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak ve keyfi yorumlar yapmak) ve (kendi arzularına göre) teviline yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar. Halbuki onun tevilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde yüksek payeye erenler ise: Biz ona inandık, Hepsi Rabbimiz katındandır, derler. Bunları salim ve temiz akıllılardan başkası iyice düşünmez" Bu ayet, Kur'an-ı bazı ayetlerinin muhkem, bazılarının ise müteşabih olduğunu ifade etmektedir. Burada ortaya bir müşkil çıkıyorsa da, âlimler bu müşkili halletmişlerdir, ilk iki ayette zikrettiğimiz muhkem ve müteşabih kelimelerinin manası ile Ali İmran suresinin 7. ayetinde zikredilen manalar aynı değildir. Biz Kur'an'ın bütünü muhkemdir derken, onu itkanı(sağlamlığı), nazmının güzelliği ve onda bir ayıbın olmaması yönündendir. Keza, Onun tamamı müteşabihdir, derken de, "onun ayetlerinin güzellik ve doğruluk bakımından bir birine benzerlikleri" bahis konusu edilmektedir. Zaten bu ayetlerin siyak ve sibakı (öncesi ve sonrası ayetler ve surelerle irtibatı) da bunu göstermektedir. Halbuki Ali İmran suresindeki muhkem ve müteşabih kelimeleri bir birinin zıttı (mukabili) anlamındadır. Bunların tarifleri hususunda âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Yine ekseri ulema, "müteşabih ayetlerin tevilini Allah'tan başka kimse bilemez", görüşünü savunurlar. Onlar ayetteki Allah kelimesi üzerinde dururlar. Ebu'l-Hasen el-Eş'ari ise ayetteki vakfın (والراسخون  فى العم) de olması lazım geldiğini ve rasihlerin de müteşabih ayetlerin tevilini bilebileceklerini söyler.31[16] Bu görüşü Ebû İshak eş-Şirazi (Ö. 476/1088) daha vazıh bir şekilde açıklamıştır. İlk devirlerde bu müteşabih ayetler olduğu gibi kabul edilir, bunlar üzerinde durulmazdı. Zira Kur'an "bu gibi ayetleri kurcalayanların kalpleri hasta olduğunu" beyan etmektedir. Hazreti Peygamber de müteşabih ayetlere tabi olanlardan sakınmayı emretmektedir.32[17]

Bu işi Hz. Ömer de sıkı tutmuştur.   İbn Subeyg adında biri, bir gün Medine'ye gelip Kur'an'ın müteşabihatı hakkında sualler yöneltip kafaları karıştırmaya yeltenmiş. Bunu haber alan Hz. Ömer onu çağırtıp, yaş hurma dallarıyla başını kanatıncaya kadar dövmüş ve onu Medine'den memleketine göndermiş, bu şahısla hiç kimsenin görüşmemesini Ebu Musa el-Eş'ari (Ö. 44 /664) ye emretmişti.33[18]

Er-Ragıb el-Isfahani (Ö. 502/1108) müteşabih ayetlerin manasına vukuf yönünden üç kısımda incelenebileceğini ifade etmektedir. Birincisi, bilinmesi mümkün olmayan müteşabihlerdir ki, bunu ancak Allah bilir, Kıyametin vakti gibi. İkincisi, insanoğlu sebeplere tevessül ederek onun manasını bilebilir. Mesela, garip kelimeler, muğlâk hükümler gibi. Üçüncüsü, yukarıda zikrettiğimiz iki madde arasında olanlardır ki, bu da ilimde rusuh sahibi olan bazı zevata tahsis edilmiş, diğerlerinden ise gizlenmiştir. Mesela Hz. Peygamber, İbn Abbas için ( اللهم فقهه فى الدين وعلمه التاويل) "Allah'ım O'nu dinde derin anlayışlı, tevil ve tefsir ilminde başarılı kıl" şeklindeki duası gibi.

Genel olarak usul uleması müteşabihatı iki kısma ayırmışlardır.

1- Muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen, sezilebilen ayetlerdir.

2- Hakikatini tam olarak bilmeye imkân bulunmayan ayetlerdir.34[19]

Mücahid bunları şöyle tarif eder: Muhkem ayetler; helal ve harama dair olanlardır. Müteşabihler ise, bazısı bazısını tasdik ve tefsir eden ayetlerdir.35[20] İbn Ebi Hatim'de Ali b. Ebi Talha tarikiyle İbn Abbas'dan şöyle rivayet etmektedir. "Muhkemler nasih, helal, haram, hudud, feraiz, iman edilip amel edilen hususlardır. Müteşabihler ise, mensuh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler ve iman edilip amel edilmeyen hususlardır.36[21]

Müteşabihin menşeinde Şari'in (Müteşabih-kapalı ayetlerin kökeninde Rabbimizin) muradının gizliliği bahis konusu olduğuna göre, bu gizlilik bazen lafızda, bazen manada, bazen de her ikisinde birden ortaya çıkmaktadır.

a) Müteşabihliğin sadece lafızda olması: Müteşabih olan lafız; ya müfred (tekil) veya mürekkeb (birkaç kelimeden meydana getirilmiş) olabilir. Müfreddeki gizlilik ise kelimenin garabetinden (yabancı olmasından ve gizli anlamlar taşımasından) veya müşterek olmasından ileri gelebilir. Mürekkebdeki gizlilik ise: mürekkebin muhtasar (kısaltılmış) olmasından, itnab (sözün uzatılmasından) veya tertib cihetlerinden (derece derece sıralanmasından) olabilir. Şimdi bunlara birer örnek verelim: Garabeti ve az kullanılması sebebiyle müfred lafızdaki teşabühler (Benzeyişler):

  • Abese suresinin 31. ayeti olan (وَفَاكِهَةً وَأَبّاً) deki "Ebben" lafzıdır. Bu ayeti takip eden (متاعاً لكم ولانعامكم) ayeti yardımıyla "ebben" kelimesinin hayvanların otladığı mer'a manasına kullanıldığı anlaşılmaktadır.
  • Müşterek olması sebebiyle teşabühe örnek: es-Saffat suresinin 93. ayeti (فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْباً بِالْيَمِينِ) "nihayet gizlice onları sağ eliyle darbe vurup kırdı." Bu ayetteki "yemin" kelimesi, sağ el, kuvvet ve kasem manaları arasında müşterektir. Bu üç manadan hangisi verilirse verilsin manası caiz olur.
  • Mürekkebdeki teşabühe de bir örnek vermekle iktifa edelim. El-kehf suresinin 1. ayeti. (الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَل لَّهُ عِوَجَاقَيِّماً) Bu ayetteki gizlilik "İvecen" kelimesiyle "Kayyımen" kelimelerindeki tertibdedir. Eğer bu tertib şöyle ( الحمدلله الذى أنزل على عبده الكتاب قيماً ولم يجعل له عوجا) olsaydı daha zahir olurdu.37[22] Surelerin başlarındaki Hurufu Mukatta'lar (Kur'an surelerinin başındaki kesik veya bileşik harfler) da burada incelenebilir. Fakat biz bunu biz ayrı bir konu olarak ele alacağız.

b) Müteşabihliğin sadece manada olması: Bu kısmın açık örneklerini, Allah'ın sıfatları, kıyametin ahvali, cennet nimetleri, cehennem azabı gibi hususlar teşkil eder. Çünkü insan aklı, yaratanın sıfatlarının hakikatini ve maneviyat ahvalini ihata edip kavrayamaz. O halde, kendisini hissetmediğimiz, bizde cinsi ve benzeri olmayan şeylere nüfuz etmeye nasıl yol bulunabilir? Müteşabih olan sıfatlar hakkında ulema iki mezhebe ayrılmıştır. Birincisi, Selef mezhebi: Allah'ın müteşabih sıfatları malum gibi görünürse de, bu sıfatların Allah'a isnadı muhal (imkânsız) olduğundan, bunların medlullerinin tayinini (mana ve mahiyetini) selef uleması Allah'a havale etmişlerdir. Onlara sadece inanmak gerekir. Bu hususta enteresan örnekler pek çoktur.38[23] Bunlardan bir tanesini vermekle iktifa edeceğiz. Meşhur İmam Malik b. Enes'e "istiva" hakkında sorulduğunda: (İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür, ondan sual etmek bid'attır. Senin kötü bir insan olduğunu zannederim, onu benden uzaklaştırın) demiştir. İkincisi ise, Halef mezhebidir (Sonraki âlimlerin görüşleri): Bunlar, zahiri muhal olan lafzı, Allah'ın zatına layık olan bir manaya hamledip yorumlarlar. Bu mezheb İma-mu'1-Haremeyn, Abdul'l-Melik b. Ebi Abdlilah b. Yusuf b. Muhammed el-Cuveyni eş-Şaffi, Ebul-Maali (Ö. 478/1085) ye ve onun takipçilerine nisbet edilir. Hapsedilemeyecek bir fıtratta yaratılan insan zekâsı, müteşabihat üzerinde de işlemeye başlamıştır. Hele İslamiyet'i ifsad etmek isteyenlerin, bu gibi ayetlere gelişi güzel mana verişlerin ve tahribatlarına engel olmak ve aynı zamanda kötü neticelerinden Müslümanları korumak için, müteşabih ayetleri İslam'ın ruhuna uygun bir şekilde tevil etmek mecburiyeti hasıl olmuştu. Şimdi Allah'ın müteşabih sıfatlarına ait olan ayetleri bu iki mezhebin ne şekilde anladıklarını görelim. Ekseriya bu sıfatlar zikredeceğimiz şu ayetlerde toplanmaktadır:

"Rahman (olan Allah) arşa istiva etmiştir." (Taha: 5)

"O, kulları üzerinde kahredici (kahhar) olandır. Size koruyucular gönderiyor. Sonunda sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun 'hayatına son verirler.' Onlar (bu işte, ne eksik ne fazla) kusur etmezler." (el-En'am: 61)

"Rabbin(in buyruğu) geldiği ve melekler dizi dizi durduğu zaman;"(el-Fecr: 22)

"Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (Kendisi) baki kalacaktır." (er-Rahman:27)

"Kişinin (yana yakıla) şöyle diyeceği (gün): "Allah yanında (kullukta) yaptığım kusurlardan dolayı yazıklar olsun (bana) doğrusu ben, (Allah'ın diniyle) alay edenlerdendim." (ez-Zümer: 56)

"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi Kendisi'nden sakındırır. Varış Allah'adır." (Ali-İmran: 28)

"Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir." (el-Feth: 10)

"Onu sandığın içine koy, suya bırak, böylece su onu sahile bıraksın; onu Benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır. Gözümün önünde yetiştirilmen için, Kendim'den sana bir sevgi yönelttim." (Taha: 39)

Selef mezhebi (ilk dönem İslam âlimleri), Allah'ı, Yukarıdaki sıfatların zahir anlamından tenzih ederler ve Allah'ın zikrettiği şekilde onlara iman ederler ve onların hakikatini Allah'a havale ederlerdi. Halef mezhebi (Bunlardan sonraki İslam âlimleri) ise bu sıfatlara çeşitli manalar vermişlerdi. "İstiva"ya: istikrar, istevla, suûd, ı'tidal; "Allah'ın gelişi"ni: Allah'ın emrinin gelişi; Allah'ın fevkiyyetinin yücelik yönünden olduğu, cihet yönünden olmadığı; "Cenb"den maksat: haktır, "Vechi": zatıdır, "Aynı": inayetidir; "yed" kudretidir; "nefs": ukubetidir gibi manalar vermişlerdir.39[24] Müteşabih ayetlerin tevil edilmesi caiz görülmezse de, Kur'an-ı Kerimde işaret buyrulduğu veçhile, caiz görülmeyen tevil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkartmak maksadıyla yapmak istedikleri tevillerdir. Yoksa, iyi niyetle, akla muhakemeye ve dinin esasatına uygun olarak yapılan teviller kabul edilir ve gereklidir. Çünkü ilk devirdeki sağlam iman zamanla kaybolmuş, meydana gelen tereddütleri ma'kûl bir şekilde ortadan kaldırmak icap etmiştir.

c) Müteşabihin hem lafız ve hem de manada oluşu: Bunun için de pek çok örnekler vardır. Meselâ Bakara suresinin 189. ayeti olan: "iyilik ve taat evlere arkalarından gelmeniz değildir" Eğer bir kimse Arapların cahilliyetteki adetlerini bilmezse Kur'an'ın bu nassını anlamaya muvaffak olamaz. Bu gibi ayetlerin anlaşılması hem lafızlara hem de manalara ait tarihi, içtimai, ahlâki v.s. gibi birçok şeylerin bilinmesine bağlıdır. Cahiliyet devrinde Araplar ihrama girdiklerinde evlerine kapılarından girmezler, duvardan bir delik açıp oradan girip çıkarlardı. Cenab-ı Hak bunun için bu ayeti inzal etti. Bu ayetin hem lafzında ihtisardan (kısaltmadan) dolayı teşabbüh, hem de manasında bir teşabbüh vardır. Cahili Arap âdetini bilemezsek bu ayette bir mana vermek imkânına da sahip olamayız.

Kur'an-ı Kerimde müteşabih ayetlerin bulunması, insanlık için bazı faydalar temin etmektedir. Genellikle bu ayetler sayesinde İslamiyet'te insan fikri dondurulmamış, geniş bir fikir hürriyetine müsaade verilmiş ve kapı açılmış oluyordu ve bu ayetler dinin temellerini kuvvetlendirmekte esaslı rol oynuyordu. Çünkü bu ayetler bir kaç manaya uygun yorumlanabiliyordu. Bu bakımdan zihinleri tamamen boş bulunan ve muhtelif fikirlerle karışmamış olan cahili Araplara akıllarının alamayacağı bir söz söylemek, onların yeni dine inanmalarında bir tereddüt hasıl edebilirdi. İşte bu ayetler sayesinde, böyle bir durum ortadan kalkmış, Müslümanları daha çok öğrenmeye ve başka bilgilere de sahip olmaya sevk etmiştir. Yine bu ayetler sayesinde dinin tebliğine ve tesisine mâni olmak için sorulan suallere susturucu cevaplar verilmiş ve ilk günden itibaren meydana gelecek fesatların önüne set çekilmiştir. Kur'an-ı Kerimde muhkemle beraber müteşabihin bulunması, elbette insanoğlu için bir denemedir. Acaba insanlık dosdoğru olan Peygamberin haberine itimat ederek gayba inanacak mı? (Yoksa, bunları bahane edip sorumluluktan kaytarıp kaçacak mı?) Kur'an bunu güzel bir şekilde ifade eder: "Hidayete erenler, bunlara inandık derler, kalplerinde eğrilik bulunanlar ise o Rablerinden bir hak olduğu halde, onu inkâr ederler ve fitne aramak için onu müteşabih olanına tabi olurlar." (Ali İmran: 7) Müteşabihatın diğer bir faydası da: İnsanoğlu ne kadar istidat ve ilim sahibi olursa olsun, aslında, aciz ve çaresiz biz mahlûk olduğunu gösteren bir delilidir. Bu ayetler, Allah'ın ilmiyle her şeyi ihata ettiğini, mahlûkatın onun ilminden, ancak onun dileyeceği kadarını alabileceğini ifade etmektedir. İnsanın Allah'ın karşısında kul olduğunu idrakine erdirir.

Müteşabihler sayesinde Kur'an'ın ezberlenmesi ve muhafaza edilmesi de daha kolay hale gelir. Eğer bu müteşabih manalar, diğer lafızlarla ifade edilseydi. Kur'an'ın kalın ciltler halinde olması lazım gelirdi. Bu bakımdan ezberlenmesi ve muhafazası da güçleşirdi. Kur'an muhkem ve müteşabih ayetlerden teşekkül ettiğine göre, bir kısmını diğerine tercih ve tevil etmekte, lügat, sarf, nahiv, maani, beyan, usulü fıkıh… gibi bir çok ilimlerin öğrenilmesine mecburiyet hissedilir. Kur'an'ın hepsi muhkem olsaydı, akli delillere ihtiyaç duyulmaz ve insan aklı dondurulmuş olurdu. Halbuki ondaki müteşabih ayetler sebebiyle, zihni gayretlere girişerek akıl çalıştırılmış olur. Aynı zaman da kör taklitten kurtulup, akıllı mahlûk olması hasebiyle kıymet kazanan insanın şerefini yüceltir.40[25]

Bu sahada; Abdu'l-Cebbar b.Ahmed (Ö.415)'in "Müteşabihi'l-Kur'an'ı; er-Ragib el-İsfahani'nin "Dürretu't-Te'vilfimüteşahi't-Tenzil'i; Burhanud'-din Ebil'kasım Mahmut b. Hamza (Ö. 500/1106)nın "el-Burhan fi Tercihi Müteşabihi'l-Kur'an limafihi mine'l-Hucceve'l-Beyan'ı; Şemsuddin Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali el-Mazenderani (Ö. 588/1192) nin, "Müteşahihil-Kur'an" adlı eseri; Fahru'd-Din er-Razi  (Ö. 606/1209)nin  "Gurretu't-Te'vil ve Dürretu't-Tenzil'i; Ebu Ca'fer Ahmed b. İbrahim el-Garnati (Ö. 708/1308)nin "Mellaku't-Tevili'I-Gati'fi Fununi't-Tefsir"i; Muhammed b. Ahmed b. El-Lubban el-Eş'ari el-Mısri (Ö. 749/1348)nin "Reddu'l-Müteşabih ile'l-Muhkem'i; ve Es-Suyuti'nin (Ö. 911/1505) "Kutfu'l-Ezhar fi Keşfi'l-Esrar" adlı eserleri vardır.

Bazı Surelerin Başlangıç Harfleri veya (El-Hurufu'l-Mukatta'a)41[26]

Bazı surelerin başında bazen basit, bazen de bir kaç harfin birleşmesinden meydana gelmiş rumuzlar bulunmaktadır. Bu kesikli harflere "el-Hurûfu'l-Mukatta'a" denir. Surelerin bazısının bu şekilde başlayışı, İslâm'ın bidayetinden beri Müslüman âlimlerini meşgul ettiği gibi, sonradan bazı şark ve garb âlimlerinin de bunlar üzerine eğilerek, anlayış ve zekâlarını çalıştırmak gayreti içinde bulunduklarını müşahede etmekteyiz Biraz evvel de bahsettiğimiz gibi, bütün âlimler bu kesikli harflerin müteşabihattan olduğunda ittifak halindedirler.

İşte müteşabihattan addedilen, el-Hurufu'l-Mukatta'anın işaret ettiği manalar hususunda çok çeşitli görüşler ortaya atılmıştır.

Bu harfler, Kur'anı Kerimin 29 suresinin başında yer almıştır.

Bu harfler 14 tane olup Arap alfabesinin yarısı kadardır ve bunlar 13 şekil altında görünürler. Bunların bazısı tek bir harften, bazısı iki, bazısı üç, bazısı dört, bazısı da beş harften meydana gelmiştir.

Bu Hurufu Mukatta'alar bir kelime gibi yazıldığı halde, okurken ayrı ayrı olarak elif lam mim diye sayılır.

Bu başlangıçların, tam bir ayet olup olmadığı meselesi de ihtilaflıdır. Tercih olan kavle göre bunlar ayet değildir, belki kendilerini takip eden ayetin bir cüz'ü gibidir.

el-Hurufu'l-Mukatta'a hakkında İslamiyet'in başlangıcından beri çeşitli fikirler ileri sürüldüğünü söylemiştik. Bu görüşleri iki grupta toplayabiliriz. Birincisi, Bu harfler "Kur'an'ın esrarındandır" Allah bunları bilme ilmini kendine mahsus kılmıştır. Bu bakımdan bu ilim için "ilmi saklı, sırrı kapalı" demişlerdir. Bu harflerin manaları üzerinde durmak istememişlerdir.

Üslubu'l-Kur'an

Yirmi üç yılda Hazreti Peygambere Cebrail vasıtasıyla, ilâhi vahyin mahsulü olarak gelen Kur'an-ı Kerim, çok kısa denecek bir zaman süresi içerisinde; ilahi tanzimde, surelerinde, ayetlerinde, kıssa ve öğütlerinde, misallerinde, emir ve nehiylerinde ve hüccetlerindeki üslûbu sayesinde, insanlığı, dalmış olduğu karanlık ve bataklıktan kurtarmaya yönelmiş ve onlara iki âlemin saadet yollarını göstermişti. Bu kısa müddet içerisinde, hurafe ve putperestliği kökünden devirmiş, küfür ve kötülükleri yok etmişti.. Hurafeler içinde bunalmış en çirkin davranış ve ahlaksızlıklara bulaşmış insanları ıslah edip düzene koyması, onun üslubunun mükemmelliğinden ve etkinliğinden değil de nedir?

Kur'an'ın üslup özelliği, insanların telif ettiği eserlerin üslûbuna benzemediği gibi, diğer münzel kitaplarınki ile de aynı değildir. Onun kendine has üstün bir üslûbu vardır. Bu üslûbun farkına varmak, ancak, Kur'an-ı ve ona ait ilimleri anlamakla mümkün olabilmektedir. Gerçekten, Kur'an öncesi (cahiliye çağı) Arapça'sı hakkında bilgimizin azlığı, Kur'an'ın Arapçasının mucizeli üslûbu hakkında salahiyetle hüküm yürütmemize engel ise de, Kur'an'ın meydan okuma ayetleri bu hususu aydınlatan tarihi bir delil olarak gözlerimizin önündedir. Kur'an insanoğlundan, yardımcılarını da çağırmak suretiyle, en küçük suresine benzer bir sure meydana getirmesini istemiştir. Yine tarihi bir hakikattir ki, bu meydan okumaya bu güne kadar cevap verilmemiştir ve verilemeyecektir. Ortaya çıkan hakikat şu ki, Kur'an'ın üslûp üstünlüğü, Arap edebiyatı üstatlarını dehşete düşürmüş, onların edebi dehasını ezmiş, gelecek asırlardaki belagat sahiplerinin seslerini kesmişti. Bedevi Araplar nağmeye ve ses ahengine meftun kimselerdir. Hareketleri, temayülleri ve hamleleri daima ahenkli bir nağmeye inkılâp eder. Sözlerde de daima bu ahengi arar. Şiirde kâfiye, nesirde seci asıldır. Kur'an için nesir veya şiir diyenler olmuşsa da, ilmi metotlar bu hususu kati surette reddetmişlerdir. Yüksek bir üslûba sahip olan Kur'an sureleri, ayetleri ve hatta kelimeleri arasında, elbette bir ahenk ve etkileyici bir güzellik görülmektedir. Fakat o, Dr. Taha Hüseyin'in dediği gibi "Kur'an ne şiir, ne de nesirdir, O sadece vahiydir", Ondaki tekidler (manayı takviye ve kuvvetlendirme), hazifler (Batılı ve yanlışı yok etme), i'caz (herkesi aciz bırakan özellik), takdim ve tehirler (önem ve öncelik sırasını gözetme), kalpler (her hakikatin ortası ve en can alıcı noktası), iltifatlar, taaccüb (hayret ve şaşkınlık) yerinde nida, kesret mevziinde kıllet (çokluk konumunda azlık) cümlesi, ibdai (en güzel ve en mükemmel cevap verme), teşbih (benzetme), istiare (bir kelimeyi başka anlamlarda kullanma), tevriye (birkaç anlamı olan kelimeyi en çarpıcı anlamda kullanma), tecnis (iki anlamlı söz), mukabele (karşılık verme), azap üzerine rahmetin takdim edilmesi, icaz (aciz bırakma), itnab (konuyu detaylıca ve uzunca anlatma) gibi daha pek çok hususlar onun hep üslûp özelliğidir.

Şüphe yok ki Kur'an gönüllere hoş gelen bir üslûpla nazil olmuş, bu üslûp sayesinde dost ve düşmanı onu dinlemekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Böyle bir üslûbun gayesi, insanların alâkasını kendisi üzerine çekmek ve onların hidayete ulaşmalarını temin etmek içindir. Mesela, bazı surelerin başında bulunan "el-Hurufu'1-Mukatta'a" denilen şifreli harfler, Kur'an'a karşı en büyük düşmanlığı gösteren Mekke müşriklerinin dahi alakasını çekmiştir. Arapların işitmediği bir üslûpla va'z edilen bu harflere kulak verenlerin dimağına, hemen ardından gelen İslam'ın yüksek prensipleri nakşedilmiştir. Kur'an-ı dinlemek ve İslamiyet'i anlamak istemeyenler, böyle bir üslûp sayesinde ister istemez iman esaslarına ve Kur'ani hakikatlere kulak vermiştir. Hazreti Ömer'in Müslüman olmasına vesile olan, onun bu üslûbu değil miydi? Kur'an'ın fevkalade olan üslûbu karşısında, el-Velid, Lebid, el-A'şa, Ka'b. Züheyr, gibi belagat üstatları, hayret ve takdir hislerini gizleyememişler, burcuna erişilmeyen şairlerin, "yedi askı" adıyla anılan ve Kâbe'nin duvarlarına asılan şiirleri, Kur'an'la mukayese edildiğinde, kuvvetli elektrik ampulleri karşısında duran mum ışığı mesabesinde kalmış ve utanma duygusu ile yerlerinden indirilmiştir. Kur'an büyük ve küçük, zengin ve fakir tefrik etmeksizin her yastaki ve her topluluktaki insanlara kendini dinletmesini bilmiş, onlara imanı ve İslam'ı öğretmiştir. El-Velid b. Mugire, Ahnes b. Şerik, ve Ebu Cehl gibi İslam düşmanları bile onu dinlemeye kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Umeyye b. Halef gibi bir inatçı kâfir, yerden toprak alıp alnına götürmüş42[27] ve Utbe b. Rabia'yı hayret ve dehşete düşürerek: "ondan öyle şeyler işittim ki, ömrümde benzerini işitmiş değilim, bu sözler ne şiir ne sihir ne de kehanettir".43[28] dedirtmiş olan, onun cezbedici fusunkâr (büyüleyici) üslûbu değil midir?.

Kur'an'ın insanlığı aciz bırakan mükemmel üslûbu karşısında, yalnız Müslümanlar değil, Arapça bilen ve bilmeyen gayrimüslimler, hatta müsteşrikler (İslam'ı araştıran Batılı Şark bilimciler) bile hayranlıklarını gizleyememişlerdir. Regis Blachere "Kur'an'a Giriş" , adlı eserinde, bu hususu şöyle ifade eder: "hatta Arapça bilmeyen bir Avrupalı dahi, bazı surelerin okunmasından hisleniyor, ya Muhammed'in muasırları -hiç olmazsa kin ile körleşmemiş olanların- Kur'an hakkında neler düşündükleri tahmin edilebilir."44[29] İslamiyet aleyhindeki eserleriyle tanınış olan papaz Henri Lammens bile "filolojik (dil bilim) bakımdan Kur'an'ın üslûbu, dikkate değer bir mükemmeliyettedir"45[30] demek mecburiyetinde kalmıştır. İ Goldziher de, "O, dünyanın en edebi eserlerinden biridir"46[31] demektedir. Kur'an-ı İngilizce'ye tercüme eden Palmer, tercümesinin mukaddimesinde "en güzide Arap muharrirlerinin, kıymet itibariyle, Kur'an'a eş olabilecek bir şey yazamamaları, hayretle karşılanacak bir şey değildir."47[32] Yahudi âlim ve araştırmacı Hirshfield de: "Kur'an, haiz, olduğu ikna kuvveti, belagatı ve inşası itibariyi topuğuna bile erişilmeyecek bir kitaptır. İslam âleminde bütün ilim ve irfan şubelerinin hayrete şayan inkişafı da işte bu Kur'an sayesinde olmuştur."48[33]

Gönüllere hoş gelişi, tabiatı müşahede ve tefekküre davet şekli, insanın maddi dünyasına ve ruhuna hitap edişi, sözlerinin yerli yerinde dizilişi, tekrarlarının usandırma ve bitkinlik vermeyişi, çok güzel ayet sonları ve ahenkli bitişleri, tabii secileri (nesir kafiyeleri), asırlar sonra yapılmış hassas âletler ve laboratuarlar yardımıyla akılların ancak ulaşabileceği; Atomlardan fezalara, canlı hücrelerden mucize organlara kadar, bütün  ilmi sırlar ve detaylı bilgiler fert ve cemiyet ahlakını güzelleştiren ve aileyi ıslah eden ahlak kaideleri, tatlı hikayeleri, geçmiş asırların tarihini aydınlatan ibret ve hikmet belgeleri, mebde ve mead (kâinatın varoluşu ve sonu) hususundaki bilgileri, askeri talimat ve stratejileri, devletler arası hukuk prensipleri, bünyesinin diğer eserlerden farklı oluşu, tabii güzelliklerine ilaveten bedii güzellikleri, mücerredi müşahhas, zihinde gaip olanı önünde hazır yapan meselleri, güzel hitabeleri, müstesna ikna sistemi, delillerinin kuvveti, mantığının mükemmelliği, insanlığa her iki âlemin saadetini temin eden kaideleriyle, Kur'an'ın üslûbunun fevkaladeliği, onun, insanlığı aciz bırakan yönlerinden biri olmuştur. Şiirden daha ince, denizlerden daha engin, sihirden daha çekici; şerefli ve yüksek bir mevkii olan bu ilahi ilmin talibi maalesef fazla değildir. Oysa Kur'an hakikaten basiret sahiplerinin meşgul olacağı bir Kitabı Kerimdir.49[34] Müslümanların mukaddes kitabı olan Kur'an-ı Kerim, bu üslûbu sayesinde, Arap dilini iptidai mantık alanından, medeniyet ve kültürün düşünce yükünü taşıyacak teknik tekâmüle yükseltmiş ve onu, Arapçada nice ölmez şaheserler meydana getirme şerefine eriştirmiştir.

Kur'anın Eşsizliği (İ'cazu'l-Kur'an)

Lügatte i'caz kelimesi aciz bırakmak manasına gelir. Bir şeyin benzerini yapmaktan muhatabı aciz bırakan şeye de mucize denir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim Hazreti Peygamberin en önemli ve ebedi bir mucizesidir.

Bütün Peygamberler ilahi bir vazife ile gönderilmiş olduklarını ve kendilerini kavimlerine kabul ettirebilmek için mucizeler göstermek mecburiyetinde kaldıklarını biliyoruz. Bu hususu bizzat Hz. Peygamber şöyle dile getirmektedir: "Hiç bir Peygamber gönderilmemiştir ki, ona, insanları imana getirecek, bir ayet verilmemiş olsun, Bana verilen, Allah'ın gönderdiği vahiydir. Onun için kıyamet günü ümmetimin sayıca diğerlerinden çok olmasını ümit ediyorum"50[35] demiştir. Geçmiş Peygamberlerin bu mucizeleri, sadece o devirde yaşayanlar ve orada hazır bulunanlar tarafından müşahede edilebilirdi. Kısaca ifade etmek lazım gelirse, onların bu mucizeleri sürekli değil, geçici ve hissi idi. Mesela, sihrin revaçta bulunduğu ve ünlü sahirlerin yaşadıkları bir devirde, Hz, Musa'ya sihirli bir asa verilmiş, bununla sihirbazlar mağlup edilmişti. Hz. İsa'nın tıp alanında gösterdiği büyük mucizeler ise, onun zamanında tıbbın ve hazık tabiplerin en yüksek derecelere ulaştıklarını gösteren bir delildir.

Hz. Muhammed'in mucizeleri ise, kıyamete kadar geçerli sürekli ve aklidir. Çünkü o zamanda Arap dili ve hitabeti en yüksek dereceye ulaşmış bulunuyor, adeta altın çağını yaşıyordu. Arap kavminin fesahat ve belagat yönünden en yüksek mertebeye ulaştığı bir devirde, gereken en büyük mucize, hiç şüphe yok ki, belagat ve fesahatin en büyük timsali olan ve hiç kimse tarafından taklit edilemeyen Kur'an-ı Kerimin vahyedilmesi olmuştur. O Yüce yaratıcının Kelamıdır, mahlûkun sözleri asla onu taklit etmeye muktedir olamaz ve olamayacaktır da. Çünkü bu husus Allah tarafından o derece kesinlikle belirtilmiştir ki, aksinin varit olması mümkün değildir. Kur'an-ı Kerimin insanlığı aciz bırakan yönü, yani onun i'cazı, ona benzer veya ona yakın bir eserin meydana getirilememesinde aranmalıdır. İşte bu bakımdan Kur'an, Hz. Peygamberin en mühim ve en büyük mucizesi olmuştur. Bu mucize, artık başka mucizelere gerek bırakmamıştır. "Ona Rabbinden (başkaca) ayetler de indirilmeli değil miydi? dediler. De ki, o ayetler ancak Allah'ın nezdindedir. Ben sade (kötü neticelerden) apaşikar bir sakındırıcıyım. Sana indirdiğimiz o kitap ki karşılarında okunup duruyor- onlara kâfi gelmedi mi? Onda iman edecek bir kavim için elbette (büyük) bir rahmet ve bir öğüt vardır"51[36]

Kur'an'ın i'cazı pek çok yönlerde tecelli eder. Onun i'cazını sadece dili, üslûbu ve fesahatında aramak hatadır. Onun telifi, ihtiva ettiği ilimler ve maarifi, kevni (müspet) ilimlerdeki yeri, ıslah siyaseti, gaybi haberleri, Peygamberin şahsında ümmetin ikaz edilişi, Peygamberin bile ona benzer bir eser meydana getiremeyişi gibi daha pek çok yönlerde i'caz aranılabilir. Şimdi biz bunlardan bir kaç tanesini görelim.

Dil ve üslûp yönünden: Bizzat Kur'an'ın kendisi bütün insanlar bir araya gelip çalışsalar kendine benzer bir eser meydana getirmekte aciz kalacaklarını söyler. Risaletinin ilk devirlerinde Mekke'de, Kur'an kendinin ebedi ve eşsiz bir mucize olduğunu söylemiş ve bütün muarızlarına meydan okuyarak "De ki, bu Kur'an'ın bir benzerini (meydana) getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler ve hatta biri birlerine yardım etseler bile, onun gibisini   (meydana)   getiremezler"52[37]  demiştir.

Bu hakikati duymayan Mekkelilere, yine Mekke devrinin sonlarına doğru, onlara meydan okuyarak bütün bir Kur'an-ı değil, belki surelerine benzer on sûre yapmalarını istemiştir." "(Senin için Kur'an-ı) O uydurdu diyorlar (değil mi ?), (onlara) de ki, siz sözünüzde samimi iseniz, Allah'tan başka kimi (yardıma) çağırırsanız çağırın da, onun gibi on sure uydurup meydana getirin"53[38] diyerek acizlik ve çaresizliklerini ilan etmiştir.

Daha sonra Kur'an, beşer gücümüzün kendine benzer bir tek sûre bile meydana getiremeyeceğini söyleyerek "eğer kulumuza (Muhammed'e) indirdiğimizden (Kur'an'dan) şüphe ediyorsanız ve doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka yardımcılarınızı (yardıma) çağırın ve onun sûrelerine benzeyen bir sûre (meydana) getirin (bunu) yapamazsınız ki (elbette) yapamayacaksınız kâfirler için hazırlanmış bulunan ve yakıtı insanlar ile taşlar olan ateşten sakının"54[39] demek suretiyle meydan okumasında  (tehaddisinde)  en son merhaleye gelinmiştir.

Zikredilen yukarıdaki ayetlerdeki, "meydan okuma", tedrici bir surette şiddetini artırmaktadır: İlk ayette, Kur'an'ın bir benzeri yapılması istenirken, son ayette tek bir sureye kadar inilmiş olması, mahlukun Halik karşısındaki aczini ifadeden başka bir şey değildir. Bu ayetler, muaraza kapısını kapamış ve insanların Kur'an karşısında kat'i hezimetlerini tescil etmiştir.

Arap edebiyatının altın devri olan bu ilk peygamberlik günlerinde Araplar, aralarından birinin, sanatta kendilerine üstün geldikleri zaman, bütün kuvvetleriyle onunla yarışmaya ve ondan daha üstününü meydana getirmeye gayret gösterirlerdi. Zamanımızda da insanların, şöhret, kibir, üstünlük ve öğünme arzusunu izhar etmeye düşkün olduklarını görüyoruz. Aralarından birinin, kendilerine üstün geldiğini gördükleri zaman, bütün güçleriyle onunla yarışmaya çalışırlar. Beşer bu dürtü ve duygu üzerine yaratılmıştır. Hz. Peygamberin muasırı olan Araplar da bu şuur üzerinde idiler. O halde niçin onlar, Kur'an'la yarışmaya, onunla muaraza etmeye koyulmadılar? Onun belagatındaki fevkaladeliğe muhalefet etmediler? Halbuki Hz. Peygamber tek başına, onlar ise binlerle idiler. Acaba bu hal, kendi aralarında bu sanatı ifa edecek üstatların yokluğundan mı ileri gelmişti?. Bu suale evet diyemeyeceğiz. Çünkü bu devirde Hicaz toprağı fesahat ve belagat üstatlarının çok bol olduğu münbit bir yerdi. O halde niçin Kur'an'ın benzerini yapmağa teşebbüs etmeksizin, Hz. Peygamberle savaşa giriştiler. Niçin yazı ile değil de, kılıçla mukabele ettiler? Başlangıçta Araplar Hz. Muhammedi bir meczup, bir şair bir kâhin gibi telakki etmişler, çok geçmeden işin ciddiyetini anlamışlardı. Kur'an'a nazire yapmağa kalkışsalar bile, uydurdukları bu eserle, Kur'an'ın yaptığı tesiri ifa edemeyeceklerini biliyorlardı. Kur'an'ın mükemmel üslûbu ve eşsizliğine rağmen, tarihte bazı cüretkârların ortaya çıkarak, ona nazire yapmaya kalkıştıkları görülmüştür. Peşinen söyleyelim ki, onların bu gayretleri, acizliklerini ispat etmekten ve kendilerini rezilliğe sürüklemekten daha ileri gidememiştir.

Mucize ve nübüvvet delili olan Kur'an'ı Kerimin üslûp ve eşsizliğini, Arap dilini iyi bilen herkes takdir edebiliyordu. Yalancı peygamberlerin ortaya attıkları kafiyeli sözlerin, Kur'an'la mukayese edilemeyecek kadar basit ve bayağı olduğu ve bunun Araplar tarafından derhal anlaşıldığına dair haberler çoktur. Mesela, Talha en-Nemeri, Yemameye gelip Müseylime ile konuştuktan sonra "şahadet ederim ki, sen muhakkak yalancısın, Muhammed ise sadıktır. Fakat kendi kabilemin yalancısı bana, Kureyşlilerin doğrusundan daha muhabbetlidir"55[40] demek suretiyle, körü körüne cahiliyye inadına kendini kaptırmıştır.

Kur'anı Kerimdeki Kıssalar (Kısasul-Kur'an)

Kur'an-ı Kerimde geçmiş peygamberlere ve milletlere dair kıssalar hem öğreticidir, hem de en sağlam tarihi belgedir. Kur'an'daki bu kıssalardan maksat, tarihi vakıaların kronolojik olarak anlatılması değildir. Ancak geçmiş peygamberlerin ve milletlerin başına gelenlerden bir ibret dersi almamız istenmiştir. Bu sebepten kıssaların bazısı bir kaç kere tekrar edilmiştir. Kur'an hadiselerin teferruatını değil, kendi gayesine uygun ve insanların müşterek dertleri olan yönleri seçmiştir. Bu hadiseler muhtelif surelerde anlatıldığı halde her defasında ayrı bir tazelik ve tatlılık arzetmektedir. Örneğin: insanın yaratılışı, kuru  bilgileri dinlemekten ziyade, müşahhas fikirlere mütemayildir. İnsanın yaratılışını göz önünde tutan Kur'an-ı Kerim, en güzel kıssaları, adeta gözlerimizin önünde cereyan ediyormuşçasına canlı şekilde nakletmektedir. İnsanlık tarihi bir sinema şeridi gibi seyircilerine ibret alınacak ince noktaları vererek, hayatını tanzim etme yollarını gösterir. Sözün kısası, Kur'an'daki kıssaların asıl gayesi ahlâki ve terbiyevidir. Bunlar Kur'an'ın kendine has olan üslûbu ile bildirilmiştir. Bu kıssaların böyle hususi bir üslûpla anlatılışından dolayı, bazı müellifler bunlarda edebi bir maksat aramaya girişmiştir. S. Sidersky (Les Origines deslegendes musulmanes dans le Coran et les vies des Prophetes, Paris 1933) adlı eserinde, bu kıssaların edebi olarak Tevrat ve İncillerden nakledilmiş olduğunu iddia etmiştir. Bazıları, bu kıssaların tarihi hakikatlere uyduğunu iddia etmekte, hatta bu kıssaların motif ve kaynaklarını Kur'an dışında görme gayretindedir.

Kur'an-ı Kerimdeki kıssaları şöylece sıralayabiliriz: Hz. Adem ile melekler ve şeytan, Adem ile Havva, Adem ve oğulları, Hâbil Kabil olayı, Kâbe'nin inşası, Hz. Lokmanın oğluna yaptığı ölmez nasihatler, Yusuf'a karşı kardeşlerinin kıskançlığı ve Yusuf'u kuyuya atmaları, Hz. Yusuf ile Azizin karısı arasında geçen hadise ve Yusuf'un hapse atılması, kardeşleriyle mülakatı, Hz. Musa'nın peygamberliğinden evvelki hayatı, risaleti ve mucizeleri; Firavun'un inadı, İsrail oğullarını Mısır'dan çıkarması, el-Bakara (kurbanlık sığır) ve Hıdır kıssası…, Hz. Süleyman'ın hikmetleri, Süleyman ve Belkıs, Hz. İsa'nın doğumu, nübüvveti, sofrası…, İsrail oğulları, Zülkarneyn, Ashabı Kehf, Ashabul-Uhdûd, Ashabü'1-Fil, Hz. Muhammed'in (SAV) yaşadığı İsra, Hicret, Bedir, Uhud, Benu'n-Nadr Ahzab, Mekke fethi, Huneyn gazvesi, İfk olayı ve münafıklara ait kıssalar. Evet insana yaşanmış olaylar kadar hiçbir şey gerçeği tam gösteremez. Bunlara uyarak, geçmiş milletlerin ilim, cehalet, kuvvet zaafiyet, şeref ve zillet durumlarını ve bunların sebeplerini ve sonuçlarını iyice incelersek, bizlerde bugün mevcut olan iyi veya kötü davranışlarımıza toplumsal sorunlarımıza ve çıkış yollarına dair belge ve örnekler elde edilecektir.

Vaktiyle, Mısır Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinde, (Mason olduğu söylenen) Prof. Ahmed Emin tarafından kabul edilen "el-Fennu'l-Kasassiyyu fi'l-Kur'an" adlı teze oldukça tepki gösterilmiştir. Bu tezin müellifi, Kur'an'daki kıssaların tarihi hakikatleri değil, tasvir sanatını nazarı itibare aldığını iddia etmiştir. Gerek eserin müellifi ve gerekse tezi kabul eden Prof. Ahmet Emin, er-Risale ve Livâu'l-İslam adlı mecmualarda şiddetle tenkit edilmiş, hatta müellif ilhadla (küfre sapmakla) itham edilmiştir. Muhammed el-Hıdır Huseyn, Livau'l-İslamda56[41] neşrettiği makalede, müellifin hatalarını belirtmiş ve Kur'an'daki kıssalarda tarih ve vakıalara muhalif bir şey bulunmadığını göstermiştir.

Kur'andaki kıssalara dair, çeşitli asırlarda pek çok eserler meydana getirilmiştir. es-Sa'lebi'nin el-Arais ismiyle maruf olan Kısasu'l-Enbiyası ile asrımızda Muhammed Ahmed Cad el-Mevla, Muhammed Abu'l-Fadl İbrahim, Ali Muhammed el-Becevi ve es-Seyyid Şahata'nın meydana getirdikleri "Kasasu'l-Kur'an" ile, Mahmud Zehra'nın "Kasas mine'l-Kur'an", Abdu'l-Vahab en -Neccar'ın "Kasasu'l-Enbiya"sı gibi eserler önemlidir.

Kur'anı Kerimde Tekrarlar

Kur'an-ı Kerimde bazen bir kelimenin, bazen de, bütün bir âyetin tekrar edildiği görülmektedir. Bunun sebebini ihtiyaç ve icabatta aramak gerekir. Bundan başka Arap dili ve üslûbu bakımından da tekrarlar lüzumlu bir keyfiyettir.

Arap dilinin ruhunu bilmeyen ve Arap dilini kendi dillerine göre mukayese ve muhakeme eden bazı Avrupalı müsteşrikler, Kur'an'daki bu tekrarları lüzumsuz görmekte ve onların usandırıcı ve bıktırıcı olduğunu söylemektedir. Onların bu tarzdaki düşünceleri, Kur'an'ın hakiki manasını kavrayamadıklarını ve onun yüksek edebi kıymetini idrak edememiş olduklarını gösterir.

Mekke'deki Kureyş müşriklerinin Hz. Peygambere ve İslam'a karşı gösterdikleri şiddetli mukavemet, husumet ve Müslümanlara karşı yaptıkları fena hareketler herkesin bildiği şeydir. İşte, onların putperestlik ve şirk hususundaki ısrarlarına cevap olarak verilen tenbih ve tehditlerin ehemmiyetini yükseltmek, ifade ve hükümlerin kuvvetini pekiştirmek için, kelime ve ayetlerin tekrarlanması doğal ve sosyal bir gereksinimdi. Zaten eski Arap dili üslûbunda, bu şekilde tekrarlar mevcuttu. Kur'an-ı Kerimde Arapların öteden beri alışkın oldukları bu üslûbu daha güzel ve daha cazip bir şekilde devam ettirmiştir. Bu hususu Fransız müsteşriki Henri Masse'de kabul etmiş ve tekrarların lüzumunu ve onun mantıki olduğunu ifade etmiştir.57[42]

Kur'an'da  çok tekrarlanan bazı ayetler üzerinde duralım:

1- "ki benim azabım ve tenbihlerim nasılmış (düşünün)" Bu âyet el-Kamer suresinde 4 defa tekrarlanmaktadır.

2- "İbret için Kur'anı kolaylaştırdık, hiç ibret alan var mı?" Bu ayette yine el-Kamer suresinde 4 defa tekrarlanmaktadır,

3-"O gün (hakkı) yalan sayanların vay haline" Bu ayet el-Mürselat suresinde on defa tekrarlanmıştır.

4- "Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz" Bu ayet er-Rahman suresinde 31 defa tekrarlanmıştır.

Kıssalardaki tekrara gelince: Kur'an'daki muhtelif kıssalardan maksadın ne olduğunu söylemiştik. Bu kıssaların gayesi, eski peygamberlerle, milletlerin ve memleketlerin tarihçelerini çizmek ve hikâye etmek değildir. Eğer gaye bu olmuş olsaydı, aynı kıssaların tekerrürüne lüzum görülmezdi. Asıl gaye onlardan ibret dersi almak içindir. Mesela, zalimlerin kötü sonlarını, duçar oldukları feci durumlarını bu kıssalardan öğreniyoruz ki, bu hususları muhtelif vesilelerle tebarüz ettirebilmek için, kıssaların tekrarlanması tabi ve gereklidir. Tekrarların ehemmiyetini ve farklı surelerde ayrı konulara dikkat çektiğini şu misal ile daha iyi arılayabiliriz. Hazreti Adem'in kıssası, el-Bakara, Araf, el-Hicr, el-İsra, el-Kehf ve Taha sûrelerinde tekrarlanmıştır. Bu kıssa el-Bakara sûresinde, Allah'ın nimetlerinin çeşitleri ve kıymetleri; el-Araf'da, Allah'ın nimetlerine karşı, insanların şükürlerinin eksikliği ve nankörlük özelliği; el-Hicr'de, Allah'ın insanı topraktan, Cinni ateşten halk edip, bu iki maddenin birbirinden üstün olmadığını ve İblis'in kendini Adem'den hayırlı telakki etmesinin de bir aldanma ve cehalet eseri sayılması lâzım geldiği; el-İsra'da, insanların fitnelerini ve fesat hareketlerini; el-Kehf'de insanın düşmanı olan İblisin ve onun cinsinden olanlarla dostluk geliştirmenin tehlikelerini; Taha'da, insanın zaaf hallerini ve bundan dolayı her zaman Allah'ın yardımına muhtaç ve mahkum bulunduğu gerçeğini hatırlatmaktadır."58[43]


[1] Tabakâtu b. Sa'd VI, 63; Îbn Teymiyye, Mukaddimefi Usuli-Tefsir, Dımaşk 1936, s. 31; el-Itkân, I. 32; Dr. Şubbi eş-Salih, Mebâhisfi Ulûmi'l-kur'an, s, 134.

[2] el-Vâhidi, Esbâbu'n Nüzul, Mısır 1315, s. 4,

[3] Menâhilu'l-İrfân   I. 102.

[4] Aynı yer

[5] El-Itkan,  I. 29.

[6] Menâhilu'l-İrfân,  I.  101.

[7] Mâide   sûresi   90.

[8] Sahihu'l-Buhârî. VI. 68, Sunan et-Tirmizi, (Şerh), XI. 178-179, Tefsiru'l-Taberi, VII. 36-38f Tefsiru İbn Kesir, II. 95-97, Tefsiru'l Keşşaf I. 527.

[9] Mâide  sûresi,  93.

[10] Tefsiru'l-Kâsımî, I. 22-23; el-Itkân, I. 29.

[11] Ebû İshâk eş-Sâtıbî, el-Muvafakat fi usuli-Şeria Mısır Matbaatu-Ticariyye, III. 349.

[12] Menâhilu'l-İrfân, I. 105.

[13] Aynı eser, I. 105-106

[14] Bkz. Aynı eser, I. 102-107.

[15] Muhkem ve müteşâbih kelimelerinin lügat ve çeşitli ıstılah manaları için bkz. Lisanu'l-Arab, XIII. 503-505. XII. 140-144; Menahilu'l-İrfân II. 168-173; el-Burhân, II. 68-71

[16] Mebahis fi ulumi'l-Kur'an, s. 282

[17] Sahihu'l-Buhâri, VI. 42; Sünenu't-Tirmizi, XI,  115-116.

[18] E-Itkân, II. 4; Tefsiru'l-Kasım , I. 99.

[19] Lisânu'l-Arab,  XIII.  505.

[20] Sahihu'l-Buhârî,   VI. 41.

[21] El-Itkân  II.  2.

[22] Mehâhilu'l-İrfân, 175.

[23] el-Itkân, II. 6; Mebâhis, s. 284.

[24] El-Burhân. II.  80-83; el-Itkan  II. 6-7.

[25]  Müteşabihin hikmetleri hakkında tafsilat için bkz. Menâhil, II. 178-181.

[26]  Bu hususta daha fazla bilgi için Bkz. Doç. Dr. İsmail Cerrahoğlu, el-Hurufu'l-Mukatta'a, (Diyanet Dergisi, cilt X. sayı 104-105, 106-107, 108-109).

[27] Sahihu'l 'Buhâri Mısır  1345,  VI.   177.

[28] Siretu îbn Hişarn, Mısır 1375/1955, 1. 294.

[29] Regis Blachere, Introductîon au Coran, Paris 1959, p. 172

[30]Henri Lammens, L'İslâm, Beyrouth 1944. p. 52,

[31] İ. Goldziher, el-Akidetu ve-Şeriatufi'l-İslâm, Mısır 1946, s. 9.

[32] Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1947, Mukaddime s. LXIII.

[33] Aynı yer.

[34] Bu hususta fazla bilgi için bkz.: el-Burhân. II.   382-383; Menûhilu'l-İrfân fi ulumi'l-Kur'an,  II.   198-226.

[35] Sahihu'l-Buhâri, Mısır 1345, IX.  113.

[36] el-Ankebût, 50-51.

[37] el-İsrâ,   88

[38] Hûd, 13.

[39] el-Bakara, 23-24.

[40] M. Sâdık er-Râfi'i, Î'casu'l-Kur'ân, Kahire 1375/1956, s. 195

[41] Livâu'l-İslâm. 1/6 s. 65-70, 1/9 s, 97-101.

[42] L'İslâm, Paris 1948 p. 72.

[43] Tefsir Usulü TDV yayınları 8. Baskı Ankara-1991

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Subscribe
Bildir
0 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Picture of Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...