İsrail savaş gemileri Körfez’e konuçlanmıştı!
İzmirli meşhur Kapanilerden olan Nurettin Veren bey, uzun yıllar Fetullah Gülen’le birlikte çalışmış; Yurt dışındaki okullara, Türkiye’deki banka, televizyon, gazete gibi kuruluşlara öncülük yapmış birisiydi. Hala net olarak anlaşılmayan nedenlerle bunların yolları ayrılınca, Nurettin Veren çok ciddi itiraf ve ithamlara girişmişti. Bunlar içinde bize en çarpıcı geleni, İran’la ilgili söyledikleriydi.
Bir ara Nurettin Veren’le tekrar arayı düzeltmek isteyen Fetullah Gülen O’nu Amerika’ya davet etmişti. Nurettin Bey gidip onunla görüştüklerini ve kendisine “İran İmamlığı” teklif edildiğini belirtmişti. İran’daki görevinin ise; “orada nüfusun yarısına yakınını oluşturan Azeri Türklerinin, devlete ve rejime karşı kışkırtılması, ileride Türkiye ile birleşmek heves ve hedefleriyle, Azerilerin özerklik ve özgürlük mücadelesine fikri zemin hazırlanması” olduğu kendisine bildirilmişti. Ama bu tehlikeli ve şeytani görevi kabul etmemişti.
Fetullah Gülencilerin, ABD ve İsrail’e samimi, İran’a ise mesafeli yaklaşımları zaten bilinen bir şeydi.
Şimdi, İsrail‘e ait savaş gemileri Batılı ülkelerin bayrağını çekerek Basra Körfezine doğru yola çıkmış bulunuyor. Yani İran‘a karşı yeni bir gözdağı verme olayı bekleniyor. İsrail kendisi için büyük bir tehdit olarak gördüğü İran‘a karşı güya önlem alıyor! Basra Körfezinde savaş gemisi bulundurarak aklına estiği zaman İran‘ı vurma hazırlıkları yapıyor! İsrail’in bu cüreti elbette Amerika‘dan kaynaklanıyor. Bir süre önce Amerika, İsrail‘in İran‘ı vurmasına karşı çıkmayacağını zaten açıklamıştı. “İsrail böyle bir saldırıda bulunursa karşı çıkmayız” buyurmuşlardı! Amerika İsrail‘in sırtını sıvazlıyor! “Hadi aslanım, göreyim seni” diyor! İsrail de savaş gemilerine Batılı ülkelerin bayraklarını çekerek Basra Körfezi’nde yer almış bulunuyor!
Kancık Clinton’dan İran’a tehdit yağmıştı…
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, İran’ın nükleer çalışmalarından vazgeçmemesi durumunda, komşularının silahlandırılacağını (!) ve bölgedeki Amerikan savunma şemsiyesinin genişletileceğini açıklamıştı.
Asya ziyareti kapsamında Tayland’a giden Clinton, katıldığı bir televizyon programında, ülkesinin İran’ın nükleer çalışmaları ile mücadele yollarını anlatmıştı. “Nükleer eşiği” geçmenin İran’ı daha güvenli hale getirmeyeceğini iddia eden Clinton, ”İran ile görüşmeler için kapımız açık duracak (!) ancak aynı zamanda, bölgedeki ortaklarımızın güvenliğini artırmak için harekete geçeceğimizi, üstelik karşı tarafı felce uğratacak şekilde harekete geçeceğimizi net bir şekilde belirttik” diye çıkışmıştı.
ABD’den İran’a Eylül sonuna kadar süre tanınmıştı!?
Dört üst düzey yetkilisiyle Ortadoğu’ya yönelik yeni bir diplomatik atak gerçekleştiren ABD, İran’a nükleer işbirliği için Eylül sonuna kadar süre vermişti. İsrail’de temaslarda bulunan ABD Savunma Bakanı Robert Gates, İran’la ilgili girişimlerinin “açık uçlu bir öneri” olmadığının altını çizerek, eylül ayı sonunda yapılacak BM Genel Kurul toplantılarından önce Tahran’dan bir cevap istemişti.
İran’ı nükleer programdan vazgeçirmenin yanı sıra İsrail-Filistin barış sürecini canlandırmayı ve Suriye’yi de masaya oturtmayı amaçlayan ABD adına Gates’in yanı sıra Başkan Barack Obama’nın Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell de bölgeyi ziyaret etmişti. Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones ve Körfez ülkelerinden sorumlu temsilcisi Dennis Ross’un da bölgeye gitmesi dikkat çekiciydi. ABD’nin bölgeye gönderdiği ilk isim olan Mitchell, Suriye ve Mısır temaslarının ardından İsrail ve Filistinli yetkililerle bir araya gelmişti.
ABD’nin bölgeye gönderdiği en üst düzey yetkili olan Savunma Bakanı Gates, İsrailli meslektaşı Barak ile görüşmesinde İran’a uyarıda bulunarak: “Sanırım Başkan, bu sonbaharda kesinlikle İran’dan bazı cevaplar alacağını bekliyor ve ümit ediyor.” diyen Gates, diplomatik çabaların başarısız olması durumunda yaptırımların ihtimal dahilinde olduğunu da ifade etmişti. Gates, ABD’nin füze savunma sistemine mali ve teknik açıdan katkıda bulunduğu İsrail’e ulusal savunması için en gelişmiş silahları tedarik etmeye devam edeceklerini de kaydetmişti. Barak ise İsrail’in son günlerde sürekli tekrar ettiği İran’ı vurma seçeneğinin her zaman masada olduğunu belirterek, “Biz kendi tavrımızı saklamıyoruz. Hiçbir opsiyonun dışarıda tutulmaması gerektiğine inanıyorum ve başkalarına da aynı yaklaşımı göstermelerini tavsiye ediyorum.” demişti.
Bu arada ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, geçen hafta yaptığı açıklamada, İran’ın nükleer tehdidine karşı bölgesel bir “savunma şemsiyesi”nden bahsetmesi Tahran’ın tepkisini çekti. İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hasan Kaşkavi, İran’a karşı savunma şemsiyesine gerek olmadığını, Washington yönetiminin, İsrail’e “200 nükleer savaş başlığını sökmesini” söylemesinin yeterli olacağını belirtmişti.
Lieberman’dan İran’a yaptırım çağrısı
Siyonist İsrail, bir yandan sözde barış çağrıları yaparken, diğer yandan ırkçı ve baskıcı siyasetinden ödün vermiyordu. İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, İran’ı nükleer programından vazgeçirmek amacıyla bu ülkeye yönelik ağır yaptırım çağrısını yineliyordu.
Güney Amerika ülkelerini ziyaret eden Lieberman, Peru’nun başkenti Lima’da yaptığı açıklamada, İran’ın nükleer programının dünyayı tehdit ettiğini savunuyor ve ”eğer bu rejim nükleer enerjiye ulaşırsa, büyük bir tehdit oluşturacak. İranlıları durdurmamız lazım. En iyi çözümün BM’nin ağır yaptırımlar kararı alması olduğunu düşünüyorum ve BM’nin eylül ayında yapılacak genel kurulunda bu konuyla ilgili gerçek bir değişiklik ortaya koymasını umuyoruz” ifadesini kullanıyordu.
Siyonist İsrail ve işbirlikçisi Batı, kendi nükleer silahlarını görmezden gelerek, İran’ın sivil nükleer programını atom bombası yapmak için kullandığını öne sürüyordu. İran ise bu iddiayı yalanlıyordu.
AB’nin: “İran’la ipleri koparmak çıkarımıza olmaz” açıklaması anlamlıydı.
Öte yandan, AB Dönem Başkanı İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, İran konusunda ortak ve bağlayıcı bir açıklamanın şimdilik yapılmayacağını ifade ederek, Tahran ile diplomatik bağın kesilmeyeceğini belirtiyordu.
İran ile ilişkiler konusunda konuşan AB Dönem Başkanı İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, “Tahran ile bağlarımızı koparmıyoruz çünkü bu çıkarımıza olmaz. Birçok konuda hâlâ derin kaygılar içerisindeyiz ve bu kaygıları iletmenin yollarını kapatamayız. İletişimi belli düzeylerde de olsa sürdürmek bizim çıkarımıza. İpleri tamamen koparmak çıkarımıza olmaz” diyordu.
“İsrail, karışıklık sırasında İran’ı vurmayı hesaplamıştı!”
Kuveyt’te yayınlanan bir gazete, terörist İsrail’in, seçim döneminin ardından yaşanan iç karışıklıklar sırasında İran’ı vurmak istediğini, bunun için ABD yönetiminin iznine başvurduğunu yazmıştı.
Kuveyt Gazetesi, Obama yönetiminin, siyonist İsrail’in bu talebini geri çevirdiğini açıklamıştı. Kuveyt’te yayımlanan “El Ceride” gazetesinin iddiası İsrail basınına da yansımıştı. İddiasını, “Kudüs’te yerleşik bir Amerikalı yetkili” ye dayandıran gazetenin haberine göre, İran’da Haziran ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının ardından, batılı güçlerin provokasyonuyla çıkan olaylar sırasında, İsrail Amerika’dan, İran’ın nükleer tesislerinin yanı sıra, bazı askeri tesislerini vurma talepleri İsrail Başbakanı ırkçı Binyamin Netanyahu tarafından ABD Başkanı Barack Obama’ya ulaştırılmış; talebin altında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in imzası da yer almıştı.
Aynı kaynak, Obama yönetiminin İsrail’in bu talebine, “şartların olgunlaşmadığı” gerekçesiyle karşı çıktığını vurgulamıştı. Adı verilmeyen söz konusu diplomatik kaynak, terörist İsrail’in bu niyetinde “çok ciddi” olduğunu” ve İran’ı sert bir şekilde vurmayı planladığını hatırlatmıştı. Ancak, ABD yönetimi, itirazıyla İsrail’i hayal kırıklığına uğratmış ve operasyonun “ertelenmesine” yol açmıştı.
İran viran mı olacaktı?
Çok basit ekonomik ve siyasi tedbirlerle ülkesinde kışkırtılan olayları durdurma imkanı olan İran, ya bunu deneyecek, veya iyice otokratikleşecekti. Sadece ülkenin değil, bölgenin kaderini de bu belirleyecekti. İran, birincisini yaparsa, emperyalizmin planları en azından bir süreliğine çökecek ve Ahmedi Nejadın eli güçlenecekti. Hangisinin olacağı, emperyalizmin Türkiye ile ilgili planlarına da yön verecekti. Her halükarda Türkiye’deki rejim iyice “otokratik-despotik” hale gelecek, milli güçler iyice baskı altına girecekti..
Tarih ve coğrafyanın ülkelerin kaderini belirlediğine en iyi, en somut iki örnektir, Türkiye ve İran… Ve bugün her ikisi de birbirine paralel şekilde kaynıyor, kaynatılıyor. Üniter-milli Türkiye Cumhuriyeti ile yürütülen hesaplaşmanın sebebini artık herkes biliyor. Ya İran? Yüzeysel değerlendirmelere bakarsanız, halk rejimden hoşnut değilmiş. Acaba sadece bu kadar mı? İran’ı objektif gözle takip edenler bilir ki, zengin kaynakların fakir bekçisi olarak bırakılan İranlıların yoksulluk ve yolsuzluk derdi, rejim sorunundan önce geliyor. Yani “Yeşil devrim” adı konulan olayların derinlerinde daha başka şeyler yatıyor. Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerindeki parçalanmalara, Kafkaslardaki Soros operasyonlarına, pek tabii Türkiye’deki hesaplaşmaya “demokratikleşme-özgürleşme” diye alkış tutanlara, bir de İran’daki kaynamayı alkışlayanlara bakın. Aynı kişiler ve kesimler olduğu açıkça sırıtıyor.
Ben sizi biraz tarihe götürmek, bazı tesadüflere(!) dikkat çekmek istiyorum. Osmanlı’yı çökertme yılları olan 1800’lerin sonu, 1900’lerin başı İngiliz Dışişleri Bakanlığı gizli yazışmalarında, İran’la ilgili planlar da yer alır. İşte birkaç örnek:
“Türk Hükümetine, Kuveyt meselesinde İngiliz menfaatleri olduğu anlatıldı. İran Körfezi ve Kuveyt’te Majestelerinin Hükümetinin menfaatleri vardır, bu bölgelerde Sultan’ın başkalarına haklar vermesine tahammül edemeyiz ve bu durumlar Türk menfaatleriyle de çatışabilir. Bütün bunlar Türk Hariciye Vekiline bildirildi…”
“Sultan’ın, Bağdat Demiryolu yaptırma fikri komiktir. Ben Almanlarla anlaşarak, İngiliz kapitalistlerini korumayı tercih ederim…Unutmayalım ki, bu demiryolu projesi kıymetli avantajlar ve imtiyazlar taşımaktadır. Bu yolun inşaası için ısmarlanacak yığınla malzemeden başka, yolun iki tarafında maden hakları olacaktır. Ayrıca bu proje, Kuveyt ve İran Körfezi’nde sonsuz ticaret imkanları hazırlamaktadır. Mezopotamya’nın sulanmasında da, istikbalde bize üstün bir yer hazırlayacaktır…”
İngilizler, o dönemde İran için özel raporlar da hazırlıyor. Mesela, 1908-1909 yıllarına ait raporlarda İran hakkında bilgiler veriliyor:
Evet Osmanlı’daki II. Meşrutiyet’e paralel, İran’da 1906-1911 arasında, “Anayasal Devrim” yaptırılıyor, buna da, “Bazı entelektüeller öncülüğündeki Batı’nın özgürlük ve eşitlik ideallerinin telkin edilmesi” deniyor. Oysa gerçek dönüm noktası, 1908’de İran’da petrol bulunmasıdır. Hem emperyalizmin hesapları, hem İran’ın bugünlere gelen yapısı açısından petrol başrol oynuyor!
1920’lerde Türkiye’de Mustafa Kemal’in öncülüğünde emperyalizme karşı Milli Mücadele yürütülürken, İran’da İngiliz yanlısı bir yönetim işbaşına getiriliyor. Pehlevi hanedanlığı tamamen İngiliz Yahudileri himayesinde kuruluyor. Türkiye parçalanmak istenirken, İran’ın merkezi yönetime geçmesi sağlanıyor. O kadar ki Farsça dışındaki tüm dillerin kullanılması yasaklanıyor. En büyük baskıyı da Azeriler görüyor. Çünkü “Azerilerin Türk olması ve İran’dan ayrılmalarından” korkuluyor. Ne ilginçtir bugün Azerileri bu yönde teşvik edenler yine emperyalistler oluyor. Öyle ki, “Türkiye Kürtleri atıp, sizinle birleşmek istiyor” propagandasının yapıldığı bile öne sürülüyor. Fetullahçılar bile bu fesatlıklara fırsat sunuyor.
İki ülke kaderinin kesiştirildiği bir diğer tarihi dönüm noktası ise; 2. Dünya Savaşı ve sonrası oluyor. İran; İngiltere, SSCB ve ABD’nin çıkar mücadelesine sahne oluyor, 1943 Tahran Konferansında üç ülke İran’ı yeniden inşaya karar veriyor. Ancak ülkelerarası paylaşım savaşı sona ermiyor ve 1950’lerde İran milliyetçiliği güçleniyor. Bunun sonucunda işbaşına gelip, petrolü millileştiren Musaddık’ın ABD tarafından devrildiğini şimdi Obama bile itiraf ediyor. Yeniden Şah yönetimine geçilmesiyle petrollerin işletilmesi, yüzde 50’si İran’da olmak üzere çok uluslu bir konsorsiyuma devrediliyor. Rejimin giderek otokratik bir yapıya bürünmesi sol ve İslamcı akımları bir yandan yükseltiyor, bir yandan parçalıyor. İran’ı, Şah yönetiminden, İslam Devrimine taşıyan süreçte gündeme getirilen reform paketlerine “Ak Reform” adı koyuluyor. Hayret buna benzer bizde de “AK PARTİ” kuruluyor!?
Aynı dönemde Türkiye önce Truman Doktrini ve Marshall Fonu, ardından NATO üyeliği, AET (bugünkü AB)’ye müracaatı ile hem siyasi, hem ekonomik açıdan yavaş yavaş tamamen Batı’nın kontrolüne alınıyor. İran’da, Musaddık 1953’te devrilip, tutuklanıyor, Türkiye’de de Menderes iktidarına karşı “baskıcı rejim, ülkeyi kardeş kavgasına sürüklediği, laiklik karşıtı eylemler” gerekçesiyle 1960’ta ilk askeri darbe yapılıyor. İran ve Türkiye arasındaki bir başka ters paralelliği görüyorsunuz değil mi, birinde “otokratikleşme”, diğerinde “özgürleştirme” süreçleri… Dışişleri Bakanlığı döneminde Gül’ün bile, “1921 Anayasasından sonra en özgürlükçü anayasa” dediği son derece esnek Anayasa’ya rağmen Türkiye’de de sular duruluyor, gençlik hareketleri, milliyetçilik ve anti-emperyalizm yükseliyor.
1970’li yıllarda İran, halkın tercihlerinin aksine ekonomik, siyasi ve askeri anlamda tam olarak ABD’nin bölgedeki jandarmalığını yaparken, Türkiye’de yeni bir askeri muhtıra dönemi yaşanıyor ve ara rejime geçiliyor. Sıkıyönetim ilan edilip, özgürlükler kısıtlanıyor. Tüm bu süreçlerin sonunda İran’da 1979’da “İslami darbe” gelirken, sadece 1 yıl sonra Türkiye “Askeri darbe” yaşanıyor.
BOP Bitmemiş, Tıkır Tıkır Hedefine Yaklaşmaktaydı…
Şimdi de BOP Projesi’ne geçelim. Bilindiği gibi BOP kapsamında bölünmesi öngörülen ülkeler arasında Irak, Türkiye ve İran da bulunuyor. Irak’tan başlayalım. Humeyni Devrimi’nden kısa bir süre sonra Saddam, durup dururken İran’a kimin destek ve yardımıyla saldırdı? Elbette ABD’nin. 6 yıl devam eden bu savaş her iki ülkeyi de yıprattı, ama bu arada emperyalistler hem bol silah sattı, hem “Kürt sorununun” doğması sağlandı. Saddam ardından yine ABD’nin teşvikiyle Kuveyt’e saldırdı ve malum işgalin önü açıldı. Netice Müslüman Müslüman’ı öldürdü, Irak fiilen üçe bölündü, “Kürdistan” kuruldu, emperyalistler enerji kaynaklarının üzerine oturdu ve Saddam bir bayram sabahı asılıyordu!..
Türkiye; içeride AB, dışarıda ABD’nin siyasi, ekonomik ve askeri baskıları, bir de PKK ve uzantılarına verdikleri destekle ne hale geldiğimiz ortada, felaket yaşanıyordu.
Ve İran; BOP’a göre üçe bölünmesi gerekiyor. Maşallah, böylesine tarihi derinliği, kültürü, eğitimli insanı, en önemlisi “bağımsızlık ve vatana bağlılık” yanlılarının ezici çoğunluğuna rağmen beceriksiz, basiretsiz yöneticiler eliyle emperyalist kuduz kurtlara: “suyumu bulandırdın” diyecek, fırsatlar veriliyordu!
Diyeceğim şu ki, BOP, Başbakan Erdoğan’ın iddia ettiği gibi, “doğmadan ölmüş” veya Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun söylediği gibi, “çökmüş” değil. Tanklarla, “reformlarla” ya da “kadife devrim”lerle hala sürüyordu.
Türkiye, İran’ın Alternatifi mi yapılmaktaydı?
İran’ın dini açıdan iyice radikalleştiği havası verilirken, Türkiye’de “ılımlı İslam”a yönelik adımların nasıl da hızlandığının farkındasınız değil mi?
Bilindiği gibi Obama Yönetimi, Türkiye-ABD ilişkilerinin adını, “Model Ortaklık” koyuvermişti. Acaba kimin, kime karşı “modeli”yiz? Önce yine bazı hatırlatmalar yapalım. Ecevit iktidarında Afganistan’a asker gönderilmesi gündeme geldiğinde, Abdullah Gül şunları söylemişti. “Hepimiz kaygıyla takip ediyoruz ki, yarın bu, Irak’ı, Sudan’ı, Yemen’i de, hatta hatta İran’ı da içine alır mı?..Bu tabii, çok daha tehlikeli bir gelişmedir…Ekonomik açıdan ise Türkiye ne yazık ki, ekonomik bağımsızlığını adeta kaybetmiş bir ülke olarak yakalanmıştır. Belki de Türkiye’nin, bazı şeylere, ‘hayır, öyle değil şöyle olsun’ diyememesinin altında bu da yatabilir.”
Dışişleri Bakanlığı döneminde ise kapalı bir toplantıda AKP milletvekillerine, “Biz, İran’ın nükleer programıyla ilgili olarak, BOP kapsamında ABD ile birlikte hareket edeceğiz. Girişimlerimiz de sürecek. Ancak olumsuz bir tablo çıkarsa Türkiye, İran kapısını kapatmak zorunda kalacak” demiştir.
AKP’nin iktidara gelmesi öncesinde ABD’ye büyük bir ziyaret yapan Erdoğan’ın, “11 Eylül menfur saldırısından sonra Batı dünyası ile İslam dünyası arasında ortaya çıkan gerginliğin azaltılması konusu sık sık gündeme geldi. Türkiye’nin bu noktada, tüm dünyaya ve İslam ülkelerine model olabilecek bir potansiyele ve demokrasi kültürüne sahip olduğu konusundaki görüşlerimizi dillendirdik. Amerikalı dostlarımız, Türkiye’nin yapıcı bir rol oynaması gerektiğini düşünüyorlar” sözleri ilginçti. Temmuz 2004’teki İran ziyaretinde ise “BOP’da ortak hedef olarak İran gösteriliyor. Bu konu gündeme geldi mi?” sorusuna, “Elimizden ne geliyorsa, bunu bölge barışı için, bölgenin refahı ve mutluluğu için yerine getirme gayreti içinde olacağız” cevabını vermişti!
22 Temmuz seçimlerinden sonra ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Nicholas Burns, “Irak, İran ve Suriye’ye komşu olan Türkiye’nin, 2008 yılında ABD ile bağlantısı çok daha önemli hale gelecek. Türkiye, bizim Geniş Orta Doğu’daki çıkarlarımız için kritik önemde. Türk yetkililerinin, dünyanın bu bölgesindeki stratejik zorluklara cevap verilmesinde katılımcı olmasına ihtiyacımız var” şeklinde sözler etmişti.
Belki bunların hepsinden önemlisi, Erdoğan’ın Davos’taki “One Minute” çıkışından sonra Avrupa Musevi Kongresi Başkanı Besnainou ile yaptığı görüşmenin ardından İsrail Haaretz Gazetesi’nde Yahudi yazarların kaleme aldıkları… “İslam dünyası Ahmedinejad’dan daha iyi sözcüyü hak ediyor… Erdoğan’ın, İslam dünyasının sözcüsü olması gerekiyor… Erdoğan da bu analizleri onaylıyor”!.. Tespitleri, Recep Erdoğan’ı kahramanlaştırma projesinin göstergesiydi.
Sultan Abdülhamid, yönetime geldiği günlerdeki: “İngiltere, Hindistan ve Asya’nın güvenliğini, ya Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sahip olarak, ya Osmanlının müttefiki olarak sağlayabilirdi… Bu sebeple hem siyaset olarak bize yaklaştı, hem de içimizden idareyi ele geçirmek için Mason localarını ve ittihatçıları kullanmaya başladı.” Analizleri oldukça gerçekçiydi.
Bölgedeki emellerinden asla vazgeçmeyen Siyonist emperyalizm, bugün Türkiye’ye ve de İran’a nasıl bakıyor, neler yapıyor?.. Sanki artık bölgenin bu iki en güçlü ülkesini karşı karşıya getirip, ikisini birden yok etme sürecinde ve peşindeydi. Kaderlerimiz öylesine birbirine bağlı ki… Sadece yönetimlerin değil, iki ülke halkının da çok ama çok dikkatli olması gerekmekteydi.[1]
Barbar Batılılar Dünyayı ikiye bölecek ve tarihi değiştirecek yeni sınırı Türkiye-İran arasına kaydırmışlardı!..
ABD ve Avrupa, Batı’ya yeni Doğu sınırı çizmekteydi. Bütün güvenlik politikalarında bunun izleri görülmekteydi. Gürcistan krizi ve ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın ziyareti, Irak’a yüklenecek yeni misyon, Afganistan-Pakistan hattındaki gelişmeler, Rusya-Çin-Hindistan üçgenine yönelik müdahaleler ve son olarak Ortadoğu’da ABD güvenlik şemsiyesi, evet hepsi bu yeni sınırın işaretleriydi.
Soğuk Savaş döneminde Batının güvenlik kalkanı Doğu Avrupa’daydı. Şimdi Ortadoğu’ya kaydı. Bu Batı’nın yeni savaş bölgesinin Ortadoğu olmasıyla sınırlı sanılmamalıydı. Bölge, Batı tarafından kontrol altına alınmış görünüyor ki, savunma hattı daha Doğu’ya kaydırılmıştı. Önceden Doğu-Batı sınırı, yani Batı’nın savunma hattı, Doğu Avrupa, Boğazlar ve Süveyş olarak algılanırdı. Bu hattın Doğu’su “tehditlerle dolu” sayılırdı. Şimdi yeni sınır Gürcistan, Doğu Karadeniz, İran-Türkiye sınırı ve Basra Körfezi olmaktaydı.
Yani bundan sonra krizler, yoğun olarak bu hattın doğusunda çıkacaktı. Türkiye-İran sınırı dünyayı ikiye bölen çizgi olacaktı. Bunun sonuçları iyi okunmalıydı: Artık İran; Doğu’nun cephe ülkesi, Türkiye ise Batı’nın Doğu kapısıydı. Anadolu, bu yeni çizim sonrası Batı sayılacaktı. Lübnan, Suriye ve İsrail de Batıya katılmıştı. Bu ülkeler giderek daha çok Batılı kurumlarla iç içe olacaktı.
Şimdi, bölgemizdeki ülkeler silahlandırılmakla kalmayacak, bir güvenlik kalkanı oluşturulacaktı. Batı’nın savunma hattı da saldırı hattı da bizim sınırımız olacaktı. Batı, tehdit sınırlarını kendinden daha da uzağa taşımıştı. Bu çok önemli bir gelişmeydi ve etkisi belki de yüz yıl sürecek bir olaydı.”[2]
Diyen İbrahim Karagül, acaba buna seviniyor muydu, yoksa, AKP’nin hıyanetini es mi geçiyordu?
İran’daki İran’ı iyi anlamak lazımdı.
Özel bir TV kanalındaki programa İran’dan katılan uluslar arası ilişkiler uzmanı Prof. Asgar Ferdi, ülkesine yönelik iddiaların mantık dışı olduğunu ortaya koymaya çalışıyor, bu arada Türk halkına önemli mesajlar veriyordu. Hüseyin Altınalan’ın tespitlerine göre:
Programın sonuna doğru bir Türk gazeteciye, “İnanın ki hanımefendi, Amerika’nın İslam’a düşman olduğu bir kuruntu sanılmamalıdır. O, Ortadoğu’nun Türkiye’nin, İran’ın, hatta tüm bölge ülkelerinin düşmanıdır. Bu bir gerçektir ve kesinlikle uyanık bulunmalıdır. Bu coğrafya içerisinde Amerika’ya yer yoktur” diyordu.
Bu tespit, belki de gecenin en önemli tespiti oluyordu.
Ferdi, sözlerini Akif’in “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, Düşün altında binlerce kefensiz yatanı, Sen şehid oğlusun incitme yazıktır atanı…” şeklindeki dizeleriyle tamamlayarak tüm Türkiye’ye, dostunu ve düşmanını tanıması konusunda hayati öneme haiz hatırlatmada bulunuyordu.
Programda Prof. Ferdi, dünya kamuoyunda İran hakkında oluşturulan kanaatlerin gerçeği yansıtmadığını vurgulayarak, özetle şunları açıklıyordu:
1-Evet bizim demokrasimiz bize özgü demokrasidir. Tıpkı Avrupa’nın, ABD’nin ve Türkiye’nin demokrasilerinin kendilerine özgü olduğu gibi. İran, İslam Cumhuriyeti’dir.
2-Eleştiri yönelttiğiniz “velayeti fakih” olsun, “devlet uzlaştırma konseyi” ya da diğer “şura üyeleri” olsun, tümü halkımız tarafından seçilir.
3-Evet, seçimden kısa bir üre önce Farsça yayın yapmaya başlayan BBC’nin yayınları durduruldu. Zira BBC halkı kışkırtarak; “bugün şuralarda ve şu saatlerde toplanılacak ve gösteri yapılacak” şeklinde duyurularla halkı isyana teşvik etmiştir.
4-Haklısınız, cep telefonlarında kısa SMS gönderimi engellendi. Zira yine bu yolla halk bir takım kişiler tarafından yönlendirilmişti. Bunlar buhran, kriz yönetimidir. Kriz dönemlerinde bu tür önlemler doğaldır ve gereklidir.
5-Bizim kadınlarımız, iddiaların aksine hayatın her alanında vardır ve hizmet içindedir.
6-Sayın Ahmedinejad tüm kabine üyeleriyle tüm eyaletlere, illere bir yılda en az 2 kez giderek, halkın dertlerini bizzat yerinde dinliyor ve de yatırımları takip ediyor. Bu yüzden halkın büyük teveccühüne mazhar olmuş birisidir.
7-Musevi, Batı’nın tanıttığı biçimde düşünceye sahip bir lider değildir. O ve hanımı, başörtünün nasıl giyilmesi gerektiğinin tarifini İran’da yapmış kimselerdir. Humeyni yaşasaydı, Musevi’nin yanında yer alır. Ona destek verirdi.
8-İran üniversitelerinde okuyan öğrencilerin yüzde 62’sini bayanlar oluşturmaktadır. Savaş dolayısıyla erkek azlığı iddiası komik iddiadır. Savaşın üzerinden 20 yıl geçmiştir. İnsanlar çoğalmaktadır. Dolayısıyla bayan öğrenci sayısını, savaşla ilişkilendirmek gerçek dışı bir yaklaşımdır ve karalama niyetlidir.
9-Batı’nın baskı aracı olarak kullandığı, protesto gösterilerinin sembolü haline dönüştürdüğü gösterici kızımız Nida’nın ara sokakta ve arkadan vurulması dikkat çekicidir. Vurulan kişilerin hepsi arakalarından vurulmuşlardır. Bunun anlamı nedir? Niçin önden değil de arkadan vuruldular? Olaylara müdahale eden polisler silahsızdır ve sadece jop kullanmaktadırlar. Göstericileri katleden silahların kayıt dışı oluşu provokasyon olduğunu ortaya koymaktadır. Yani bunlar, İran’ı karıştırmak isteyen ajanlarca katledilmiştir.
10-Buhran dönemlerinde özgürlüklerin kısıtlanması doğaldır. Ülke güvenliği, özgürlüklerden daha önemlidir. Bu her ülkede böyledir.
11-Burada bulunan İranlıların tümü nükleer programın devamından yanadır. Ve ülkesinin onurlu politikalarından gurur duymaktadır. Nükleer güç sadece Batılıların hakkı değildir.
Programda Ahmedinejad’a sert eleştiriler yönelten İranlı muhalif bayanlar da, küresel medya tarafından ortaya atılan iddiaların aksine rejimle bir sorunları olmadığını ısrarla belirtmişti. Ve ülkelerinden gururla söz etmişlerdi.
Kendilerinin oylarına sahip çıkmak amacıyla protesto eylemlerinde bulunduklarını, ülkelerinde ekonominin kötüye gittiğini, Musevi’nin savaş zamanındaki başbakanlığı dönemimde bile gıda sıkıntısı çekmediklerini dile getirip, dolayısıyla Musevi’yi ekonomi ve daha fazla özgürlük tanıyacağı düşüncesiyle desteklediklerini söylemişlerdi.
İran’daki göstericiler yüzlerini kapatma gereği duymazken, Ahmedinejad muhaliflerinin siyah gözlüklerle ve kasketlerle programa katılmaları, Türk toplumunu yönlendirmeye yönelik komik bir psikolojik taktikti.
[1] Meyyal Uygur / Açık İstihbarat
[2] Yeni Şafak / 29 07 2009

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Milli Çözüm, yaşam sürdüğümüz şu dünya hayatında gerçekleşen hadiseleri doğru anlamanın ve uyanık kalmanın tüyoları…
Özgür Özel, hapishanede bulunan İBB başkanı Ekrem İmamoğlunun yaptığı mitinglerle sesinini duyurmaya çalışıyormuş gibi görünürken…
"Başbakanlar, başbelasıdır bozuk düzende! Gizli gerçek hükümet, mason localarıdır Siyonist merkezler ise akıl hocalarıdır Amerika…
Sırtlanlar sadece, vergi yükler sırtlara BOP IMF görevlisidir, fatura hep yurttaşa Milli Görüş bereketle, zam…
Öyle anlaşılıyor ki hem CHP’de hem AKP’de hem de diğer muhalefet mahfillerinde, hâlâ en korkulan…
Bir toplumda iki sınıf vardır ki onlar bozulursa bütün toplumda ifsat olur bunlar yöneticiler ve…
"CHP’nin marazlı masonik takımı Kılıçdaroğlu’na karşıydı. Çünkü Kılıçdaroğlu, “Kirli, kiralık ve münafık cephenin” değil, “Milli ve duyarlı cephenin” yanındaydı.…
MİLLİ GÖRÜŞ - MİLLİ ÇÖZÜMDEN GAYRİSİ HAİM NAHUM DOKTRİNİN UYGULAYICISIDIRLAR. KİM DAHA İYİ UYGULAYACAKSA SİYONİZM…
Bugünlerde terörist başı bebek katili cani'nin ayağına gitmek için can atanların böylesine bir ihanete nasıl…
Anlaşılan amaç Özel'i bir şekilde aday yaptırıp tekrar kolaylıkla iktidarı sürdürmek. Tabi bu hizmet! falan…