YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6631d2c23d0c2
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 5 8
Bugün : 5557
Dün : 23368
Bu ay : 5557
Geçen ay : 737322
Toplam : 23521843
IP'niz : 3.141.200.180

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Siyonist Haham Hayim Nahum planı

Adım adım işliyor!…

Açlık, sefalet

Ahlaki yozlaşma, İslam’dan uzaklaşma

Borca esaret

Milli birlik ve dirlikten kopuşma, kapışma ve kamplaşma sürüyor.

Bütün kalelerimiz, bir bir düşüyor!

Dış güçleri, işbirlikçileri

Hepsi, Sevr’i düşlüyor…

Gaflet, dalalet ve hıyanet

Kol geziyor

Diyalog davulcuları,

Demokrasi çapulcularını, davet ediyor

Emperyalist leş kargaları

Başımıza üşüşüyor…

Eşkıya Kandilden inip

Mecliste yol kesiyor!…

Uyanın dostlar

Dayanın dostlar

Cumhuriyet üşüyor!…

 

Yıl 2009. Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümü gelmektedir. Cumhur, tarihi köklerimizi hatırlatan bir kelimedir. Ama nedense, bütün tarihimize alerji duyup yer ile yeksan edilmesi için özel gayreti olanlar bu kelimeye fazla zarar verememiştir. Dolayısıyla en azından görünüşte Cumhuriyet’in “Cumhurun bayramı” olarak kalmasına müsaade edilmiştir.

Yemin ile teyit ederiz ki, bu milletin tarihine düşman olan bir avuç mutlu azınlığın ve uşaklarının elinden gelse Cumhuriyet Bayramını iptal edip, onun yerine “AB’ye giriş bayramı” ilan etmeye dahi kalkışabilir.

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, adeta Türkiye Cumhuriyeti’nde değil de, “Masonik medya İmparatorluğu” sömürgesinde  yaşıyor gibiyiz.

Varlıklarını, borçlu oldukları milletimizi, aydınlatma ve ülkemiz-devletimiz üzerindeki oyunlara projektör tutma yolunda hizmet etmesi gereken “Aydın yaftalı kiralık ve karanlık kafalıların”, tarihi sorumluluklarından arınıp rant cephesinde yer almalarından beri maalesef bu böyledir.

Hatırlıyoruz. Yıl 1994. Gazeteciler artık topluma doğru haber verme görevlerini bir kenara bırakıp, iktidarların tetikçiliğini yürütmektedir. Kim, kimi tutarsa daha fazla rant elde edebilir? Bütün mesailerini bu noktada yoğunlaştırdıkları süreçler Gazeteciler Cemiyeti, zevahiri kurtarma adına şu açıklamaya ihtiyaç hissetmiştir: “Gazetecilerin bu iş dışında her hangi bir ilişkiye girmeleri düşünülemez!”

Bu sözler, o sırada DYP-SHP koalisyonu kurulsun diye parti genel başkanlarından fazla gayret gösteren Sabah’a yöneliktir. Nitekim açıklamadan kısa bir zaman sonra bu Gazetenin üst düzey kurmayı cemiyete rest çekerek ayrılıp gidecektir. Yani cevabı: “Biz dilediğimiz gibi bir iktidarın oluşumuna çalışacağız” şeklindedir.

O gün, bugün, değişen bir şey görülmemiştir. “Bir kısım medya” diye adlandırılan holding gazeteleri rantla, vurgunla, talanla iç içedir; Hakkın ve halkın değil, patronların kalemşörleridir.

Bizim “kirli çamaşır” toplayacak portföyümüz yok. Kirli ilişkilerimiz hiç olmadı. Kimseyle “Tencere dibin kara” kavgasına girmedik. Halkın sesi olma dışında hiçbir yayın türüne de iltifat etmedik.

“Medya savaşları” diye adlandırılan bir dönemde birbirlerinin kirli çamaşırlarını sayıp döken bu holding gazetelerinin kendi arşivlerinden kendilerini bir kez daha izlemenizi istedik. Aşağıda vereceğimiz bilgilerin tamamı birbirleri hakkında kendi sütunlarında sayıp döktükleri şeylerdir. Yani kaynak yine kendileridir:

Sabah Gazetesi:

Kuruluşu netameli ve şaibelidir. İzmir’den İstanbul’a olan yolculukları ayrı bir serüvendir. İlk akıl hocaları Atilla Uras, kendisi o dönemde Propeller Kulüp’ün başkanlığını yürütmektedir. Propeller Kulüp, Amerikan Konsolosluğu’nun içerisinde bulunuyor. Kaymak tabakadan 350’ye yakın kişiyi bünyesinde topluyor. Aralarında konuştukları dil İngilizce oluyor. Bir hayır kurumu değil. Ayda bir defa ABD’den gelen iş adamı ya da siyasetçinin nutkunu dinlemek için toplanma zorunlulukları var.

İşte bu Uras, Türkiye’ye akan dolarları yasallaştırmak için ABD’den bir, “sokak bankası” satın alıyor. Tek bürolu bu bankanın diğer ortakları Sabah’ın sahibi Dinç Bilgin, Genel Müdürü Ercüment Gündem ve Bilgin’in Hukuk Danışmanı Ahmet Pekin biliniyor. Bu banka işleri daha sonra Türkiye’de de dallanıp budaklanarak Net Bank’ın bu grubun hâkimiyetine girmesiyle sürüp gidiyor. Net Bank’ın yeni patronu olan Uras, o zamanın parasıyla 340 milyar lira olarak hesap edilen satış bedelinin nasıl ödendiğini “Bu Türkiye’de bilinmeyen bir teknik” sözleriyle açıklıyor.

Daha sonra Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde Bilgin’in kurduğu, “Sabah Turizmcilik A.Ş’nin” uzun öyküleri yayınlandı. Bilgin’e ait 16 milyon dolar değerindeki yat, özel uçak, zırhlı limuzin, Bolu’nun yağmalanan ormanları hep bu şirkete ait. Niçin? Sadece Bilgin özel giderlerini turizm harcaması olarak gösterip vergi kaçırsın diye!

Bu gazeteyle ilgili söylenen en ilginç konulardan biri de şüphesiz sigorta yolsuzluğuydu.

Ayamama deresi!?

Yıl 1995. 10 Temmuz. Aniden yağan bir yağmur bugünkü gibi (09 09 2009) İstanbul’u sele boğuyordu. Ayamama Deresi’nin taşması sonucu Sabah’ın kâğıt deposu ile baskı makinaları sular altında kalıyordu.

İngiltere’nin Bedford Kenti’nden Good İmpression adlı uzman kuruluşun eksperi İstanbul’a çağrılarak inceleme yaptırılıyordu. Brian Goodridge 36 saatlik incelemeden sonra makinaların tamirinin mümkün olduğuna ve en geç 5-6 hafta içinde çalışır duruma sokulacağına dair raporunu bırakıp gidiyordu.

Rapor Sabah’ın hoşuna gitmiyor. Bu kez, ATV’nin kuruluşunda Bilgin’in ortağı olan ünlü bankacı Erol Aksoy’un sahibi olduğu Emek Sigorta ile yine Bilgin’e ait Yeni Yüzyıl gazetesinin kurucu ortaklarından Hüsnü Özyeğin’e ait Commercial Union adlı sigorta şirketi ikinci bir rapor hazırlıyordu. Bu rapora göre makinalar için “Total Loss” deniliyor, yani tamiri imkânsız, yüzde yüz hasarlı sayılıyordu. Bu raporlara dayanılarak Sabah’a tam 11 milyon dolar tazminat ödeniyordu. Daha sonra ihaleye çıkarılan makinalar, kapalı kapılar arkasında 1 milyon dolar karşılığında Sabah’a yeniden satılıyor. Bu olayı duyan ilk ekspertizin sözleri: “Makinalar o haliyle bile en az 5 milyon dolar ederdi. Tamirattan sonra 15 milyon dolara satılmaması için hiçbir sebep yok.” Şeklinde oluyordu!?

İş bununla bitmiyordu. Bilgin’in ortağı Özyeğin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kapısına dayanarak “selin sorumlusu sizsiniz. Sigorta şirketinin ödediği 458 milyar lirayı bize vermek zorundasınız” diyordu. Belediye yetkilileri Özyeğin’e yüz vermeyince, Sabah şantajla işin üzerine gitmek istiyor, tam bu noktada sahte rapordan dolayı Küçük Çekmece Cumhuriyet Savcılığı’nda 1995/14983 numaralı dosyayla dava açılıyordu.

Bir de Emlak Bank serüveni vardı: Sabah’a kredilerin oluk gibi aktığı bir dönem yaşanıyordu. Emlak Bankası’nın başında Prenslerden Bülent Şemiler bulunuyordu. Genel Müdür Yardımcısı ise Sabah’ın tetikçisi Zafer Mutlu’nun kardeşi Haluk Mutlu’ydu.

Tercüman’ın sahibi merhum Kemal Ilıcak 25 milyar borcunu ödeyemediği için Küçükbakkalköy’deki bir araziyi Yapı Kredi Bankası’na devrediyor, onlar da araziyi 200 milyar liraya Emlak’a satıyordu. Arazinin üzerine banka tarafından Anatepe Kooperatifi’nin binaları dikiliyor, Emlak Bankası bu iş için Sabah’a 150 milyar lira kredi veriyordu. Ama gazete işi beceremiyor ve borç ödenmiyor, daha sonraki gelişmeler llıcak’ın kalp krizi geçirip ölmesiyle noktalanıyordu.

Ve nihayet Sabah’ın şu itirafı Nokta dergisinde ve Hürriyet gazetesinde yer alıyor:

“Sabah Gazetesi para kazanmak için vardır. Türk halkını aydınlatmak için yola çıkmamıştır. Piyasaya sahte manşet, sahte sayfalarla çıktık. Oynarız biz işimize gelenle. Bu iş oyundur…”

Ve Doğan grubu.

Aydın Doğan, Koç’ların eski ayakçısı.. Basın sektörüne el atması onlarla başladı. Evvela Koç adına Milliyet’ten bir miktar hisse alarak bu alana kaydı. Daha sonra Milliyet’in tamamını ve dönmelerden de Hürriyet’in tamamını satın alarak sektörün en büyük holdingi yapıldı. Bu dönemde Türk basını “Kartel Medyası” ile tanıştı. Bu grubun vurgunlarından sadece iki örnek aktaralım:

Ray sigorta:

Devlet bu kurumun yüzde 40.675 hissesini satışa çıkardı. Yıl 1991.

İhaleye iki firma katıldı. Birisi Merkez Bankası Mensupları Sosyal Güvenlik ve Yardımlaşma Sandığı Vakfı, diğeri ise Doğan Holding.

Bankacılar 36 milyarla ihaleyi kazandı. Ödeme peşin yapılacaktı. Özelleştirme Yüksek Konseyi Başbakan Süleyman Demirel’in başkanlığında toplandı. Toplantıda ilgili kurum temsilcilerinin yanı sıra Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, Devlet Bakanı Cavit Çağlar ve Bayındırlık Bakanı Onur Kumbaracıbaşı da vardı, ihale bunların imzasıyla kesinlik kazandı. Çok kısa bir süre sonra THY Yönetim Kurulu sigorta şirketindeki yüzde 8.9’luk hissesinin de satış paketine konulması için başvuru yaptı. Bu gerekçeyle aynı heyet 1 ay sonra yeniden toplanarak ihaleyi iptal ettiğini açıkladı. Aynı İsimler 4 Mayıs 92’de tekrar bir araya gelerek, sigorta şirketinin yüzde 49.65’lik hissesini ihâleye tek çağrılan Doğan Holdinge kaptırdı! Toplam 69 milyar liraya satılan hisselerin ilk 20 milyarı peşin ödeme yapıldı. İkinci 20 milyarı bir yıl sonra en büyük dilim olan 29 milyarlık bölüm ise Ocak 94’te kaydırıldı. Benzer ihalelerin tamamı dolar üzerinden bağlanırken tek örnek olarak bu ihale TL olarak yapıldı.

Ödeme peşin olsaydı o günkü kurla 10 milyon 432 bin dolar alınacaktı. Doğan’ın ödemesi ise şöyle gerçekleşti:

Peşin ödenen 20 milyar zamanın dolar değeriyle (6 bin 614 TL) 3 milyon 23 bin lira. İkinci 20 milyar ödendiğinde 9 bin 742 TL olan kur değerinden 2 milyon 52 bin dolar. Son dilim ödenirken dolar 14 bin 542 TL idi. Bu ödeme de 1 milyon 994 bin dolar yapıyordu. Neticede toplam ödeme 7 milyon 69 bin dolar. Devletin kaybı 3 milyon dolardı. (600 milyar TL.)

Dışbank olayı:

Yıl 1993. İş Bankası, Dışbank’ı satışa çıkarır. İhalede üç firma finale kalır. En yüksek teklifi 213 milyon dolarla Lapis Holding verir, ve banka bu holdinge satılır.

Satış sözleşmesi 21 Haziran’da imzalanır. Lapis sözleşme gereği 75 milyon doları peşin aktarır. Geriye kalan ertesi yıl 60, 50 ve 28 milyon 876 bin 768 dolarlık dilimlerle üç taksite bağlanır. Libor faiz artı yüzde 3 ilave yapılacaktır.

Aradan, iki yıl geçer. Lapis’e ait TYT Bank iktidar tarafından çökertilir. Buranın yönetimi iş Bankası’na devredilir. Aynı taktikle Dışbank’a da el konulur. İş Bankası, Lapis’in ödeme güçlüğü çekeceği iddiasıyla Dışbank’ı geri alır. TYT’nin Dışbank’tan alacağı olan 60 milyon dolar, Lapis’in Dışbank’a olan aynı miktardaki borcuna karşılık silinir. Böylece TYT mudilerinin alacağı olan 60 milyon dolar iç edilir. Daha sonra İş Bankası, Dışbank’a 41 milyon dolar ile 39 milyon mark yatırır. Bundan sonra açık ihaleden vazgeçilerek sadece Doğan Holding çağrılır ve Dışbank bu kuruluşa 17 Ekim 1994’te 94 milyon 259 bin dolara satılır.

Şimdi manzarayı seyredin:

Doğan Holding sözleşme gereği 94 milyon doların 14.5 milyon dolarını peşin ödeyecektir. Fakat nasıl?

İş Bankası, Almanya’daki partneri Türk Ticaret Bankası’na 15 milyon dolar yatırır. Bu banka aynı parayı Hollanda’da bulunan Demirhalkbank’a havale eder. Bu banka da paranın 10 milyon dolarını Doğan’ın sahibi olduğu Hürriyet’e, 5 milyon dolarını da aynı şahsa ait Milliyet gazetesine kredi olarak verir. İki krediyi bir araya getiren Doğan da böylece İş Bankası’na giderek ilk taksit olan 15 milyon doları öder.

Geri kalan 79 milyon dolar ikiye bölünür. 24 milyon 500 dolarlık kısım üç yıl ödemesiz, 7 yıl vade, libor faizle ödenecek. Taksitler 4.9 milyon dolar olacak. Son dilim olarak bırakılan 55 milyon dolar ise garip bir hesapla TL’ye çevrilir. Öyle bir çevirme ki dolarda hiçbir sıçrama olmasa sadece çevirme işinden Doğan’ın çıkarı 14 milyon dolardır.

Kıyak bununla kalmaz. Satıştan sonra İş Bankası aynı bankaya 55 milyon dolar, 254 milyar TL yatırır. O dönemde faizler yüzde 140 civarındadır ama İş Bankası bu parayı Doğan’ın eline geçen Dışbank’a yüzde 40’la yatırır. Bu da yetmemiş olacak ki Genel Müdür Ünal Korukçu imzasıyla uluslararası bankalara şu mesaj geçer: “Dışbank bizim korumamızdadır.”

Çiller’in açıkladıkları:

Yukardaki bilgiler adı geçen iki grubun geçtiğimiz yıllarda tutuştukları “Tencere dibin kara” savaşında birbirlerini deşifre etmesinden ibaret.

Bir de bütün o çalkantılı dönemlerde yetkili mevkilerde bulunan Çiller’in bu iki gruba yönelik açıklamaları var. Hatırlayalım:

Başbakanlık yapmış olan Çiller medyanın kendisine karşı savaş başlatmasını şu ifadelerle eleştiriyordu

“Hortumları kesildi. Para muslukları kapandı. Bunun için saldırıyorlar.”

Çiller her iki grubun devletten hortumladığı miktarı da şu rakamlarla açıklıyordu:

Doğan Grubu: 425 milyon dolar (85 trilyon) Sabah Grubu: 200.4 milyon dolar. (40 trilyon) Koç Grubu: 311 milyon dolar (60 trilyon) ve 55.4 trilyon lira nakit ödeniyor.

Bütün bu kirli mazi, bu iki Holding medyasının Erbakan’a yönelik saldırılarının perde gerisini açıklamaya yetiyor.

Evvela şunu gördüler ki RP hareketi halk katmanında maya tutmuş ve Siyonist sömürü saltanatını sallamaya başlamıştır. Şimdilik anti demokratik usullerle RP’nin önünde dikilmeye çalışsalar bile bu yarın mümkün olmayacaktır.

Çünkü RP iktidarı onların hortumlarının kesildiği dönemdir. Aynı akıbete bir kez daha düşmemek için mahkeme safhasında saldırıları daha da yoğunlaşmıştır.

Bütün mesele kendi saltanatlarını temin için kamuoyu oluşturmaktır. Yoksa yaptıkları yayının gerçekten ciddiye alınır bir yönü yoktur.

Basit bir örnek:

Refah-Yol döneminde uygulamaya konulan bedelsiz oto ithaliyle ilgili kampanyanın Ziraat Bankası’nı ilgilendiren yönüne bakınız. Onlar “RP’ye yakınlığıyla bilinen Milli Gazete’ye 2 milyar ödendi” diyerek devlet bankalarını hortumladığı ileri sürülüyor. Doğru, bu kampanyada bankanın 2 milyarlık reklamı alınıyor. Fakat başka rakamlar niye gizleniyor. Sabah’ın aldığı 10 milyar, Yeni Yüzyıl’ın (Sabah) aldığı 7 milyar, Milliyet’in aldığı 11 milyar, Hürriyet’in aldığı 10.5 milyar niye konuşulmuyor? Fakat onlar sadece bunu yazıyorlar. Çünkü toplumca 2’nin 11’den büyük olduğunu yutturma cambazlığı oynanıyor.

Bir başka dertleri daha var: “Refahyol döneminde reklamlar niçin bizim ajanslarımıza verilmedi?”

Çünkü onların ajanslarına verildiği zaman asla hakkaniyet diye bir şey düşünülmeyecek, hortumladıkça hortumlayacaklardı. Vurgunlarını hem sütunlarıyla, hem ekranlarıyla hem de ajanslarıyla katmerleştirmiş olacaklardır.

Ne hazin değil mi? Milletimiz Cumhuriyet’ten üççeyrek asır sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nde başbakanlar için “Onlar bizim memurumuz” diyebilen Medya İmparatorluğu’nun azgın kalemşörlerinin yaylım ateşi altında bayram kutlamak zorunda kalıyordu. Onlar yayınlarında “Cumhuriyet kutlamaları laik gösteriye dönüştü, Atatürk memnun oldu” gibi süslü maskelerle rantiyeci çehrelerini halktan gizlerken; halk, yani cumhur, coşkulu fakat mütevazi bir tarzda yine, yeni bir bayramı kutlamaya hazırlanıyordu.

O, Din karşıtı ve Darwin kafalı gazetelere bugün; Zaman, Yani Şafak, Taraf, Habertürk, Vakit gibi din istismarcısı ve ordu düşmanı gazeteler katılıyordu.. Onlar, cumhuriyet bahanesiyle cumhura saldırıyordu; bunlar cumhur teranesiyle cumhuriyete sataşıyordu. Görünüşte birbirlerine taş atıyordu, ama hayret, hep halkımızın ve milli kurumlarımızın kafası kırılıyordu… Hepsi birden, Türkiye’nin paralanmasını alkışlıyordu.

Ama sanılmasın ki, bu Millet hiç uyanmayacak ve bu şeytani saltanat yıkılmayacaktı.. Sanılmasın ki, bu zulüm hep böyle payidar kalacaktı…

Evet, yıl 2009… Bu sefer Cumhuriyet, bir başka kutlanacaktı!…

Bir çiçekle bahar geldi

Erbakan Hoca’nın Konya iftarında masanın üzerinde bulunan beyaz bir karanfili eline alarak, “40 yıl önce yola çıktığında kendisine karşı yapılan eleştirilere değinmiş ve: Erbakan, “Sen tek kişisin, tek adaysın. ‘Bir çiçekle bahar gelmez’ diye karşı çıkanların unuttukları bir şey vardı. O da her bahar bir çiçekle başlar, bunu anlamadılar” demişti. 40 yıl evvel Mevlanamızın diyarında siz inançlı kardeşlerimiz bu hareketi başlattınız. Şimdi yeni bir dünyayı kurmak üzere şahlanıyorsunuz” diyen Erbakan Hoca, Milli Görüş’ün 40’ıncı yıldönümü olması vesilesiyle yapılacak olan kutlamalara ilişkin de müjde vermişti. Erbakan Hoca, “Kırk yıldır çalışıyorsunuz. Bu yıl kırkıncı yıl dönüm münasebetiyle 6 tane kutlama yapacağız. Biri 14 Ekim günü Konya’da yapılacak.

Konya’da Milli Görüş’ün manası bir kere daha herkese anlatılacak. Bunun adı ‘Milli Görüş Kırkıncı Yıl İktidara Yürüyüş Bayramı’ olacak.  Milli Görüş Gençlik Bayramı ise Ankara’da 29 Ekim tarihinde kutlanacak. 10 bin üniversiteli genç katılacak. 29-30 Ekim tarihlerinde ise Milli Görüş Şurası yapılacak. 31 Ekim’de de Milli Görüş Beyannamesi dünyaya ilan edilip okunacak. 14 Mayıs 2010 tarihinde ise Milli Görüş Kırkıncı Yıl Buluşması yaşanacak. Yani bu güne kadar emeği geçen herkes bir araya toplanacak. 29 Mayıs tarihinde ise Yeni Bir Dünya Kuruluşunun Bayramını yapacağız. Böylece Milli Görüş bu etkinliklerle tanıtılacak” sözleri dikkat çekiciydi.

Erbakan Hoca’nın 2009 yılı 29 Ekim’ini bu sefer çok farklı ve heyecanlı kutlama mesajı, konuyu daha da anlamlı kılmaktaydı.

Bu arada Nihat Genç; “Cumhuriyetimizi geri istiyoruz” diyordu. Gayesi ve gayreti hoştu, ama ne istediğini tam bilmiyordu, şapla şekeri karıştırıyordu.

“Hiç dikkat ettiniz mi onlarca yıldır ülkeleri ve bayraklarını ya da milli sınırları gösteren bir dünya haritası yapılamıyor. Dağları nehirleri gösteren coğrafik haritalar var, turistik bölgeleri gösteren haritalar var, yağışları gösteren meteorolojik haritalar da var, ancak, ‘milli ülke sınırlarını’ gösteren bir harita yapılamıyor. Sebebi, mesela Balkanlar ve Kafkasya. Bugün Kafkasya’da Abazya ve Osetya sınırları ‘ihtilaflı’dır, en cüretkâr haritalar bu bölgeleri silik çizgilerle çizgi çizgi gösterir. Son yirmi yıldır Balkan haritası hiç çizilemedi, Kosova ve Karadağ’ın bağımsızlığından sonra nihayet bir ‘harita’ ortaya çıktı, ancak, siyasi haritacılar ölünceye kadar çözemeyecekleri bir ‘karışıklıkla’ karşı karşıya, o da Bosna haritası. Dayton Antlaşması öyle çetrefilli mahalli düzenlemeler getirdi ki bu bölgelerin hangisi Sırp hangisi Boşnak bilemezsiniz, çünkü ‘dönüşümlü’ bölgeler de var.

Harita yapılamayışın sebebi ‘ırk’ yani ‘etnik’ savaşların son otuz yılda hızlanması. Bu topraklarda etnik siyasetler sözle anlatılması mümkün olmayan korkunç soykırımlara ve iç savaşlara dönüştü. Allah’a şükür bizim Lozan’dan bugüne bir haritamız var, bir Hatay değişikliği oldu.

Bugün Ortadoğu, doğu ve Orta Afrika ülkelerine siyasetleri ve tarihleri hakkında hiçbir şey bilmeden cahil cahil gidin, bölgelerin etnik ve dini kökenli olarak ayrıldıklarını göreceksiniz. Milyonlarca yıl ‘soykırım’ bilmeyen Afrika son elli yıldır Ruanda’dan Sudan’a birbirini yiyor. Otuz yıl önce Nijerya’da sekiz-on etnik köken biliniyor, çatışıyordu. Bugün aynı Nijerya’da etnik çeşitlilik kırkın üstünde ve hepsi ‘siyasi arenada’ güç gösterisinde bulunuyor.” Diyordu, doğru söylüyordu….

Etnik siyaset ülkeyi hayvanat bahçesine çevirir

“Eğer insanlarını burunları, kasları, yani genetik özellikleriyle, yani kelebek türüymüş et tırnaklı, memeli gibi yani biyolojik olarak ‘tasnif ederseniz, sizin yapacağınız siyaset ülkenizi çok kısa zaman içinde bir ‘hayvanat bahçesine’ çevirir. Kafkasya ve Balkan haritası bir ‘hayvanat bahçesine’ çoktan dönüşmüştür. Tilkiler şu kafeste, ayılar bu kafeste, aslanlar diğer kafeste otursun deyip haritaları demir kafeslerle tayin edersiniz. Bu demir kafeslerle bölünerek milli sınırlar çizmek, insanlığın milyonlarca çağdır büyüttüğü insanlık, dostluk, kültür, ahlak, medeniyet değerlerini ‘sıfırlayıp’ hepimizi ilkel vahşi bir karanlık cağa sokmuştur.

Mesela Berlin siyasi olarak bölünmüştü ve Sovyetlerin çökmesiyle sağ ve sol siyaset ya da Amerika ve Sovyet anlaşmazlığı ortadan kalkınca Duvar’ın yıkılması bir saatlik bir işti.

Ancak siyaseten değil ‘ırk ya da din’ merkezli bölünen şehirleri ‘bir saatte’ yeniden yan yana getirmek mümkün olmadı, örnek mi, Lefkoşa, Bosna, Beyrut ve kapıda bölünmüş yeni şehirler Bağdat ve Kerkük bekliyor. Ortadan ikiye ayrılmış bu şehirler ‘dini ve etnik’ ayrışma sonucu ortadan bir duvarla ya da Beyrut’ta olduğu gibi ‘hayali bir duvarla’ bölünmüş durumda. Mesela Beyrut’ta Maruniler’in hiç gitmediği geçmediği ya da Müslümanların hiç uğramadığı ve geçmediği semtler Müslüman ve Hıristiyan mahalleler olarak bölünmüştür. Lefkoşa’nın ve Bosna’nın bölünmüşlüğü resmileşmiştir. Bağdat’ta Sünniler Şiilerle bölünme gittikçe derinleşmekte ve ayni bölünme Kerkük’te iç savaş tehlikesini hala taşımaktadır.” Diye feryat ediyordu!

Ama;“Yurttaşlık, Fransız İhtilalı’nın dünyaya hediyesidir, Fransız İhtilalı’ndan sonraki iki yüzyılda Latin Amerika’da Afrika’da ve Asya’da yüzlerce yeni ülke Fransız İhtilalı’nın kavramlarıyla bağımsızlıklarını kazandı ve ‘uluslaştılar’. Ancak bu ‘ulusların’ yüzde doksan dokuzu ‘ulusal birliklerini’ ayakta tutamadı, çünkü hepsi ‘etnik ve dini’ kökenli çatışmaların kurbanı olup dağıldılar bölündüler ve dağılma iç savaş ve bölünmeler bugün hala hızla sürüyor. Çünkü etnik ve din kökenli siyasetler ‘kanser hücresi’ gibi coğrafyaları yiyor milyonların kanını emiyor.. Etnik ve din kökenli siyaset, tüm kıtalarda ve tüm tarih boyunca insanlığın en korktuğu ‘siyaset’ olmuştur.

Emperyalizmin yüzyılımızdaki en büyük gücü, işte bu etnik ve dini kökenli siyasetlere gaz vermesi, silah vermesi…

Emperyalizm, soygun, sömürme, zayıf ülkelere tahakküm kurmasının ötesinde ‘ulus icat etme’ teorisidir. Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve dahası ‘icat edildi’.

Ulus icat edebilmek için önce bir ‘dil’ inşa edeceksin. Sonra bir büyük ‘düşman’ göstereceksin ve tarih boyu bu düşmanın sizi yok etmeye çalıştığını tarih kitaplarında anlatan ‘milli bir tarih’ projesi oluşturacaksın. Mesela komşularımızın hepsi ‘uluslaşırken’ milli düşman olarak bizi göstermiştir.”  Sözleriyle doğrularla yanlışları harmanlıyor ve yanılıyordu.

Çünkü Nihat Genç, o meftun oldukları Fransız İhtilalini de, aynı emperyalist odakların, yani Siyonist Yahudi ve masonların tertiplediğini, ya atlıyor veya anlamıyordu?

“Bu laflar sürer bu yazı bitmez. Ben, coğrafyamızda bizi kardeşleyen ‘Müslümanlığın’ ‘etnik çatışmaları’ önleyici kutsal bir panzehir olduğunu biliyor ve bizi çağlar önce birbirimize karıştıran tarihi büyüklerime dualar ediyorum. Çok ama çok, dünya coğrafyasında en çok karışan kültürün çocukları olduğumuz için ‘yurttaşlık’ın çok daha kolay yapıştırıcı ve eşitleyici olabildiğini Anadolu’nun nüfus hareketleri ve sosyal göçleriyle çok aşikâr görmüş, insanlık umudum bu yüzden bu topraklarda fazlasıyla coşmuştur.

Ve bu karmaşık coğrafyada dünyayı anlamaya öğrenmeye ve yaşamaya çalışan Cumhuriyet’in, ‘yurttaşlık’ değerlerini en üstün siyasal değer olarak hayata geçirmek isteği bu toprakların en mutlu siyasi kavgası olmuştur. Ancak son elli yılın sağcı partiler ve cemaatleriyle bu ‘değerlerin’ çoktan yıpratılıp bugünkü etnik ve dini kökenli çatışmaların içine sürülmemiz yeniden hepimize ülkemizi paniğe sokmuştur.”

İddiaları yine çelişkili ve tutarsızdı.. Önce Atatürk milliyetçiliğinden ve Cumhuriyet hedeflerinden sapma, sağcı partiler ve Menderes’le değil, İsmet İnönü’yle başlamıştı. İkincisi, Mustafa Kemal, Balkanlar ve Kafkaslardan genellikle farklı kökenden Müslümanları Anadolu’ya taşımış ve hepsini kaynaştırıp “Türk Milleti” olarak tescilini yaptırmıştı.

Cumhuriyetimizi geri istiyoruz

Son altmış yılın’ (sadece) sağ partileri sağ zihniyeti gazeteleri TV’leri (değil, İnönü’den, yani Atatürk’ün ölümünden sonra sağcı-solcu tüm masonik merkezler, Siyonist ve sabataist çeteler) usul usul, yavaş yavaş bit gibi güve gibi kemire kemire Lozan’ı tartışa tartışa, Ermeni’sine, Rum’una, Avrupa’sına taviz vere vere, dini etnik çatışmanın militanlarını sabahlara kadar ekranlarda kustura kustura kudurtarak konuştura konuştura, CUMHURİYET’imizi büyük bir felaketin önüne getirip koydular.

Onlar Avrupa’nın Amerika’nın Soros’un Cemaat’in tezgahında maaşlandılar, tertiplendiler, projelendiler ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sökümüne yıkımına vahşice saldırıya başladılar!..[1]

Sevgili Nihat Genç’in samimiyetine ve mertliğine güvenip bir hatırlatma yapalım:

Selçuklu ve Osmanlı dönemi, tam bin sene, yetmiş iki milleti bağrında bağdaştıran bir İslam kardeşliği ve onun adalet ve hürriyet düzeni idi. Şimdi dönüp bakın, o kurtuluş reçetesi diye yutturmaya çalışılan “Yurttaşlık” tekerlemesi elli yılda, elde kalan ülkemizi ve son kalemizi ne hale getirmişti?!

Üstelik, hem şu sağcı-İslamcı salatası AKP’nin, hem ırkçı ve Marks’cı sosyalist DTP’nin, hem Avrupa ve Amerika’nın, hem de İmralı Köşkünden yönetilen PKK’nın hepsinin birden: Anayasadaki “Türk Milleti” yerine, “Türkiye Yurttaşlığını” savunmaları neyin nesiydi?

Farkında mısınız sevgili Nihat Genç, o şiddetle karşı çıktığınız ve haklı olarak halkımızı bölmekle suçladığınız kesimler de, aynen sizin gibi “yurttaşlık” peşindeydi!?

Elbette ülkemizde farklı din ve düşünceden insanlarımız birlikte ve aynı hak ve özgürlüklerde, hayat sürecektir ve kanun önünde herkes eşittir. Ama Aziz Milletimizin mayasının ve Türkiye Cumhuriyetinin manevi esasının, ne Fransız İhtilali, ne sosyalizm enternasyonali değil, İSLAM olduğunu asla unutmamak ve ona göre davranmak gerekir.

Bu öylesine tabii, tarihi ve talihli bir gerçektir ki; aslı değil, istismarı olan AKP bile, halkımız nazarında sosyalist ve sahte Kemalist geçinen masonik kesimlerden daha çok rağbet görmektedir. Daha doğrusu, sahte Kemalist ve ruhsuz sosyalist söylemler, Müslüman toplumu, münafık din istismarcılarının tuzağına itmekten başka netice vermemektedir.

 

Kim, Kürt Meselesini Çözer ve Türkiye Cumhuriyetini Çökertirse, Demokrasi Kahramanı Olacakmış!…

Kendal Nezan, Kürt sorununu çözmeleri halinde Gül ve Erdoğan’ın demokrasi kahramanı olacağını müjdelemişti.

30 yılı aşkın bir süredir Fransa’da yaşayan, Mitterrand ailesine yakınlığıyla tanınan Paris Kürt Enstitüsü Başkanı Pakraduni (Yahudi asıllı Ermeni) Kendal Nezan, AKP Hükümetinin Kürt açılımını desteklerken, sorunun çözülmesi halinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan’ın “tarihe demokrasi kahramanları olarak geçeceklerini” söylüyor. Nezan, “Rahmetli Özal, sorunu çözmek için Paris’e danışmanını gönderdi. Kürt dilinin konuşulmasıyla ilgili engelin kaldırılmasının iyi olacağını söyledim, kısa süre sonra kısıtlamalar kaldırıldı” diyen. Nezan’ın mesajları şöyle:

  • § Hükümetin girişimini yöntem anlamında olumlu buluyorum. Herkesle konuşmak, dinlemek, mutabakata varmak, iyi niyet göstergesidir. Şimdi bunun, içini doldurmak gerekiyor. Somut adımlar atılırsa Kürtler destekleyecektir.
  • § Geçen yıl ‘bin Kürt aydını’ adı altında bildiri yayınladık. Bunları dil, eğitim, kimlik gibi insani istemlerdir. İki taraf için de af gereklidir. İşte Ergenekonun üzerine gidilmelidir.
  • § Rahmetli Özal bazı kişiler gönderdi. Kürt dilini yasaklayan düzenlemelerin kaldırılmasının olumlu olacağını söylemiştik. Özal, bu düşüncemizi dikkate aldı ve Kürt dilinin önündeki yasakları kaldırdı. Gelenler Özal’a rapor vermişti. Özal’ın danışmanı ve Hikmet Çetin de gelmişti.
  • § Şiddet ortamı şüphesiz iki tarafta da savaş ağalarını ortaya çıkardı. Bazı insanlar süreci torpillemeye çalışacak, çünkü bu ortamdan rant sağlıyorlar. Ama siyasi irade olursa bertaraf edilir.
  • § Deniz Baykal’ın açıklamalarını okuyunca çok üzüldüm. Yıllarca arkadaşlık yaptığı Ahmet Türk’ün Sayın Erdoğan’la görüşmesini eleştiriyor, buna anlam veremiyorum. Ne durumlara geldiler. CHP’nin, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde tabanı kalmadı. Türk ve Kürt kesiminde herkesin bu işe el atması beklenir.
  • § Bu şiddet sayfasını kapatmak için hep birlikte hareket etmeliyiz. PKK’nın sürece çok duyarlı şekilde yaklaşmasını umuyoruz. Ateşkes sürecini süresiz uzatmaları gerekir.
  • § Başbakan ve Cumhurbaşkanı için bu süreç büyük bir şans gibidir. Eğer bu sorunu çözerlerse tarihe demokrasi kahramanları olarak geçeceklerdir. Eğer bu sorunu çözemezlerse CHP’nin konumuna düşüp, tabanlarını kaybedeceklerdir.

CIA ajanı kadının Kürtlere ilgisi!

Batman’da dernek kurulması için tarikat lideriyle ‘gazeteci’ kimliğiyle görüşen CIA ajanı Barbara Anna Lakeberg, yakalama kararı üzerine sahte pasaportla Kuzey Irak’a kaçmıştı.

Batman’da insan hakları derneği kurmak için bir tarikat lideriyle “gazeteci gibi” görüşme yapan, ancak CIA ajanı olduğu ortaya çıkan Barbara Anna Lakeberg’in, hakkında yakalama emri çıkartıldığını öğrenince sahte pasaportla Kuzey Irak’a kaçtığı belirlendi. Batman’da Said Nursi tarikatı üyesi olan ve DTP’nin “İnanç Komisyonu”nda yer alarak PKK ve Abdullah Öcalan’ın propagandasını yaptığı gerekçesiyle geçen yıl tutuklanıp 8 ay cezaevinde kalan Hüseyin Bulut ile “araştırmacı- gazeteci” sıfatıyla görüşen ABD’li Barbara Anna Lakeberg istihbarat birimlerince takip edildi. Tarikat lideri Bulut’un evinde ele geçen bilgisayar hard disklerinde ve CD’lerde ABD’li kadının görüntülerine ve konuşmalarına rastlanılması üzerine soruşturma genişletildi. Lakeberg’in Bulut’a hitaben yazdığı bir mektubu da ele geçiren istihbarat birimleri, kadının ABD gizli servisi CIA ajanı olduğunu tespit etti. Lakeberg’in, tarikat lideri Bulut ile görüşmesinden kısa süre önce K. Irak’tan Türkiye’ye giriş yaptığı belirlendi. Bunun üzerine Diyarbakır Özel Yetkili C. Başsavcılığı, Barbara Anna Lakeberg için yakalama kararı vermişti.

10 Parmağında 10 Marifet!

Durumu öğrenen Lakeberg bir anda ortadan kaybolup kaçmıştı. CIA ajanı kadının, Batman’dan Silopi’ye, buradan da Habur sınır kapısı üzerinden sahte pasaportla K. Irak’a geçtiği anlaşıldı. Budist olduğu ve iyi derecede Kürtçe konuştuğu öğrenilen Lakeberg’in, Irak’ın kuzeyinde insan hakları alanında faaliyet yürütmek üzere bir dernek kurduğu, Diyarbakır ve Batman’da da bu derneğin şubelerini açmak istediği ortaya çıktı. Tarikat lideri Hüseyin Bulut ile yardımcısı A.T.’nin düzenli olarak Lakeberg ile görüştükleri de saptandı. Lakeberg’in görüştüğü 15 kişi hakkında, “PKK’ya yardım, Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki kanuna muhalefet, halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve askerlikten soğutmak, PKK adına suç işlemek ve propagandasını yapmak” iddialarıyla 20 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştı.[2]

 

Evet, PKK’lılar, Amerikalılar, Masonlar, Moonlar, Fetullahçılar ve tüm fırsatçılar el ele vermiş Cumhuriyetin temellerini oymaktaydı. Ama hesap etmedikleri bir şey vardı. Türkiye Cumhuriyeti yerinde kalacak, ama Atatürk’ten sonra kurulan zulüm ve sömürü düzeni kendi başlarına yıkılacaktı…

 

 



[1] Nihat Genç, 9 Ağustos 2009 / Aydınlık

[2] Sabah / 10.08.2009

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Nail KIZILKAN

Nail KIZILKAN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx