YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6920a27fca227
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 4 8
Bugün : 32881
Dün : 45549
Bu ay : 885605
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45289426
IP'niz : 216.73.216.128

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Zaman’da yazan Mustafa Armağan önemli bir noktaya dikkat çekiyor, ama doğru ve doyurucu yanıtını vermekten, nedense çekiniyordu.

“Atatürk’ün cenaze namazı neden camide kılınmadı?”

Hatta Atatürk’ün cenaze namazı kılındı mı? Anadolu Ajansı’nın haberine bakılırsa evet, kılındı. O sırada ajansın muhabiri olarak töreni takip eden Cemal Kutay’a göre de kılındı, başkalarına göre de. İyi ama neden herhangi bir görüntü yok ortada? Madem kılındı, tek bir fotoğraf karesi olsun neden esirgendi milletten?

Bunun yanıtı bir türlü verilmiyor. Bu arada Atatürk’ün cenaze töreni boyunca neden hiçbir dinî simge yer almıyor?

Sakın unutmayın, bütün bunların sorumlusu asla Atatürk olmuyor. Çünkü o sırada zaten ölmüş bulunuyor.

Kendi cenaze törenini kalkıp kendisinin düzenlemesi herhalde beklenmiyor. Törenin birinci derecedeki sorumluları, o sırada cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü ile Başbakan Celal Bayar ve bir de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’tır. Oysa, her üçünün de cenaze namazı camilerde kılınmıştı ve ‘dinsel simgeler’ şöyle ya da böyle eşlik etmişti son yolculuklarına.

O zaman tekrar soralım o zehirli ve zihni diriltici soruyu: Atatürk’e bu ‘ladinî’ cenaze törenini kimler düzenliyor? Dolmabahçe Sarayı’ndaki tabutunun etrafına o kocaman 6 adet meşaleyi kimler dikiyor? (Güya Cumhuriyet Halk Partisi’nin 6 okunu sembolize ediyordu bunlar. ‘Meşaleler ebediyete kadar yanacaktır’, diyordu zamanında yayınlanan bir dergi ve bunun 6 kollu şamdanı, yani Siyonist Yahudilerin simgesi olduğunu artık herkes biliyor!)

O zaman Anadolu Ajansı Muhabiri Cemal Kutay 19 Kasım 1938 günü yaşanan o görüntülenemeyen sahneyi şöyle anlatıyor:

“Dolmabahçe Sarayı’ndaki hazırlıklar erkence başlamıştı. Büyük ölünün son ihtiram (saygı) nöbetini bekleyen yaverleri ve dostları, büyük üniformalı subaylar, vali ve belediye reisi, bu hazırlıklara nezaret ediyorlardı. (…) İçeride merasim başlamadan, ailesinin talebi ile büyük ölünün namazı kılınmak suretiyle hususi merasim yapılıyor. Tekbir Türkçe verilmiş, namazı İslam Tetkikleri Enstitüsü direktörü Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırılmıştır.”

Hakkı Tarık Us ise kendi çıkardığı “Kurun” gazetesindeki yazısında ilginç bir ayrıntıya yeniden dikkatimizi çekiyor. Atatürk’ün çok sevdiği bilinen Hafız Yaşar, sandukanın başında “Türkçe ezan” okumuştur. Muhtemelen namaz sonunda da Türkçe telkin verildiği ve yine Türkçe tekbir getirildiği anlaşılıyor.

Bu kırıntı kabilinden bilgiler şöyle bir manzara doğuruyor:

Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım ağabeyinin cenaze namazı kılınmadan gömüleceğinden endişelenerek müdahale ediyor ve namazın kılınmasını istiyor. Bunun üzerine dışarıda bir camide, muhtemelen en yakında bulunan Dolmabahçe Camii’nde cenaze namazının kılınması gündeme geliyor, ancak “bazıları” buna, laikliğe aykırı düşeceği endişesiyle karşı çıkıyor ve sarayda kılınmasını istiyor, Diyanet’ten de “caizdir” fetvası alınınca “sayısı mütevazi olan” bir cemaat ile (kaç kişi olduğunu bilmiyoruz, 10-15 kişi olduğu tahmin edilebilir) Türkçe ezan ve tekbirlerle kılınan cenaze namazının ardından dua ediliyor ve böylece dinî tören tamamlanıyor.

Ancak bu sırada bütün fotoğraf makineleri ve varsa kameralar kapattırılmış ve herhangi bir görüntü alınmasının titizlikle önüne geçiliyor.

Hâlbuki Atatürk’ün en yakın silah arkadaşlarından Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü ve Celal Bayar’ın son anlarında ve cenaze namazlarında açıkça ‘dinsel simgeler’ yer aldığı biliniyor.

Özellikle Fevzi Çakmak’ın cenaze töreni zaten bir askerin değil, bir evliyanın cenaze töreni gibi yapılıyor. Üzerine Kâbe örtüsü serilmiş, tabutu yüz binlerin elleri üzerinde taşınmış, İstanbul sokakları o gün Arapça tekbirlerle tam 7,5 saat boyunca inlemiş ve cenaze, Eyüp Sultan Mezarlığı’na, şeyhi (Sabataist Küçük Hüseyin Efendi) yanı başına dualarla gömülüyor. (Bu şeyhin manevi müritlerinden Üzeyir Garih de burada öldürülüyor!?)

En yakın silah ve çalışma arkadaşları böyle dinî törenlerle gömülürken, neden aynı tören Atatürk’ten esirgeniyordu? Şöyle yüz binlerin katılacağı muazzam bir cenaze namazı görüntüsü, onu bu milletin kalbinin daha derinlerine yerleştirmesinden mi korkuluyordu?

Şimdi dikkat buyurun: Abdülhalık Renda, Refik Saydam, Fevzi Çakmak, Kemal Gedeleç, Celal Üner ve Nevzat Tandoğan imzalı ‘protokol’ü aktarıyorum:

“Ebedi şef Atatürk Etnoğrafya Müzesi dahilinde muvakkaten yaptırılan medfene… 31 Mart 1939 Cuma günü saat 14.00’te konulmuştur.” Nasıl? Biz 21 Kasım 1938’de konulduğunu bilmiyor muyduk Etnoğrafya Müzesi’ne? Aradan geçen 4 ay içerisinde Atatürk’ün naaşı nerede tutuluyordu?

Haydi, yanıtını biz verelim:

Türkiye’yi sinsi Sabataist Cunta’nın hegemonyasından kurtarmaya çalıştığı; kökü dışarıda hıyanet ocakları olan Mason Localarını kapattığı ve adım adım milli ve manevi temellere kuvvet kazandırdığı için aşırı dozda saligran verilerek ölüme sürüklenen Atatürk’ün ardından yönetime el koyan Siyonist şebeke; Mustafa Kemal’i, “Müslüman bir Türk değil, gizli bir Yahudi gibi tanıtmak ve İsmet İnönü eliyle uyguladıkları “Dinsiz Kemalizm’e” zemin ve gerekçe hazırlamak üzere böyle davranmışlardır.

Yani, Sn. Mustafa Erdoğan;

Mustafa Kemal’i; “Dinsiz ve Deccal” göstermek suretiyle, hem kendilerini aldatıp kazık attığı için intikam alan, hem de kuracakları zalim ve din düşmanı rejime meşruiyet kazandıran sinsi Yahudi mahfillerle; şimdi ılımlı İslam safsatasıyla Müslümanların cihat ruhunu ve Nizam-ı Alem şuurunu körleten Fetullah Gülen’i “Örnek ve gerçek Müslüman ve halife-i İslam” diye reklam ve lanse eden Siyonist merkezler aynıdır.

Fevzi Çakmak, İsmet İnönü ve Celal Bayar’ı, Müslüman hatta evliya görmekten niye sakınmadıklarına gelince: onlar zaten kendi adamlarıdır!

Evet Bay Mustafa Erdoğan! Fetullah Gülen’i kimlerin kullandığını (elbette bilirsin) kabul etme cesaretini gösterdiğiniz gün, Mustafa kemal’i de kimlerin, hem karaladığını, hem tanrılaştırdığını anlamış olacaksınız..!

“Muhakkak; indirdiğimiz apaçık delileri ve hidayetin ta kendisi olan ayetleri: Biz kitapta insanlar (öğrensin ve ona göre hareket etsin) için açıkladıktan sonra, (şeytani odaklardan makam ve menfaat umarak veya korkarak, bu gerçekleri kısmen veya tamamen) saklayıp gizleyenler (var ya;) işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edici (olan her şey)..”[1]

“Allah’ın indirdiği kitaptan (ve Kur’an’ın apaçık hüküm ve kurallarından) bir şeyi gizleyip (veya görmezlikten gelip, hatta bu çağda gereksiz ve geçersiz gösterip) te bunun (Karşılığın)la, (Allah’ın rızasına ve ahiret mükâfatına nazaran) değeri az bir (dünyalık) satın alanlar (yok mu), şüphesiz onlar karınları dolusu ateşten başka bir şey yemiş sayılmayacaktır; Ve kıyamet gününde Allah onlarla konuşmayacak (yüzlerine rahmetle bakmayacak) ve kendilerini asla temize çıkarmayacaktır”[2] ayetlerini okumanızı, üzerinde dikkatle durmanızı ve gerekli dersleri almanızı umarız.

Evet, Mustafa Kemal; yetiştiği ortam ve zor şartlar, çok çetin, sürekli ve stresli savaşların ve özellikle, stratejik dehasıyla, mudara (idare edip oyalamak) zorunda kaldığı süper güçler ve Siyonist-Masonik mihraklar nedeniyle: Belki ameli yönden İslamın zahir hükümlerine pek uygun bir hayat sürememiştir, ama… İslamın özünü oluşturan saf tevhit inancı, Hz. Peygamber aşkı ve saygısı, herkesin hakiki değer ve derecesinin ortaya döküleceği ahiret gününe imanı yanında; tüm zalim işgalcilere karşı mazlumların diriliş önderi ve direniş örneği olması bakımından da, örnek, mümin ve seçkin bir şahsiyettir. Bu dünyada insanların yaftası da, iltifatı da, sadece “zan”dır ve gelip geçicidir. Mustafa Kemal: ” Maddiyat ve maneviyat hususunda, hayatın her sahasında en hakiki mürşit ilimdir” sözü ile hem dünyevi hem de manevi konularda aklın ve ilmin ışığında yürümek, hurafeleri terk etmek gerektiğini bildirdiği halde O’nun bu sözü bazılarınca maneviyatı inkar ettiğine delil gösterilmiştir.

“O (münafık)lar, müminleri bırakıp (kitaplı ve kitapsız) kâfirleri veliler ediniyorlar. (İslam ve insanlık düşmanlarını çok kuvvetli ve etkili görüp onların dostluğuna ve himayesine sığınıyorlar) Bunlar, izzeti (haysiyet, hürriyet emniyeti ve menfaati) onların yanında mı arıyorlar?! Oysa bütün izzet (azamet, nimet ve fazilet) kesinlikle Allahın (katında) dır (dileğine ve liyakat kesbedene ihsan buyurmaktadır)”[3]

“(Ey Resulüm, sen ve ümmetin) Onların milletlerine (yozlaştırıp ırkçı emperyalist amaçlarına birer araç haline getirdikleri batı dinlerine ve bozuk sistemlerine) uymadıkça; Yahudi ve Hıristiyanlar, kesinlikle senden razı ve memnun olmayacaklardır. Deki: ” şüphesiz tek hak ve doru yol, Allahın yoludur (İslamdır)”  (Ey resulüm sen ve ümmetin) eğer sana gelen bunca ilimden (Muhken ayetlerden ve Salih hadislerden) sonra, onların (Yahudi ve Hıristiyanların) hevalarına (sapıklıklarına ve dünyalık arzularına) uyacak olursan, (artık) Allahtan, senin için ne bir dostluk (nimaye) kalır, ne de (bundan sora manevi) bir yardımcı vardır.!”[4]

Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı isteyen Stalin’e Atatürk şu mektubu yollamıştı:

1936 yılında dönemin Rus büyükelçisine şu mektubu yazdırmıştı.

“Sizin güçlü ve mekanize ordularınız olduğunu biliyorum, Ama sizden zerre kadar korkmuyorum. 18 milyon milletimi arkama almış bir lider olarak sizi uyarıyorum!

Stalin bulduğu bu dört sayfalık mektubun sonuna Dostumuz Atatürk’ün sözleri dikkatle okunmalıdır” notunu düşmek zorunda kalmıştı.

Bundan sonra Stalin, artık Türkiye’yi rahatsız edecek bir tek kelime kullanmamıştı.

Ne var ki, Atatürk’e duyduğu hıncı bu mektubu yazan büyükelçiden çıkarmış ve Rusya’ya geri çağırıp öldürmekten sakınmamıştı.

Hz. Üstadın buyurduğu gibi:

“İman hem kuvvettir, hem cesarettir. Hakiki imana eren, tek başına dünyaya meydan okuyabilir”

Peki Sn. profesör şimdi insafla söyleyin bakalım.

Nice on yıllar boyunca kasıt ve Siyonist emperyalist hesaplı savaşlar sonucu adeta kolu kanadı kırılmış, ama sadece inancı sayesinde ayakta kalmış talihsiz bir ülkede yedi düvele karşı kurtuluş mücadelesi başlatıp, yeniden istiklal ve hürriyetini kazanmış, 18 milyonluk yorgun ve yoksul bir millete, tüm dünyanın karşısında titrediği Moskof Rus Lideri Stalin’e bu onurlu mektubu yazdırıp haddini bildiren Mustafa Kemal’e, neden her türlü kötü sıfat takılmış ve yakıştırılmıştı?

Ama 80 yıllık bir toparlanmanın ardından ve 80 milyona ulaşmamıza rağmen; AKP’nin bir nevi destek ve davetiyle Irak’ı işgal edip milyonlarca mazlum Müslüman’ı vahşice katleden Amerikan canileri, Süleymaniye’de askerimizi tuzağa düşürüp başına çuval geçirdiği, yani tüm milletimize ve devletimize en büyük hakareti işlediği halde, bu sapık saldırganların başarısı için dua edecek ve “müzik notası sanıyorsunuz?” deyip resmi bir kınamadan bile ürküp çekinecek hamiyet ve haysiyet yoksunları ise gerçek kahraman ve örnek Müslüman gösterilip neden iltifatlar yağdırılmaktaydı?

Ne bu aziz millete, ne İslamiyet’e, ne Allah’ın va’dine ve ne de Hz. Peygamber Efendimizin müjdesine değil de, zalim ABD’nin gücüne güvenip, bu kâfirleri “insanlık gemisinin kaptanlığına layık tek ülke” ilan eden layt Hocaların karşısında hala hürmetle eğilmek, hangi akıl ve imanla bağdaşmaktaydı?

Allah aşkına söyleyin bakalım; bütün bunlar Kur’an’ın hangi ayetine, Resullullah’ın hangi hadisine, İslam ulemasının hangi fetvasıyla “caizdir” müsaadesine ve Bediüzzaman’ın hangi işaretine dayandırılmaktaydı? Akıl ve izanın, insaf ve vicdanın, dinî ve millî duyarlılığın hangi terazisine uygun bulunmaktaydı? Tarihten ve tecrübelerden de mi ders alınıp utanılmamaktaydı?

Ha, az daha unutuyorduk: Tabi sizin fetvanızın hazır: “bu mümindir  ne halt işlerse mübah; ama şu kâfirdir ne hayır işlerse günah!” öyle mi?

Beyler hem çarpıtıyorsunuz, hem çarpılıyorsunuz!

Peki o zaman, Kur’an ve sünnetin açık ve kesin ölçülerine göre bazılarını “münafık” görüp, davranışlarını buna göre yorumlamamızdan niye bu denli rahatsız oluyorsunuz?

Can Dündar’a yaptırılan “Mustafa” filmiyle:

“Liberal anlayışlı, psikolojik korkularla boğuşan bir zavallı, güç odaklarına saygılı ama kendi halkına baskın tavırlı ve diktatör tarzlı bir emperyalist figüranı” bir Atatürk imajı verilmeye çalışılırken, başta Aydınlıklar ve diğer ulusalcılar ise tam aksine:

“Sovyet meraklısı, sosyalist kafalı ve Lenin hayranı” bir Mustafa Kemal icat etme peşindeydi.

Yani birileri liberalizm hesabına, diğerleri kominizim havasına Atatürk’ü istismar etmekteydi.

Aydınlık 2 Kasım 2008 sayısında: CAN DÜNDAR’DAN CUMHURİYET SAFLARINDA YER ALAN BİR BELGESEL! “başlığıyla:

Şu bir gerçek, “Mustafa” filmi, tıpkı “Şu Çılgın Türkler” kitabı gibi çok kısa sürede toplumsal bir olgu haline gelmiş, gündeme oturmuş ve insanımızın, yargılarını, önyargılarını, tahminlerini, beğenilerini, hayal kırıklıklarını, itirazlarını ya da övgü ve yergilerini dile getirdiği bir tartışma konusuna dönüşmüş durumda.

Manzara oldukça net sayılır… Cumhuriyete karşı olanlar, mütareke basınının günümüzdeki temsilcileri, Avrupa-ABD muhipleri, bilcümle ıvır zıvır sözde solcu takımı, “Kemalizmden kurtulmalıyız”cılar, şeriatçılar vb. çok açık ki “Mustafa”dan rahatsız olmuş durumdalar. Elinden gelse 29 Ekim’i, 23 Nisan’ı, 19 Mayıs’ı, 10 Kasım’ı tarihten ve takvimlerden silecek bu taifenin, başrolünü Mustafa Kemal Atatürk’ün üstlendiği bu filmden haz etmediği, tüylerinin diken diken olduğu ortada.”[5] Şeklinde övgüler dizerken, ondan sonraki 9 Kasım sayısında Doğu Perinçek:

Türk Devrimi’nin önde gelen yazarlarından Falih Rıfkı Atay, bu olayı bir Türk yurtseverinin duygularıyla anlatır:

“Eğer Lenin, Çarlığı yıkmasaydı ve Rusya zafer gününe erişmeseydi, İstanbul Rus olacaktı, insanın acaba bir İstanbul köşesine Lenin’in büstünü koysak mı diyeceği gelir.”

Atatürk, o işi de yapmış, 1928 yılında Taksim Cumhuriyet Abidesi’ne, hemen kendisinin arkasına Sovyet devrimcisi Aralov’un heykelini yerleştirmiştir.”

Sözleriyle, Atatürk’ü Sovyet ve sosyalist takipçisi ve sanki Lenin’in şakirdi gibi gösterme gayretindeydi.

Üstelik, Kur’an Kaynaklı olan ve Atatürk tarafından bir levha şeklinde ilk meclis duvarına astırılan: “Onların (devlet ve hükümet) işleri, kendi aralarında şura (danışma ve dayanışma) iledir.”[6] ayetine atfen söylediği ve Rusların da sonunda bu gerçeği aklen ve kısmen fark ettiğini belirttiği:

“Milletimizin bugünkü idaresi, hakiki mahiyetiyle bir halk idaresidir. Ve bu idare tarzı, esası danışma olan şura idaresinden başka bir şey değildir. Ruslar buna Sovyet idaresi derler.”

Sözlerini saptırmaya ve İslami temelini unutturmaya çalışarak yanlış ve yakışıksız bir tavır sergilemekteydi.

Madem Mustafa Kemal bu denli sosyalist kafalı ve Bolşevizm hayranı idi de, niye her türlü imkân ve iktidar sahibi olduktan sonra niye ülkede komünizmi yerleştirmemişti?

Ve niye komünist ve darwinist safsatanın asla kabul etmediği bir yaklaşımla, Kur’anı Kerim ve Hadisi şerifleri tercüme ettirmiş, üstelik Diyanet İşleri Başkanlığını kurarak, yüce Dinimizin dejenerasyonuna fırsat vermemişti?

Acaba Mustafa Kemal’i on milyonlarca mazlumun katili ve Siyonist Yahudi merkezlerin işbirlikçisi Lenin gibi barbar ve dinsiz bir diktatörle aynı ayarda gösterilmekten daha büyük bir hakaret yapılabilir miydi?

Engin bir dehanın ve hakiki-derin bir inancın sahibi olan Atatürk’ü “Darwin’ci bir devrimci” göstermek ona yapılan en büyük iftiradır.

Çünkü, DARWİNİZM; İSLAMİYETİN, TÜRK ÂLEMİNİN VE MAZLUM MİLLETLERİN EN BÜYÜK DÜŞMANIDIR

Mazlum milletleri yok etmek Avrupa’nın gizli ve sinsi devlet felsefesidir. Her iki dünya savaşı da aslında sömürü savaşlarıdır. Asya’da yaşayan toplumları aşağı ırklar olarak gören bu zihniyet, sömürünün, vahşetin bilimsel kılıfı olarak 150 yıldan bu yana Darwinizm’i kullanmaktadır. Kendi ülkelerinin vatandaşlarını bile “üstün ve seçkin olduklarına” inandıran emperyalist güçler, dur durak bilmeksizin mazlum milletleri sindirme, sömürme ve yok etmeye çalışmaktadırlar.

Türkiye, tarihten gelen mirası ve Türk Milleti’nin üstün meziyetleri sebebiyle Türk-İslam Âleminin ve mazlum milletlerin koruyucusu ve lideri olarak ortaya çıkacaktır. Türkiye, Büyük Türkiye olmalıdır. Üç kıtada yaşayan Müslüman toplumlar bunu beklemektedirler. Yüzyıllar boyunca dünyaya nizam vermiş, döneminin süper gücü olmuş, yüksek bir medeniyet kurmuş, halkını barış ve huzur içinde yaşatmış, adalet dağıtmış büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olan büyük Türk Milleti -Allah’ın izniyle- 21. yüzyıla damgasını vuracaktır.

Evrim teorisini ortaya atan Charles Darwin, canlıların ve insanların gelişimini yaşam mücadelesi kavramına dayandırmıştır. Ona göre, doğada acımasız bir yaşam mücadelesi, daimi bir çatışma vardır. Darwin, bu çatışmanın insan ırkları arasında da geçerli olduğunu öne sürmüş ve çatışmanın (sözde) aşağı ırkları eleyerek medeniyetin gelişmesine katkıda bulunacağını iddia etmiştir.

Darwin’in oğlu tarafından derlenen “Chales Darwin’in Hayatı ve Mektupları” isimli kitapta Darwin’in, Türk Milleti hakkındaki sözleri şu şekilde yer almaktadır:

“Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve halen de sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, çok değil birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük risk altında kalmıştı; ama artık bugün bu fikir bize ne kadar gülünç geliyor.

Avrupa ırkları olarak bilinen daha medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türkleri tam bir yenilgiye uğratmışlardır. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, çok sayıdaki daha aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş daha yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini (yok edileceğini) görüyorum.” (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Vol. I, 1888. New York: D. Appleton and Company, s. 285-286)

Bu satırlarda Türk Milleti için söylenen sözlerin birer hezeyan oldukları, büyük bir nefretin ve Türklük hakkındaki derin bir cehaletin ürünü oldukları açıktır. Darwin’in bu sözlerini detaylı olarak analiz ederek, amacını cümle cümle inceleyelim:

“Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve halen de sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim…”

Darwin burada insanlığın ırklar arasındaki savaş ve mücadele ile geliştiğini öne sürmektedir. Bu, 19. yüzyıl emperyalizminin temel fikri dayanağını teşkil eden koyu ırkçı bir görüştür.

“… Düşünün ki, çok değil birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük risk altında kalmıştı; ama artık bugün bu fikir bize ne kadar gülünç geliyor…”

Darwin’in burada Türk Milleti için kullandığı işgal kavramı tarihsel olarak yanlıştır ve aslında Türklere duyduğu kinin bir ifadesidir. Çünkü Türk Milleti Balkan topraklarındaki halklara büyük saygı ve hoşgörü göstermiş, Balkanlar’ın dört bir yanını imar etmiş, kalkındırmış, geliştirmiştir. Bölgede çok sayıda kervansaray, hamam, köprü, cami, kütüphane, aşevi inşa edilmiştir ve bunların üstün bir kültürün ürünü oldukları bugün herkesçe kabul edilmektedir. Darwin’in bu ifadelerdeki amacı ise, Türk Milleti’ni “barbar” bir toplum olarak gösterebilmektir.

“… Avrupa ırkları olarak bilinen daha medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türkleri tam bir yenilgiye uğratmışlardır…”

Darwin Avrupalı ırkları “medeni ırklar” olarak tanımlayarak klasik ırkçı bakış açısını tekrarlamaktadır.

“… Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, çok sayıdaki daha aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş daha yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini (yok edileceğini) görüyorum…”

Darwin, en önemli mesajını ve hezeyanını bu cümlesinde sergilemektedir. Söyledikleri açıktır: Türk Milleti’nin yakında Avrupalılar tarafından yok edileceğini öne sürmektedir. Bu işi gerçekleştirmesini umduğu Avrupalıları “medenileşmiş yüksek ırklar” olarak tarif etmekte, Türk Milleti’ne de kendince “aşağı ırk” yakıştırması yapmaktadır.

Darwin’in benzer anlamdaki diğer bir sözü şu şekildedir:

“Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları yeryüzünden tamamen silecek ve onların yerine geçecek. Aynı zamanda insansı maymunlar da kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek.” (Charles Danvih, Descent of Man, Chapiere, 1871)

Darwin’in bu sözleri 1888 yılında, yayınlandığında, Türk Milleti’ne karşı yürütülmekte olan propaganda savaşına büyük bir destek sağlamış, Türk düşmanları Darwin’in hezeyanlarından güç bulmuşlardır.

Darwin’in Türk düşmanlığına sağladığı bu desteğin etkisinin, günümüzde, neo-Nazi ve faşist grupların yurt dışında yaşayan soydaşlarımıza yaptıkları insanlık dışı eylemlerle sürmekte olduğu görülmektedir.

Bu gerçek, 19. yüzyılda emperyalizm tarafından körüklenen, o zamandan bu yana da çeşitli çevreler tarafından ısrarla ayakta tutulan “Türk düşmanlığı” akımının ardında, Darwinizm’in önemli bir yeri olduğunu göstermektedir. Bugün Türk Milletinin Avrupa Topluluğu’na layık görmeyen köhne zihniyet ise aynı Darwinist temellerin bir devamı niteliğindedir.


[1] Bakara: 159

[2] Bakara: 174

[3] Nisa:139

[4] Bakara:120

[5] (Aydınlık 2 Kasım 2008 -Tunca Arslan)

[6] (Şura suresi:38)

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Subscribe
Bildir
0 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Picture of Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...