YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6920d31aba0cb
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 4 9
Bugün :
Dün : 41199
Bu ay : 893923
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45297744
IP'niz : 216.73.216.128

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Siyonist Yahudi karakteri, yerli münafık örnekleri ve “Dinsiz Dikta” heveslileri

Esintiye uygun yön değiştiren, aynı olaylara, duruma göre farklı tepkiler veren, sık sık tutarsız ve çelişkili tavırlar sergileyen insanların:

  • 1- Ya inanç ve idealleri oturmamış, ahlaki değerleri henüz olgunlaşmamıştır.
  • 2- Veya, bu inanç davranış bozuklukları, kronikleşmiş bir münafıklık hastalığı ve karakter yozlaşmasıdır.

Düne kadar koyu şeriatçı, bugün AB şakşakçısı; bir zamanlar Fanatik Erbakancı, şu anda AKP yandaşı ve Amerikancı; geçmiş dönemlerde Bediüzzaman hayranı ve güya Kur’an hizmetkârı, ama şimdi ılımlı İslamcı ve Papalık hizmetkârı tipler bu bozuk ruh halini yansıtmaktadır.

Ve yine Müslüman halkımıza hoş görünmek ve karanlık yüzlerini gizlemek için, ara sıra: “Hz. Muhammed’in büyük devrimciliğinden, İslam’ın Batı Medeniyetini nasıl etkilediğinini” dem vuran, ama fırsat buldukça “Orta Çağ kalıntısı, gericilik ve yobazlık kaynağı” diye İslam’a saldıran soysuzların bu çifte standardı da tam bir ahlak zafiyeti, kendine güvensizlik ve acizlik psikolojisi olarak okunmalıdır.

Bunun gibi, güya İsrail canavarının mazlum Filistin halkına yönelik soykırım vahşetini kınamak için yürüyüş yapan veya bildiri yayınlayıp, ardından Siyonistlerin suç ortağı ve BOP eşbaşkanı olan Recep T. Erdoğan’a ve AKP iktidarına yandaşlık yapanların bu tutarsızlığı da tam bir haysiyet hamlığı ve vicdan sakatlığıdır.

Ali Sirmen ayarını ortaya koyuyordu

Cumhuriyet Gazetesi yazarı Ali Sirmen gibi sabataist- Mason bozuntuları ve İttihat Terakki uzantıları, Siyonist İsrail aleyhindeki her hareketi “şeriatçılık özlemi” olarak değerlendiriyordu. Yüz binlerin katıldığı SP’nin Çağlayan Mitinginden de bu nedenle rahatsızlık duyuyor, Hamas’ın saldırganlığının ve terörist tavırlarının (!) göz ardı edildiği söyleniyordu. Her nedense, Siyonist kuduzlara yönelik haklı tepkiler, bunlara batıyordu.  Hatta Star spikeri Uğur Dündar ve diplomasi duayeni diye sunduğu CHP’li Şükrü Elekdağ gibileri, Filistin’e gerekirse, barış gücü niyetiyle Türk askerinin gönderilmesi teklif ve temennilerinden bile, -iki ateş arasında kalır- bahanesiyle, açıkça gocundukları gözleniyordu. Oysa bu kafalar, Kore’ye ve Somali’ye hem de ABD emrinde ve hizmetinde asker göndermemizi hararetle alkışlıyordu.

Ve hele Ali Sirmen’in, bizim de asla tasvip etmediğimiz ve tehlikeli sonuçlarına sürekli dikkat çektiğimiz Ergenekon davası kapsamındaki 10. dalga tutuklamaları nedeniyle; aslında Siyonist ve emperyalist odakların hizmetkârı ve BOP Eş Başkanı olarak İsrail’in taşeronları olan AKP’yi, “Türkiye’ye şeriat düzeni getirme ve Cumhuriyet düzenini değiştirme gayretiyle” suçlaması, saçmalıktan da öte bir saptırmaca olarak sırıtıyordu.

Kısaca Ali Sirmen gibilerine göre, şer çıbanı olan İsrail’e ve Türkiye’deki Masonik şebekeye karşı olan herkes “şeriatçı” sayılıyordu. Yani şeytanlığa yanaşmayanlara, “şeriatçı” diye saldırıyordu. Bu tutum aynı zamanda, İslam’ın her türlü zulme ve fitneliğe karşı, bir barış ve adalet sigortası olduğunun da, dolaylı itirafı olarak okunması gerekiyordu.

Ve düşünmeden edemiyorduk; AKP’yi şeriatçılıkla suçlayan Ali Sirmen’lerin ve Ergenekon bağlamında evinde yapılan arama sonrası medya mensuplarının sorularını yanıtlarken hiçbir ilgisi olmadığı halde: “dinci diktaya fırsat vermeyeceğiz” şeklinde AKP’ye sataşan Sabih Kanadoğlu gibilerin bu talihsiz tavırları, acaba, dindar halkımızı İsrail işbirlikçisi AKP’ye yönlendirmek üzere kasıtlı mı yapılıyordu?!

Çünkü, böyle muhalifleri varken, AKP’nin sırtını yere getirmek ve tahribatlarını önlemek imkânı yoktu ve toplumu AKP’nin tuzağına itmek için, bu “dinsiz dikta” heveslilerinin iğneleyici ve iğrendirici sözleri yetiyordu.

Oysa, gerçek “Din diktası rejimi” İsrail’di ve bizdeki “gizli masonik derin şebekeydi”… Ve hem AKP’lilerin hem de ikide bir bu milletin dinine küfredenlerin, yularlarının aynı şeytani odakların elinde bulunduğunu artık herkes biliyordu.  Bunların hırçınlığı ise saltanatlarının yıkılma telaşından kaynaklanıyordu.

Oktay Ekşi Hürriyet’teki ‘İsrail hep haklıdır’ başlıklı yazısında, tam bir Siyonist uşaklığı ağzıyla konuşuyordu.

“İsrail savaş uçaklarının vurduğu yerde gül bitmediğini, tam tersine, yerdeki kızıllığın birçoğu sivil olmak üzere masum insanların kanından geldiğini, başta ABD olmak üzere Batı dünyası kabul edinceye kadar bu kanlı oyun belli ki devam edecek.

İsrail tamamen haksız mı?

Buna “evet” demek zor. Çünkü Filistin’in Gazze şeridine egemen olan Hamas yönetimi, İsrail’le 6 aydır süren “ateşkes” anlaşmasının süresi bitince İsrail Başbakanı Ehud Olmert kendi topraklarına yapılacak herhangi bir saldırıya hemen yanıt vereceklerini baştan ilan etmişti.

Hamas bunu önemsemeyip roketle saldırıda bulununca elbet bir karşılık verilecekti.”

“Ama İsrail bilindiği gibi tüm Batı dünyasında “imtiyazlı” bir konuma sahiptir. Bu gerçek kâğıt üstünde görünmez ama İsrail’in hukuk tanımaz eylemlerine karşı gösterilen hoşgörü veya bunları görmezden gelme politikası hemen her olayda ortaya çıkar.

Örneğin, Filistinli 10 çocuk bir İsrail askeri gücü tarafından öldürülse, Batı dünyası için bu “yol kazası” gibi bir olaydır.

Ama İsrailli bir çocuk, Filistinliler tarafından bilerek veya bilmeyerek açılan bir ateş sonucu hayatını kaybetse, olay derhal “Filistinli teröristlerin yaptığı insanlık dışı bir eylem” olarak sunulur.

Aynı çifte standart, Filistinlilerin kendilerini savunma hakkı konusunda da geçerlidir.

Batı’ya göre Filistinlilerin kendilerini savunma hakkı -kâğıt üstünde varmış gibi görünse de aslında- yoktur. Onlara düşen İsrail’in tayin ettiği kadarıyla yetinmekten ibarettir. (…)”

Filistinli Müslümanlar canavarın insafına terk ediliyordu

Hamas ile İsrail arasında 6 aylık bir ateşkes süreci, Türkiye’nin de çabalarıyla sağlanmıştı. Bu sürecin bitmesinden bir hafta sonra Gazze, hangi Gazze, 1,5 milyon insanın kapatıldığı, sıkıştığı ince bir şerit olan Gazze, füzelerle sarsıldı. Saldırılarda yaklaşık 1400 kişinin öldüğü, 6000 kişinin de yaralandığı bir vahşet yaşanmıştı.

1967’deki “6 Gün” savaşlarından sonra Gazze Şeridi İsrail ordusu tarafından işgal altına alınmıştı. Mısır ve Ürdün, İsrail ile olan gayr-i resmi ilişkilerinin yürümesi hatırına, zaman içinde Gazze Şeridi’nde sıkışmış kalmış Filistinlilerin çaresizliğinden hiç de rahatsız olmamıştı. Adeta Mısır ve Ürdün yönetimlerinin selâmeti adına bu insanlar bir nevi harcanmışlardı.

Gök kubbe altında, açık havada bir kapalı yer bunaltısı yaşamışlardı.

Açık bir cezaeviydi. Gazze’de yaklaşık 1,5 milyon Filistinli barınmaktaydı. Asgari hayat standartlarının altında bir ömür sürmeye mahkûm bırakılmışlardı.

Filistin kuşatılmış bir toplumdur. Onlar, en doğal hayat haklarının hiçe sayılmasına bir tepki olarak silâhlı mücadeleye başvurmuş bir halktır. Bunlar oyalayıcı gazete ve ajans-TV yorumlarının söylemediği hakikatlerdir.

Recep T. Erdoğan bu saldırıyı biliyor muydu?..

Kendi yaptığı okul binası bombalanıp 50 yavruya mezar olan Gazze’nin; “İsrail’e karşı iktidarsız” Birleşmiş Milletler dilindeki adı bile “işgal altındaki topraklar”dır.

Bir örgütün “teröristliği” en çok bununla vurgulanır.

Peki, bir devlet “masum insanlar”a, kadınlara, okul çocuklarına, bebeklere füze ve bomba ile saldırdığında hükmü ne olacaktır?

İsrail böyle bir saldırıyla canavarlaşmıştır.

Masonik medyadaki “Denge cambazları” sanki “iki eşit”ten bahseder gibi davranmaktadır.

Bir tarafta “onlarca yıldır işgal altında”, yıllardır abluka kıskacında, yoksulluk ve açlığa sıkıştırılmış, kimliği, kişiliği, insanlığı aşağılanmış mazlum bir halk… Bir tarafta dünyanın dört bir yanından da destek alan, nükleer silahlı, denizaltılı, savaş uçaklı, haşin ordulu terörist bir devlet vardır.

Üstelik bu, tarihin önemli anlarında “halkının karşıtı ve ona vuran, kıran” ne olmuşsa, ona dönüşmüş bir Siyonist bir yapıdır.

Bizatihi terörle, terörizmle, sabotaj ve suikastlarla kurulduğu, toprak genişlettiği halde; kalkıp köşeye sıkışmış, yoksul, aç, aşağılanmış bir halkı terörizmle suçlayan ve her saldırıya eşitsiz, orantısız saldırı değil, katliamla misilleme yapan bir İsrail, insanlığın baş belasıdır.

Bu arada “kardeş mardeş” ağızlarımıza, kına yakmış kınamalarımıza, bize de ciddi bir utanç düşüyor. Bir kere; “İsrail savaş, saldırı, katliam makinesi”ne ciddi destek ve cesaret akıttı bizim “demokratik laik hukuk devleti”miz.  Siyasi hükümetimiz ve Silahlı Kuvvetlerimiz, tankla, helikopterle, uçakla para ve imkân akıtmıştır…

Utanmadık, çoluk çocuğu bombalayan İsrail uçaklarına pistlerimizi açtık. Meclisimizi açtık. Histeriye kucak açtık!

Şimdi, daha da rezili şu:  Ya, Başbakan’ın sandığı gibi, aldatıldık…

Ya da kendimizi kandırdık!.. Çünkü Siyonist-terörist başı Olmert, Türkiye ziyaretinde Cumhurbaşkanı ve Başbakana, hangi telkin ve tavsiyelerde bulunduğunu hala açıklamadı, bu gerçeklerden mahrum bırakılmıştık.

Her halükârda, okulda sabahçı öğlenci değişimi yapılırken öldürülmüş o çocukların, belki iki eli değildir yakamızda ama, bir sorusu uçup gider Ankara’ya:  Bizi öldüreceklerini biliyor muydun Recep Amca!? diye soran yazar haksız mıydı?

İsrail’le savunma ittifakı da neyin nesi? Diye soran Hakan Albayrak sahtekârlık yapıyordu

Allah’a ve Kıyamet Günü’ne inanan milletvekillerinin Filistin’de akan Müslüman kanını hiçe sayarcasına “Türkiye-İsrail Dostluk Grubu”na doluşmaları olacak şey değildi, ama oldu…

Katil İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde barış edebiyatı yaptırmak ve onu ayakta alkışlamak olacak iş değildi, ama oldu…

İsrail Başkasabı Ehud Olmert’i Ankara’da barış gündemiyle ağırlamak olacak iş değildi, ama oldu…

Yıllardır süren bu aymazlık nihayet son bulacak mı?

İsrail’in barışa metelik vermediği ve asla vermeyeceği, Siyonist İşgal Rejimi’ni diplomasi marifetiyle yola getirmenin mümkün olmadığı, varlığını zulme borçlu olan bu devlet kılıklı terör örgütünün zulümden asla vazgeçemeyeceği, bunu kendi iradesiyle yapamayacağı, tabiatı gereği zulme mecbur olduğu, ancak zor kullanılarak yola getirilebileceği nihayet anlaşılacak mı?

İsrail’e karşı gereken tavır alınacak mı?

Türkiye semaları, Gazze’ye ölüm yağdıran İsrail Hava Kuvvetleri pilotlarının idmanlarına kapatılacak mı?

Akdeniz’deki mutat Türkiye-İsrail-ABD ortak askeri tatbikatlarından çıkılacak mı?

Türkiye-İsrail Savunma İşbirliği Anlaşması yırtılıp çöpe atılacak mı?

AK Parti’li milletvekilleri ‘Soykırımcı Siyonistlerle Dostluk Grubu’nu terk edip İsrail’e tavır takınacak mı?

Yoksa Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan’ın Gazze’de bir kaç gün içinde 1400’ü aşkın masum insanı hunharca katleden İsrail’e tepki demeçleri basit birer sitem olarak mı kalacak?” diyen Yeni Şafak’ın yazarı ve AKP yalakası Hakan Albayrak’ın yanıtı, Recep Bey’in fırdönek ve çelişkili tavrıydı: Bir gün önce “Olmert bizi kandırdı, birden bire saldırdı. Biz de, barış arabuluculuğunu bıraktık, telefonlarımızı kapattık” diyordu. İkinci gün ise “Başbakan, Suriye, Ürdün, S. Arabistan ve Mısır’la görüşmek, İsrail’le barış ve diyalogu sürdürmek gayretiyle Ortadoğu gezisine çıkacaktır” haberleri geçiyordu..! Ha bu arada bazı AKP milletvekilleri de, İsrail Dostluk grubundan istifa edip, vicdanlarını rahatlatmaya ve oy tabanını aldatmaya çalışıyordu.

Recep T. Erdoğan’ın Ortadoğu ziyaretlerinin amacı ise:

“Aman ha, Amerika’ya rağmen İsrail’e karşı ciddi ve caydırıcı bir girişime kalkışmayalım. Halkı yatıştırıcı kınamalar yanında, İsrail’e barış ve diyalog çağrıları yapalım. Tansiyonu yükseltici tavırlardan sakınalım…” tavsiyelerinde bulunmak ve bir nevi ABD ve İsrail hesabına arabuluculuk yapmak olduğu anlaşılıyordu.

Recep T. Erdoğan’ın asıl görüşmesi ve destek vermesi gereken Hamas’la hiçbir irtibata yanaşmaması da, bu sahte kahramanlığını ortaya koyuyordu.

Aklı kısa AKP yandaşları ve İslamcı-yazar yaftalı yalakaları; eğer AKP iktidarından arka almasaydı, en azından AKP iktidarını hesaba katıp adam yerine koysaydı, İsrail’in bu vahşete cesaret edemeyeceğini bile anlamaktan aciz bulunuyordu. Peki Fetullah Gülen’den bir kınama duyuluyor muydu?

İşte AKP’nin değişimi: Çarşafa karşı rakı açılımı yapılıyordu!

CHP’lilerin “çarşaf açılımına” karşı AKP’lilerin “rakı açılımını” nasıl okumak lazımdır?

Biri menfiden müspete yani olumsuzdan olumluya doğru bir adım, öteki ise müspetten menfiye yani olumludan olumsuza doğru bir açılımdır!

Biri halk ile arasında oluşan duvarları ortadan kaldırma amaçlı bir atılım, öteki ise egemen güçlere yaranabilmek için onlardan çok farklı olmadıklarını ortaya koyan bir adımdır!

AKP’lilerin “rakı açılımı” bizim için sürpriz olmamıştır!

Çünkü biz bu tür sürprizleri yıllar evvel yaşamıştık!

Mesela faizi çağın realitesi olarak baş tacı yaptıkları anda çok şaşırmış ve “Nasıl olur?” diye hayretlerimizi vurgulamıştık.

Mesela zinayı suç olmaktan çıkardıklarında yine çok şaşırmış ve “Neler oluyor yahu?” diye hayretimizi haykırmıştık.

Mesela bizden bildiğimiz, kendimizden farklı görmediğimiz kimi AKP’li dostlarımızın “Milletin kursağına üç kuruş daha fazla girsin” gerekçesi ile şarap pazarlamasına yardımcı olduklarında apışıp kalmıştık!

Yaşadığımız onca olaydan sonra AKP’lilerin Edirne’de verdikleri yemekte rakının su gibi akmasına hiç şaşırmadık!

Haktan sapmanın tabii bir sonucu olarak karşıladık![1]

Haydar Baş, tarikat şeyhi mi, parti şefi mi oluyordu?

Hacı Hayri Efendinin en yakın ve en sadık talebelerinden bir Hoca Efendi nakletmişti:

Aslen Malatyalı Kocavaaz oğullarından olup Elazığlı Hacı Ömer Hüdai Hazretlerinin halifelerinden Hacı Muhammed Babanın müridi: Hacı Hayri Baba Hazretleri ömrünün son yıllarını İstanbul Suadiye Kaptan Arif sokakta geçmiştir. Selahattin Taşçı Hoca Efendi sık sık ziyaretine gider, sohbetini dinler, özel muhabbet ve iltifatına mazhar olan birisidir. Hayri Baba Hazretlerinin vefatından sonra, Küçükçekmecedeki Kanarya kabristanındaki aile mezarlığına defnedilmesini vasiyet ettiğini, hem eşi Şaziye Hanım, hem talebesi Selahattin Hoca defalarca kendisinden dinlemişlerdir. Sağlığında ne Haydar Baş’a, ne de bir başkasına hilafet ve icazet verdiğine kimse şahitlik etmemiştir. Zaten Haydar Baş’ın elinde böyle bir icazet belgesi de mevcut değildir. Ancak vefatını haber alan Haydar Baş’çılar, Hayri Baba’nın mübarek naşını Trabzon’a kaçırarak, manen kendilerine böyle bir emir ve icazet verildiğini iddia ve istismar etmişlerdir ve çeşitli yalanlar ve uydurma masallarla kendi reklamlarını yaptıra gelmişlerdir.  O dönemde Hayri Babanın talebeleri ve sevenleri arasından itibar ve itimat edilen Selahattin Hoca Efendiyi de kendi saflarına katmak ve sahtekârlıklarına ortak yapmak istemelerine rağmen, reddedilmişlerdir. Güya Hayri Baba’nın manevi mirasına sahip çıkan ve sahte bir manevi sömürü saltanatı kuran Haydar Baş’çılar Hayri Baba’nın sokaklarda soğan patates satarak geçinmeye çalışan ve sefaletle boğuşan ailesine sahiplik etmemişlerdir. Üstelik Haydar Baş denen adam, kendi müridinin nikahlı karısını evine kapatmış 3. eşi yapmış o da boşamayıp beklemiş, bu gayri meşru birliktelikten doğan çocuğuna da Şeyhinin adını koymaktan çekinmemiştir.

Not: Bütün bu çirkin gelişmelerin canlı şahitleri, adresleriyle birlikte tarafımızdan bilinmektedir. Ve istedikleri anda Mesaj ve Meltem TV’de bu iddialarını ispatlamak üzere haber beklemektedir.

Şimdi insafla düşünelim. Böyle bir istismara, suistimala ve sahtekârlığa, hangi din müsaade edecektir?

Ya bu gerçekleri bile bile gizleyenler, görmezden gelenler ve bu melanetlere bin türlü hikmet ve mazeret kılıfı geçirenlere ne demelidir? Bu Haydar Baş’çıların Erbakan gıcıklığının sebebi nedir? İsrail’in gözüne girmek için mi Çağlayan Mitingi görmezden gelinmiştir?

Evet, en doğrusunu Allah söylemiştir:

“Gerçek şu ki: Allah yanında yerde debelenen(insan dahil dolaşıp gezinen)lerin en şerlisi ve değersizi; (bir türlü) akıl erdirmez olan (ve uyarılara kulak tıkayan) sağırlar (ve gerçekleri konuşmaktan korkan) dilsizlerdir” (Enfal: 22)

Tuncay Güney’i MİT mi Cemaat mi, yoksa birlikte mi kullanıyordu?

Oray Eğin’in bile kafası karışıyordu. Tuncay Güney’le ilgili yaşanan “belgeler savaşı” herhangi birinin kafasını karıştırmaya yeter zaten. Önce Ergenekon’un en önemli tanığı olarak kafa karıştırdı. Ancak bütün büyük olaylarda olduğu gibi, tek başına bir varlığı olmadığı açıktı. Ve nihayet MİT’çi olduğuna dair bir belge ortaya çıktı. Peki, daha evvel de bu sapık çocuğa Fethullahçı denmiyor muydu? Kendisi bizzat Hocaefendi’nin randevularını tuttuğunu iddia etmiyor muydu?

Gelin şu gelişmeleri baştan değerlendirelim.

  • Tuncay Güney’in ilk ortaya çıkışı İslamcı gazetelerde oluyor. Açıklamalarına ilk kez “AKP’ye yandaş medya” itibar ediyor.
  • Geçmişte Fethullah Gülen’in özel kalemi olduğunu söylüyor. Çeşitli medya gruplarındaki maceralarından sonra Samanyolu TV’de program yapıyor. PKK’yla, MİT’le, Gülen’le ilişki kurduğu, aracılık yaptığı konuşuluyor.
  • Sabah Gazetesi Tuncay Güney’in MİT’le ilişkisine dair bir belge yayımladı. Aynı Sabah gazetesi, İslamcı gazeteler dışında Güney’in açıklamalarını ilk yayımlayan gazeteydi. MİT belgesini ortaya çıkartan muhabir, bu yıl Kanada’ya gidip Güney’le görüşüyordu.
  • Ne garip tesadüf ki bugüne kadar Sabah gazetesi Ergenekon soruşturmasına ilişkin pek çok spekülatif haber yayınladı. Geçen yaz boyu psikolojik harbin parçası olarak dezenformasyon yaptı. Tuncay Güney’in MİT’çi olduğu bilgisinin bu gazetede yayımlanması tesadüf müydü?
  • Bazılarına göre Tuncay Güney’in MİT’çi olduğunun ortaya çıkması Ergenekon soruşturmasına gölge düşürüyordu. Tuncay Güney’in yaptığı şovlar birilerini rahatsız etmeye başladı, MİT’çi olduğu bilgisinin açıklamasıyla onun devre dışı bırakılmasını isteyenlere gün doğdu.
  • Bir başka bakış açısına göre Tuncay Güney’in Fethullah Gülen Cemaati’yle bağlantısının sıkça gündeme gelmesinin önünü kesmek için bu belge sızdırıldı. Böylece Cemaat, Güney’in gölgesini üzerinden atabilip sorumluluğu MİT’e yüklüyordu.
  • Bir parantez açmak gerekiyor: Ergenekon soruşturmasıyla ilgili “Emniyet içindeki Cemaat mensupları”nın ağırlığı davanın ilk gününden itibaren zaten tartışılıyordu.
  • 2001’de Tuncay Güney’i sorgulayan kişi Adil Serdar Saçandı. Güney’in açıklamaları ve evinde bulunan belgeler Ergenekon soruşturmasının başlangıcı kabul ediliyordu. Saçan aynı zamanda Emniyet’teki Fetullahçı yapıyla ilgili soruşturma başlatmıştı. Ancak aynı Saçan önce Ergenekon davasının tanığıyken birden sanığı haline geliyordu.
  • MİT, kendisini Ergenekon soruşturmasından soyutlamak istiyor gibi bir hava estiriyordu. Bu yüzden de her türlü iddiaya anında yanıt veriyordu. Tuncay Güney’le ilgili “Kayıtlı bir haber kaynağımız değildir” açıklamasının jet hızıyla gelmesi bu yönde yorumlanıyordu.

Manzara böyle olunca, kafaların karışması çok doğaldı. Belli ki Ergenekon soruşturmasıyla beraber devletin istihbarat birimleri arasında da bir çekişme başlamıştı. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bir yakınıyla görüşen birisi; Demirel’in de kafasının karıştığını ve etrafında topladığı beyin takımıyla sürekli toplantılar yaptığını, sorulara yanıt aradığını anlatmıştı. Demirel durmaksızın “Bu iş Türklerin işi olamaz, tek başlarına bu işin altından kalkamazlar, bu ciddi bir organizasyon işi, mutlaka yabancı parmağı var” diyormuş. Biz Demirel’in derin kuşkularını bu karmaşık manzarayla birleştirmeyi tercih ediyoruz. Nede olsa tecrübe konuşuyor!

Kanada’daki Komiseri kim koruyordu?

Emrullah Uslu adını bir kez daha hatırlatmamız gerekir. Taraf gazetesinde yazan Emrullah Uslu, Polis Akademisi mezunu bir komiser oluyor. Halen devlet memuru ancak yaklaşık sekiz yıldır yurtdışında yaşıyor. Devlet memuru kanununa göre birinin bursla yurtdışında kalmasının izni azami dört yılla sınırlı bulunuyor. Ancak Uslu tam sekiz yıldır Amerika ve Kanada’da dolaşıyor. (Tuncay Güney de Kanada’da yaşıyor) Bu durumda da kanun açık: Emrullah Uslu’nun ya MİT mensubu olması gerekiyor ya da Başbakan’dan özel izin alması. Emrullah Uslu’nun Amerika’da seçtiği yer de ilginç: Utah. Fetullahçıların ağırlığının olduğu bir yer. Utah, Türkiye’de tartışılan bazı bilgi ve belgelerin kamuoyuna sızdırıldığı yer olarak ta biliniyor. Odatv.com’da çıkan bir habere göre Emrullah Uslu orada okuduğu yıllar boyunca etrafına “Ben MİT’ten bursluyum” diyormuş. Utah’tan sızan bilgiler Genelkurmay’ı da dikkatini çekti ve Uslu adına Askeri Savcılık soruşturma başlattı. MİT, bu iddialar üzerine -Tuncay Güney olayı patlamadan önce-uzun sessizliğini bozarak Emrullah Uslu’nun kendileriyle ilişkisi olmadığını açıkladı. Ama Emrullah Uslu’nun neden sekiz yıldır yurtdışında olduğu hala karışıktı…[2]

Bütün bunlardan sonra, Ergenekon senaryosunun, “TSK’yı yıpratma ve kışkırtma” operasyonu olduğu iddiaları daha bir haklılık kazanıyordu.

Hem madem Ergenekon’la ilgili;

Sırları ortaya döken Tuncay Güney’di…

Soruları gündeme getiren Tuncay Güney’di…

Bunlara yanıt veren Tuncay Güneydi…

Öyle ise sn. savcılarımıza ve yargıçlarımıza niye zahmet çektirilmekteydi? Aynı Tuncay Güney, Kanada’daki konutundan, merakla beklenen “”kararı ve cezaları” da açıklayıver sindi.

Ve bu gelişmelerin en endişe verici tarafı; artık “demokratikleşme ve AB kriterlerine erişme” laflarını kimden dinlesek aklımıza: “TSK’yı etkisizleştirme girişimlerinin” gelmesiydi. Yani, milli varlığımızın sigortası olan Ordumuzu yıpratma ve zayıflatma hıyanetinin adı, demokratikleşmeydi!? Yeri gelmişken soralım; şu Gazze’de Mahpus Filistinlilerin bir suçu da demokratikleşmeleri ve Hamas’ı seçmeleri değil miydi? Şu barbar Amerika, Irak’ta bunca katliam ve tahribatı da yine “demokratikleştirme” adına gerçekleştirmişti.

Fethullahçı heyetin, hakimlere brifing verdiği doğru muydu?

CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü, “Ergenekon” soruşturması başlatılmadan önce Amerika’nın Utah eyaleti’nden gelen Fethullahçı bir grubun daha sonra soruşturmayı yürüten Beşiktaş Adliyesi’nde bulunan altı Ağır Ceza Mahkemesi’nin tüm başkan, üye ve yedek hakimlerine “Ergenekon Terör Örgütü” adıyla brifing verdiğini açıkladı.

CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde, Ergenekon soruşturmasından önce Beşiktaş Adliyesi’nde aralarında hakimlerin de bulunduğu kişilere “21’inci Yüzyılda Terör Örgütü Yapılandırılması ve Ergenekon Terör Örgütü” adıyla brifing verilip verilmediğini sordu. Önerge ile ilgili Aydınlık’a konuşan Mengü çarpıcı açıklamalar yaptı. Mengü, 12 Haziran 2007’den önce Amerika’nın Utah eyaletinden gelen bir heyetin daha sonra Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul Beşiktaş Adliyesi’ndeki 6 Ağır Ceza Mahkemesi’nin tüm başkan, üye ve yedek hakimlerine “21’inci Yüzyılda Terör Örgütü Yapılandırılması ve Ergenekon Terör Örgütü” adıyla brifing verdiği yönünde kendisine bilgi geldiğini açıkladı. Bu heyettekilerin Fethullah Gülen tarikatına yakın kişiler olduğunu belirten Mengü, aynı içerikte brifingin Tayyip Erdoğan ve dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e de verildiğini vurguladı.

İddianameyi kimler yazıyordu?

Ergenekon davasının iddianamesinin yazımında sadece savcıların çalışmadığını belirten CHP’li Mengü, Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı ile İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in yanı sıra Rize ve Karabük İl Emniyet Müdürlerinin de iddianamenin yazımına katıldıklarına ilişkin bilgilerin bulunduğunu hatırlattı.

Mengü, iddianame yazımında sadece Emniyet yetkililerinin değil sivil uzmanların da bulunduğunu belirtip Bakan M. Ali Şahin’e: “İstanbul Ticaret Mahkemelerinin bulunduğu Levent Adliyesi’nin üst katında Ergenekon soruşturması iddianamesini hazırlamak için özel bir birim kuruldu mu? İddianame yazım çalışmalarına katılan sivil uzmanlar kimlerdir? Bunlara bu iş karşılığından ne kadar para ödenmiştir veya ödenecektir?” sorusunu yöneltiyordu.

“Adalet Bakanı Şahin soruşturmaya müdahale ediyor muydu?”

Soruşturmanın organize bir şekilde yapıldığını vurgulayan Mengü, 23 Eylül 2008 tarihinde gazeteci Tuncay Özkan ve Aydınlık dergisi yazarı Emcet Olcaytu’nun gözaltına alındığı 8’inci dalga operasyondan önce Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Ahmet Kahraman’ın İstanbul’da üç gün kaldığını ve tutuklanmaların ardından Ankara’ya döndüğünü söylüyordu.

Şahin Mengü, Mehmet Ali Şahin’e, Müsteşar Yardımcısı Kahraman’ın o tarihte neden İstanbul’a gittiğini ve kendisinin bu soruşturmayı izlemesi için talimat verip vermediğini de soruyordu.

Soru önergesinde ayrıca, şunlar yer alıyordu:

“İddianame ile ilgili yeni savcılar görevlendirildiği doğru muydu?

“Silivri Cezaevi’ndeki kameralardan alınan görüntülerin cezaevi yöneticileri dışında Başbakan ve Bakanlar tarafından izlendiği doğru muydu?”


[1] Zeki Ceyhan / Milli Gazete

[2] Oray Eğin / Akşam

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Subscribe
Bildir
2 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

İftiralara cevap
Prof.Dr.Haydar BAŞ’a atılan iftiraların kaynağı Hasan Songür dür.Bu adam parayla tutulmuş bir adamdır.Haydar BAŞ’ın da müridi değildir.Para için her şeyi yapan bu adam karısını satmak istemiştir.(-polis raporlarıyla sabit-)İstenirse bunların evraklarını biz size yollayalım.Haydar BAŞ’a iftira atan Hasan SONGÜR’ün ne olduğu ortadadır.Peki

İftiralara cevap
Prof.Dr.Haydar BAŞ’a atılan iftiraların kaynağı Hasan Songür dür.Bu adam parayla tutulmuş bir adamdır.Haydar BAŞ’ın da müridi değildir.Para için her şeyi yapan bu adam karısını satmak istemiştir.(-polis raporlarıyla sabit-)İstenirse bunların evraklarını biz size yollayalım.Haydar BAŞ’a iftira atan Hasan SONGÜR’ün ne olduğu ortadadır.Peki

Picture of Bayram YÖNEM

Bayram YÖNEM

YORUMLAR

Son Yorumlar
2
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...