“İbrahimi Dinler” safsatasıyla ve diyalog kılıfıyla, Siyonist Yahudiler ve Haçlı Hıristiyanlarla dayanışma ve kaynaşma edebiyatı yapan Fetullahçılar, şimdi Şii-Sünni kamplaşmasını kışkırtıp Suriye ve İran’a saldırıya fetva hazırlıyordu.
Bu talihsiz gelişmeler üzerine, İran Ankara Büyükelçiliği Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’ya ağır bir mektup yazıp uyarmak zorunda kalıyordu.
Bir zamanlar İran devrimi taraftarlığı ve Humeyni yandaşlığı ile öne çıkanlar, şimdi hepsi birden AKP ve ABD yalakalığına başlıyor ve birden bire İran’ın Şiiliğini hatırlıyordu.
Fetullah Gülen’in en yakın adamı olarak bilinen Hüseyin Gülerce’nin 4 Mayıs 2011 günü Zaman Gazetesi’nde yaptığı değerlendirmede Şii-Sünni kamplaşmasının tehlikelerine dikkat çekerken şunları söylüyordu:
Saddam’ı İran’a karşı silahlandıran, sonra da yalanlarla beslenmiş eften püften bahanelerle Irak’ı işgal eden 1 milyon Müslüman’ın ölümüne yol açan Amerika, şimdi Büyük Ortadoğu Projesi ile satranç tahtasında yeni hamleler yapıyor. Mısır, Libya, Tunus, Yemen, Suriye şu anda bir belirsizliğin cenderesine sıkışmış durumda. Kanlı mezhep savaşları, yüzyıl boyunca Avrupa’da olurdu. Bugün de İslam dünyasında en büyük tehlike mezhep çatışmalarıdır. İslam coğrafyasının, Sünni-Şii ayrılığına zorlandığını görmemek için uzayda bir yerlerde yaşıyor olmak gerekir. Türkiye, bu oyunun dışında olamaz. Güneydoğuda, tahrikçilerin “Mısır gibi, Suriye gibi sivil direniş çağrısı” yapmaları kendi akıllarının eseri değildir. Çünkü tek bir satranç tahtası var…”
Ama bundan bir yıl sonra aynı Gazetede Ali Bulaç şunları yazıyor ve İran’ı “Şiilik taassubuyla” suçluyordu:
“Yeni gelişen bölgesel ve küresel durumda herhangi bir İslam ülkesi üç seçenekten birini esas alarak bir dış politika tayin edebilir: Ya salt kendi ulus çıkarı adına, yahut uluslararası büyük bir gücün partneri olarak veya İslam dünyası adına. Ulusal kimlik ideolojisi, kültürel değerler, mezhep, etnisite, tarih ve coğrafya gibi unsurlar sadece destekleyici mahiyette enstrümanlar hükmündedir.
Bu kombinezonda birbirleriyle rekabet ediyormuş gibi görünen -ve aslında rekabet edip birbirleriyle savaşmaları istenen- Türkiye ve İran, ortak özellikler arz etmektedirler:
1) Her iki devlet henüz ulus-devlet kimliklerini aşabilmiş değildirler. 1979-1989 döneminde İran’da “İslam için İran” adı verilen İmam Humeyni doktrini geçerliydi; Rafsancani’nin başa geçmesinden sonra “İran için İslam” doktrini benimsendi. Bu, sistemin “İslam”dan “ulus devlet”e kayışı demekti. “Ulus devlet refleksi” İran söz konusu olduğunda Müslüman halklarda “İran acaba milli çıkar peşinde mi koşuyor?” sorusunun uyanmasına sebep olup, İslam Devrimi’ne olan desteği azaltıyor. Türkiye söz konusu olduğunda Türkiye, kendi Kürt sorununu çözme aczi içinde kıvrandığından hem bölgesel sorunların çözümünde umut olamıyor, hem İran’a ilişkin soru Türkiye için de vârid oluyor.
2) Türkiye ve İran, bölgenin ortak paydası ve mutlak doğru değeri olan İslam’ı referans alacaklarına İran, giderek Şiiliği öne çıkarıp kendini Sünni dünyadan uzaklaştırıyor; Türkiye de “1 tam laiklik-yarım Sünnilik” yaparak, “Şii İran”a karşı 1,5 karışık “laik-Sünni ideoloji”yle mukavemet etmeye çalışıyor. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri “Ya Sünni Türkiye!”, Batı “Mr. Laik Türkiye!” diye sesleniyorlar. Oysa bölgenin ve dünyanın genel gidişi ne Sünnilik ve Şiilik, ne laiklik yönündedir. Bu süreçte Türkiye de, İran da kendilerini zamana karşı anakronikleştiriyorlar.
3) Her iki ülke, salt bağımsız veya potansiyeli yüksek İslam ülkelerini harekete geçirmekten çok, bölgesel sorunlarda dünyanın küresel güçlerine, onların etkileyici patronajlıklarına başvurmayı tercih ediyorlar. İran, Rusya ve Çin’e güveniyor; Türkiye Batı’ya ve ABD’ye. Suriye örneğinde açıkça gördüğümüz şu: Eğer söz konusu küresel patronajlıklar olmasaydı; Türkiye ve İran -Mısır’ı da yanlarına alıp- kendi aralarında bir çözüm arama iradesini gösterebilselerdi, ne Suriye’de bunca kan akardı ne bölge bundan 20 sene önceki kutuplaşmaya dönerdi.
Her iki ülkenin ideallerini unutmuş reel politikacıları, mezhep nefretiyle yanıp tutuşan mutaassıp şahinleri ve postmodern sömürge edinme peşinde koşan ulusal maceraperestleri var. Eğer son sözü bunlar söylerse, iki ülke dâhil Daru’l İslam’ın tamamı yeni küresel güçlerin av sahası olur.”[1]
Aynı süreçte Milli Gazete’den Ebubekir Sifil de “İran’ın Şiilik damarıyla hareket ettiğini ve Suriye’ye müdahale edilmesi gerektiğini” savunuyordu:
Sağduyunun sesi
Suriye olayları İran’ın bölgeye ve İslam Dünyası’na yönelik siyaseti için turnusol kâğıdı oldu adeta. Biz İran’ın itikadî/mezhebi yayılmacılık politikası izlediğini, hatta mezhepçiliğin İran’ın dış politikasının temelini teşkil ettiğini söyledikçe aramızdan birileri bizi mezhepçilikle, dar görüşlülükle, emperyalizmin ekmeğine yağ sürmekle ithama devam etti. Oysa her şey o kadar açık ki!…
Timetürk muhabiri Mustafa Öztürk, Lübnan’daki Hizbullah örgütünün ilk genel sekreteri Subhi e-Tufeylî ile bir mülakat yapmış ve et-Tufeyli, gerek İran’ın gerekse Hizbullah’ın şimdiki yönetiminin politikaları hakkında son derece önemli açıklamalarda bulunmuşlardı:
“(…) Suriye Rejiminin yönetimi kendi isteğiyle bırakacağını düşünmüyoruz. Şüphesiz tüm gücüyle yönetimde kalmanın mücadelesini verecektir. Suriye rejimi, Alevi mezhebine mensup kitlelere; ben sizi korumak için varım, sizde beni koruyun ki sizi korumayı sürdürebileyim demektedir. Gerçekte koruduğu tek şey sistemleştirdiği güç dağılımıdır. Herhangi bir mezhebi önemsememektedir.
“(…) İran yönetimi ve bölgedeki Hizbullah gibi, Emel hareketi gibi siyasi müttefikleri, Suriye halk devrimi sürecinde Şam yönetiminin yanında duran bir siyasi tavır sergiliyor. Çünkü Suriye yönetimi Sünni bir yönetim değildir. Dolayısıyla tabir yerindeyse mezhepsel bakış açısıyla dost addedilen bir yönetimdir. Ne yazık ki olayı Şii-Sünni çatışması dâhilinde değerlendirmek durumundayız.”[2]
İran Ankara Büyükelçiliği’nden Zaman Gazetesi’ne sert mektup: ‘Zaman’ın, İsrail’den daha Siyonist!’ olduğu vurgulanıyordu:
İran Ankara Büyükelçiliği’nden Zaman Gazetesi’ne gönderilen yazıda: “Zaman’ın yayınlarının, artık Siyonist ve Amerikan medyasının, İran İslam Cumhuriyeti’ni Türkiye’deki karalama faaliyetlerine gerek bırakmadığı” vurgulanmıştı.
İran Büyükelçiliğin Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’ya gönderdiği mektupta, “Zaman’ın 24 Nisan 2012 tarihli sayısında bir kez daha İran İslam Cumhuriyeti aleyhinde kasıtlı iftiralara yer verildiği belirtilerek, “gazetenizin İran karşıtı bir yaklaşım sergilemesi ve Türk kamuoyunda komşu bir ülkeye karşı kötümser bir atmosfer oluşturarak mezhep ve ırklar arası çatışmayı körüklemesi iyi niyete ve dürüstlüğe aykırıdır” açıklaması yapılmıştı.
Mektupta kısaca şunlar yer almaktaydı:
“Zaman Gazetesi’nin Siyonizm’e uşaklık ettiği” hatırlatılmıştı.
“Zaman’ın ABD’nin yörüngesinde yayın yaptığı” değerlendirmesi vardı.
“Mezhepçilik yaptığı ve İslam’ın içinde fitne çıkarmaya çalıştığı” yazılmıştı.
“Müslüman ve komşu bir ülkeye hasımlık yapıldığı, Siyonist ve ABD basınının bile bu kadar azgınlaşmadığı” vurgulanmıştı.
“Zaman Gazetesini satın alan sözde mütedeyyinlere bu tabloyu armağan ediyoruz!” denilen mektupta: “Hoşgörü yalan, nefret gerçek!” ifadeleri yer almıştı.
Zaman Gazetesi’nde İran’ı suçlayan Ali Bulaç, Milli Gazete’den Gökçen Göksal’a daha farklı şeyler anlatıyordu:
“Dört ülkeyle aynı anda savaşa girebiliriz” diyen Ali Bulaç AKP iktidarını neden uyarıyordu? Yoksa Siyonist merkezlere: “Milli Türkiye tuzaklarınızın farkında, yeni tedbirler alın” mesajı mı veriyordu? Çünkü bir zamanlar: “Eğer Ayasofya aslına döndürülecekse, o zaman kiliseye çevrilmelidir!” diyecek kadar genlerini deşifre eden Ali Bulaç’tan her şey bekleniyordu.
“Uzun zamandan beri Batı, özellikle küresel ekonomik bir güç olarak ABD, Ortadoğu’da bir değişim arzu ediyor. Fakat bunu nasıl yapacaklarına ilişkin hem görüş ayrılıkları hem de belli bir görüşte olanlar içinde de bir tereddüt söz konusu. Genellikle iki görüş ortaya atılıyordu. Ortadoğu’da demokraside iç dinamiklerle gelmez, dolayısıyla bu bölge “entegre edilmemiş bir boşluğu” ifade eder. Boşluğu sisteme entegre etmek için yaratıcı kaos fikrini ortaya attılar. Yani Ortadoğu ülkelerinde bir kaos oluşturarak taşları yerinden oynatmak. Ortadoğu’yu dağıtmak, hallaç pamuğu gibi atmak. Sonra bu dağılmış, parçalanmış yapılar küresel bir ‘nazım güç’ (Siyonizm) tarafından yeniden yapılandırılacak. İşte bunun için de işgal doktrini temel alındı. Yani askeri işgallerle mevcut yapıların dağıtılması. 2003 yılında Irak’la başlayan ve daha öncesindeki Afganistan işgali bunun bir parçasıdır.” (BOP bu projenin adıdır ve Sn. Recep T. Erdoğan bu Siyonist projenin eş kâhyasıdır. M.Ç.)
Tabi bölgeyi domine edebilecek durumda olan 3 ana aktör var: Türkiye, İran ve Mısır. İran hedef tahtasında, Batıya karşı cepheden tavır alıyor. Batıyla özellikle ABD ile çatışma halinde görünüyor. Dolayısıyla İran’ın doğrudan partner aktör, değiştirici bir güç olarak kullanılması düşünülmedi.
İran, ABD ve İsrail’e karşı tavır aldıkça büyüyor. Bölgede patronaj durumuna geçiyor. Çünkü bütün Ortadoğu ve İslam dünyasının ana problemi yani bütün sorunların merkezi Filistin sorunudur. Sizin Filistin sorununda nerede durduğunuz sizin bölge politikanızı ve geleceğinizi tayin eden en önemli faktördür. Eğer İsrail’den yanaysanız sizin bölgede alacağınız tutum ABD ve körfez ülkeleri, yani Batı yanında olur.
Türkiye ise açıkça Batı ülkelerinin yanında yer alıyor. NATO ülkesidir ve NATO ile beraber hareket ediyor. AB üyelik sürecini takip ediyor, ABD ile model ortaklığı bulunuyor. Bu üç parametre; NATO üyesi olması, AB üyelik sürecine uyması ve ABD ile model ortaklığı bulunması Türkiye’yi Batının yanında konumlandırıyor. Kendi başına hareket eden bir ülke değildir tabi. Türkiye Özal’dan bu yana Batı dünyasını şuna ikna ediyor: Siz burada çok kaba yöntemler kullanıyorsunuz, kaos yaratıyorsunuz, düşman kazanıyorsunuz, yanlış yapıyorsunuz. Biz sizin dostunuzuz ve müttefikiniziz. Bizi kendi yöntemlerimizle baş başa bırakın, çünkü biz bu bölgenin dilini daha iyi biliyoruz. 400 sene bu bölgede hükümran olduk, bölge insanlarıyla bizim akrabalık bağlarımız var. Biz sizinle beraber ve sizin çıkarınıza bu bölgeyi dizayn edebiliriz.
Batı buna göz yumdu, Türkiye kendi yöntemlerini kullanmaya başlayınca büyük başarılar kazandı. Bölge ülkelerine gitti, sınırlar anlamsızlaşmaya başladı, vizeler kalktı. Bunun arkasında ise Türkiye, Ortadoğu’yu batıya yaklaştırmak, ılımlaştırmak, bu radikal sert unsurları yumuşatmak istedi. Fakat ilişkiler ve gelişmeler kontrolden çıkınca bu yöntem batıyı tedirgin etti. “Biz Türkiye’yi kendi başına bıraktık” diye düşünüp bunu geri çekmeye başladılar. Ve son 1,5 sene özellikle Türkiye tekrar batıyla birlikte açık ve net bir şekilde hareket etmeye başladı.
Bu da Türkiye’nin, bütün politikalarının alt üst olması, ters yüz olmasına yol açtı. Tekrar eski konumumuza döndük. Yani bütün komşularımızla ihtilaf halindeyiz, çatışma potansiyelimiz son derece yüksek, Allah muhafaza Suriye olayı eğer iyi sonuçlanmayacak olursa bir anda Suriye, Irak, İran ve Lübnan’la savaşa girmiş olacağız. Bizim tarihimizde ilk defa böyle bir şey olacak.
Türkiye bir enstrüman olarak kullanılmak isteniyor
Bence Ankara’nın Suriye politikası Türkiye’nin kendi inisiyatifiyle, özgür iradesiyle yürütülmüyor. Batının baskısı altında. Burada önemli rol oynayan faktör Türkiye’nin NATO ülkesi olması ve batı yanında yer almasıdır. Batı Suriye olayının Mısır ve Tunus’taki gibi bir iç toplumsal dinamikle ve sivil muhalefetle sona erdirilemeyeceğini anladı. Dışardan bir müdahale gerekiyor, bu müdahaleyi de kendisi yapmak istemiyor. Yani ABD, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi kendisi girip Suriye’yi işgal etmek istemiyor. Libya’daki modeli de uygulamak istemiyor. Burada Türkiye’yi bir enstrüman olarak kullanmak istiyor.
İkinci önemli faktör İran, Irak, Suriye ve Lübnan’ın bir blok teşkil etmesidir. Bunlar artık kendi içlerinde siyasi ve askeri bir ittifak kuruyorlar. Bunlar Türkiye’nin veya batının Suriye’ye girmesine asla müsaade etmeyecekler. Türkiye’yi vuracaklar. Bunu söylüyorlar zaten. Mesela devrim muhafızları başkomutanı, Lübnan Stratejik Araştırmalar Merkezi bunu söylüyor. Türkiye bir anda bu 4 İslam ülkesiyle savaşa girmiş olacak.”
– İsrail, İran’ı Amerika’ya rağmen vurabilir mi? Vurursa Türkiye’nin durumu ne olur?
İsrail, İran’ı tek başına vurabilir ancak bunun altından tek başına kalkamaz. ABD, Afganistan ve Irak’taki gibi İran’ı işgal edebilir. Fakat Afganistan ve Irak’ta karşılaştığı sorunlardan çok daha büyük sorunlarla karşılaşabilir. Bu durumda NATO konsepti içinde bunu yapmak üzere Malatya’daki NATO radar sistemi düşünülmüştür. Şöyle bir senaryo düşünün: İsrail, İran’ı vurdu. Füze yerini buldu. Vurduğu anda otomatikman İran da İsrail’i vuracak.
Fakat İran füzeyi ateşlediği zaman otomatikman Malatya’daki radar sistemi bunu tespit edecek ve Almanya’ya, ya da Romanya’ya bildirecek. Oradan da İran’ı vuracaklar. O zaman İran ne yapacak? Kendi füzelerini Romanya’ya ya da Almanya’ya bildiren Malatya’daki tesisi vuracak. Bu sefer Türkiye saldırıya maruz kaldığı için İran tarafından, NATO anlaşmasının 5. maddesine göre, bir NATO ülkesi saldırıya uğramış sayılacak ve NATO ülkeleri İran’ı vuracak. Tabii ki; bu bir senaryo, ama her an olabilir. Son derece tehlikelidir. Maalesef bizim (AKP) hükümetimiz bunu kabul etmiştir.
“Yahudi lobisi daha makul gösterilen bir stratejiye sahip çıkıyor. Lobiler şöyle düşünüyorlar: İsrail’in bugünkü çılgın yöneticileri Yahudileri bütün dünyada ve Ortadoğu’da bir uçuruma, bir felaket doğru götürüyorlar. Öyle ise İsrail’i durdurmak lazımdır. İsrail’i durdurmanın anlamı ise, sınırlarının belli olmasıdır. Çünkü İsrail dünyada milli sınırları belli olmayan tek devlettir. İsrail nerede başlar nerede biter belli değildir. İşgal devletidir. Buna bir son verilmesi gerekir. Mevcut İsrail işgali, hem Yahudiliğe karşı, hem ABD’ye ve Batıya karşı büyük bir öfke demektir, İsrail’i eğer İran durdurursa onu nötralize edecektir. Ama Türkiye durdurursa, bunu Batı adına yerine getirecektir. Dolayısıyla (Türkiye’nin Suriye müdahalesi) Batıyı, NATO’yu, ABD’yi rahatlatan bir girişimdir.”
Oysa ABD’li generaller İran’a savaş açmaması için gazetelere ilan verip Obama’yı uyarıyordu:
“Sizi İran’la savaş baskısına karşı direnmeniz için uyarıyoruz”.
Bu uyarı, Amerika’da, Başkan Obama’ya karşıydı. Gazeteye ilan vererek Obama’yı uyaranlar ise, yine o ülkedeki paşalardı. Hayır hayır, emekli filan değil, halen görevde bulunan komutanlardı.
Bundan bir süre önce İsrail Başbakanı Netanyahu Amerika’ya bir ziyaret yapmıştı. İran’a askeri müdahaleyi savunan Netanyahu Obama’yı etkilemeyi başarmıştı. İşte böyle bir maceranın nelere mal olacağını hesaplayan Amerikalı generaller aynı gün bazı Amerikan gazetelerine şu ilanı dağıtmıştı:
“Sayın Başkan,
Amerikan Ordusu dünyadaki en heybetli askeri kuvvettir. Ancak, her sorun için mutlaka askeri çözüm gerekli değildir. Bize ya da müttefiklerimize saldırı olmadıkça, savaş son seçenektir. Cesur askerlerimiz, onları zorluklarla dolu yola göndermeden önce, sizden tüm diplomatik ve barışçı seçenekleri denemenizi beklemektedir. Nükleer silahlı bir İran’ı önlemek haklı olarak sizin önceliğiniz ve kırmızıçizginizdir. Ancak, diplomasi henüz tükenmiş değildir. Barışçı çözüm hala imkan dâhilindedir.
Şu anda askeri bir harekât sadece gereksiz değil, aynı zamanda hem Amerika, hem İsrail için tehlikelidir. Sizi İran’la savaş baskısına karşı direnmeniz için uyarmak görevimizdir.”
Bu İlanı Amerikalı gazeteciler olağan karşılıyordu. Amerikan Yönetimi ilanla ilgili kimse hakkında soruşturma filan açmıyordu. Ama Allah korusun, bizde bazı generaller gazetelere böyle bir ilan vermeye kalkarsa;
1- İktidarın sadık bendelerinin ve kiralık kalemlerinin hemen demokratik yiğitliği kabarır ve o generallere olmadık hakaretleri savururlardı.
2- Bir kaç zıp çıktı aynı hızla savcılığa başvurarak, o generaller hakkında suç duyurusunda bulunurlardı.
3- Bu yazı ve girişimlerden feyiz alan iktidar o generaller hakkında derhal soruşturma açar, terfilerini önler, adamların askerlik hayatlarını karartırdı. “Askerin siyasete karıştığı iddiasıyla ortalığı ayağa kaldırırlardı” diyenler haklıydı.
Ricci emrediyor, AKP uyguluyordu:
ABD Büyükelçisi, Ricciardone’nin “Bazı ülkeler, İran’dan petrol ithalatlarını önemli ölçüde azalttı. Türkiye’nin bu konuda bir karara varmasını bekliyoruz” sözlerinden bir gün sonra Enerji Bakanı Taner Yıldız’dan “İran’dan alımı azaltıyoruz” açıklaması geliyordu. İran’dan alınan petrolün bir kısmının Libya’dan sağlanması için çalışma başlatıldığını belirten Yıldız, “Libya’dan petrol alımı başlattık, İran’dan alımı azaltıyoruz. Libya’dan yapacağımız alım, İran’dan yaptığımızın yüzde 10’u civarında olacak” diye konuşuyordu.
Güney Kore’de ABD Başkanı Barrack Obama ile görüştükten sonra Tahran’a giden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın iki günlük ziyaretinden bölge yararına tek bir sonuç çıkmıyordu.
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, rahatsızlığı nedeniyle Erdoğan’la görüşmüyor ve muhatabını bir gün boyunca Tahran’da bekletiyordu. Ancak Erdoğan’ı sağlık gerekçesiyle bekleten Ahmedinejad, Türkmenistan Petrol Bakan Yardımcısı Hoca Muhammedov’la buluşuyordu. Ahmedinejad’ın açıklanan sağlık sorunu ise ilginçtir, yüksek tansiyondu! Erdoğan, İran’ın dini lideri Ali Hamaney’le görüşebilmek için ise bin km uzaktaki bir başka şehre gitmek durumunda kalıyordu. İran, Sn. Recep T. Erdoğan’a “ABD’nin ulakı” muamelesi yapıyordu.
İran ile yeni rahatsızlık: Tarık Haşimi konusuydu
Hakkında tutuklama kararı varken Irak’tan kaçan Devlet Başkan Yardımcısı Tarık Haşimi’nin Türkiye’de üst düzeyde kabul görmesi İran’da rahatsızlık yaratıyordu. İran kanalı Press TV, Tahran’ın rahatsızlığını bildiren haberinde “Türk polisi, kaçak Irak Devlet Başkanı Yardımcısını koruyor” ifadesini kullanıyordu. Press TV, Haşimi’nin, İstanbul’da “17 kişilik polis ekibi ve beş araba tarafından korunduğuna, ailesi ile birlikte İstanbul’da iki eve yerleştirildiği”ne vurgu yapıyordu.
Press TV, Irak’ta “bir ölüm mangası”nı yönetmekle suçlandığını bildirdiği Haşimi’nin, Katar ve Suudi Arabistan’dan sonra ziyaret ettiği Türkiye’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüştüğünü, Ankara’dan “siyasi destek” istediğini belirtiyordu. Ve zaten Siyonist Merkezlerin tahriki ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırma niyetiyle, Tarık Haşimi’nin yakalanması için kırmızı bülten çıkartılıyordu.
“İran-Türkiye-Suriye çatışması tuzaktır” uyarısına kulak tıkanıyordu
Sezai Karakoç’un yaptığı açıklamaları çeşitli yayın kuruluşlarında pek revaç bulamazken, Ruşen Çakır, Karakoç’un söylediklerine dikkat çekiyordu.
Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç İstanbul İl Başkanlığında yaptığı konuşmada açık ve net bir şekilde “İran-Türkiye-Suriye çatışması tuzaktır” diyordu.
Bugün bilhassa Türkiye ile İran’ı çarpıştırmak istiyorlar ve ben bakıyorum ki, bunu önlemesi gereken kalemler tam tersine, en basit bir bahanelerle tahrikçi bir şekilde ortaya atılıyorlar. Tabiî bu tek taraflı değil. İran’da da mutlaka böyle oluyor. Suriye’de de öyle oluyor. Türkiye’de de. Şunu bilelim ki bu ülkelerin arasındaki meseleleri çözemeyecek tek şey var ise o da silâhtır. Bir tek kurşunun bile atılmaması gerekiyor. Eğer bu atılırsa arkası gelir ve bu ülkeler göz göre göre mahvolur gider. Arkası da Batı’nın korkunç istilâsıdır. O zaman ne ezan ne kitap kalır.” uyarılarına nedense kulak tıkanıyordu.
BM’in “Suriye’de insanî koridor çağrısı” Türkiye’yi tuzağa çekiyordu
Suriye’de başlayan kısmî ateşkes, uluslararası toplum tarafından izlenmeye devam ederken, BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın sözcüsü Ahmed Fevzi, insanî yardım koridoru açılması ihtiyacını dile getiriyordu. BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye gündemli oturumunun bitmesinin ardından basın toplantısı düzenleyen Fevzi, “Özel Temsilci Annan, şu anda harika bir durumda olmadığımızın bilincinde. Serbest bırakılması gereken mahkûmlar, açılması gereken insanî yardım koridorları var.” diyordu. Altı maddelik Annan planında, saldırılardan etkilenen tüm bölgelere insanî yardım ulaştırılması için her gün 2 saat çatışmaların durdurulması öngörülüyordu.
Erdoğan, Barzani Kürdistanının resmiyet kazanmasına ve Suriye’de, Kürdistan’ı Akdeniz’e bağlayacak bir koridor açılmasına yeşil ışık yakıyordu:
Katar temasları sırasında Türk gazetecilerin sorularını cevaplandıran Başbakan Erdoğan, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin lideri Mesut Barzani’yle yaptıkları görüşmede, terör örgütünün silah bırakmasının sağlanmasını ele aldıklarına dair haberlerle ilgili şunları söylüyordu: “Gündemimizde bu olmadı. Ama bu bizim Kuzey Irak’la yaptığımız görüşmelerde zaten gündemde olan bir başlık. (çelişkiye bakın…) Çünkü bölücü terör örgütü, silahı bırakması lazım. Silahı bıraktığı andan itibaren de zaten bizim Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak tavrımız nettir. Tamamıyla operasyonların durdurulması istikametindedir.”
“Irak’ın bölünmesini asla arzu etmeyiz”
Başbakan Erdoğan, başka bir soru üzerine ise Irak’ın bölünmesini arzu etmediklerini söylüyor, ama buna asla fırsat tanımayacaklarını belirtmiyordu. “Bizim başından beri hedefimiz, arzumuz; Irak’ın toprak bütünlüğüdür. Irak’ın bölünmesinin, parçalanmasının hiçbir Iraklı vatandaşa faydası olmayacağı gibi, bir komşu ülke olarak, bir kardeş ülke olarak biz zayıflanan, bölünen bir Irak’ın da geleceğine yönelik doğrusu burada sadece üzüntümüzü beyan ederiz” diyerek art niyetini ve acziyetini ortaya koyuyordu.
Demirtaş, Kışanak ve Türk ABD’ye gidiyordu!
Bu arada BDP Eşgenel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Gülden Kışanak’ın da bulunduğu bir heyet ABD’ye çağrılıyordu. Heyette, DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün de olacağı açıklanıyordu. BDP Van Milletvekili Nazmi Gür’ün de katıldığı heyet, 22-29 Nisan tarihleri arasında ABD’de olacağı ve Washington ve New York’ta temaslarda bulunuyordu. Daha sonra Shov TV Siyaset meydanına katılan Selahattin Demirtaş Ali Kırca’ya “sorunlarımızı iç dinamiklerimizle çözmekten yanayız. Ancak ABD gibi etkin güçleri de yok sayamayız, desteklerini almalıyız” sözleriyle Amerikan uşaklıklarını itiraf ediyordu.
AKP, Kerkük’ü Barzani Bölgesi’ne bağlanmasına “evet” demeye hazırlanıyordu!
Kürt lider Barzani ile İstanbul’daki görüşmelerde temel gündem maddesi, Irak’ı bütünleştirmeye çalışan Maliki Hükümetinin nasıl düşürüleceği konusuydu. ABD’nin de desteklediği plana göre, AKP ve Barzani, Iraklı Şii liderlerden El Hekim ya da Mukteda Sadr’ı ikna ederek, Irak Meclisi’nde çoğunluk sağlamak istiyordu. Davutoğlu, Kerkük’ün “Barzanistan”a verilmesi planını destekliyordu. Erdoğan ise Kerkük konusunda kararsız görünüyordu.
AKP hükümetine, Suriye’den sonra Irak’ta da kriz çıkarma taşeronluğu veriliyordu. Kürt lider Barzani ile görüşmede, kamuoyundaki beklentilerin tersine, PKK ve teröre değil, Irak’ta yapılacak değişimlere ağırlık verildiği anlaşılıyordu. İstanbul’daki görüşmede ele alınan en önemli dosya, Irak’ın toprak bütünlüğünü kuvvetli bir şekilde savunan Başbakan Nuri Maliki hükümetinin düşürülmesi oluyordu. Bu, zaten biliniyordu. Ancak, açıkça konuşulmayan, fakat kulislerde dillendirilmeye başlanan ve Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek Kerkük dosyası, dünkü görüşmelerde de masaya yatırılıyordu. Farklı kaynaklardan aldığımız bilginin özeti şöyle: AKP hükümeti, Türkiye’nin “kırmızı” çizgilerini “beyaz”a çevirip Kerkük’ün Kürt bölgesine bağlanmasına “evet” demeye hazırlanıyordu.
Üçüncü Türk Amerikan savaşı kaçınılmaz görünüyordu!
Em. Tümg. Alaettin Parmaksız, kitabını da yazmıştı. Yani, ABD’nin Türkiye’yi nihai düşman görmesi TSK’nin malumlarıydı. Ve aslında ABD Türkiye’ye savaşı daha 1991’de başlatmıştı. Bugün üçüncü Türk-Amerikan Savaşı yaşanmaktadır:
Birinci savaş
ABD’nin 1991’de Irak’a saldırısı, sonuçları açısından değerlendirilirse aslında Türkiye’ye açılmış bir savaştı. Irak’ın kuzeyinde kurulacak ikinci bir İsrail (Kuzey Irak) bu savaşın temel amacıydı. Birinci Türk-Amerikan savaşının can alıcı çarpışmaları şunlardı:
ABD, Muavenet Zırhlısı’nı vurdu: ABD, 2 Ekim 1992 günü Ege’deki fiili ateş bölümü olmayan bir ortak askeri tatbikatta, ateş düğmesi çok kademeli olmasına rağmen “yanlışlıkla” Türk zırhlısı Muavenet’i vurmuş ve 5 askerimizin şehit olmasına yol açmıştı. Em. Albay Erdal Sarızeybek, Muavenet’in Eşref Bitlis‘e gözdağı vermek için batırıldığını açıklamıştı. Bitlis, ABD’nin Kürdistan Projesi’ni bozmak için 3 Ekim 1992 günü, yani Muavenet’in vurulmasından bir gün sonra, Irak’ın kuzeyine harekât düzenleyen komutandı!
Eşref Bitlis Suikastı: Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis, 17 Şubat 1993 günü uçağına yapılan bir sabotajla saf dışı bırakıldı. Hem ABD-PKK bağlantısını, hem de ABD’nin Çekiç Güç’le Irak’ın kuzeyinde kukla bir devlet kurmaya çalıştığını saptayan ve buna engel olmaya çalışan Eşref Bitlis, Pentagon’un baş düşmanıydı! Birinci Türk-Amerikan savaşının bu döneminde Uğur Mumcu başta olmak üzere aydınlarımız katledilmiş ve Sivas katliamı tezgâhlanmış ve Alevi-Sünni, Dindar-Laik çatışması amaçlanmıştı.
Çelik Harekâtı: Türk Ordusu, Birinci Savaş’ın ilk dönemine yanıtını Çelik Harekâtı ile başlattı. 35 bin kişilik Türk Ordusu, ABD’nin ikinci İsrail’ine girip kontrolü sağladı. Washington 5 bin CIA Peşmergesini Guam adasına çekmek durumunda kaldı. ABD’nin bu harekâtı engellemek için Gazi Mahallesi’nde Alevi-Sünni çatışması tezgâhladı.”
Diyen Mehmet Ali Güller, doğru tespitler yaparken, her nedense 28 Şubat meselesine gelince, olayı çarpıtıyor, Erbakan’dan kurtulmak isteyen ABD’nin tertip ve teşvik ettiği bu post modern darbeyi “gericiliğe karşı ilericilerin bir zaferi” gibi sunmaktan çekinmiyordu.
Oysa Başbakan Erbakan’ın Çekiç Güç’ü bölgeyi terk etmeye mecbur bırakması, aldığı ciddi ve milli tedbirlerle terörü sıfır noktaya taşıması, Havuz Sistemi gibi projelerle ekonomiyi faizci-rantiyeci kesimden ve IMF’den kurtarması, D-8’ler gibi büyük projelere imza atması ABD’yi çileden çıkarıyor ve yerli işbirlikçilerini kullanarak 28 Şubat krizini başlatıyordu. Ve şöyle devam ediyordu:
İkinci savaş
“Binyılın Meydan Okuması” tatbikatı: ABD, Türkiye’ye ikinci savaşı 2001 yılında ilan ediyor ve ekonomik krizle felç edilen Türk ekonomisi sayesinde ABD hızla yeni araçlarını devreye sokuyordu. TSK’ya Hilmi Özkök darbesi yapılıyor ve 3 Kasım 2002’de sandıktan AKP çıkartılıyordu. Önüne Türk Ordusu’nu Kuzey Irak’tan atma hedefi koyan ABD, Nevada’da “binyılın meydan okuması“ tatbikatını başlatıyordu.
Türk askerine çuval takılması: Çıkmayan 1 Mart tezkeresinin intikamını almak ve Türk Tugayı’nı Kuzey Irak’tan atmak için hamle yapan ABD, 4 Temmuz 2003 günü TSK’nin Süleymaniye’deki karargâhına girerek Türk askerlerini esir alıp başlarına çuval geçiriyordu. Türk askeri 2003-2007 yıllarında bölgeden çekildikçe PKK büyüyor, ikinci İsrail yani Barzanistan konumunu sağlama alıyordu.
Ergenekon Operasyonları: Hilmi Özkök‘ün 2002’de TSK’ye darbesiyle başlatılan operasyonu, Türkiye’nin bağımsızlığı için mücadele veren aydınları ve TSK’yı yıpratma kampanyasına dönüşüyordu.
Kürt Açılımı: ABD 2009 yılında AKP’ye “Kürt Açılımı” görevi veriliyor, böylece Kuzey Irak cephesi fiilen Güney Doğu Anadolu’ya açılmış oluyordu. Bu dönemde Türk Ordusu’na sınır ötesi operasyon yasaklanıyordu.
Üçüncü savaş
Üçüncü Türk-Amerikan savaşının ana hedefi artık doğrudan Türkiye oluyordu.
Malatya füze radarı: AKP üzerinden Kürecik’e İran ve Rusya’yı hedef alan füze radarı kuran ABD, böylece Türkiye’yi bu ülkelerle de karşı karşıya getirmeyi başarıyordu.
ABD-İsrail tatbikatı: Şubat 2012’de ABD ile İsrail ortak bir tatbikat yapıyor, sanki İran’dan yönelmiş gibi bir Sparrow füzesi atılarak hem İsrail’deki hem de Kürecik’teki radarın çalışması kontrol edilmiş oluyordu.
ABD-İsrail-Yunanistan ittifakı: Kıbrıs açıklarında yapılan ABD-İsrail-Yunanistan tatbikatında, Türkiye düşman ülke ilan ediliyordu.”
Evet, Türkiye ile ABD ve İsrail’in kapışması ve tarihi bir hesaplaşmanın yaşanması artık kaçınılmaz görünüyordu. Rahmetli Erbakan Hoca’nın hazırlayıp Kahraman Ordumuzun ilgili birimlerine teslim ettiğini açıkladığı; teknoloji harikalarıyla, süper güçlerin bütün şeytani hazırlıklarının, nükleer füze rampalarının, savaş zırhlarının, tüm uçak ve gemi filolarının etkisiz bırakılıp boşa çıkarılacağı günler yaklaşıyordu.

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Milli Çözüm, yaşam sürdüğümüz şu dünya hayatında gerçekleşen hadiseleri doğru anlamanın ve uyanık kalmanın tüyoları…
Özgür Özel, hapishanede bulunan İBB başkanı Ekrem İmamoğlunun yaptığı mitinglerle sesinini duyurmaya çalışıyormuş gibi görünürken…
"Başbakanlar, başbelasıdır bozuk düzende! Gizli gerçek hükümet, mason localarıdır Siyonist merkezler ise akıl hocalarıdır Amerika…
Sırtlanlar sadece, vergi yükler sırtlara BOP IMF görevlisidir, fatura hep yurttaşa Milli Görüş bereketle, zam…
Öyle anlaşılıyor ki hem CHP’de hem AKP’de hem de diğer muhalefet mahfillerinde, hâlâ en korkulan…
Bir toplumda iki sınıf vardır ki onlar bozulursa bütün toplumda ifsat olur bunlar yöneticiler ve…
"CHP’nin marazlı masonik takımı Kılıçdaroğlu’na karşıydı. Çünkü Kılıçdaroğlu, “Kirli, kiralık ve münafık cephenin” değil, “Milli ve duyarlı cephenin” yanındaydı.…
MİLLİ GÖRÜŞ - MİLLİ ÇÖZÜMDEN GAYRİSİ HAİM NAHUM DOKTRİNİN UYGULAYICISIDIRLAR. KİM DAHA İYİ UYGULAYACAKSA SİYONİZM…
Bugünlerde terörist başı bebek katili cani'nin ayağına gitmek için can atanların böylesine bir ihanete nasıl…
Anlaşılan amaç Özel'i bir şekilde aday yaptırıp tekrar kolaylıkla iktidarı sürdürmek. Tabi bu hizmet! falan…