“KEMALİZM”İN DE “TAYYİBİZM”İN DE
MUCİDİ SİYONİST ODAKLARDIR!
Atatürk Türkiyesi’nden Erdoğan Türkiyesi’ne
Atatürk’ün anısını yaşatmak ve mirasını korumak için harcanan bunca çaba, Türkiye’nin Onun tahayyül ettiği gibi bir ülke haline gelmesini sağlıyor mu? Hayır, sağlamıyor. Tam tersine, Atatürk’ün mirasının ve laik düzenin tehdit altında olduğunu düşünenler, tüm çabalarına karşın söz konusu tehdidin azalmadığını, tersine arttığını ifade ediyorlar. Başka çare kalmaması halinde, Atatürk’ün mirasını korumak için bir kez daha rejime müdahale ederek durumu kurtaracağına güvenilen askerin, yani Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gelinen noktada bu tür bir müdahaleye kalkışmasının artık olanaksız görünmesi, bu kesimdeki karamsarlığı daha da derinleştiriyor. Atatürk’ün mirasını koruma çabasındakiler, trajikomik bir kısırdöngünün içinde bocalayıp duruyorlar.
Bu kısırdöngüyü kırmak için farklı şeyler yapmak gerektiği artık çok açık ama birileri çıkıp da bu ihtiyacı dile getirince derhal tepki görüyor ve “Atatürk düşmanı” ilan ediliyor, böylece kısırdöngüden çıkma olanağı kalmıyor.
Hiçbir yeni fikir üretmeden, bugünün Türkiyesi’nde yaşayan insanları motive edecek bir hikâye ortaya koymadan, halkın öncelikli sorunlarına eğilmeden, sadece Atatürk simgesine sarılarak Onun mirasını koruyabileceklerini sananlar, kimseye umut aşılayamadığı için iktidar adayı da olamıyor ve AKP rakipsiz kalıyor. Atatürk’ün mirasını koruma iddiasında olanlar, Onun koyduğu “çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş Türkiye” hedefinden yola çıkarak bir “21. yüzyıl Türkiyesi” tahayyülü ortaya koyamadığı için Başbakan Erdoğan, Türkiye’yi kendi tahayyüllüne uygun bir ülke haline getirme yolunda emin adımlarla ilerliyor.”[1] diyen Osman Ulagay; Atatürk gerçeğini “Kemalizm’e” çevirenlerle, Erbakan ve Milli Görüş çizgisini “Tayyibizm’e” ve AKP’ye döndürenlerin aynı Siyonist merkezler olduğunu, ya bilmiyordu veya bile bile gizliyordu. Kemalizm safsatası ve dayatmasıyla toplumun bir kesimini Atatürk’e ve Onun Milli Restorasyon (aslına sadık kalarak çağdaş ihtiyaçlara uygun yeni değişim) hareketine düşman etmeyi başaran küresel Siyonist merkezler ve yerli masonik çevreler, Tayyibizm’in ve AKP’nin Din istismarı ve Devlet tahribatıyla da, toplumun diğer kesimini İslam’dan iyice soğutmayı başarıyordu.
AKP’nin, Siyonizm’in Tezgâhı olduğunu; Time anketi göstermişti!?
ABD’de yayımlanan ünlü Time dergisinin, “yılın en popüler kişisi” ile “yılın en az popüler olan kişisi”ni belirlemek üzere internet üzerinden gerçekleştirdiği anketin 2011 sonuçları da Türkiye’deki kutuplaşmayı yansıtan ve dergi yetkililerini de şaşırtan çarpıcı bir tablo ortaya çıkarmıştı.
“Yılın en popüler kişisi” sıralamasında Başbakan Erdoğan 122.939 oyla açık ara birinci olurken ikinci sıradaki futbol yıldızı Lionel Messi ancak 74.415 oy almıştı. Anketi düzenleyen Time dergisini şaşırtan sonuç ise; Başbakan Erdoğan’ın “yılın en az popüler olan kişisi” sıralamasında da çok açık farkla birinci sırada yer almasıydı. Erdoğan “yılın en az popüler olan kişisi” olarak 180.571 oy toplamış ve ikinci sırada yer alan “en zengin %1″in aldığı oyu beşe katlamıştı.
Aynı kişinin her iki listede de açık farkla birinci sırayı alması hiç de alışılagelmiş bir durum sayılmamıştı. Time dergisi, Türk internet sitelerinde yürütülen Erdoğan’a destek ve köstek kampanyalarının sonucu etkilediğini ileri sürse de bu bir aldatmacaydı. Çünkü Erdoğan’dan daha çok yararlanmak ve Siyonizm (İsrail) adına azami fayda sağlamak için, onun Türkiye’de ve İslam âleminde parlatılıp popüler hale sokulması lazımdı. Wall Street Journal gazetesinin de bazı Türk internet sitelerinde sürdürülen “Erdoğan’a hayır” kampanyalarının oylamada etkili olduğunu ileri sürerek, “Bu sonuçlar da Erdoğan’ın Türkiye’de Cumhuriyet tarihinin en popüler ama aynı zamanda en kutuplaştırıcı siyasetçilerinden biri olduğunu gösteriyor” yorumu kasıtlıydı ve bu maksatlıydı.
Sonuçta Time dergisi, büyük olasılıkla Türkiye’den gelen oylarla her iki listede de birinci olan Erdoğan’ı değil, 2011 yılına damgasını vuran protesto hareketlerine yön verenleri “yılın kişisi” seçmiş durumdaydı, ama Time anketinde ortaya çıkan tablo, Türkiye’deki bölünmüşlüğü ve cepheleşmeyi gösteren ilginç bir örnek oluşturmaktaydı.
Atatürk’ü Bitirme Planları, İsmet İnönü’yle Başlatılan Bir Süreçti!
“Atatürk’ü bitirme planı” deyimini romancı Tuna Kiremitçi, bu tartışmaların alevlendiği ortamda yazdığı bir yazının başlığında kullanmıştı. Yazıda bunun nasıl bir plan olduğu ya da kimin planı olduğu açıklanmıyordu, ama böyle bir planın hangi ortamda gündeme getirilebildiği irdeleniyordu. Değişen kuşaklarla birlikte heyecanların da değiştiğini vurgulayan Kiremitçi, farklı siyasi eğilimdeki gençlerle yaptığı sohbetlerde edindiği izlenimleri aktarıyor, “O zaman yaşasalar belki de Mustafa Kemal’in yanında saf tutacak çocuklar bugün başka heyecanlarda” diyordu.[2]
“Bu aslında ilginç bir saptamaydı. Atatürk’ün mirasını koruma iddiasındakiler, Onun Türkiye tahayyülünden yola çıkarak bugünün gençlerini heyecanlandıracak hedefler ortaya koyabilseydi Atatürk’ü bitirme planları yapmak herhalde bu kadar kolay olmazdı!” tahlilleri haklıydı ve çarpıcıydı.
Atatürkçülerin Aymazlığı ve İstismar Geleneği…
“Her şeye rağmen Atatürk’ü bitirmek pek kolay değil, çünkü Nazlı Ilıcak’ın sözünü ettiği MetroPOLL anketinin sonuçlarının da gösterdiği gibi, Atatürk’ün geniş kesimin gözünde hâlâ süregelen bir dokunulmazlığı var, ama Türkiye’nin ve dünyanın bugün geldiği noktada, Onun yaşadığı dönemden çok farklı koşulların geçerli olduğu bir dönemde, Atatürk’ü yaşatmak da kolay değil. Onu yaşatmak iddiasında olanların yaratıcı fikirler ortaya koyamaması, “Atatürk’ü bitirme planı” yapanların işini kolaylaştırıyor. “Atatürk’ü bitirme planı” yapanlar ile Atatürk’ü yaşatma çabasında olanların birbirinden çok farklı yapıda olması sonuçta her iki grubun da aynı sonuca hizmet etmesine yarıyor.
Bir tarafta Türkiye’yi Atatürk’ün tahayyül ettiğinden farklı bir ülke haline getirme hedefine kilitlenmiş, ne istediğini çok iyi bilen, çok iyi örgütlenmiş, hedefine doğru kararlı adımlarla yürüyen bir hareket var. Onlar için Atatürk’ü bitirmek, kapsamlı bir stratejinin çok önemli bir aşaması. Gayet iyi planlanmış, hükümete destek veren medya ve sivil toplum unsurlarının güçlü desteğine sahip bir hareket bu.
Diğer tarafta ise Atatürk’ün mirasını korumaya çalışırken, yaratıcı düşünme ve davranma yeteneğini hemen hiç kullanmayan, amaçlanan sonucu vermeyen yöntemleri kullanmaya devam eden, siyasi desteği ve medya ayağı zayıf kalan bir hareket var. Bu hareketin günceli yakalayan bir Türkiye vizyonu ve stratejisi olmadığı için etkili olamıyor, ama hâlâ çok etkili ve güçlü gibi görünmeye çalışıyor. Örneğin, tanınmış ressam Bedri Baykam bu ortamda, “Kemalizm dimdik ayakta” diye fetva verebiliyor.[3]
İnsan ne diyeceğini şaşırıyor doğrusu. Bırakın “Kemalist” diye bilinenleri, AKP’ye ya da Gülen hareketine yakın durmayan herkesin devletten, kamu kuruluşlarından, devlete bağlı eğitim kurumlarından, hatta giderek medyadan dışlandığı bir Türkiye’de yaşıyoruz. AKP’ye karşı darbe hazırlığı yapmakla suçlanan askerlerin hapishaneleri doldurduğu, muhalefetin etkisinin pek hissedilmediği bir ortamda “Kemalizm dimdik ayakta” demenin karanlıkta ıslık çalmaktan pek farkı yok, ama hâlâ bu söylemle avunmaya ve insanları avutmaya çalışanlar var.” yorumları üzerinde, önce Kemalistlerin durması lazımdı.
Atatürkçüler ve Gülenciler
“Bu acıklı tablo beni isyan etme noktasına getiriyor bir kez daha: Kendilerine ‘Kemalist’ diyen ya da demeyen ama laik düzeni ve Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’in temel karakterini koruma konusunda görüş birliği içinde olan insanlar, nasıl oluyor da hâlâ hep kendi düşündüklerinin, kendi yaptıklarının, kendi seçtiklerinin doğru olduğuna inanabiliyordu? Nasıl oluyor da, kendilerinden farklı düşünen ve davranan insanları ‘cahil’ diye niteleme ve küçümseme hakkını kendinde görebiliyordu? O ‘cahil’ ya da ‘gerici’ diye niteledikleri kesimden çıkan insanlar bugün her alanda kendini gösterirken, ‘irtica yuvası’ diye aşağılanan kurumlarda yetişen insanlar dünyadaki ve Türkiye’deki değişimi kendilerinden daha iyi kavrayarak ülkenin hâkimi haline gelirken, onlara rakip bile olamayanlar nasıl oluyor da hâlâ onlara karşı üstünlük taslayabiliyordu? Atatürkçülerin etkisi giderek azalırken nasıl oluyor da onların aşağıladığı F. Gülen hareketinin etkisi (o süreçte) sürekli artıyordu?” sorularının yanıtını aramaktan aciz Kemalistlerin suçu başkalarında araması boşunaydı.
Kendilerinin Gülen hareketiyle karşılaştırılması Atatürkçülerin pek hoşuna gitmeyebilir, ama her iki hareketin izlediği çizgiyi karşılaştırdığımızda, birinin gerileyişinin ve diğerinin yükselişinin nedenlerini görebiliyoruz:
• “Atatürkçülük ve Kemalizm, değişime kapalı olduğu için 1930’larda donup kalmış ve günümüzün gerçeklerini kavrayamamış olan bir hareket özelliği taşıyordu. Onlara göre küreselleşme ‘emperyalizmin son oyunu’ olduğu için buna karşı çıkmak ve bulaşmamak gerekiyordu. Gülen hareketi ise tam tersine, değişime açık bir hareket olduğu için dünyadaki değişimi yakından izliyor, küreselleşmenin Türkiye gibi ülkeler için ve kendisi için nasıl bir fırsat yarattığını görüyor ve bundan yararlanıyordu. Bu nedenle dünyanın pek çok ülkesinde açtığı okullarla, hastanelerle ve işyerleriyle etkili bir küresel ağ oluşturmayı başarıyordu…
• Türkiye Cumhuriyeti, Batı’nın devlet ve toplum modeli esas alınarak kurulduğu halde, kendilerine ‘Atatürkçü’ diyenlerin içine düştükleri kısırdöngüden Batı’yı sorumlu tuttukları görülüyordu. Çocuklarını Amerika’da ya da Avrupa’da okutan ama Türkiye’nin ya da kendilerinin başına gelen her kötülüğü ABD’nin ya da Batı’nın oyununa bağlayan (Atatürkçü ve Kemalist takınan) çok tanıdığım vardı. Gülen (ve AKP) hareketi ise Hristiyan Batı’nın model olarak alınmasını benimsemediği halde Batı’yla iyi ilişkiler kurabilen ve teröre prim vermeyen bir İslami hareket olarak kendisini Batı’ya kabul ettirmeyi başaran ve bundan büyük ölçüde yararlanan bir hareket oluyordu…
• Kemalizm ve Atatürkçülük, halkın çoğunluğunun ‘cahil’ olduğuna ve ancak ‘aydınlanmış’ kesim tarafından eğitilerek ‘adam edileceğine’ inandığı için baştan beri seçkinci bir hareket olarak gelişiyor ve hep bir tehdit olarak gördüğü toplumsal katılımın hızla yaygınlaşmasını istemiyordu. Bu amaçla Cumhuriyet’in ilk döneminde köylü köyünde tutuldu ve şehirleşme oranı 1923 ile 1950 arasında neredeyse sabit kalıyordu. Gülen (ve AKP) hareketi ise tam tersine toplumun en yaygın paylaşabileceği ortak payda olan dini inanç faktörünü esas alarak örgütlenen bir hareket olduğu için katılımcılığı öne çıkarıyor ve dayanışma ağlarıyla etkisini artırıyordu. Gülen (ve Erdoğan) hareketi, seçkinciliğin yerini katılımcılığa bıraktığı bir dünyada yaşamakta olduğumuzu anlayarak etki alanını genişletebiliyordu.
• Atatürkçü seçkinler, kendilerini ‘cahil halk’tan üstün gördükleri için ülkeyi yönetme hakkının kendilerinde olduğu inancıyla iktidarın doğal sahibi gibi davranıyor ve demokratik sistemde iktidar olabilmek için halkın desteğini kazanmanın şart olduğunu bir türlü kavrayamıyordu. Bu nedenle bu kesimin desteklediği siyasi partiler seçimlerde fazla başarılı olamıyordu. Gülen (ve AKP) hareketi ise geniş kitleyi kazanmadan iktidar olunamayacağını çok iyi bildiği için, sivil dayanışma ağlarını da geliştirerek etkisini artırıyor ve AKP’nin siyasi başarısına önemli katkı sağlanıyordu.
• Atatürkçü seçkinler, değişime kapalı, dogmatik ve dışlayıcı tavırlarıyla kendilerini kapalı bir cemaat haline getirip yalnızlığa iterken Gülen (ve Erdoğan) hareketi kendisine çok yakın olmayan gruplarla bile yakınlık kurarak etki alanını sürekli genişleten bir cemaat (ve parti) olarak öne çıkıyordu. Büyük medyanın dışladığı bazı liberal-demokrat aydınların Gülen hareketinin yayın organlarında kendilerine yer bulabilmesi bunun güzel bir örneğini oluşturuyordu.” saptamaları, doğru ve değerli bir yaklaşımdı. Ama ne Fetullah Gülen’in ne AKP’nin kendi aklı ve çabalarıyla bunları başaramadıkları, küresel güçlerin (Siyonist ve emperyalist merkezlerin) özel projeleri sayesinde bu imkân ve iktidara taşındıkları gerçeğini de mutlaka vurgulamak lazımdı. Kemalizm’in ve CHP’nin Müslüman Türk toplumunda ciddi bir tabanı olmadığını bilen aynı güçler, bunlara “Müzmin Muhalefet” rolünü uygun bulmuşlardı. Yani, Atatürkçülüğü yozlaştırıp kendi sinsi ve şeytani amaçları için kullananlar da, “Ilımlı İslam” safsatasıyla FETÖ’yü ve AKP’yi devreye sokup iktidara taşıyanlar da aynı odaklardı!..
“Askerden 1000 yıllık güvence” de yetmemişti!
“Kendilerine ‘aydınlanmacı’ ve ‘ilerici’ gibi sıfatlar yakıştırarak iktidarın doğal sahibi gibi davrananların, ‘cahil’ ve ‘gerici’ diye aşağıladıkları insanlara, gereğinde askerden destek alarak sonsuza dek hükmedebileceklerini sananların iktidardan uzaklaştırılma sürecinin şifrelerini de” iyi okumak gerekiyordu.
Bu süreçte nereden nereye gelindiğini göstermek için belleklerden kolay silinmeyecek bir olayı hatırlatmak istiyorum. 3 Eylül 1999 günü, 17 Ağustos depreminin ardından yapılan kurtarma çalışmalarına askerin yaptığı katkının yeterince takdir görmemesinden yakınan dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Ankara’da bir basın toplantısı düzenleyerek medyaya sitem ediyordu. Toplantıya katılan Hürriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Sedat Ergin’in haberine göre, Kıvrıkoğlu bölgedeki Komutana, “Basın sizin yaptıklarınızı görmüyorsa siz onlara ne yaptığımızı gösterin, kollarından tutup götürün” talimatını verdiğini söylüyordu. Daha sonra ise tarihi ve talihsiz açıklamasını yapan Orgeneral Kıvrıkoğlu şunları söylüyordu:
“28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu’ndan 18 maddelik bir karar çıkmıştır. Burada tavsiye edilen 18 karardan temel eğitim de dahil olmak üzere yalnızca 4 tanesinin kanunu çıkmıştır. Ancak diğerlerinin çıkmasını teşvik edici bir durum görmüyoruz. Bir de “28 Şubat bitmiştir” şeklinde yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. 28 Şubat bir süreçtir. 1923’te başlamıştır ve o tarihten bu yana irticaya endeksli olarak sürmektedir. Bunu müdafaa olarak kabul ediyoruz. 28 Şubat gerekirse 10 sene sürecektir. Bu gerekirse 100 sene, gerekirse 1000 sene devam edecek bir süreçtir. Meclis 1 Ekim tarihinde açıldığında 28 Şubat’ın kalan diğer kanun tasarılarının da hızla ele alınmasını bekliyoruz.”
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu, büyük bir özgüvenle, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri devam eden askeri vesayetin gerekirse 1000 yıl süreceğini ifade ederken seçilmiş siyasi otoriteye ve medyaya gözdağı vermekten de geri durmuyordu.
Bu konuşmanın ve daha sonraki Genelkurmay Başkanlarının, “Merak etmeyin, asker vesayet görevinin bilincinde” mesajını tekrarlayan konuşmaları Atatürkçü kesimde genelde memnuniyetle karşılanıyor, onları rahatlatıyordu. Asker “irtica”ya karşı mücadelenin gerekirse 1000 yıl süreceğine ve Atatürkçü görüşün ilelebet iktidarda kalacağına dair güvence verdiğine göre Atatürkçülerin iktidar sorunu üzerine fazla kafa yormalarına da gerek kalmıyordu. 28 Şubat sonrasında oluşturulan yamalı bohça koalisyonlarının Türkiye’nin temel sorunlarını çözememesi, ekonominin krizden krize sürüklenmesi ve dünyanın çok önemli bir değişimin eşiğinde bulunması da artık farklı arayışlara yönelmenin gerekli olduğunu, Kemalist düşünceli ve asker destekli kesimleri hiç düşündürmüyordu. Orada burada rastladıkları başörtülü kızlara gözdağı vermek, eşi başörtülü olan Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasını önlemek için meydanlara dökülmek onlara çok daha önemli ve gerekli görülüyordu.
(AKP’nin yaptığı) Devrim mi, normalleşme mi?
“Burada anlattığım hikâye, AKP’nin ve ona destek veren grupların, patırtı gürültü çıkarmadan, kanun dışı bir şey yapmadan, attıkları planlı adımlarla ve gerçekleştirdikleri icraatla puan toplayarak, kendilerini toplumun geniş kesimine ve dış dünyaya kabul ettirerek iktidarı ele geçirmesinin hikâyesi oluyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar geçen sürede, farklı siyasi iktidarlar altında ülkeyi yönetmiş olanların sadık kaldığı temel anlayış, şimdi yerini başka bir anlayışa ve bu anlayışa göre yetişmiş farklı kadrolara bırakıyor. Yalnızca siyasette, devlette ve bürokraside değil, hayatın her alanında bir kadro ve anlayış değişimi yaşanıyor.
Bir ülkede iktidarın bütünüyle el değiştirmesi ‘devrim’ diye nitelenebilirse, Türkiye’de sinsice gerçekleştirilen ve zamana yayılan bir ‘devrim’in yaşanmakta olduğu anlaşılıyor. Ancak bu ‘devrim’i gerçekleştirenlerin ‘devrim’ yerine ‘normalleşme’ sözcüğünü kullanmayı tercih ettikleri görülüyor. ‘Normalleşme’ sözcüğü, Türkiye Cumhuriyeti’nin 2002’ye kadar ‘anormal’ bir rejimle yönetildiğini ve şimdi AKP sayesinde ‘normal’ bir rejime kavuştuğunu vurgulamak amacıyla kullanılıyor. AKP’den önceki dönemle bir kopuşu ifade etmek için bu sözcüğün kullanılması, şimdi Türkiye’ye kabul ettirilmek istenen farklı anlayışı anlamamıza da yardımcı oluyor.
Böyle dönemlerde; eski konumlarını ve ayrıcalıklarını kaybetmekte olanların endişe ve çaresizliği ile şimdi ayrıcalıklı konuma gelmekte olanların hazımsızlığı ve buyurganlığı karşı karşıya gelir ve gerilime yol açar. İktidarın yeni sahipleri, kendilerini güvencede hissettikleri noktada farklı kesimlerle ittifak arayışını bırakıp kendi anlayışlarını, kendi değerlerini, kendi yöntemlerini herkese kabul ettirmek isterler. Eski konumlarını korumakta zorlanan ve etkilerini kaybetmekte olanlar ise değişime direnmenin sonuç vermediğini gördükçe boş hayallere kapılır ve umutlarını bir kurtarıcıya bağlamak ihtiyacını hisseder.” şeklindeki tespit ve tahlillerinde doğruluk payı bulunsa ve Kemalistler hesabına uygun bir itiraf sayılsa da, aslında Erdoğan’a ve AKP iktidarına (daha sonra Cumhur İttifakı’na) haddinden fazla bir misyon ve hak kazanmadıkları bir vizyon yükleme anlamı taşıdığından yanlıştır ve yanıltıcıdır. Kuklaları kahraman gibi göstermek, Siyonist ve emperyalist odakların çok sık başvurdukları bir yöntem olmaktadır. Evet Türkiye’nin, hatta tüm bölgemizin ve insanlık âleminin yeni ve köklü bir değişim ve dönüşüme ihtiyacı vardır. Ama bu devrim, “Sultan Abdülhamid, Mustafa Kemal ve Erbakan” temelinde ve istikametinde yaşanacak ve inşaallah Milli bir Mutabakatla sonuçlanacak ve artık Adil Düzen Dönemi başlayacaktır!..
Atatürkçülük adına uydurulan Kemalizm sizi kurtarmaya yetecek mi?
“Bugünün Türkiyesi’nde, AKP hükümeti ve yandaşlarının hemen her alanda kendi hâkimiyetlerini hissettirmeye başladığı ve ‘Atatürk’ü bitirme’ planlarının uygulamaya konduğu bir ortamda, Atatürk’ün şu ya da bu şekilde kendilerini kurtaracağına inananların bu inancı daha ne kadar koruyabileceğini doğrusu bilmiyorum, ama onların artık yıllarca süren gaflet uykusundan uyanıp ‘Atatürk’ü kurtarmak’ için neler yapabileceklerini düşünme vaktinin çoktan gelmiş olduğunu düşünüyorum.
Atatürk’ü bir kurtarıcı olarak görüp Onun mirasını yaşatmak isteyenler, her şeyden önce neden bu duruma düştüklerini iyi analiz etmek zorundadır. Onlar, dünyadaki ve Türkiye’deki değişimi doğru okuyup ‘çağdaş’ olmanın 21. yüzyıldaki gereklerini kavrayarak topluma yeni hedefler gösteremedikleri için etkilerini kaybetmiş durumdadır. Değişimi yönetmeye talip olacaklarına askeri müdahale dahil her yöntemi kullanarak değişimi durdurmaya ve statükoyu korumaya çalışmaları onları bu oyunun dışında bırakmıştır.” tespitleri doğruları yansıtmaktadır.
- (Bak: Türkiye Kime Kalacak? O. Ulagay. 10. Baskı. Mayıs 2012, Doğan Kitap, s. 106 ve devamı)
- Hürriyet gazetesi, Kelebek eki, 30.11.2011.
- Bedri Baykam internet sitesi, 15.11.2011.

Öyle anlaşılıyor ki cumhuriyet tarihi boyunca hatta daha da öncesinden beri ülkemizi ayrıştırıp bölmek isteyen dış odaklar kendilerine figüran seçtikleri bazı liderler eliyle sistemlerini ayakta tutmaya çalışmışlardır.
Arkalarında sorgulamadan savununan kuru kalabalık halk yığınlarını yönetmek ideolojik yanlış önderlerin kahramanlaştırılması ve istismar edilmesi ile daha kolay hale getirilmiştir.
Yıllarca sağcı-solcu, Türk-Kürt, Alevi -Sünni,CHP-AKP, Dinci -Kemalist karşıtlığı, ve son versiyon ılımlı İslamcılık ile aynı odaklara hizmet etmektedirler.
Atatürk’ün mirasına milli ve manevi mirasına sahip çıkmayan ancak istismar edip bir takım dünyalık beklentiler ile Kemalist düşünceye sahip kişilerin emir aldıkları Masonik yapılardır.
Şartsız itaat kültürü sayesinde Atatürk sonrası İsmet İnönü ile başlamış bozulma ve çarpıtma Tayyibizmi savunanlar çevreler ile devam etmekteydi taki Milli Çözüm şahsi manevisi olan muhtarem Ahmet Akgül üstadımızın ortaya koydu gerçekler tüm planları alt üst etmiştir.
Özellikle vurgulayalım ki; KEMALİZM, Mustafa Kemal’in duruşu ya da düşünceleriyle alakası olmayan, onun dışında ve ona rağmen uydurulmuş bir kavramdır.
Zaten ilk defa yerli Mason ve dönmeler tarafından, ardından da Siyonist güdümlü batılı gazeteciler tarafından kullanılmış, ölümünden sonra da kendilerine bir ideoloji arayan kimi cumhuriyetçiler tarafından dondurularak formülleştirilmeye çalışılmıştır.
Siyonist merkezler, Türkiye için yeni “izm” arayışlarına başlamıştı.
Çünkü gerçek Atatürkçülüğü unutturmak üzere, kendilerinin uydurup uygulattıkları Kemalizm iyice yıpranıp laçkalaşmıştı ve artık yama tutmazdı.
Faizci sömürü düzenlerine, yani talan ve tahribat sistemlerine yeni ve daha yerli bir kılıf bulmaları lazımdı. Bu da adı konulmamış Tayyibizm olmaktaydı.
Kemalizm’e; “Batıcılık ve çağdaşlık” ambalajı sarılmıştı. Tayyibizm’e ise “Demokratlık ve İslamcılık” cilası yakıştırılmıştı
Üstadımzın kaleme aldığı Kemalizm – Tayyibizm: Kavramları Ve Çelişkili Kurguları -adlı kitabından alıntı
Ne güzel demişti Aziz Erbakan Hocamız… “Batıl’da zirve olmaktansa Hak davada zerre olurum!” Batılın adamları, bu dünyada en önemli adam! seçilse de bakalım ahireti halleri ne olacak hep birlikte göreceğiz.
Şeytan ve şürekası orjinal bir sistem meydana getiremez, ancakk mevcut doğru bir sistemi pasif manipüle ederek doğru olana yanlış katarak amacından saptırabilirdi. İşte müspet Atatürk Milliyetçiliğinden, Mohiz Kohen yahudilerinin ortaya attığı kafatasçı bir Türkçülük anlayışına, milli bir Atatürk çizgisinden Kemalizm anlayışına, milli bir Erbakan çizgisinden Tayyibizm çıkarışına ve destekleyişine kadar şeytanın bütün yaptığı hakkı batılla gizlemeye çalışmaktır.
“Bizim Atatürk” Kitabına Niye İhtiyaç Vardı?
Toplumun farklı, hatta aykırı kesimleri arasında bir köprü oluşturmak… Yıllar içinde biriken ve kemikleşen ön yargıları ve yanlış algıları kırıp, gerekli ve gerçekçi bilgilerle zıt kutupları buluşturmak… Böylece ülkemizde, çok ihtiyaç duyulan bir barış ve bereket ortamına zemin hazırlamak amacıyla BİZİM ATATÜRK kitabını hazırladık. Oldukça ciddi bir emek ve özveri gerektiren çabaları göze almak, yüzlerce kitabı kapsayan geniş çaplı bir araştırma yapmak, ilgili arşivlere ulaşmak, karşıt görüşlerin Atatürk’le ilgili yaklaşım ve yorumlarından yararlanmak… Atatürk tarafından okunan, sayfalarına eski ve yeni yazıyla önemli notlar yazılan ve şu anda Anıtkabir’de ilgili salonda özel kütüphanedeki yüzlerce cilt kitaptan bilgiler aktarmak suretiyle bu kitabı ortaya çıkardık.
Rahmetli Necmettin Erbakan Hocamızın, değil sadece konferans ve mitinglerinde; hatta önemli kısmına katıldığımız özel sohbet ve seminerlerinde dahi, lafzen değil imaen bile Atatürk’e yönelik olumsuz bir tavırlarına rastlamamış olmamızı da, BİZİM ATATÜRK kitabını hazırlamamız yönünde dolaylı bir teşvik saymıştık. Zaten kitabın ilk baskısını kendisine ulaştıran arkadaşların intibaları da bu kanaatimizi haklı çıkarmıştı.
Aile fertlerimizden, en yakın çevremizden, manevi münasebet halinde olduğumuz kesimlerden, Partimizden ve Milli Görüş mensubu kardeşlerimizden, Dini meşrep, tarikat ve cemaatlerden… Hatta solcu, Kemalist ve Darwinist kimselerden; önceleri hissi ve nefsi dürtülerle oldukça şiddetli ve hiddetli tepkiler aldık… Dışlandık, hatta düşman sayıldık. Ama çarpıtılan hakikatlerin doğru ve doyurucu tespitlerini yapmak… Hem yakın geçmişimizdeki saplantı ve sarsıntılarımızla, hem geleceğimizdeki sıkıntılarımızla, hem de günümüzdeki pek çoğu suni sorunlarımızla yüzleşmek için bir araştırmacı sabrı ve ilim adamı sıfatıyla bütün bunlara katlanmak zorunda olduğumuzun şuuru ve sorumluluğuyla davrandık.
Allah’ın inayetiyle bu badirelerin pek çoğunu atlattık… Atatürk’ü, ne ölçüsüzce övenlerin, ne de edepsizce sövenlerin değil; vatan ve bağımsızlık aşkıyla, çağı aşma ve Yeni bir Dünyaya öncülük yapma sevdasıyla Mustafa Kemal’i sevenlerin ve sahiplenenlerin tebrik ve teşekkürlerini almaya başladık… Bizim bu samimi ve cesaretli tavrımızdan etkilenen başka araştırmacı ve yazarlar tarafından; Atatürk’ün Yüce Dinimize ve manevi değerlerimize değil, Din istismarına ve yozlaşmış kurumlara karşı olduğuna dair 15 yeni kitap yazılmasına vesile olmanın ve ön açmanın mutluluğunu yaşadık.
Yani bu kitap, tarihi bir ihtiyacın ve milli birliğe yönelik samimi bir amacın sonucu ortaya çıkmıştır.”
https://www.millicozum.com/mc/2024/nisan-2024/bizim-ataturk-kitabi-ne-maksatla-hazirlandi-2/
Atatürkçülük adına uydurulan Kemalizm sizi kurtarmaya yetecek mi?
“Bugünün Türkiyesi’nde, AKP hükümeti ve yandaşlarının hemen her alanda kendi hâkimiyetlerini hissettirmeye başladığı ve ‘Atatürk’ü bitirme’ planlarının uygulamaya konduğu bir ortamda, Atatürk’ün şu ya da bu şekilde kendilerini kurtaracağına inananların bu inancı daha ne kadar koruyabileceğini doğrusu bilmiyorum, ama onların artık yıllarca süren gaflet uykusundan uyanıp ‘Atatürk’ü kurtarmak’ için neler yapabileceklerini düşünme vaktinin çoktan gelmiş olduğunu düşünüyorum.
Atatürk’ü bir kurtarıcı olarak görüp Onun mirasını yaşatmak isteyenler, her şeyden önce neden bu duruma düştüklerini iyi analiz etmek zorundadır. Onlar, dünyadaki ve Türkiye’deki değişimi doğru okuyup ‘çağdaş’ olmanın 21. yüzyıldaki gereklerini kavrayarak topluma yeni hedefler gösteremedikleri için etkilerini kaybetmiş durumdadır. Değişimi yönetmeye talip olacaklarına askeri müdahale dahil her yöntemi kullanarak değişimi durdurmaya ve statükoyu korumaya çalışmaları onları bu oyunun dışında bırakmıştır.” tespitleri doğruları yansıtmaktadır.
Milli ve manevi tüm değerlerimizi kullanmaktan asla çekinmeyen şeytani sistemlerin artık son bulma zamanı gelmiştir… İnsanlar artık sorguluyor daha doğrusu gençler… Bu gidişatı sorguluyorlar..Okuyup araştırıyorlar…Malisef bir kısmı tuzaklara takılsalarda iyiye gidiş mevcut tüm dünyada… Rabbimiz tüm insanlığı doğru yoluna ilet ve sana hakkıyla kulluk yapabilmelerini lutfeyle… Amiin
Siyonist Merkezler, Türkiye için yeni bir izm arayışlarına başlamışlardı 40 sene önce diyebiliriz… Hatırlayınız Üstad Ahmet AKGÜL’ÜN BİZİM ATATÜRK kitabıda ilk 40 sene önce hazırlanmıştı !!!! Çünkü gerçek Atatürkçülüğü unutturmak üzere Siyonistlerin uydurup uygulattıkları KEMALİZM, Milli Çözüm’ün Şahsi Manevisi Üstad Ahmet AKGÜL’ün gayretli çalışmalarıyla etkisinin kaybettirilmesi sağlanmıştır ve iyice yıpranıp laçkalaşmasından dolayı ve artık buradan hedeflerine varamayacaklarını anlayan Siyonistler , talan ve tahribat sistemlerine yeni ve daha yerli bir kılıf arıyorlardı ve bulmuşlardı oda adı konulmamış TAYYİBİZM olmuştu. Atatürkçülük demokrasiyi ve milli düşünceyi öne çıkarmakta, Kemalizm ise darwinizmi ve sosyalizmi savunmakta…Erbakan ve Onun devamı olan Milli Çözüm ve Şahsi Manevisi ise kula kulluğu bozan ve İslam’a uygun nizam ve hürriyeti temsil eden Cumhuriyet’i ve Adil Düzen’ i savunmakta ve bunun için koşturmaktaydı. Tayyibizme ise hem demokratlık ve hem de İslamcılık cilası yakıştırılarak ona görev addetmişlerdi… Ama karşılarında Milli Çözüm olduğunu unutuyorlardı. Bu hedeflerini de Milli Çözüm 23 senede çürüttüğünü hep birlikte görmekteyiz…
Çünkü ülkemiz adım adım MİLLİ ÇÖZÜMLÜ MİLLİ BİR MUTABAKAT HÜKÜMETİNE DOĞRU TAM YOL İLERLEMEKTEYDİ!…
Evet yine Üstad Ahmet AKGÜL’ün büyük gayret ve çabalarının semeresini aldığını anladığım muhteşem bir makale …Atatürk ve Erbakan… Atatürk, yaşadığı dönemin Milli Kahramanı… Erbakan da yaşadığı dönemin Milli Kahramanı… Ancak bu 2 Milli Kahraman’ı tanımak – tanıtmak – 2 Kahramanın plan proje ve düşüncelerini topluma doğrusuyla aktarmak ve bunları toplum içinde seçkin diyebileceğimiz her cenahtan kimselerle birlikte MİLLİ BİR MUTABAKAT sağlanması yolunda özveriyle gayret ve çaba gösterip hem bu şahsiyetleri istismar eden Siyonistlerin bu Kemalizm ve Tayyibizim senaryolarını boşa çıkarmak hem de bu 2 Kahraman’ın insanlık için hazırladıkları plan ve projelerinin sahiplenilmesiyle birlikte hayata hakim kılınması yeni bir dünyanın bu minval üzere kurulması ilan edilmesi yönünde gayretleri gösteren ve bu en zor işi başarma yolundaki Milli Çözüm’ün çabalarına şahit oluyoruz ve başarıyı yakaladığını gösteren icraatların ise çok yakın bir gelecekte tüm insanlığın şahit olacağı günlere adım adım ilerlenmekte…
Evet Türkiye’nin, hatta tüm bölgemizin ve insanlık âleminin yeni ve köklü bir değişim ve dönüşüme ihtiyacı vardır. Ama bu devrim, “Sultan Abdülhamid, Mustafa Kemal ve Erbakan” temelinde ve istikametinde yaşanacak ve inşaallah Milli bir Mutabakatla sonuçlanacak ve artık Adil Düzen Dönemi başlayacaktır!..
ÜLKEMİZİ KALKINDIRACAK SÜPER GÜÇ YAPACAK SULTAN ABDÜLHAMİTLER, ATATÜRKLER VE AZİZ ERBAKAN HOCAMIZIN ZİHNİYETLERİ İKTİDARA GELMESİN DİYE, ONLARDANMIŞ GİBİ GÖRÜNÜP İŞBİRLİKÇİ OLAN ZİHNİYETLERİ (KEMALİZM VE TAYYİBİZM GİBİ) HALKIN GÖZÜNDE PARTTILAR, ATATÜRKÇÜLERİ KEMALİZMLE ALDATTILAR, DİNDAR KESİMİ TAYYİBİZMLE VE ATATÜRK DÜŞMANLIĞI İLE ALDATTILAR. BUNLARI BİRBİRİ İLE HOROZ DÖVÜŞÜ YAPTIRDILAR, SONRA İSTEDİKLERİ GİBİ AT KOŞTURDULAR. BUGÜNE KADAR BÖYLE PLANLAR KURDULAR VE İŞLERİNİ YÜRÜTTÜLER. AMA ARTIK BU BÖYLE GİTMEZ. ONLARIN BİR PLANI VARSA ALLAHIN DA BİR PLANI VAR, ÜLKEMİZİN VE TÜM İNSANLIĞIN KURTULUŞU İÇİN “Sultan Abdülhamid, Mustafa Kemal ve Erbakan” temelinde ve istikametinde yaşanacak YENİ BİR DEVRİN BAŞLAMSIYLA MİLLİ ÇÖZÜME DAYALI MİLLİ MUTABAKAT HÜKÜMETİ KURULACAK VE ADİL DÜZENE DAYALI YENİ BİR DÜNYA DÖNEMİ BAŞLAYACAKTIR.
AZİZ ERBAKAN HOCAMIZ 1980 YILINDA TRT DE YAYINLANAN YAZARLAR SORUYOR PROGRAMINDA TÜRKİ YE VE İNSANLIĞIN KURTULUŞUNUN ŞÖYLE OLACAĞINI VURGULAMIŞTI;
“Bakın size kesinlikle ifade ediyorum ki:
TÜRKİYE’NİN KURTULUŞU;
Milli Çözüm’e inanan bir Cumhurbaşkanı’nın o makama oturması,
Milli Çözüm’e inanan bir Hükümet’in kurulması
ve yeni bir devrin başlamasıyla mümkündür!”
Prof. Dr. Necmettin Erbakan
(TRT Basın Toplantısı, Yazarlar soruyor – Nisan 1980)
Yazıda Atatürkçü düşüncenin tarihi ve büyüme profili incelenmiş.
Not: Atatürkçülük le Masonik Kemalizmin farkını Milli Çözüm yıllardır dile getiriyor, büyük resim olan Siyonizmi göz ardı edemeyiz.
Her devlette, baskın erkçe dolaylı olarak yürütülen toplum içi “sınıfsal yükselme yarışı ve ideal-aydın yurttaş”
politikası vardır, örneğin Sovyetlerde “istenen yurttaş tipi Komünist Partiye üye ve sistem savunucusu aktivist tipti”. Sonuç? partiye üye olanlar elit sınıf oldu.
Ve bu bizde de fiyasko oldu, Kemalist sınıf, elit sınıfa hatta cuntacı sınıfa dönüşüp, dindarları aşağıladı:
“…Atatürkçü seçkinler, kendilerini ‘cahil halk’tan üstün gördükleri için ülkeyi yönetme hakkının kendilerinde olduğu inancıyla iktidarın doğal sahibi gibi davranıyor ve demokratik sistemde iktidar olabilmek için halkın desteğini kazanmanın şart olduğunu bir türlü kavrayamıyordu. Bu nedenle bu kesimin desteklediği siyasi partiler seçimlerde fazla başarılı olamıyordu…”
Adaletin geldiği Milli Mutabakat günlerinde; aydın yurttaş tipinin düzgün politikalarla; müspet bir toplum mühendisliğiyle olumlu sonuçlandığını görmek duasıyla:
“Devlete tapınmak yerine, adil yöneticiyi seçip adam gibi biat edebilen ama Avrupa insanında olduğu gibi sömüreni iktidardan indirmesini bilen; özetle Ayette anlatıldığı gibi yöneticisine “bizi gütme, Haklarınmızı gözet (unzurna!)” diyen aydın ve örnek Müslüman bir toplum…
Yazarlarımıza teşekkürler…
İsmet İnönü ile başlatılan, milletin ana unsurunu, müslüman türk milletini hakir gören elitist anlayış ne yazık ki Atatürk’ü bitirme planının omurgasını oluşturmaktaydı. Buna ek olarak Siyonizm desteği ile tabana yayılan bir takım uydurma ve temelsiz rivayetlerde halk içerisinde Atatürk nefretini perçinlemiş onu islam düşmanı gibi göstermiştir. Siyonizm tarafından oluşturulan bu Kemalizm artık onun amaçlarına hizmet eden harika bir stepne lastiği haline gelmiştir. Ne zamanki Tayyibizm oy kaybediyor yaptığı gayri milli icraatlar ile halkın sinir uçlarına dokunuyordu, o zaman Siyonizm Kemalizm planınını devreye sokuyor, milletimize bu uydurma rivayetleri tekrar hatırladıyordu.
Artık bunların bu tezgahı Aktroller vasıtasıyla yaptıkları en bilindik hamlelerinden biriydi.
Tayyibizm sarsıldığı anda;
yapılmaktaydı.
Aşağıdaki iki yorumda da belirtildiği gibi Erbakan Hocam “Rahmetli Atatürk yaşasaydı (Refah Partili) Milli Görüşçü olurdu” sözüyle durulması gereken yeri bizlere göstermiş, Ahmet Hocam ise “Bizim Atatürk” kitabı ve sayısız makalesi ile Atatürk’ü hem bize hem milletimize hem akademik çevrelere layıkıyla tanıtmıştır.
“Rahmetli Atatürk yaşasaydı (Refah Partili) Milli Görüşçü olurdu”
Merhum Necmettin Erbakan Hoca’ya ait olan bu söz, ne yazık ki, söylendiği zamanlarda hem destekçilerinin hem de karşıtlarının çoğunluğu tarafından ‘takiye’ gibi algılanmıştır. Oysaki hem Atatürk’ün hem Erbakan’ın söylem ve icraatlarını, yerelde ve globelde hangi merkezlerin kendilerinden hoşnut olduğunu veya karşı durduğunu ‘dönemsel’ değil de ‘uzun vadeli’ analiz edebilenler, bu sözün ne denli samimi ve tutarlı olduğunu anlayacaktır.
Bu kısacık söz kanaatimce ne derin manalar içerir!
Der ki Ey Atatürkçüler (veya Atatürkçülük iddiasında olanlar): Eğer niyetiniz ve amacınız şahsiyetli dış politika, yaygın kalkınma ve adil bir yönetim ise buyrun, Milli Görüş tam da bu amaçtadır. Gelin (milli görüşü) destekleyin ve Siyonizme yarar tavırları bırakın.
Ve Ey Milli Görüşçüler (veya Milli Görüşçülük iddiasında olanlar): Eğer niyetiniz ve amacınız şahsiyetli dış politika, yaygın kalkınma ve adil bir yönetim ise Atatürk de tam da olarak bu gayretteydi. Şimdi kuru hamasetle ve birtakım çarpıtılmış tarihsel rivayetler üzerine Atatürk düşmanlığı (ve bu şekilde Siyonizme yarar işler) yapmayın.
Bu noktada Muhterem Ahmet Akgül Hocanın, hem ‘Bizim Atatürk’ kitabında hem de Milli Çözüm dergisindeki tespit ve mesajları, konunun doğru anlaşılmasını sağlayan ‘devrimsel’ düzeyde tespitlerdir.
Allah kendisinden razı olsun.
Kemalist jargon ile Atatürkçülük arasındaki derin ayrımı, Millî Çözüm Dergisi ve Bizim Atatürk kitabı, yıllar önce kaleme almış ve her iki kesimi de, çıkış noktaları ile rasyonel bir tanımlama yöntemi ile Türk toplumuna ve özellikle aydın – akademik kesime tanımıştır.!
Kemalizm dili, dokusu ve amaçları itibariyle Türk toplum yapısının sadece dini ve ahlâki değerleri ile kavgalı değil, Türk adet, gelenek görenekleri de dahil olmak üzere, geçmiş çağlardan, Orta Asya bozkırlarından bugüne kadar ulaşan tüm müspet izlerle kavgalı ve Türk’e düşmandır..
Prof Erbakan Hocamızın ;”Siyonizm ile bir barış anlaşması olmaz, tüm insanlığı ya köle yapmak, ya da yok etmek onların dini ve inancıdır.. İnancın ise pazarlığı olmaz.”ifadeleri,Kemalizm düşüncesine sahip olan, özellikle sözde aydın ve akademia çevrelerinin yayım ve söylencelerinde bu katı, kin ve nefret dilinin, aynı Siyonist merkezden beslendiğinin ispatını gözler önüne sermektedir..
Batı medeniyeti, Türkiye merkezli İslam ve Müslüman tanımlaması yaparken, bu iki kavram yerine “Türk-Türkler” kavramıyla izah etmesinden nefret duyan bu Kemalit kesim, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde 23 Nisan 1920de Hacı Bayram Veliden başlayan dua, kurban ve salavat ile devam eden TBMM açılış sürecinden bile rahatsız olarak, ilahlaştırdıkları Atatürkü’de bu tavrından dolayı eleştirecek kadar İslama açık düşman haldedirler..
Prof Erbakan Hocamızın şeklini verdiği Milli Görüş tabanında, Cumhuriyete ve Cumhuriyetin oluşturduğu kurumlara karşı menfi anlamda hiç bir reaksiyon ve karşıtlık görülmemiş, aksine Yeniden Büyük Türkiye, Yaşanabilir bir Türkiye kavramları üzerinden, devletin ve milletin yücelmesine ve muasır medeniyet seviyesinin de üzerine çıkma inancı ve gayreti hakim olmuştur.
Bunu, çok iyi bir şeytanlık damarı ile sezinleyip, gözlemce yapan Kemalist kesim yıllarca, Erbakan Hocamızın dile getirdiği “Din düşmanlığı,Batı uşaklığı, gevur aşıklığı, kavramlarının üzerini” Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı “olarak lansedip örtmüş ve onulmaz bir önyargı damarı ile başta Erbakan Hoca, Millî Görüş anlayışı ve İslama karşı onulmaz bir inkar duvarı örmüştür.
Ancak bu bağnaz, inkarcı damarın ve bunlara reaksiyon olarak oluşturulan dinî istismar sahasının münafık anlayışının, bütün hesaplarını plan ve tahribatlarını, çöpe atacak bir siyasal proğram olan “Adil Düzeni” başta Türkiye olmak üzere, tüm insanlığın önüne güçlü bir alternatif olarak sunan Prof Erbakan Hocamız ve Bizim Atatürk kitabıyla, tüm yayın,yayım, söylev,konferans ve makalelerinde, “Karşıt, anlaşmaz ve biraraya gelmez bilinen kutuplar arasında” Birlikte yaşama dili, ve Mutabakat ilkimini” oluşturan (!) Ahmet Akgül Hocamızın, yarım asırlık çalışmalarının çok önemli etkilerini görüyoruz..
Bugün Millî Çözüm çalışmaları, ziyaretleri çerçevesinde yaptığımız bir çok görüşmede, karşılıklı sohbetlerimizde, soldan sağa, milliyetçilikten ateist felsefeye kadar, toplumun bütün katmanlarının tamamında “Adil Düzen ve Ortak Değerler” etrafında şekillenecek bir yönetim sistemine özlem duyulduğuna, ve heyecan içerisinde beklenildiğine büyük bir ümitle şahit olmaktayız.