RUH VE CAN GİZEMİ
Kur’an’da geçen “RUH” ve “CAN” ile ilgili ayetler bu iki kavramı birbirinden ayırır. Ayetlerde, insanın bedeninden canının alınmasına MEVT, ruhunun gece bedenden ayrılıp uzaklaşmasına ise FEVT denir. Âl-i İmrân Suresi 55. ayetinde İsa (AS)’ın göğe kaldırılması VEFAT olarak geçmektedir;
Hani Allah, buyurmuştu ki: “Ey İsa, doğrusu Ben senin (dünya) hayatına (şimdilik) son vereceğim, seni (insanların erişemeyeceği şekilde onlardan uzaklaştırıp) Kendime yükselteceğim, seni kâfirlerin (ithamlarından) temizleyeceğim ve (yeniden yeryüzünde zuhur edip Deccalizm’le mücadelende) sana uyanları (zafere eriştireceğim ve) kıyamete kadar inkâra sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedip (yargılayacağım).” [Not: Ayetteki “müteveffike” kelimesi, öldürmek değil, Âl-i İmrân 153. ayetindeki “mafateküm=sizden uzaklaştırdığımız” kelimesiyle aynı anlamda kullanılmıştır. Yani hadislerde de belirttiği gibi, Hz. İsa (AS) sağ olarak göklere kaldırılmıştır ve ahir zamanda geri gelmesi Hakk’tır.]” (Âl-i İmrân: 55)
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de başka ayetlerde, hayret verici şekilde; uyku ile ölüm arasında bir benzerlik kurulmakta, uykunun bir tür ölüm, uykudan uyanmanın ise bir diriliş provası olduğuna dikkat çekilmektedir.
“(Ey insanlar!) Sizi geceleyin (bir nevi) öldürüp (uyutuveren) ve gündüzün ‘güç yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı’ (her an) bilip duran, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda (her sabah da) sizi diriltip (uyandıran) O’dur. Ardından ‘en son dönüşünüz’ O’nadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size O haber verecek (ve hesabını soracaktır).” (En’am: 60)
“Allah, (eceli gelenlerin) ölecekleri zaman canlarını alır, ölmeyeni (henüz eceli gelmeyeni) de uykusunda (ruhunu geçici olarak bedeninden ayırır.) Böylece kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı tutar (ahirete gönderir), diğerlerini ise adı konulmuş bir vakte kadar (ruhlarını bedenlerine) salıverir. Şüphesiz bunlar, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler içermektedir.” (Zümer: 42)
Ayetler “iki ölüm”den söz eder: Biri uyku halindeki “geçici ölüm-vefat”, diğeri de dünyadan “kesin ayrılma hali olan ölüm-mevt” olmaktadır. İlkinde ruh alınır, ama uyku halindeki beden canlı olma vasfını korumaya devam eder. Kesin ayrılma halinde ise canla beraber ruh da bedenden ayrılır. “Geceleyin öldürme”den maksat uykuya daldırma, “dirilme-diriltilme”den maksat uykudan uyandırmaktır.
Ayetlerde nefislerin uykuda “vefat ettirildiği” ifade buyurulduğu halde, uyuyan kimsenin bildiğimiz anlamda ölmediği açıktır. Dolayısıyla buradaki “vefat”ın, “canın alınması” olarak anlaşılması yanlıştır. Uykuda ruhun bedeni terk etmesi doğrudan değil, dolaylı ve mecazi “ölüm” anlamındadır ki, ayette ifade edilen “vefat”ın ölümden farklı bir hadise olduğu açıktır.
Ölümden sonraki dirilişin, her gün tecrübe ettiğimiz provası uykudur. Gece uykuya daldığımız zaman, bir tür ölüme yatıyoruz; bizi fizyolojik olarak buna mecburi kılan Allah’tır. Çünkü Yüce Allah, (Furkan: 47 ve Nebe’: 9-10-11) ayetlerinde buyurduğu gibi; “gündüzü çalışma-geçimimizi temin etme, geceyi de dinlenme” vakti kılmış bulunmaktadır. Her seferinde enerjimizi yenilediğimiz uykuya olan ihtiyacımız; hem bizim hakikatte ne kadar aciz ve zayıf bir varlık olduğumuzu bize göstermek ve hem de her an Allah’a muhtaç olduğumuzu (Fâtır: 15) hatırlatıp idrak etmemiz için her gün tekrarlanan bir sünnetullahtır.
Bünyemiz; belli bir süre uyumadığımız takdirde hücrelerini yenileyemediği için hayatımızı idame ettirmemiz mümkün olmaz. İnsan ne kadar sağlıklı, zengin, muktedir, despot, inkârcı veya ateist olursa olsun, hatta Allah’a meydan okuyan Nemrutlar ve Firavunlar bile uyumak zorundadır. Uyku; cep telefonun şarj olması, pili tükenmiş bir saate veya radyoya yeni pil takılması gibidir. Vakti geldiğinde uyumadığımız takdirde bünyemiz güç kaybeder, gözlerimiz kendiliğinden kapanır, zihni melekelerimiz, algılarımız zayıflar ve bir noktadan sonra bulunduğumuz yerde uyku bastırır. Bizler, sabahtan akşama kadar çalışır, iktisadi ve sosyal faaliyete katılır ve geçimimizi sağlarız ve doğal olarak her gece uyur ve her sabah uyanırız. Her gün tekrar edip yaşadığımız bu prova günün birinde son bulacak, yani ölüme yattığımız uykudan uyanmayacağız, böylelikle ruhumuzun zihin ve bilinç haliyle birlikte canımız da bedenimizden ayrılmış olacaktır.
Uyku sırasında bedenden ruhun ayrılması tartışma konusu yapılagelmiştir. Çünkü bedenden ayrılıp giden ruh değil de nedir? Bir şeyin “vücudu aşkın” varlığa karıştığı kesindir. Ruh; İlahi bir emir, bir nefha olması hasebiyle bedende çeşitli türevleri olan bir cevherdir. Can; nefis, akıl, bilinç, zihinsel faaliyet, idrak-algı, hafıza, tasavvur, tahayyül vb. manevi ve entelektüel faaliyetlerin toplamını ifade eder. Bir kısım bilginler-âlimler, uyku sırasında ruhun dağ-tepe yolculuklara çıkıp farklı âlemlerde müşahedelerde bulunduğunu söylemişlerdir. Uykuda, can bedende kalır. Uyku halinde bedenin ruhla ilişkisi neredeyse candan ibarettir. Çünkü gece uykuya dalınca beyin faaliyeti dursa bile, kalp atmaya devam eder, iç organlar çalışır, dış organlar asgari seviyede hareket kabiliyetlerini korur, nefes alınıp verilir. Ancak kalp atışları ve solunum yavaşlar; merkezi sistemle irtibatlı elektrikli etkiler azalır, kan basıncı düşer, beş duyu organları ve beyin pasif dinlenme sürecine girer. Ruh bedenin her noktasında faaliyet halindedir ve bedenin tamamı onun aletleri hükmünde iş görür. Bedeni etkinlikler azaldığında, ruh; duyular yoluyla uğraşmak durumunda kaldığı meşguliyetlerden kurtulur ve insanın daracık maddi çevresinin dışına-üstüne çıkarak yerine göre mülk, yerine göre melekût âleminde yolculuklara çıkar.
Ruh ve onun türevleri yüksek-yüce mertebelere, ötelere veya iç-bâtıni âlemlere, dünyanın beş duyu organımızla algıladığımız varlık biçimlerinin hakiki iklimlerine, dünyada göremediğimiz başka varlık ülkelerine uzanır… Biz bunları bambaşka bir âlemin temâşası olarak bazen rüyalarımızda görüp yaşarız. Ve bu yönüyle ruh, İbn-i Abbas’ın ve Said ibn-i Cübeyr’in dediği gibi; ister ölmüş olanların ister hâlâ yaşayanların ruhlarıyla buluşur, konuşur, diyaloglar kurar! Rüya, özü itibarıyla hayatın sadece bu dünyadan ibaret olmadığını bize her gece öğretip göstermekte, başka hayatların varlığını hatırlatmaktadır. Bu durumda “uyku” ölüm ise; “rüya” öbür dünyanın (ahiret), uykudan uyanmak ise ölümden sonraki diriliş hakikatinin kanıtı ve anlatımıdır. Terk ettiği canlı bedene ruhun geri gelmesiyle uykudan uyanmak, kesin ölümden sonra dirilişin de bir provasıdır!.. Melekût âleminin özelliği, mülk âleminde açıkça ve somut olarak gözlemleyemediğimiz müteal/aşkın, bâtın/içkin ve öte boyutlara sahip olmasıdır; hakikatin tecelli ettiği bu âleme ancak “yakin” ile ulaşılabilir ki, yakinden kastımız ise ölümdür: “Ve Sana yakin (yani ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk ve ibadete (ve Kur’ani istikamete) devam et…” (Hicr: 99)
Ruhun bedenle üç ilişkisi olduğunu söylemek mümkün görünmektedir:
a- Uyanıklık hali olan “Yakaza”: Yakaza durumunda ruhun diğer türevleriyle birlikte bilinç, idrak, akıl ve can bedende bulunmaktadırlar.
b- “Uyku” hali: Bu durumda bilinç, idrak, akıl ve irade bedenden ayrılmış, can bedende bırakılmıştır.
c- “Ölüm” hali: Bu durumda ruh bütün türevleriyle bedenden ayrılmış, geriye bir süre sonra toprağa karışacak olan beden-ceset kalmıştır.[1]
Ruh ve Can Aynı Değil, Farklı Şeylerdir!
Ana rahminde bebeğe ruh verildiğinde “bebek canlandı” deniyor. Peki, ruh verilmeden önce, fetüs halinde bulunan embriyo cansız mıdır? Tabi ki canlıdır. Çünkü büyüyor ve gelişiyor. O halde ruh ayrı, can ayrıdır. Benzetme yaparsak; Ruh, insan canına gelen yüksek voltajlı ve “nefhatullah” kaynaklı enerji, can ise düşük voltajlı enerji konumundadır. Bütün hayvanlarda can vardır. Bakteriler de, mikroplar da canlıdırlar, ama ruhsuzdurlar. Peki, Hz. Adem’e üflenen ruh, eğer ‘can’ anlamındaysa, bu insanlık sırrına ve sorumluluğuna aykırıdır, çünkü mikroplar da canlıdır. Üflenen can ise, ALLAH’ın tek ve gerçek canlı varlık olduğu ve her canlıya canından üflediği hikmetini hatırlatır. Canlı demek; yiyen, içen ve ölen demektir. Mesele sadece canlılık olsaydı, insan için ALLAH’ın yeryüzündeki halifesidir denilmezdi. Bu deyiş candan dolayı olsaydı, halifelik her canlıya tekabül ederdi. Demek ki ALLAH, her canlıya hayat verecek birer program yüklemiş, fakat ruhundan üflememiştir. Bundan dolayı hayat programıyla beraber ruh avantajına da sahip olan insan, doğru yaparsa en üstün, yanlış yaparsa en aşağılık konuma geçecektir. Bu konu, Secde Suresi 9. ayetinde şöyle izah edilir:
“Sonra onu ‘düzeltip bir biçime soktu’ ve ona (insana, Kendi) Ruhundan (hayat ve şuur sırrından) üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. (Buna rağmen) Pek az şükrediyorsunuz? (Ne nankör insanlarsınız!) Demek ki: “Ruh” ile “can” farklı kavramlardır. Ruh sadece insanlarda, can ise bitkilerde ve hayvanlarda da vardır.”
İnsan bedeninin bütün hayati faaliyetlerinin merkezi, bir emr-i İlahi olan ruhtur. Bir benzetmeyle ruh; güneş ışığı gibi bedene ısı, parlaklık ve hareket sağlar. Ruhun bedendeki durumu; kokunun güldeki, ısının kordaki durumu gibidir. Ruhun birden fazla -hayli çok- türevi vardır ki; en yüksek düzeydeki türevi idrak, akıl ve iradedir. Bazı İslam bilginleri ve sufiler, ruhun bu türevine “nefs” adını vermişler ve çoğunlukla da nefs ile aynı anlamda kullanmışlardır. Nefs aynı zamanda zat veya öz varlık yani benliktir. Zat, kendini idraktir. Nefs kendi zatını idrak ettiğinde bilinç sahibi olur. Başka bir deyişle “bilinç”; nefsin kendi zatını idrak etmesi, kendi farkını fark etmesi, zatının farkına varmasıdır. İnsanı diğer varlıklardan, mesela meleklerden, hayvanlardan ve bitkilerden ayıran temel fark ise, bilinç değildir. Zira sözünü ettiğimiz üç varlıkta da bilinç söz konusudur. İnsanı diğerlerinden ayırt eden fark, akıl ve iradedir. Meleklerden farkımız irademiz, hayvanlardan ve bitkilerden olan farkımız ise akıl ve irademizdir. Bizi eşref-i mahlûkat mertebesine yükseltebilecek olan hasletimiz budur. Can ise, bedene ilişkin hayat sağlayıcı türevdir. Bitki ve hayvanlarda da mevcut bulunmaktadır; âlimler bitkisel nefs ve hayvani nefs tabirini kullandıklarında, nefs’i “can” manasında kullanmışlardır.
Ruhun Aslı ve Fonksiyonları Nelerdir?
Ruh; bedenlere “can” kazandıran hayat kanunudur. Ruh; Allah’ın Adem’e üflediği manevi ve daimi (ölümsüz) bir nurdur. Ruh; insanın öz benliğini oluşturan ve Rabbiyle münasebetini sağlayan gerçek şuurdur. İnsanda gören, duyan, hisseden, üzülen, sevinen işte bu “ruh”tur. Bütün bunların beyinle ve sinir sistemiyle ilgili olduğunu zannetmek ise yaygın bir yanılgıdan ibarettir. İmam-ı Gazali, İbn-i Kayyim El-Cevziyye gibi âlimler, Kur’an ve Sünnet’te geçen “Nefs, Ruh, Akıl ve Kalp” gibi kelimelerin, aynı hakikati ifade eden farklı kavramlar ve durumlar olduğu görüşündedirler.[2]
Ruh, insanda idrak edici, bilici ve seçici olan latifedir. Akıl ise, anlama ve kavrama melekesidir, ki kalbin ta kendisi demektir. “Cenab-ı Hakkın ilk yarattığı nesne akıldır” hadisi de bu gerçeğe işarettir.[3] Suyun buhar, sıvı, kar ve buz hallerine dönüşmesi ve yine elektriğin buzdolabında dondurucu, fırında yakıp kavurucu, klimada soğutucu haline girmesi gibi “nefis, kalp ve akıl” da ruhun farklı yoğunluktaki durumları görünümündedir.
Bazı âlimlerin, 1- İnsani ruh ve 2- Hayvani ruhtan bahsetmeleri, ruhun gaflet ve hayvaniyete yönelmesi ve günahlarla kirlenip körlenmesi sonucu “nefs-i emmare”ye (kötülükleri emreden nefse) dönüşmesine işarettir. Yoksa, ruh taşıyan tek canlı, insandır. Zaten “Ruh Allah’ın emrindendir” (İsra: 85) ayetindeki “emr” kelimesi, hem “hikmetli iş ve takdir” manasına geldiği gibi, “emretmek ve yönlendirmek” manasını da içerir. Bu nedenle, normalde hayatımızı idare eden ve hayra yönlendiren “emredici ruh” küfür ve kötülüklerle kararırsa “emredici nefis” derecesine düşmektedir. Yani ruh ve nefis, insana öz benliğinin ve gerçek kimliğinin iki yüzü gibidir.
Ruhi Yeteneklerin Kullanılması, Allah’ın Nimeti ve Faziletidir!
Ruhta, Allah’ın isimlerinden beslenen sayısız programlar vardır. Yani Allah’ın isimlerinin birer küçük istasyonu veya sinyali ruhta bulunmaktadır. İşte insan; yaşadıkça kademe kademe ruhtaki bütün programları kullanabilir bir yetkiye sahip olabilmektedir ve bu programları kötüye kullandığında günah, iyiye kullandığında sevap kazanmaktadır.
İnsan bu sinyalizasyonu, ruhi disiplin ve dengeyi sağlayacak en büyük unsur olan ibadetlerini; “Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât: 56) buyruğuna uygun olarak yerine getirirse; emir ve yasaklara uygun hareket ederse manen olgunlaşır ve Rabbine yaklaşır. Rabbine karşı terbiye ve teslimiyet gösterip; farzları, vacipleri ve sünnetleri işleyen; haramları, mekruhları, müfsitleri terk eden kişiler için Cenab-ı Hakkın Kutsi Hadis’te; “Ben onların tutan eli, konuşan dili, gören gözü, duyan kulağı ve düşünen aklı olurum” buyurduğu mertebelere ulaşır. Yani; bu makama ulaşmış kimseler ibretle bakar, hikmetle düşünüp kavrar, adalet ve merhametle iş yapar, Hak ve hakikati duyar ve her halde hayır ve hikmet konuşur manasındadır. Bunlar artık Allah’ın dostları ve yakınlarıdır. Ve Allah’ın dostları için asla korku ve keder olmayacaktır. Çünkü onlar; iman, ibadet, iyilik, istikamet ve ihlasla; “Kalpler (ruhlar) ancak, zikrullah ile (Kur’an nuruyla ve Allah’ı anmakla) huzura kavuşur” (Ra’d: 28) ayetine uygun hareket ederek kalplerini, yani öz varlık olan ruhlarını zikrullah ile beslemiş ve yükseltmişlerdir. “…İşte bunlar (sadık ve sağlam Müslümanlar), öyle(sine samimi ve nasipli) kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazıp (yerleştirmiş) ve onları Kendinden (İlahi izzet ve inayetinden) bir ruh (ve şuur) ile desteklemiştir…” (Mücadele: 22). Ayrıca; “(Allah elçi seçtiği) Kullarından dilediklerine; melekleri, Kendi emrinden olan ruh (Hz. Cebrail ve vahiy) ile; ‘Benden başka İlah yoktur, şu halde ancak Benden korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakının, şeklinde uyarın’ diye indirir.” (Nahl: 2) Böylece fani heveslerden, şeytani vesveselerden ve nefsanî düşüncelerden kurtulmuş olan bu insanlara mecazi olarak da, yüksek-iyi ruhlu insan denilmektedir.
Ama ibadet ve istikamet yolunu terk edenler, günahlara ve nefsi arzularına meyledenler, giderek bu kötülüklerden hoşlanmaya başlarlar. Bu bağlılık daha ileri giderse kötü alışkanlıklara dönüşür. Bu alışkanlıklar zamanla “huy ve ahlâk” halini alırsa, artık katılaşır ve terk edilmesi zorlaşır. Bu tür kötü huy ve alışkanlıkları önlemeye kalkıştığımız zaman duygularımız ve nefsi arzularımız öfkeye dönüşür. Öfkeli insanda ise akıl ve mantık devre dışı kalır. Kafası bulanmış ve aklı devreden çıkmış bir insan, muhakeme etme (değerlendirme ve doğru karar verme) marifetini, ve temyiz (ayırt etme) yeteneğini kaybeder. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan, Hakkı bâtıldan fark etme kabiliyetini kaybeden kimseler ise, hayatın hikmetinden ve yaratılış gayesinden uzaklaşır ve Allah’ın halifesi olacağı yerde, şeytanın avenesi olurlar. Ve “Günah ve kötülük ise, kalpleri paslandırır ve ruhları karartır” (Mutaffifîn: 14) ayetinin haber verdiği gibi; böylesine gaflet ve rezalet sonucu katılaşan kalplerin (Bakara: 74), basiret ve maneviyat penceresi perdelenmektedir (Hacc: 46). Ve bu dünyada ruhları kirlenen ve kalpleri körlenenler, ahirette yani ölüm ötesinde de kördürler. (İsrâ: 72)
“Her kim Rahman’ın Zikrinden (ibadet ve İslamiyet çizgisinden) yüz çevirirse, Biz ona bir şeytanı bağlarız. Artık onun arkadaşı odur. O şeytanlar bunları yoldan çıkardıkları halde hâlâ kendilerini hidayet üzerinde sanırlar.” (Zuhruf: 36-37) ayetleri bu acı durumu haber vermektedir.
Yeri gelmişken, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ‘Ruh’u tarif eden şu ilmi ve ilginç tespitlerini de aktarmamız gerekir.
“Ruh, harici vücut sahibi bir kanundur. (Yer çekimi, mevsimlerin değişmesi, tohumların yeşermesi gibi fıtri kanunların kendileri bilinir ama görünen bir kalıba girmezler. Ruh ise bunlar gibi İlahi bir kanun olmakla beraber, ayrıca vücut sahibi bâki ve ulvi bir hayat cevheridir.)
Ruh, şuur sahibi olan ve Rabbani sırlar taşıyan bir namustur. (İrade-i İlahiyenin tecellisidir.)
Ruh, sabit ve sürekli olan tabii ve fıtri kanunlar gibidir. Ama, İlahi kudret ona hissetme (duyum ve algılama) yeteneği ve buna uygun bir vücut bineği vermiştir. Cenab-ı Hak; elektrik misali, gizli ve görünmez bir akım ve dolaşım kabiliyetini de bu ruh cevherine şeffaf bir kılıf olarak geçirmiştir.
Mevcut ruh, makul kanunun kardeşidir. (Yani vücut ve şuur sahibi olan ruh, Külli Akıl ve İradenin emrindeki tabii kanunlar cinsindendir ve onların üstün bir benzeridir.) Her ikisi de hem daimidir, hem de (sebep ve vasıtalar olmaksızın doğrudan İlahi irade ve kudretin geçerli olduğu) âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet, Ezeli Kudret (yer çekimi, nükleer güç, kâinattaki devran ve denge düzeni gibi) çeşitli şekil ve şartlardaki tabii kanunlara, zahiri bir vücut giydirseydi, bunlar da birer ruh olurdu.”[4]
Ruh Nasıl Bilinir?
Her varlık göz ile görünecek değildir. Fizikselliğimizin temas etmediği varlıkları etkilerinden ve eserlerinden anlayıp biliriz. TV kumandasının sinyalini, TV üzerindeki etkisinden biliriz. TV olmasaydı onun öyle bir özelliğinin olduğunu bilmek-inanmak zor olurdu. Kumanda sinyalinin rengi, kokusu gibi vücudumuzla algılayacağımız bir yanı yoktur. Aynı şekilde duygu ve düşüncelerimizi de etkileşimlerden biliriz. Elektrik vb. varlıklar etkileşimlerden bilinir. Bu açıdan varlıkları: Somut olarak bizzat görülüp duyulanlar ile, görünmeyen ve duyulmayan fakat, ortaya çıkardığı eserlerinden bilinenler diye ikiye ayırabiliriz.
“Ruh”un Eser ve Etkileşimi Nelerdir? Ruhun etkileşimi; sinyal-ilhamdır. Ruhun eseri; program-hayaldir. İnsan iki türlü etkileşim ile iş yapar:
Bir; içeride olan güdülerle (yani fabrika ayarları ile).
İki; dışarıdan gelen ilhamlarla (yani yeni ayarlarla).
Güdü nedir?
Güdü; ihtiyaçların dokunup harekete geçirdiği, insan beynine ve bedenine yüklenmiş uygulamalar demektir. Mesela, acıkınca yiyeceğe meyletmek güdüseldir. Buna benzer her ihtiyaca karşılık bir uygulama (güdü) sezilmektedir. Bilindiği gibi teknolojik eserler, biyolojik eserlerin kopyacısı ve takipçisidir. O yüzden teknolojik örneklerle biyolojiyi ve görünmeyen etki kaynaklarını daha rahat anlayabiliriz. Ruh ile can’ı bilmek için elimizdeki akıllı telefonlar uygun bir örnektir. Telefon içinde çokça iş gören uygulamalar yüklüdür. Vücut da aynen böyledir. Elektrik, telefon vücudunun canı gibidir. Bu can, telefonun ruhu değildir. Telefonun ruhu internettir.
İnterneti Olmayan Telefon Canlıdır Fakat, Ruhsuz Gibidir.
Ruhsuz olup da canlı olan telefon, içindeki yüklü olan programların dışında başka program açamaz ve yüklü programları güncelleyemez. Program güncellemesi ve gereksinim duyduğu yeni programları açması için internete bağlanıp yükleme yapması gerekir. Bu durum, bir insanın bilmediği bir konuda başka bir insana danışmasına benzer. Sadece insan, bilgi haznesinde olmayan bilgiyi, hem canlı hem de ruhlu/internetli olandan yeni bilgi olarak alıp bilgi haznesine ekler. Yani, her insan canlıdır fakat, her insan ruhlu (kendini İlahi mesajlarla güncelleyen) değildir.
Rabbimizin Kendi emrinden olan ilhamı-şuuru ruhlu (âlim, veli ve evliya)lar alabilir. Aldıklarında hem kendileri hem de ruhsuzlar (İlahi mesaj alamayanlar) istifade ederler. Ruhsuzların güdüler dışındaki yeni bilgileri, ruhlulardan edindikleri kayıtlardan ibarettir. Bir ruhsuz, saatlerce aralıksız konuşabilir ancak, ezberde-hafızada olanların dışında hiçbir şey söyleyemez. Ruhlu ise, konuşurken de yeni bir bilgi edinebilir. Ruhsuz olan, bilinen sorunlara bilinen çözümü söyler ama, bilinmeyen yeni sorunlara yeni çözümler bulamaz. Ruhlu olup sorunlara çözüm bulanlara âlim, veli ve evliya gibi isimler verilmiştir.
Peygamberler, ilhamdan hariç direkt vahiy aldıkları için o ruhlu (âlim, veli, evliya olan) kimselerin çok daha üst tabakasını ifade ederler.
İlham, genelde ihtiyaç bazlı bir çeşit talepsel duruştan ibaret iken; vahiy ise, daha kapsayıcı ve insan görüş gücünün yetmediği ihtiyaçların karşılığında talepsiz olarak ALLAH tarafından daha açık ve kestirmeli yoldan gönderilen Rabbani ve Rahmani mesaj ve sinyallerdir. İnsan yaşamının istifade yolları olarak; peygamberleri ana caddelere, ruhlu kesimleri de (âlim, veli ve evliyaları) ara sokaklara benzetebiliriz. İnsanın diğer canlılar olan bitki ve hayvanlardan farkı, bu iki çeşit yola (yani peygamberlere ve ruhlulara) sahip oluşundandır. Bunlar olmasaydı; insan, diğer canlılar gibi sadece kendine has programıyla dikey bir canlı türü olarak çeşitler zenginliğinde yerini alırdı.
Zorlu koşullarda düzenli bir yaşam için ruhsaliyet olmazsa olmazdır. İmtihan düzeni icabı herkesin ruhlu olmasına gerek olmadığı için, ruhluların sayısı kısıtlı oranlarda bulunmaktadır. Yeni bir çözüm gereği olduğunda ruhsuzlar, WiFi (vayfay-kablosuz internet misali) ruhlulara bağlanıp, çözüm indirebilme uygulamasıyla sorunlarını çözüme kavuşturabilirler. Buna “bir bilene sormak” deniyor. Sorma işi; ruhsuzların da bilgilenme ihtiyacına karşılık olarak, programlarında yüklü olduğu için, sorarak ruhun verilerine kavuşma avantajları vardır. Yani onlar da ruhtan uzak manada ruhsuz değillerdir. Bir başka ruhludan aynı veriyi alabildiği için sorumludurlar. Özürlü muafiyetine sahip değildirler. Bilmiyorsan soracaksın. Bu, “birinde var, birinde yok” sistemi, insanlar arası bağlantı ve muhabbet sebebidir. Yani danışma imkânı ile insan topluluğunun hepsi ruhun verilerine sahip olmuş oluyor.
Bir Ruhlu ile Bir Ruhsuzu Ayırt Edebilmek Kolay Değildir!
Çünkü yeni bir ihtiyaç olmadıkça, ruhlu olan kişi de beynindeki ve benliğindeki önceki kayıtlarla iş yapar. Zaten ilimde de israf makbul değildir. Bir iş’e karşılık olmadıkça boşa akan suya benzer. O yüzden ilham alıcı kişi de her zaman ilham alacak değildir. Ruhsuzlardan birinin konuşma şekli genelde, düşünmeden art arda sıraya dizilmiş cümlelerin hücumu gibidir. Ruhluların konuşması da kayıttan olduğu zaman aynı tarzda olabilir ve onun duraksamalı ve düşünceli konuşmaları ise, yeni bir bulgu (alım) arayışı içindir. Bu şekilde bazen aldığı bir sinyali kısa zaman içinde söze dönüştürmekte de zorlanabilir.
Peki, Can Nedir?
Can Enerjidir. Enerji Candır. Güneş Sistemi bütünsel bir canlıdır ve fiziksel vücutların besin kaynaklarındandır. Canlı vücutlar, canlı tabiatın devridaim sistemine bağlı olan parçalarıdır. Canlı tabiat ise, canlı Güneş Sisteminin bir parçasıdır. Canlı Güneş Sistemi de, bağlı olduğu canlı kâinatın bir parçasıdır. Birbirine bağlı olan bu canlılar zincirinin nereye kadar sürdüğünü bilemiyoruz.
Yıldızların doğum ve ölümleri, vücudumuzdaki hücrelerin doğum ve ölümlerine benzediği için, yıldızların da devasa bir vücudun zerrecik hücreleri olduğunu akla getiriyor.
Böyle bir vücut var ise, daha doğrusu tüm evren bir vücut kabul edilirse; bu vücudun da, içinde zerre hükmünde olup, yaşadığı devasa bir dünyası olmalıdır. Bu şekilde; her devasanın bir zerre, her zerrenin de bir devasa olduğu karşımıza çıkmaktadır! Bu zincir için “son” kavramını bulamıyoruz. Bu yüzden “sonsuz” kavramına tutunup aklımızın yükünü düşürüyoruz. Zincir, halkalardan oluşsa bile, zincir olarak bir bütünselliği ifade eder. Bu bütünselliği kavrayabilme çabamız, bizi düşünsel olarak mustarip kılar. Bu Mustariptik yani Istıraplılık, Mantığın sınırlı bir varlık olduğunu gösteriyor. Mantıklar kayıt cihazlarına benzemektedirler, her mantığın belli derecede hafızası vardır. Bir mantığa sığmayan bir şeye mantık dışı deriz. Mantık dışı demek, mantık hafıza çapının yetişemediği demektir. Mantık dışı sözü görecelidir. Kaç GB-Gigabaytlık mantığa göre söylendiği dikkate alınmalıdır.
İçerdiği anlam olarak bir şey’e “mantık dışı” demek bazen; o şey’in mantığa karşı yok hükmünde olduğunu değil, mantığın o şey’e göre yok hükmünde olduğunu gösterir.
Yani on gigabaytlık bir yük, bir gigabaytlık mantığa yüklenmez. Bu şekilde kendisini taşıyabilecek bir hafıza oranı olmadığından bir gigabaytlık hafıza o on gigabaytlık yük için yok hükmündedir. Mantığın da devasallığı bir şeylere karşı zerre hükmünde olduğu için, “Mantık Dışı” deyiminin hangi anlamda kullanıldığına dikkat etmek gerekiyor. Ya zerrelik anlamında olur. Ya da devasallık anlamında olur. Mantık, kendini o şeye karşı hangi tanımla ele aldığına dair farkındalık içinde olunmalıdır. Bir pire bir fil’in vücudu üzerinde görüş alanı itibarı ile, fil’in tamamını mantığına sığdıramaz. Zıplayıp uzaktan bakınca belki bir şeyler edinir. Bizim dünya içinde dünyayı değil de, uzaktan diğer gezegenleri bütünsel olarak görebildiğimiz gibi…
Bizler kâinata karşı birer zerreyiz. Atomlar da bize karşı birer zerredirler. Önem olarak dereceleri aynıdır. Bu gerçeklikler bizlere bilmediklerimizi de bildirirler. Kâinatın neye karşı zerre olduğunu ve atomun neye karşı devasa olduğunu bilmediğimizi bildirmiş oluyorlar.
Atom parçalandığına göre, parçanın da parçalanması olabilir. En nihayetinde parçalanmayan sadece ruh olabilir. Bu açıdan, “yoktan var etme” sözü, aslında “ruhtan var etme” olarak anlaşılabilir. Somut varlığa dönüşen soyut ruh; somut varlığa dönüşmekle, somut varlık için soyut olarak artık “yok” hükmünde kaldığı için, somut varlığın lisanı ile “yoktan var etme” deyimi yerindedir. Bu deyim, soyut ile somut âlemler arası lisanlarda doğru bir çeviri anlamını içerir. Yani soyut âleme göre “var” olana, somutça “yok” denilmektedir. Çeviri, somut mantığın kapsama alanının dışında kaldığı için, var’a yok denilir. Somutun var’ı somutça şahitliktir. Soyut’un var’ına teknolojik örneklerle somutça şahitlik elde edilmektedir.
Bu şekilde soyut varlıklara; mantık ile değil, yine soyut olan kanaat ile ‘var’ diyebiliyoruz. Yani kanaat; mantık mesafesinin dışındaki alan demektir. Bilim/mantık, bilinmeyenin/kanaatin içinde gelişiyor. Kanaat, bilimin ham maddesi olarak bilimin daima bir adım önünde bulunuyor. Yani bilinmeyen kanaat, bilindikçe bilim gelişimi olmaktadır. Aynen bir çekirdeğin topraktan beslendiği gibi, bilim kanaatten beslenmektedir. Bu şekilde yine var ve yok konusuna dönersek, örnek olarak; helva var olduğu için şeker-un ve yağ artık beyan olarak yoktur. Helva, bu beyanı olmayanlardan var edilmiştir. Yani açıklanması olmayandan. Başka bir deyişle yoktan… Peki bu deyiş ne zamana kadar geçerli? Nelerden yapıldığına şahit olana kadar. Yani bilinmeyen, bilinen oluncaya kadar.
Gelişen teknoloji, hakikatleri örtücü ve kıymetlerini azaltıcı değil, hakikatleri daha iyi anlamamızı ve daha anlaşılır şekilde aktarmamızı sağlayan kolaylaştırıcı bir konumdadır. Bu şekilde teknolojik gelişim, sadece bilimsel bir gelişim değil, aynı zamanda ilmi ve imani gelişimi de kapsamaktadır. Belki de teknolojik gelişimdeki asıl sır ve amaç da bunda saklıdır. Yani hakikatin örneklerine şahit olabilmek için teknolojik gelişmeler yaratılmaktadır… Çünkü mesele sadece yaşayabilmek olsaydı, teknolojisiz yaşayabilen nice canlılar vardır. Şu anda teknolojiyi kaldırsak, insan yaşamı durmaz fakat şekli başkalaşır.
Bilimsel ve teknolojik gelişim bizi zamanla ilmi hakikate doğru götürmektedir. Çünkü “zaman ile doğru”, cıvata ile somun misali birbiri ile uyumlu bir bütünün iki parçası yerindedir. Hakikatler elmas gibidirler. Zaman, yanlışları çürütüp eleyerek doğruları ortaya çıkarıverir.[5]
Özetle; insan ruhu denilince canlılık, bilinç, akıl, idrak, irade gibi niteliklere sahip bir özden söz edilmiş olmaktadır. İnsanların, hayvanlardan ve diğer canlılardan farklı olması, ruhlarından dolayıdır. İnsanlar arasındaki fark da; aynı ruh türü içinde değişik mertebelerde (iman ve inkâr derecelerinde) bulunmalarının sonuçlarıdır.
Allah’a ve ahiret gününe iman edip Hakkı tutan ile inanmayıp inkâr ederek bâtıla kayanların durumu Mücâdele Suresi 22. ayette şöyle anlatılmıştır:
“Allah’a ve ahiret gününe (gerçekten) iman eden hiçbir kavmi (kesimi ve kişileri); Allah’a ve Resulüne başkaldıran, (Ayet ve Hadislere dayalı İslam düzenine ve Müslüman ülkelere düşman olup savaş açan) kimselerle bir sevgi (ve işbirliği) içinde asla bulamazsın; velev ki, bu (zalim ve hain çevreler), isterse kendi babaları (olsun), ister çocukları (olsun), ister kardeşleri (veya tarikat-cemaat ihvanı olsun), isterse aşiretleri (partileri, müttefikleri) olsun, (yine de şuurlu mü’minler asla onların başarısını arzulamaz, destek çıkmaz ve saygı duymazlar. Çünkü, ülkede faizi, fuhşu, içki ve uyuşturucuyu, kumarı ve şans oyunlarını yürütenlere, Siyonist Yahudi ve Hristiyan merkezlerin güdümüne girenlere “meveddet”=benimseyip desteklemek ve sevgi göstermek imana ve insanlığa aykırıdır); işte bunlar (sadık ve sağlam Müslümanlar), öyle(sine samimi ve nasipli) kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazıp (yerleştirmiş) ve onları Kendinden (İlahi izzet ve inayetinden) bir ruh (ve şuur) ile desteklemiştir. (Ahirette de) Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak ve orada süresiz kalacaklardır. Allah onlardan razıdır, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bunlar, (Kur’an nizamına karşı çıkanlarla kalbi alâkalarını koparanlar) Allah’ın hizbi (partisi, takipçisi, ekibi ve taraftarları)dır. Dikkat edin (kesinlikle bilin ve bekleyin) ki; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felaha ulaşacak (dünyada zafer ve devlete, ahirette ise cennet ve saadete kavuşacak)lardır.”
En büyük eksiğimiz ve gafletimiz; düşünme ve öğrenme tembelliğimiz, gerçeği arama ve ona ulaşma isteksizliğimiz ve bu konudaki fırsatlarımızı israf etmemizdir. Bu nedenle: “Nefsini (ruhunu) tanıyan, Rabbini de tanır” hikmetinden yola çıkarak, kendi özümüzü yani ruhumuzu tanımaya ve onu arındırmaya yönelik gayretlere ağırlık verilmelidir. Çünkü insan; eğer ilim ve iyilikle, zikir ve fikirle ruhunu nurlandıramazsa, küfür ve kötülüklerle kirlenmiş ve körlenmiş olan ruhu, dünyanın ve deni (bayağı ve aşağı) duyguların çekim alanında kalacak, sonunda cehaletin ve cehennemin esiri olacaktır. Ama iman ve ibadetle ve sürekli mücadele ile ruhları olgunluk ve dolgunluk kazanan kimseler ise, yüksek âlemlere ve sonsuz saadetlere ulaşacak ve cennetlerin sultanı makamına ulaşacaklardır.
Evet, insanı farklı ve faziletli kılan, ruhtur. Ruh ise âlem-i emirdendir. Yani, atom taneciklerinden ve kuant zerreciklerinden meydana gelen maddi şeylerden değildir. İlahi kudretin ve Rabbani iradenin, vesilesiz ve sebepsiz olarak halk ettiği manevi ve nurani bir hayat cevheridir. “Gerçek ve mutlak ruh” diyebileceğimiz, “İlahi nur, nur-u Muhammedi” şeklinde tezahür etmiş, en güzel ve en mükemmel biçimde Efendimiz’de tecelli eylemiştir.
Sonuç olarak: Bizim hayatımız, ölümümüz ve dirimimiz Allah’ın elindedir. Hiçbir zaman biz kendimizi mutlak manada kontrol edebilecek durumda değiliz. Yaşatan ve öldüren O’dur. Meleklerin, Azrail Aleyhisselam’ın emri altında gelip ruhumuzu bedenimizden alması, Allah’ın bilgisi ve takdiri dahilinde bir emr-i İlahidir. İster ölüm meleği Azrail Aleyhisselam, ister onun emrinde çalışan başka melekler olsunlar, bizim ölümümüz hakkında kendileri karar veremezler. Hakikat bu ise, Allah’tan başka tapılacak, emir ve yasaklarına uyulacak Mâ’bud düşünülebilir mi? Hayatın, ölümün ve dirilişin bilincinde olan mü’min ölümden korkmaz, amellerinin tam olarak İlahi hoşnutluğa uygun olup olmadığından korkar ve fakat ruh dünyasını tümüyle korku istila etmez, “korku ile ümit” arasında yaşamını devam ettirir.
- www.haksözhaber.net / 23.06.2012
- İbn-i Cevziyye Kitabu’r-Ruh 20. Mesele
- İhya-i Ulum. Muhlikat Bölümü
- 29. Sözden sadeleştirilmiş
- http://www.dogubayazitgazetesi.com/haber/ruh_nedir_can_nedir
- www.haksözhaber.net / 23.06.2012
- İbn-i Cevziyye Kitabu’r-Ruh 20. Mesele
- İhya-i Ulum. Muhlikat Bölümü
- 29. Sözden sadeleştirilmiş
- http://dogubayazitgazetesi.com/haber/…

Sonuç olarak: Bizim hayatımız, ölümümüz ve dirimimiz Allah’ın elindedir. Hiçbir zaman biz kendimizi mutlak manada kontrol edebilecek durumda değiliz. Yaşatan ve öldüren O’dur. Meleklerin, Azrail Aleyhisselam’ın emri altında gelip ruhumuzu bedenimizden alması, Allah’ın bilgisi ve takdiri dahilinde bir emr-i İlahidir. İster ölüm meleği Azrail Aleyhisselam, ister onun emrinde çalışan başka melekler olsunlar, bizim ölümümüz hakkında kendileri karar veremezler. Hakikat bu ise, Allah’tan başka tapılacak, emir ve yasaklarına uyulacak Mâ’bud düşünülebilir mi? Hayatın, ölümün ve dirilişin bilincinde olan mü’min ölümden korkmaz, amellerinin tam olarak İlahi hoşnutluğa uygun olup olmadığından korkar ve fakat ruh dünyasını tümüyle korku istila etmez, “korku ile ümit” arasında yaşamını devam ettirir. (Yazıdan önemli alıntı)
RUHLAR VE SIRLAR…
“Sonra onu ‘düzeltip bir biçime soktu’ ve ona (insana, Kendi) Ruhundan (hayat ve şuur sırrından) üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. (Buna rağmen) Pek az şükrediyorsunuz? (Ne nankör insanlarsınız!) Demek ki: “Ruh” ile “can” farklı kavramlardır. Ruh sadece insanlarda, can ise bitkilerde ve hayvanlarda da vardır.”
RUHLARIN – RUHLULARIN İRTİBATI’na Dair…
Bir mana âleminde “Aziz Erbakan Hocam” şöyle buyurmuşlardı:
“Bir şey kaderdeyse, tüm vesileler sana hizmet eder. Ne endişe, ne korku, ne de çaba bu gerçeği değiştirmez. Ruh, kaderinde olanı bilir, onu ister, ona yaklaşır ve istemeye, elde etmeye gayrete devam eder. Ve bu ısrarla isteme hali oradan gelir.”
—
“Hak ile kullar arasında inayetten başka bağ, hükümden başka sebep, ezelden başka vakit yoktur. Bunun dışında ise sadece körlük ve karıştırma vardır.”
Futuhat-ı Mekkiye
—
Hz. Ali’nin huzuruna bir adam gelir ve: “Ya Ali! Ben seni çok seviyorum” der. Hz. Ali bir anlık sükutun ardından adama döner ve:
“Sen yalan söylüyorsun” der. Adam, Hz. Ali’ye birkaç kez aynı şeyi söylemesine rağmen Hz. Ali’nin kararlı tavrı neticesi itiraf etmek zorunda kalır ve: “Ya Ali, benim yalan söylediğimi nasıl anladın?” der.
Hz. Ali adama şöyle cevap verir:
“Sen yanıma gelip ‘Ya Ali, ben seni çok seviyorum’ dediğinde, ben dönüp kalbime baktım. Kalbimde sana karşı bir sevgi bulamadım!.. Buradan yalan söylediğini anladım. Eğer sözün doğru olsa idi benim de kalbimde sana karşı sevgi olduğunu görürdüm.”
Yine Hz. Ali ( Keremallahu Veche) Efendimizden devam edelim:
Aşk, varoluşumun temelidir.
Şevk, hayatımın taşıtıdır.
Allah’ı derinden düşünmek yoldaşımdır.
İman, gücümün kaynağıdır.
Hüzün arkadaşımdır.
Bilgi, silahımdır.
Sabır, giysim ve ahlakımdır.
Kutsal iradeye teslim olmak gururumdur.
Bir başka Hikmet Ehlinden:
”Allah aşkı yakar. Şeytan dahi çaresiz kalır. Allah aşkı olanın etrafında hiçbir zıttı barınamaz. Mühlet alır ama dayanamaz.”
—
Hz. Ali (K.V) Efendimizden devam edelim:
“Dilleriniz ve bedenlerinizle insanlara karışın; amelleriniz ve kalplerinizle onlardan ayrılın. Herkes için kazandığı vardır ve kıyamet günü herkes sevdiği ile beraberdir.”
“Dost, yama gibidir. O halde onu kendi renginden seç…”
—
Yine bir seferinde Hz. Ali Efendimize (K.V) dediler ki:
-Dualarımız bir türlü kabul olmuyor, neden?
Buyurdu ki: Kalplerinizi şu on şey öldürdü o yüzden:
– Allah’ı bildiniz ama hakkını yerine getirmediniz.
– Peygamber’i sevdiniz ama yolundan gitmediniz.
– Kur’an’ı okudunuz ama Ona uymadınız.
– Allah’ın nimetini yediniz ama şükür etmediniz.
– Şeytan size düşmandır bildiniz ama ona uydunuz.
– Cennet haktır bildiniz ama amel etmediniz.
– Cehennem haktır bildiniz ama ondan kaçmadınız.
– Ölümün hak olduğunu bildiniz ama hazırlanmadınız.
– Uykudan uyanınca kendi eksiklikleriniz yerine, halkın ayıpları ile ilgilendiniz.
– Ölüleri defnettiniz ama ders almadınız.
Nehcu’l Belaga’dan…
—
(Bu alıntının kaynağı bulunamadı)
“…O’nun için yakınlık uzaklıktır, uzaklıksa yakınlık…
İnsan için de böyledir. Yaklaştıkça bütüne değil parçalara esir oluruz; bu nedenle en yakınımızdaki tanımaz bizi.”
Ve tabii…
Biz de en yakınımızdakini…
—
Son olarak: Hz. Ali (K.V) Efendimizin şehit olduğu sabah söylediği sözler…
“Ölüm için, itikadını pek sağlam bağla
Zira ecel oku, mutlaka sana ulaşacaktır.
Ağlarsan, Dost’tan ayrı geçen günlere ağla!..
Belki ölüm kemendi boynuna bugün dolanacaktır.”
“Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, zaferi ben kazandım!..”
RUHLULAR ve RUHSUZLAR!..
Makalede en can alıcı noktalardan biri de, Cenabı Hakk’ın kendi emrinden olan İLHAMI – ŞUURU , Ruhluların alabileceği ve bu ilham ve şuuru aldıklarında hem kendileri hem de ruhsuzlar diyebileceğimiz yani ilahi mesaj niteliğinde olan ilham ve şuurdan alamayanlara kimselere faydalı olabileceği istifade edebileceği bildirilmekte..
Ruhsuzlar insanlara yeni bilgi veya orjinal çözüm üretecek kabiliyete sahip olmadıkları, sadece ve sadece Ruhlulardan öğrendiği edindiği kazanımlar sayesinde ve o kazanımlarıyla ilgili sıkıntı veya problem çıktığında ancak o kazanımları uygulayabilir oldukları, yine ruhsuzların saatlerce aralıksız konuşabildiği ancak ezberinde veya hafızasında bulunanın dışına çıkamayacağı veya söyleyip konuşamayacağı …. Ruhlu bir kimsenin ise konuşurken bile yeni bir bilgiler edinebileceği… Ruhusuzlar karşılaştıkları bilinen sorunlara bilinen çözümleri söyleyebilecekleri ama yeni sorunlara çözüm veya çözümler üretemeyecekleri bildirilmekte…Ruhlu olup sorunlara orjinal çözüm bulanlara ise alim veli evliya denildiği…
Ve yine makalenin can alıcı noktalarından birisi de, insan ilim ve iyiliklerle, zikir ve fikir ile ruhunu nurlandırmazsa yani doyurmaya çalışmaz doyurmazsa küfür ve kötülüklerle kirlenmiş ve körlenmiş olan ruhu, dünyanın ve bayağı ve aşağı duyguların çekim alanına girecek ve orada kalacak, neticede cahilliğin ve cehennemin esiri olacağı anlatılmaktadır.
Bazan eş dost arkadaş çevresiyle vakit harcarken muhabbet ederken demişizdir : Ya bu arkadaş bunları nasıl söyleyebiliyor , bu hale nasıl geldi, neden bu düşüncelere sahip oldu, niye artık eskisi gibi iyi doğru güzel faydalı ve adil olma yolunda pozitif değil de negatif durumlara vartalara kaydı deriz… İşte bunun sebebinin Ruhlu olanlardan uzaklaşmasının en büyük nedenler arasında olduğunu anlıyoruz..
Günlük neredeyse birkaçtane hadise gerçekleşmekte ve yorumlanması gerekmekte… Elhamdülillah iki gün içinde doğru temiz bir şekilde önümüze ve insanlığın idrakine makalelerle şiirlerle sunulmakta Milli Çözüm’de… Ruhlu olanlara örnek mi istiyoruz: İŞTE MİLLİ ÇÖZÜM – İŞTE ŞAHSİ MANEVİSİ BİLGE VE YİĞİT ŞAHSİYET – ASRIMIZIN VE KUR’AN’IN TERCÜMANI REHBER ŞAHSİYET …
Ruhlulardan uzaklaştığımızda artık ruhsuzlar sınıfına girmek sürpriz olmayacaktır.
Rabbimiz cümlemizi muhafaza buyursun öylesi durumlardan. Amin.
AL-İ İMRAN SURESİ 146. AYET
Nice peygamberlerle birlikte birçok Ribbiyyun (Rabbani-bilgin)ler (hikmet ehli gönül erleri) Allah yolunda (Hakk hâkim kılınsın ve zulüm kaldırılsın diye) çarpışmaya girdiler de, (bu uğurda) kendilerine dokunan (büyük sıkıntı ve saldırı)lardan ötürü asla zayıflık ve yılgınlık göstermediler, (zalim ve kâfir güçlere) boyun eğip (işbirliğine tenezzül etmediler). Allah, sabredenleri sever.
(BAK: http://www.mealikerim.com )
İnsan Allah’ın halifesi olma kapasitesiyle yaratılmış ve kendisine ruh üflenmiştir.
İnsan kalbini kin, haset, bencillik (ene), kıyastan ne kadar temizleyebilirse özündeki üflenen temiz ruha dönüşü o kadar olacak ve kalbinde Allah’ı ve Resulünü misafir edebilecek hale gelecektir. İşte böyle olunca arındırdığı ruhu farklı boyutlarda gezinmenin lezzetini tadacaktır.
İnsanın ruhundaki olgunlaşma süreci bu şekilde tezahür ederken bir yandan da temel kötülerden arınan ruh temel iyilerle dolacak ve insan insanlığa faydalı olma şuuruyla Adil Düzen’i arzulayan, Adil Düzen’i kurulması için çaba harcayan bir mümin haline bürünecektir. İşte insan ve ruh için asıl olgunluk seviyesi de budur.
Ne mutlu tüm insanlığın kurtuluşu için Adil Düzen’i, Milli Çözüm iktidarını arzulayanlara, halifelik makamında kulluk bilinciyle çalışanlara…
Hakikaten çok ilmi, manevi ve derin bir anlatım olmuş. Tekrar tekrar okunması gereken bir makale.
.
Özümüzün (benliğimizin) idrakine varıp, verilen nimetlerin şükrünü eda edebilmek için, her daim şuurla (bilinçle) hareket etmeliyiz. Söz ve davranışlarımızda bir “ruh” ve canlılık olmalı. Sorumluluk bilinci ve onurluluk (eşref-i mahluk) hissiyle bir yaşam sürmeliyiz.
“Kendini bilen, Rabbini bilir” hikmetince, kendimizi, çevremizi ve tüm evreni ibret nazarıyla tefekkür edip, asıl olana (Bâki aleme – Rabbimizin rızasına) yönelmeliyiz.
.
Bu noktada Milli Çözüm, bir şuurlanma ve ruhi olgunluğa ulaşma görevini ifa etmektedir elhamdülillah.
Madem sen sensin, ben de benim,
O zaman var git yoluna…
Yok sen bensin, ben de senim,
Ne diye düşersin ayrılık toyuna?
“Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.”
Kudsi hadis
Bu makaleden sonra, bu gerçeği daha iyi anlıyoruz. Demekki her teknolojik gelişme aynı zamanda, ruhlu olma vasfını elde etmiş olanlar icin rabbimizin muradınin bir sonucudur.
“Nefsini bilen rabbini bilir”
Demekki nefsini bilende, kainatı tanıyan da
Her gelişme ile yine ruhun asıl kaynağına bir adım daha yaklasabilir.
Konusurken bile yeni bilgi edinebilen ruhlu insanlar, ile ezberini tekrar edenler arasında elbette büyük fark olacaktır.
Vermek istemese istemek vermezdi, gerçeğinden yola cikarak;
Ve Bilimde kanaatlerden gelişmekte ise, hayallerden oluşacak kanaatlerin geliştirdiği teknolojiye hayvandan aşağı olanların ufku yetmeyecektir. Ve zafer asla zalimlere kalmayacaktır.
Her satırına yapılabilecek yorumun kendisinden daha büyük yer kaplayabilecegi, muhteşem bir makale.
Ruhi Yeteneklerin Kullanılması, Allah’ın Nimeti ve Faziletidir!
Ruhta, Allah’ın isimlerinden beslenen sayısız programlar vardır. Yani Allah’ın isimlerinin birer küçük istasyonu veya sinyali ruhta bulunmaktadır. İşte insan; yaşadıkça kademe kademe ruhtaki bütün programları kullanabilir bir yetkiye sahip olabilmektedir ve bu programları kötüye kullandığında günah, iyiye kullandığında sevap kazanmaktadır.
İnsan bu sinyalizasyonu, ruhi disiplin ve dengeyi sağlayacak en büyük unsur olan ibadetlerini; “Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât: 56) buyruğuna uygun olarak yerine getirirse; emir ve yasaklara uygun hareket ederse manen olgunlaşır ve Rabbine yaklaşır. Rabbine karşı terbiye ve teslimiyet gösterip; farzları, vacipleri ve sünnetleri işleyen; haramları, mekruhları, müfsitleri terk eden kişiler için Cenab-ı Hakkın Kutsi Hadis’te; “Ben onların tutan eli, konuşan dili, gören gözü, duyan kulağı ve düşünen aklı olurum” buyurduğu mertebelere ulaşır.
Yani; bu makama ulaşmış kimseler ibretle bakar, hikmetle düşünüp kavrar, adalet ve merhametle iş yapar, Hak ve hakikati duyar ve her halde hayır ve hikmet konuşur manasındadır. Bunlar artık Allah’ın dostları ve yakınlarıdır. Ve Allah’ın dostları için asla korku ve keder olmayacaktır. Çünkü onlar; iman, ibadet, iyilik, istikamet ve ihlasla; “Kalpler (ruhlar) ancak, zikrullah ile (Kur’an nuruyla ve Allah’ı anmakla) huzura kavuşur” (Ra’d: 28) ayetine uygun hareket ederek kalplerini, yani öz varlık olan ruhlarını zikrullah ile beslemiş ve yükseltmişlerdir. “…İşte bunlar (sadık ve sağlam Müslümanlar), öyle(sine samimi ve nasipli) kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazıp (yerleştirmiş) ve onları Kendinden (İlahi izzet ve inayetinden) bir ruh (ve şuur) ile desteklemiştir…” (Mücadele: 22). Ayrıca; “(Allah elçi seçtiği) Kullarından dilediklerine; melekleri, Kendi emrinden olan ruh (Hz. Cebrail ve vahiy) ile; ‘Benden başka İlah yoktur, şu halde ancak Benden korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakının, şeklinde uyarın’ diye indirir.” (Nahl: 2) Böylece fani heveslerden, şeytani vesveselerden ve nefsanî düşüncelerden kurtulmuş olan bu insanlara mecazi olarak da, yüksek-iyi ruhlu insan denilmektedir.
(MAKALEDEN BİR BÖLÜM)
Ahmet AKGÜL hocamızın “Gönül Seması ve Tasavvuf Kapısı” isimli eserinden ;
” Ruh, insanın özü, varlığının, varlığıdır. Bu sebepten olacak ki, onun aslını idrak, imkansız denecek nisbette zordur. Nitekim Peygamber Efendimize (s,a.v.) “Ruh nedir?” diye sorarlar. Bu sorunun, cevabını vermek üzere Allah, sevgili Peygamberine, Cebraili gönderir: “(Muhammedim) Sana ruhtan sual ediyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin bir emridir,” Baz müfessirler buradaki ’emr’ kelimesini ‘gölge’ olarak tefsir ediyor. Yani ruh, Cenab-ı Hakk’ın gölgesidir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi bu muazzez ve mükerrem varlığı tanımak, kulluk şuurunu idrak derecesinde zor bir olaydır.
Mesela: Altmış yaşındaki insandan ruhtan bahsetmesini, isteseler, altmış yıllık dostundan, başka bir ifade ile varlık cevherinden yarım saat bile bahsedemez. Halbuki aslolan, insanın kendini bilmesidir. O halde insanın kendi kendini okuması şartır. Kendinin alimi olması zaruridir. Kendini bilen kişiye arif denir. Cehalet ise insanin varlığından gafil olması, kendini bilmemesidir. Yunus’un dediği gibi; “ilim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. / Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır?”
Ruh ve Can Aynı Değil, Farklı Şeylerdir!
“Ana rahminde bebeğe ruh verildiğinde “bebek canlandı” deniyor. Peki, ruh verilmeden önce, fetüs halinde bulunan embriyo cansız mıdır? Tabi ki canlıdır. Çünkü büyüyor ve gelişiyor. O halde ruh ayrı, can ayrıdır. Benzetme yaparsak; Ruh, insan canına gelen yüksek voltajlı ve “nefhatullah” kaynaklı enerji, can ise düşük voltajlı enerji konumundadır. Bütün hayvanlarda can vardır. Bakteriler de, mikroplar da canlıdırlar, ama ruhsuzdurlar. Peki, Hz. Adem’e üflenen ruh, eğer ‘can’ anlamındaysa, bu insanlık sırrına ve sorumluluğuna aykırıdır, çünkü mikroplar da canlıdır. Üflenen can ise, ALLAH’ın tek ve gerçek canlı varlık olduğu ve her canlıya canından üflediği hikmetini hatırlatır. Canlı demek; yiyen, içen ve ölen demektir. Mesele sadece canlılık olsaydı, insan için ALLAH’ın yeryüzündeki halifesidir denilmezdi. Bu deyiş candan dolayı olsaydı, halifelik her canlıya tekabül ederdi. Demek ki ALLAH, her canlıya hayat verecek birer program yüklemiş, fakat ruhundan üflememiştir. Bundan dolayı hayat programıyla beraber ruh avantajına da sahip olan insan, doğru yaparsa en üstün, yanlış yaparsa en aşağılık konuma geçecektir. Bu konu, Secde Suresi 9. ayetinde şöyle izah edilir:”
“Sonra onu ‘düzeltip bir biçime soktu’ ve ona (insana, Kendi) Ruhundan (hayat ve şuur sırrından) üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. (Buna rağmen) Pek az şükrediyorsunuz? (Ne nankör insanlarsınız!) Demek ki: “Ruh” ile “can” farklı kavramlardır. Ruh sadece insanlarda, can ise bitkilerde ve hayvanlarda da vardır.”
Makalenin özünü anlamanın en önemli yollarından birisi de dikkatle, düşünerek, tekrar tekrar okumaktan geçmektedir..
Ruhun, canın, ilmin, bilimin, teknolojinin ve daha nice yaratılmışın özünü kavramanın yolu şüphesiz Kur’anı, kulluk ve sorumluluk bilinci ile okumak ve isteneni yapmaktan geçmektedir..
Prof Erbakan Hocamızın bu minvaldeki ifadeleri ile;
“Kur’anla tetkikatı olmayan bir insanın Müspet ilimler sahasında gerçek alim olması beklenemez”..!
Millî Çözüm “Ruhunun” ne kadar önemli ve hayati bir “Rahmet” olduğunu bu makale ile bir kez daha görüyoruz..!
Cenabı hak,bizlere hakkıyla istifade etmeyi nasip etsin