HZ. MUHAMMED
VE
ASR-I SAADET
GİRİŞ:
Hz. İsa’dan yaklaşık 6 asır sonrasıydı. Bütün dünya; koyu bir gaflet ve cehalet girdabında, zulüm ve küfür karanlığında kıvranmaktaydı. Güçlü olanlar zayıfları horlayıp haklarını zorla ellerinden almakta, çoğunluk olanlar azınlıkları dışlayıp düşmanca davranmakta; imkân ve imtiyaz sahipleri, aciz ve çaresiz kesimleri köleleştirip kendi hizmetlerinde kullanmaktaydı. O devrin süper gücü sayılan iki ülke vardı. Bunlardan biri, merkezi Konstantin (İstanbul) olan Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu olmaktaydı. Bugünkü Batı (ABD ve AB ülkeleri) konumundaydı. Batı putperestliği ile karıştırılmış, Siyonist hedeflerle aslından uzaklaştırılmış, teslis (üç ilah) sapkınlığı ile yozlaştırılmış Hristiyanlığı, Devletin istismar aracı ve zulümlerine meşruiyet kılıfı olarak kullanan Bizans İmparatorluğu sınırları ve sorumluluk sahaları içerisinde her türlü haksızlık ve ahlâksızlık yaygınlaşmıştı. İptidai Kapitalizmin, bütün şeytani kurum ve kuralları Bizans Devleti ve Valileri eliyle insafsızca uygulanmaktaydı. Diğer tarafta; “Tarla, davar ve kadınlar ortak kullanılmalı, herkes ve her şey devletin malı olmalı” safsatasını savunan Bâtıl Mazdek Dininden esinlenen bir yönetim tarzını sürdüren İRAN’daki Sasani İmparatorları, bu acımasız ve ahlâksız hayat tarzıyla kafaları karıştırılmış ve kalpleri karartılmış ordular ve halk yığınları sayesinde kurdukları şahane saray saltanatlarının devamı hatırına her türlü barbarlık ve bayağılığı sistemleştirmiş durumdaydı.
Dünyanın diğer kısımları da bunlardan farksızdı. Özellikle Hicaz’da (Mekke ve Medine topraklarında) ve Arabistan Yarımadası’nda; Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in süregelen Dini geleneklerinin putperestlikle kaynaştırılmış, “üstün ve seçkin ırk” saplantısına dayanan kabilecilik saltanatı ve kof kahramanlık duygularıyla sarılmış bir “Atalar Dini=Gelenek ve Görenek Düzeni” içerisinde katı bir ŞİRK barbarlığı yaşanmaktaydı. Dönemin süper güçleri sayılan Bizans ve İran Valilerinden destek alan, yörenin işbirlikçi takımı ise, kazandıkları ticari ve siyasi imtiyazları sayesinde zulümlerini artırmışlardı. Öyle ki, çapulculuk ve zorla gasp geçim kaynağı olmakta, kadınlar horlanmakta, hatta kız çocukları diri diri toprağa sokulmakta, insanlar kaçırılıp köle ve hayvan muamelesi yapılmakta, elleriyle yontup yaptıkları cansız putlara tapılmakta… Ve maalesef bütün bunlar toplumun kaderi sanılmaktaydı. İşte insanlığın böylesine yoldan çıktığı ve yozlaştığı bir çağda, bu karanlıkları aydınlatacak, toplumlara yaratılış amacını ve insanlık onurunu hatırlatıp, iman ve İslam huzurunu kazandıracak manevi bir güneşe, yani yeni bir elçiye şiddetle ihtiyaç vardı. Ve Ezel ve Ebed Güneşi olan Cenab-ı Hakkın, gerçek Halifesi ve insanlığın son ve örnek rehberi olmak üzere, Hz. Muhammed (SAV) dünyaya teşrif buyurmuşlardı. O; kıyamete kadar her konuda ve her topluma en güzel örnek, en mükemmel Peygamber, en gerekli ve gerçek rehber konumunda donatılmıştı. Bu yüzden diğer peygamberlerin “Zelle” cinsinden bazı yanlışları ve hataları olsa da, Efendimiz Aleyhisselam’ın zellesi dahi bulunmamalıydı. Çünkü en son örnek ve en yüksek rehber olduğuna ve ardından gelip eksiğini tamamlayacak bir peygamber çıkmayacağına göre O, kusursuz donatılmalıydı. Bu nedenle “İsmet” sıfatı, yani kötülük yapmaktan, günaha bulaşmaktan ve Allah’ın rızası dışında davranmaktan korunma vasfı Efendimizde tamamen tezahür ve tecelli etmiş durumdaydı.
Zelle; daha uygun ve olgun bir davranış beklenirken, bir anlık beşeri zaafiyetle ve şeytani dürtülerle gösterilen yakışıksız ve yararsız tavırlar anlamını taşırdı. Abese Suresi’yle yapılan uyarının, Hz. Peygamberimizin zellesi sayılması, bir yanılgıydı. Çünkü, sıradan bir Müslümanın dahi tenezzül etmeyeceği şekilde, ziyaretine gelen varlıklı ve saygın kâfirlere rağbet edip, ama samimi mü’minlere surat asmak, Hz. Peygamberimize asla yakışmazdı; bu davranış, böylesi durumlarda takınılacak yanlış tavrın gösterilmesi için, Efendimize Rabbani bir rol oynatılması ve ümmetin uyarılmasıydı. Abese Suresi, 1-11 ayetleri bu açıdan ele alınmalıydı.
“(Hz. Peygamber (SAV) ümmetine edep ve metot öğretmek, dini tebliğde; zengin ve etkin kişileri önceleyip, fakir ve aciz kimseleri ise ötelemenin yanlışlığına dikkat çekmek üzere, İlahi bir senaryo gereği öyle davranarak) Hoşlanmadı ve suratını ekşitip yüzünü çevirdi,
Kendisine (dini konuları öğrenmek üzere) o âmâ (gözleri görmeyen kişi) geldi (ve kendisini meşgul etti) diye (böyle tepki gösterdi).
(Ey Nebim!) Ne bilirsin; belki o, (Senden sormakla cehalet kirinden) temizlenecekti?
Yahut öğüt alacaktı da, bu öğüt kendisine fayda verecekti.
Amma (şu malına mülküne güvenip Allah’a) ihtiyaç göstermeyene gelince;
Sen, ona yönelip ilgi gösteriyorsun (ve sözüne kulak veriyorsun, iyi de);
Onun (İslam’ı kabul etmeyip, küfür kirinden) temizlenmemesinden Sana ne? (Sen ancak tebliğle görevlisin.)
Fakat Sana koşarak (ihtiyaç ve iştiyak duyarak) gelen (o gözü görmeyen kişi),
Allah’tan korkmuş (ve O’nun rızası için Sana başvurmuş) iken,
Sen ondan yüz çevirmektesin (bu tavır mü’minlere layık ve yakışık düşmeyecektir).
Hayır, (öyle yapma! Hakkı sorana ve hayrı arayana ilgisiz davranmak, bir peygambere münasip değildir.) Çünkü O (Kur’an, sadece zenginler ve yetkililer için değil, herkes için) bir öğüttür (zikirdir, ibret dersidir).” (Abese Suresi: 1-11)
Zaten Hz. Peygamberimiz; çocukluk, gençlik ve 40 yaş öncesi yetişkinlik dönemlerinde bile, İlahi bir ilham ve vicdani bir ihtimamla bir kere olsun yanlış ve yakışıksız söylem ve eylemlerde bulunmamış ve hele nübüvvetten sonsuzluğa rıhletine kadar, hayatı boyunca asla hevâsından ve kafasından konuşmamış, sürekli Cenab-ı Hak’tan alıp, halka aktarmıştır. Necm Suresi’nin 1-4 ayetleri bu gerçeği vurgulamaktadır.
“Çıkıp zuhur ettiği zaman Necm’e (Kutlu Yıldız Şahsiyete) yemin olsun ki; [Not: Necm: Bir konuyla ilgili inen toplu Kur’an ayetleri faslına; veya, yaratılış ve imtihan gayelerini açıklamak üzere çıkıp zuhur eden “Din Yıldızına” denir. “İza hevâ” kelimelerine “Battığı zaman” yerine; “Doğup aydınlattığı zaman” manası daha uygun düşmektedir. Burada zikredilen Necm; Hz. Peygamber Efendimizin zuhuruna ve tarihi medeniyet-Mehdiyet inkılabına da işaret olabilir.]
Sahibiniz (olan Hz. Resul (AS) asla Hakk’tan) sapmamış, şaşırmamış ve (şeytani dürtülerle aldanıp) azıtmamıştır.
O, (kesinlikle kendi) hevâsından (kafasından ve nefsi kuruntularından) konuşmaz-konuşmamıştır.
O (Kur’an ve konuştukları) ancak (kendisine) vahy (ve telkin) olunan vahiydir. (İlahi hakikatler ve öğretilerdir ki, tebliğ edip size ulaştırmıştır.)” (Necm Suresi: 1-4)
Hz. Peygamberimizden sonra kıyamete kadar yeni bir nebi gelmemesinin boşluğu ise; İslam’da içtihad kurumuyla karşılanmıştır. Yani, ortaya çıkacak; iktisadi, içtimai, Dini, ahlâki ve hukuki sorunlar, Kur’ani temellere ve Sünnet öğretilerine uygun ve uygulanabilir nitelikteki içtihadlarla çözüme kavuşturulacak ve bunu elbette ilim adamları yapacaklardır.
Ensar’dan Medineli Muaz bin Cebel Hz.leri, Mus’ab bin Umeyr’in talebesi olmaktadır. Medineli gençlere: “İnsanlarla az, Rabbiniz Teâlâ ile çok konuşun. (Yani manasını ve maksadını düşünerek) Kur’an okuyun!..” diye uyaran Kahramandı!
“Gel, bir müddet oturup iman tazeleyelim!” diye mü’minleri huzura çağırmaktaydı.
Efendimiz: “Namaz dinin direği, cihad ise zirvesidir” hadisini Muaz bin Cebel’e buyurmuşlardı. (Ahmed Bin Hanbel – Müsned)
Ömrünün son demlerinde Hz. Peygamberimiz: “Hanginiz (zor bir görevle) Yemen’e gider?” diye sorunca, (Hz. Ebubekir ve Hz. Osman’dan sonra) ayağı aksak Muaz bin Cebel: “Ben ya Resulüllah!” diye kalkmıştı. Efendimiz ona:
– “Belki de dönüşte Beni değil kabrimi ziyaret edersin!..” diye Muaz’a veda ediyorlardı. Ve ona sormuşlardı:
– “Yemen’de halletmen ve hüküm vermen için bir dava gelirse ne ile karar verirsin?”
Muaz Bin Cebel: – “Kur’an’ın ayetlerinin emriyle… Onlarda bulamazsam Peygamberimizin sünneti ile… Onda da bulamazsam, kendi içtihadım ile hükmederim!” deyince Efendimiz: “Allah Resulünün elçisini, böylesine hidayete eriştiren Allah’a şükürler olsun!” diye sevincini açığa vurmuşlardı. Evet, böylece kıyamete kadar artık yeni bir peygamber ihtiyacının, İslam’da içtihad kurumuyla karşılanacağını öğretmiş ve öğütlemiş oluyorlardı.
Efendimizin Doğumları ve Yetişme Ortamı
Hz. Peygamberimiz Fil Vak’ası’ndan elli (veya elli beş) gün sonra Rebîülevvel ayının 12’sinde Pazartesi günü Adnânîler’in anayurdu kabul edilen Mekke’de dünyaya gelmiştir. Astronomi âlimi Mahmûd Paşa el-Felekî, Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in vefatı esnasında vuku bulan Güneş tutulmasından hareketle, bu tarihi Fil Vak’ası’nın meydana geldiği yılın 9 Rebîülevvel’i (20 Nisan 571 Pazartesi günü) olarak tespit etmiştir. Hz. Muhammed’in babası Abdullah, akranları arasında çok beğenilen bir gençti. Dedesi Abdülmuttalib, Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bir kısım eşrafı tarafından rencide edilince on oğlu olduğu takdirde birini kurban etmeyi adamış, daha sonra çocukları arasında çektiği kura o esnada en küçük oğlu Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar vermişti. Buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı çıkmış, Abdülmuttalib de oğlunun yerine 100 deve kurban etmişti. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem bu olayı hem de büyük ceddi Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kastederek, “Ben iki kurbanlığın çocuğuyum” demiştir. Abdullah on sekiz yaşlarında iken Amine ile evlenmiştir. Yaygın olan rivayete göre ticaret için gittiği Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada hastalanarak vefat etmiştir.
Amine çocuğunu fazla emziremediği için, Hz. Muhammed’i bir süre Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe emzirdi; daha sonra, Mekkeli ailelerin çocuklarını çölün sağlıklı havasında büyüyüp fasih Arapça öğrenmeleri için bedevi kabilelerinden bir sütanneye teslim etmeleri geleneğine uyularak Tâif civarında yaşayan Hevâzin kabilesinin Sa’d b. Bekir koluna mensup Halîme bint Ebu Züeyb’e verildi. Hz. Muhammed çocukluğunun ilk iki yılını sütannesiyle ve sütbabası Haris, sütkardeşleri Abdullah, Üneyse ve Şeymâ ile geçirdi. Halîme iki yıl sonunda çocuğu ailesine teslim etmek üzere Mekke’ye götürdü. Ancak Amine çöl havasının oğluna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sırada Mekke’de veba salgını bulunduğu için Onun bir müddet daha Halîme’nin yanında kalmasını istedi. Hz. Muhammed dört veya beş yaşına kadar sütannesinin yanında yetişti. Kaynaklardan, Halîme ve ailesinin Muhammed’i yanlarına aldıktan sonra bolluğa kavuştuktan başka olağanüstü nitelikte bazı olaylarla karşılaştıkları nakledilmiştir.
Altı yaşına gelen Hz. Muhammed’i cariyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına alan Amine, Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Benî Neccâr mensuplarını ve babası Abdullah’ın kabrini ziyaret etmek amacıyla Yesrib’e gitti. Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra dönüşte Medine’ye yaklaşık 190 km mesafede bulunan Ebvâ’da hastalanıp vefat etti. Ümmü Eymen, Muhammed’i Mekke’ye götürüp dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti. O süreçte, bebek Muhammed’i öldürmek ve peygamberliğin kendilerine kalmasını temin etmek isteyen bazı sapkın Yahudilerin suikast girişimlerine de fırsat verilmemişti. Oysa Onu öz evlatları gibi bilir ve beklerlerdi.
“Kendilerine kitap verdiklerimiz (Yahudi ve Hristiyan bilginleri), Onu (Kur’an’ı ve Resulüllah’ı) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıyıp bilirlerdi. (Hz. Peygamberin özelliklerini ve güzelliklerini kitaplarında okurlardı ve gelişini beklerlerdi.) Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile (kasten haset ve hıyanet dürtüleriyle) kesinlikle gerçeği gizlerlerdi.” (Bakara: 146)
Abdülmuttalib, Muhammed’e (SAV) gereken ihtimamı gösterdi. Dârü’n-nedve’deki toplantılara başkanlık ederken yanında götürerek, Ona baba şefkatini ve sevgisini hissettirdi. Abdülmuttalib ölümünden önce, sekiz yaşında olan Muhammed’in (SAV) bakımını Abdullah ile anne-baba bir kardeş olan Ebu Tâlib’e vasiyet etti. Ebu Tâlib, Muhammed’i (SAV) çocuklarından daha fazla sevdi, Onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret gösterdi. Hz. Peygamber’in ikinci annem dediği Ebu Tâlib’in hanımı Fatıma binti Esed de Ona kendi çocuklarından daha çok özendi. Ebu Tâlib nübüvvetten sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve Kendisini korumak için elinden geleni yaptı. Hz. Muhammed, dokuz (veya on iki) yaşında iken ticaret amacıyla Suriye’ye giden amcasına katıldı. Kervan Suriye topraklarındaki Busrâ’da konakladı. Hz. Muhammed burada Rahip Bahîrâ ile karşılaştı. Bu Rahip, Muhammed’in (SAV) Yahudilerin tuzağından korunması için yakınlarını uyardı.
Hz. Muhammed’in, kalabalık bir aileye sahip olan Ebu Tâlib’e yardım için on yaşlarında iken onun ve yakınlarının koyunlarını güttüğü bilinmektedir. Nübüvvetten sonra Kendisine sorulan bir soru üzerine; ‘her peygamberin koyun güttüğünü’ ifade etmiştir. Hz. Muhammed’in, Ficar savaşlarının ilk grubunun dördüncüsüne amcalarıyla birlikte katıldığı, fakat fiilen savaşmadığı, ama onlara destek sağladığı belirtilmiştir. Onun bu dönemdeki yaşının on dört, on beş, on yedi veya yirmi olduğu zikredilmektedir. Bu savaşın hemen ardından da Hilfü’l-fudûl toplantısına iştirak etmiştir. Bu hareket içinde yer alanlar; haksızlığa uğrayanları koruyacaklarına dair yemin etmişlerdi. Hz. Peygamber nübüvvetten sonra bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş, böyle bir fazilet antlaşmasına tekrar çağrıldığı takdirde tereddüt göstermeden katılabileceğini söylemiştir.
Mekke’deki Kureyş kabilesi mensuplarının ticaretle uğraştığı bilinmektedir. Kumaş ve tahıl ticareti yapan Ebu Tâlib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlayan Hz. Muhammed, amcasının yaşlandığı yıllarda Kendisi ticarete devam etmiş ve Mekkeli bir zatla ticari ortaklık yürütmüşlerdir. Bu dönemde çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat etmiştir. Ergenlik çağında Hubâşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu Arabistan’daki Muşakkar ve Debâ panayırlarına, hatta Habeşistan’a gittiği bilinmektedir. Böylece bir taraftan ticareti öğrenirken diğer taraftan Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan insanları yakından tanıma fırsatı elde etmiş; onların dil ve lehçelerini, dini, siyasi ve içtimai durumlarını gözlemlemiştir. Kaynakların ittifakla belirttiğine göre cahiliye devrinin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmadan temiz bir hayat yaşayan Hz. Muhammed’e çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hakseverliğinin yanı sıra ticaret hayatında güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l-emîn” (el-emîn) unvanı verilmiştir.
Kâbe’nin tamirinden sonra Hz. Muhammed’in Allah’a nasıl ibadet edileceğini araştırmaya daha fazla yöneldiği fark edilmekteydi. Mekkelilerin ve diğer Arap kabilelerinin putlarına hiç ilgi göstermemiş; aklı, vicdanı ve yüksek fıtratıyla putlara tapmaya tenezzül etmemişti. Muhtemelen O da tek İlah inancına dayalı Hz. İbrahim’in dini üzere olmaya çalışan az sayıdaki Hanifleri kendisine yakın görmekteydi. Ancak ne yapacağını bilememenin ıstırabıyla inzivaya çekildi ve risâletinin birkaç yıl öncesinden itibaren ramazan aylarında dedesi Abdülmuttalib ile diğer bazı Kureyşlilerin yaptığı gibi Nur Dağı’ndaki Hira Mağara’sında münzevi bir hayata ve manevi arayışlara yöneldi. Yiyeceği tükenince şehre inmekte, fakirlere yardım etmekte ve Kâbe’yi tavaf edip, yiyecek alarak mağaraya dönmekteydi. Zaman zaman Hz. Hatice’yi de yanında götürmekteydi. Hz. Âişe, Resulüllah’a (SAV) gelen vahyin sadık rüyalarla başladığını, Hira Mağarası’na da ondan sonra yoğunlaştığını nakletmişti.
Hz. Muhammed’in Hira’da bulunduğu 610 yılı Ramazan ayının son on günü içinde bir gece, sabaha karşı Cebrail (AS) asli suretiyle geldi, Ona okumasını istedi, Onun Allah’ın elçisi, kendisinin de Cebrail (AS) olduğunu söyledi. Ardından, “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” manasındaki cümle ile başlayan Alak Suresi’nin ilk beş ayetini Ona tebliğ etti. Bu olay üzerine heyecanlanıp korkuya kapılan Hz. Muhammed oradan ayrılarak evine gitti, yatağa girerek Hz. Hatice’den üstünü örtmesini istedi ve uyandıktan sonra başından geçenleri nakletti. Bunun üzerine Hz. Hatice; Allah’ın, Kendisini mahcup etmeyeceğini, çünkü Onun akrabasını gözettiğini, doğru söz söylediğini, acizlere destek verdiğini, yoksullara yardım ettiğini, misafirlerle ilgilendiğini söyleyerek teselli etti ve Kendisine inandığını belirtti. Ardından Hz. Peygamber’i kendi amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. Varaka Onu dinledikten sonra Kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi. Konunun bilginleri, Hz. Cebrail’in ilk vahyi getirişi sırasında Resulüllah’a (SAV) abdesti ve namazı öğrettiğini de belirtmişlerdir.
Resulüllah (SAV) bir gün Hira Mağarası’ndan dönerken Hz. Cebrail’i tekrar gördü, yine korku ve heyecanla evine gidip yatağına girdi. Bu sefer Cebrail (AS) evinde karşısına çıkarak Müddessir Suresi’nin ilk ayetlerini okuyuverdi. Bu ayetlerde artık İlahi tebliğleri insanlara ulaştırma zamanının geldiği belirtilmekte, bu görevi ifa ederken Yüce Rabbine güvenmesi istenmekte, ayrıca maddi ve manevi kirlerden uzak durması talimatı verilmekteydi. Hz. Peygamber o andan itibaren çevresindeki insanları İslam’a davet etmeye girişti. Bu davet üç yıl kadar gizlice devam etti. Önce eşi Hz. Hatice, ardından yakın dostu Ebu Bekir, Ali b. Ebu Tâlib ve Zeyd b. Hârise, kızları Zeyneb, Rukiyye ve Ümmü Gülsûm Müslümanlığı seçti. Üç yıllık gizli davet sırasında Hz. Ebu Bekir’in yakın dostları olan Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebu Vakkâs, Osman b. Maz’ûn, Saîd b. Zeyd, Ayyâş b. Ebu Rebîa ve hanımı Esmâ bint Selâme, Ebu Ubeyde b. Cerrâh, Erkam b. Ebü’l-Erkam, Ebu Seleme, Ca’fer b. Ebu Tâlib ve Ubeyde b. Hâris de Hz. Peygamber’e gelip İslamiyet’i kabul etmişlerdi. Bu dönemde Resul-i Ekrem (SAV) evinde, ıssız dağ eteklerinde, öğle tenhalığı sırasında Harem’de namaz kılmakta, bazen de ibadetlerini Müslümanlarla birlikte yapmaktaydı. Bu arada nazil olan Kur’an ayetlerini onlara okuyarak, tevhid inancı, ahiret günü ve güzel ahlâk üzerine sohbetlerine devam etmekteydi. Müşriklerin olduğu yerlerde bir arada bulunmamaya özen gösterilmekteydi. Gizlilik devresinde Hz. Peygamber ile Müslümanlar, genç yaşta İslamiyet’i benimseyen Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın Safâ Tepesi’nin eteklerindeki evinde bir araya gelmekteydi. Hac ve umre amacıyla Mekke’ye gelenlerle rahatça görüşülebilecek bir yer olması yanında, Müslümanların Resul-i Ekrem’le (SAV) bir arada bulunmalarını sağlayan bu evdeki faaliyetler Ömer b. Hattâb’ın Müslüman olmasına kadar devam etti. Dârü’l-Erkam, kaynaklarda sahabilerin İslamiyet’i benimseyişini tarihlendirmek için değerlendirilmiş, İslam’ın yayılması hususunda oynadığı rolle İslam tarihindeki yerini almış bir evdir.
Mekke’de, nübüvvetin 4. yılından itibaren İslam daveti açıktan yapılmaya başlanınca, Hz. Peygamber’in ilk muhatabı Kureyşliler oldu. Putlarını Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştiren Kureyşliler, Hz. İbrahim ve İsmail’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini de idare ediyor ve bundan dolayı diğer kabileler arasında mümtaz bir yere sahip bulunuyordu. Kureyşliler, Kâbe’yi ziyarete gelenlerden azami derecede faydalanmak amacıyla çeşitli kabilelerin putlarını da Kâbe’ye ve çevresine dikmişlerdi. Bu sırada Resulüllah’tan (SAV), vahyedilen gerçekleri müşriklerden çekinmeden açıkça tebliğ etmesi istenmiş (Hicr: 94) ve en yakınlarından başlamak üzere uyarıda bulunması emredilmişti (Şuarâ: 214). Resul-i Ekrem, Mekke’nin fethine kadar yaklaşık yirmi yıl sürecek olan bu çetin mücadeleye yakın akrabalarını bir ziyafete davet etmekle başladı. Kureyş’in Hâşim ve Muttaliboğulları’ndan yaklaşık kırk beş kişi bu davete katıldı. Ancak yemekten sonra amcası Ebu Leheb, Onun konuşmasına fırsat vermeden söze başlayıp, “Kabilesine Senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim!” deyince davetliler dağıldı. Resulüllah birkaç gün sonra bir toplantı daha tertip etti. Burada yaptığı konuşmada Allah’ın bir olduğunu, O’nun eşi ve benzerinin bulunmadığını, O’na inanıp güvendiğini belirterek davetlilere asla yalan söylemeyeceğini açıkladıktan sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş olan Allah’ın elçisiyim. Allah’a yemin ederim ki uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi diriltileceksiniz. Yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz; iyilikleriniz karşılığında iyilik, kötülükleriniz karşılığında ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedidir. İlk uyardığım da sizlersiniz.” Ebu Tâlib, Hz. Peygamber’in sözlerini güzel bulduğunu ve Kendisini destekleyeceğini, ancak şimdilik atalarının dininden ayrılmayacağını bildirdi. Diğer amcası Ebu Leheb ise akrabalarının Onu engellemesini, davetini kabul ettikleri takdirde zillete düşeceklerini, kendisini himaye ederlerse öldürüleceklerini bildirdi. Bunun üzerine Ebu Tâlib sağ olduğu sürece yeğenini himaye edeceğini ilân etti. Ebu Leheb karısıyla birlikte Resul-i Ekrem’e (SAV) daima muhalefet etmiş, bilhassa Mekke’ye dışarıdan gelenlerle konuşmasını engellemeye girişmiş, Onun bir sihirbaz olduğunu ve kabilesini birbirine düşürdüğünü söylemiştir. Bu sebeple Kur’an’da adının geçtiği bir Sure nazil olmuş ve karısıyla birlikte cehennemlik olduğu ifade edilmiştir (Tebbet: 1-5).
Resul-i Ekrem (SAV) bir gün Safâ Tepesi’ne çıkarak bütün Mekkelilere İslamiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şunları söyledi: “Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?”; “Evet, Senin yalan söylediğini hiç görmedik” cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: “Öyleyse Ben büyük bir azaba uğrayacağınızı size haber veriyorum. Allah Bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. Allah’tan başka ilah yoktur, demediğiniz sürece size ne bu dünyada ne de ahirette bir faydam dokunur” dedi.
Kureyş ileri gelenleri Resulüllah’ın (SAV) İslam’a davetine önceleri pek karşı çıkmamışlar ve dikkate almamışlardı. Ancak puta tapıcılığı eleştiren ayetleri okumaya, puta tapanların cehenneme gireceğini açıklamaya başlayınca tebliğini büyük bir tehlike olarak görüp davetini engellemek için ellerinden geleni yapmışlardı. Ayrıca; Tevhid ilkesinin hâkim olması, dolayısıyla putperestliğin ortadan kalkması halinde Arap kabileleri nezdindeki itibarlarının ve ticari menfaatlerinin kaybolacağından endişe ediyorlardı (Kasas: 57). Diğer taraftan Kureyşliler atalarından intikal eden geleneklere çok değer veriyor, bu sebeple atalarının yolundan ayrılmayacaklarını söylüyorlardı. Kureyşlilerin ahlâki durumları da Peygamber’in (SAV) davetini kabul edebilecek bir seviyeden uzaktı. Zira Mekke toplumunda içki, kumar, zina ve yalancılık yanında maddi güç ve kabile asabiyetine dayanan üstünlük anlayışının beslediği haksız kazanç, insanları sömürme ve baskı altında tutma zihniyeti hâkim durumdaydı. Kur’an-ı Kerim bu davranışları eleştiriyor, insanlar arasında üstünlüğün ancak Yaratan’a saygı, yaratılmışlara şefkatle elde edileceğini bildiriyor (Hucurât: 13), buna uymayanların ahirette cezaya çarptırılacağını haber veriyordu.
Hz. Peygamber’in gittikçe taraftar topladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler Onu küçümsemeye ve Ona hakaret etmeye başlamış, ardından şiddete başvurmuşlardı. Mekkî Sureler incelendiğinde bu tepkilerin yoğunlaştığı anlaşılmaktaydı. Kureyşlilerin Resulüllah’a (SAV) karşı düşmanca faaliyetlerinde aktif bir şekilde yer alan ve putperestlerin fikir babalığını yapan Velîd b. Muğire’ye dair 100 kadar ayet nazil olmaktaydı. Resul-i Ekrem’in (SAV) Kâbe’de namaz kılmasını ve Mekke’ye dışarıdan gelenlerle buluşmasını engelleyen, Yâsir ailesine yaptığı zulüm ve işkencelerle tarihe geçen Ebu Cehil hakkında da ayetler vardı. Kur’an’ın etkileyiciliği karşısında Kureyşliler, Hz. Muhammed’in Onu bir Hristiyan’dan öğrendiğini veya şair olduğunu (Enbiya: 5), getirdiği Kur’an’ın bir büyü (En’am: 7) veya eskilerin masalı (Furkan: 5) sayıldığını ileri sürmeye kalkışmışlardı. Fakat İlahi beyanlar ve Kur’ani yanıtlar sürekli olarak bu iddiaları çürütüp çöpe atmaktaydı.
Kureyşliler, Hz. Muhammed’in İslam’a davet faaliyetlerine engel olması için amcası Ebu Tâlib ile üç defa buluşmuşlardı. Ebu Tâlib, birinci müracaatı gönül alıcı bazı sözlerle savuşturmuşlardı. İkincisinde Kureyşliler tehdit edici ifadeler kullanınca Resulüllah’ı (SAV) çağırmış ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini açıklamıştı. Amcasının Kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardı: “Bu işten vazgeçmem için Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim.” Bunun üzerine Ebu Tâlib de şunları vurgulamıştı: “Git istediğini söyle, Allah’a andolsun ki Seni asla onlara teslim etmeyeceğim.” Kureyşliler üçüncü defa gelince Ebu Tâlib’e şöyle bir teklifte bulunmuşlardı: “Yeğenini bize teslim et, Onun yerine Velîd b. Muğire’nin oğlu Umâre’yi sana evlat olarak verelim!” Ebu Tâlib bu teklifi de reddedip müşrikleri geri yollamıştı. Bu arada bazı Kureyşlilerin bizzat Hz. Peygamber’le görüşüp Onu davasından vazgeçirmeye çalıştıkları, Kendisine para ve mevki teklifinde bulundukları da aktarılmaktadır.
Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri sırasında iki kişinin Müslüman olmasının ayrı bir önemi vardır. Nübüvvetin 6. yılında (616) Ebu Cehil ve adamlarının Resulüllah’a (SAV) hakaret ettiğini gören bir cariye durumu Kâbe’yi tavaf etmeye gelen Hamza’ya anlattı. Öfkeye kapılan Hamza elindeki yay ile Ebu Cehil’in başına vurup yardı. Arkasından, “İşte ben de Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesareti olan varsa gelsin dövüşelim!” diyerek Müslümanlığını açıkladı. O esnada Dârü’l-Erkam’da bulunan Hz. Peygamber, amcasının Müslüman oluşuna çok memnun olmuşlardı. Tebliğ faaliyetlerini yürütürken büyük sıkıntılar çeken Resul-i Ekrem (SAV), İslam’ın zaferi için nüfuz sahibi bazı kimselere hidayet nasip etmesi için Rabbine niyazda bulunmuşlardı. Bunlardan biri de Hz. Ömer’di. Ömer bir gün Hz. Muhammed’i öldürmek için harekete geçmiş, yolda kız kardeşi Fâtıma’nın İslamiyet’i benimsediğini öğrenince onun evine gitmiş, Taha Suresi’nin ilk ayetlerini okuyan eniştesini ve kız kardeşini dövüp hırpalamıştı. Ardından pişmanlık duyarak okudukları sayfaları istemiş, Taha ve Abese Surelerinin ilk ayetlerinin etkisinde kalarak Resul-i Ekrem’in (SAV) huzuruna çıkıp Müslüman olmuşlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber yanında bulunanlarla birlikte Kâbe’ye gidip açıkça ve topluca tavafa başlamışlardı. Bu arada Ebu Zer el-Gıfârî, Tufeyl b. Amr ed-Devsî, Dımâd b. Sa’lebe gibi kişiler de İslam’ı kabul edip Müslümanlara katılmışlardı.
İslamiyet Mekke’de yayıldıkça müşriklerin Müslümanlara karşı tavrı da sertleşiyordu. Onların hakaretlerine fiili müdahaleleri de ekleniyordu. Ashabının maruz kaldığı zulüm ve işkenceleri engellemeye gücü yetmeyen Resulüllah (SAV), bazı Müslümanlara Hristiyan olan Necâşî Ashame’nin ülkesi Habeşistan’a hicret etmeye izin veriyordu. Aralarında Hz. Osman ve eşi Resulüllah’ın kızı Rukıyye’nin de bulunduğu on bir erkekle dört kadından oluşan kafile 615 yılında Habeşistan’a gidiyordu. İslam’da ilk Hicret olarak önem taşıyan bu gelişme Hz. Peygamber’in Afrika ile temasa geçmesini de sağlıyordu. Bir yıl sonra Mekke’ye dönen Hz. Osman’ın anlattıklarından Müslümanların orada iyi karşılandığı sonucuna varılmış olmalıdır ki; 108 kişiden oluşan ikinci bir kafile de Ca’fer b. Ebu Tâlib başkanlığında Habeşistan’a göç ediyordu. Kureyşliler hicret edenlerin iadesi için Habeşistan’a bir heyet gönderdilerse de sonuç alamıyordu. Habeş muhacirlerinden otuz üç kişi, Ebu Tâlib mahallesindeki (Şi’bü Ebî Tâlib) boykotun sona ermesinin ardından Mekke’ye dönüyordu (620). Ashame, Bedir Gazvesi’nden sonra yeni bir heyet yollayan Kureyşlilerin iade talebini de reddediyordu. Kalan Habeş muhacirlerinin bir kısmı hicretten sonra, diğerleri 7. yılında (628) Medine’ye dönüyordu.[1]
Özetleyecek olursak:
Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed 571 yılında Mekke’de dünyaya gelmiştir. Doğmadan önce babası Abdullah’ı; 6 yaşındayken annesi Amine’yi kaybetmiştir.
Ardından dedesi Abdülmuttalib’in himayesine girmiş, dedesinin vefatından sonra amcası Ebu Talib’in yanında yetişmiştir.
Küçük yaşlardan itibaren ticarete yönelmiş, Mekke’de yaşayan, puta tapan ve kötülük yapan insanlara karşı gelmiştir. Peygamber olmadan önce insanlar arasında güzel ahlâkı, dürüstlüğü, adaleti ile tanınarak “el-Emîn: En güvenilir kişi” sıfatını hak etmiştir.
25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlenmiştir. Hz. Hatice’den Kasım, Abdullah, Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fatıma adında 6 çocuğu dünyaya gelmiştir. Kasım ve Abdullah küçük yaştayken vefat etmişlerdir. Ara sıra yanına azığını alarak Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda inzivaya çekilirdi. 610 senesinde Ramazan ayının 27. günü Hira Mağarası’na vahiy meleği Cebrail (AS) geldi ve Ona ilk vahiy “OKU” emrini getirdi. Böylece Hz. Muhammed’e (SAV) 40 yaşında peygamberlik verilmişti.
Peygamber (SAV) Efendimiz, tebliğe en yakınlarından başlayıverdi. Ona ilk eşi Hz. Hatice, sonra kızları iman etti. Ardından Hz. Ali, daha sonra Zeyd bin Harise ve Hz. Ebubekir iman etti. İnsanlar arasındaki eşitsizliği gideren, adaleti gözeten İslam dini daha çok fakir insanlar ve köleler arasında kabul gördü. Müslümanların sayısı günden güne ama Mekke’de çok yavaş şekilde artış gösterdi. İlk Müslümanlar Mekkeli putperestlerin hakaret, alay, eziyet, işkence ve boykot gibi kötü tavır ve davranışlarına göğüs germişlerdi.
Müslümanlar Mekke’de oturamayacak hâle geldikleri zaman, Allah’ın izniyle Peygamber (SAV) Efendimiz ve ashabı 622 senesinde Mekke’den Medine’ye hicret etti. Hz. Ebubekir, Peygamber (SAV) Efendimizin yol arkadaşı idi. Medineli Müslümanlar (Ensar), Mekkeli muhacirleri çok iyi benimseyip yardım etmişlerdi. Ensar ile Muhacirler kardeş ilan edildi. Böylece Medine İslam Devleti’nin temelleri güçlendirildi. İslam Devleti’nin kurulmasıyla müşrikler Müslümanlara saldırıya girişti.
624 yılında müşriklerle yapılan ilk savaş olan Bedir Savaşı, Müslümanların zaferiyle neticelendi. Mekkeli müşrikler Bedir Savaşı’nın intikamını almak için 3 yıl sonra Medine üzerine yürüdüler. 625 yılında yapılan Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin (SAV) görevlendirdiği okçuların yerini terk etmesiyle Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabe şehit düşünce Müslümanlar, önce kazandıkları savaşın sonunda yenilmişlerdi.
İki taraf birbirine üstünlük kuramadığı için Mekkeli müşrikler büyük bir güç toplayarak 2 yıl sonra tekrar Medine üzerine yürümüşlerdi. Peygamber (SAV) Efendimiz bunu haber alınca Selman-ı Farisi’nin tavsiyesi ile Medine’nin etrafına hendekler eşildi. 627 yılında yapılan Hendek Savaşı’nda müşrikler kayıplar vererek çekilmişlerdi.
628 yılında Müslümanlar hacca gitmeye karar vermişti. Bundan tedirgin olan Mekkeliler Müslümanlara izin vermek istemediler. 628 yılında imzalanan Hudeybiye Anlaşması ile Mekkeli müşrikler Müslümanların varlığını resmen tanımayı kabul etmişlerdi. 628 yılında Müslümanlar Hayber’i fethetti. Hayber’in fethi ile Şam ticaret yolu Müslümanların eline geçmişti.
Müslümanlar, Bizans ile ilk kez 629 yılında Mute’de savaşacak güce erişmişti. 630 yılında Mekke’nin fethi gerçekleşti. Mekke’nin fethinden sonra Arap Yarımadası hızlı bir şekilde Müslümanların kontrolü altına girdi. Müslümanlar ve putperest Arap kabileleri arasında 630 yılında gerçekleşen Huneyn Savaşı’nı önce bozulup çekilseler de, sonra tekrar Müslümanlar kazanıverdi.
Peygamberimiz Hz. Muhammed’in son seferinde ise 630 yılında Filistin’e yakın ve Bizans güdümündeki Tebük’e gidildi.
Hz. Muhammed (SAV) son kez Müslümanlarla beraber 632 yılında hacca gitti ve buna Veda Haccı adı verildi. Peygamberimiz (SAV), bu hacdaki Veda Hutbesi’nde on binlerce Müslümana hitap etti. Hz. Muhammed (SAV) 632 yılında Medine’de vefat etti. Şimdi Peygamberimizin (SAV) kabri Medine’de Ravza-i Mutahhara içindedir.
Yahudi asıllı ve sol tandanslı Fransız tarihçi, sosyolog ve filozof Maxime Rodinson’un (ER-BAKAN çevirisi) “Muhammed’in İzinde” kitabının girişindeki şu tespit ve temennileri oldukça değerli ve ümitlendiricidir.
“Harika canlılığı ve her çağın ihtiyacını karşılayıcı kuralları yönünden Muhammed’in dinini takdir ediyorum. Bana öyle geliyor ki, asırlar boyunca değişen bütün hayat şartlarına en uygun gelen din, Onun Dini olmaktadır. Bu harika insanın hayatını dikkatle inceleyip araştırdım. Bence Ona “beşeriyetin kurtarıcısı” ismi takılmalıdır ve bu tavır asla Hz. İsa’yı dışlamak değil, Onun müjde ve mesajını amacına ulaştırmaktır. Şuna da inanıyorum ki, şu modern asrın idaresi, Onun gibi ve Onun takipçisi bir zatın eline teslim edilse, şüphesiz bugün herkesin muhtaç olduğu saadet ve huzuru temin ederek bütün müşkülleri en mükemmel bir usûl ve üslûpla çözmeyi başaracaktır. İleriyi görür gibi oluyor ve diyorum ki, Hz. Muhammed’in yaymaya çalıştığı inanç, ahlâk ve hukuk sistemi yakın bir gelecekte Batı dünyası tarafından da hoş karşılanacak ve mecburen uyum sağlanacaktır. Hatta bugün bile Kendisini dinleyecek kulaklar bulunmaktadır.”
- Bak: İslam Ansiklopedisi – Son Peygamber – M. Fayda

Sensin gönüller sultânı
Getirdin yüce Kur’ân-ı
Uğruna tendeki cânı
Verelim yâ Resûlallâh
Varis-i Nebî Zafere Ulaşacaktır…
Peygamber (as)’ın ve Mü’minlerin, Risaletten sonraki süreçte yaşadıkları ;
✓Hesaba katmama,
✓Ambargo koyma,
✓Caydırıcı egelleme hareketleri,
✓Fiili mücadele (işkence ve savaş ), ve artık başaramadıkları için
✓Mecburi kabul ve anlaşma gibi aşamaları günümüz egemen! güçleri Milli Görüş Lideri Aziz Lideri Erbakan’a ve O’na inanalara yapmışlardır. Ve tabi Hak gelince Batıl zail olmuştur.
Maxime Rodinsonun “Şuna da inanıyorum ki, şu modern asrın idaresi, Onun gibi ve Onun takipçisi bir zatın eline teslim edilse, şüphesiz bugün herkesin muhtaç olduğu saadet ve huzuru temin ederek bütün müşkülleri en mükemmel bir usûl ve üslûpla çözmeyi başaracaktır.” sözleriyle de itiraf ettiği gibi; insanlığın kurtuluşu, Peygamber (as) yolunu benimseyerek, Tüm insalığın Siyonizmden kurtuluşu için Evrensel nitelikte Adil Düzen Projesini;
Aklı Selim,
Müspet İlim,
Tarihi Tecrübe ve Birikim,
Evrensel Hukuk Kuralları,
ve İlahî Din(Kur’an ı Kerim) kaidelerini esas alınarak hazırlayan Aziz Erbakan Hocamız sayesiyle ve bugün O’nun en sadık takipçisi Milli Çözüm eliyle olacaktır inşallah…
Enbiyâ 107
(Ey Nebim!) Biz Seni (ve Kur’an-ı Kerim’i) bütün âlemlere (ve dönemlere) rahmet (vesilesi ve selamet rehberi) olarak gönderdik.
https://www.mealikerim.com/21/enbiya/107
Âl-i İmran 31
(Ey Resulüm!) De ki: “Eğer (gerçekten) Allah’ı seviyorsanız (bu iddianızı ispat etmek üzere) Bana (sünnetime ve hayat sistemime) tâbi (ve teslim) olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlayıversin. Allah Gafûr ve Rahim’dir.” [Not: Hz. Peygamberimize: “Allah’ı seviyorsanız, O’nun Kitabına uyun” yerine “Bana tâbi olun” buyrulması; Sünnete ittiba ve itaatin gereğini ve önemini göstermektedir.]
https://www.mealikerim.com/3/ali-imran/31
Nisâ 59
Ey iman edenler! Allah’a itaat edin (Kur’an’a uyun), Peygambere (sünnetine tâbi olun), ve sizden olan “Ulu’l-Emr’e” (yani, inandığınız gibi Hakk ve hayır üzere sizi yönetenlere, adil devlete ve hükümete, gerçek ilim ve içtihat ehline) de itaat edin. Eğer herhangi bir hususta anlaşamayıp çekişirseniz, onu hemen Allah’a (Kur’an’a) ve Resulüne (Sünnete) arz edip (bunlara göre hüküm verin. Sorunlarınızı; sarih ayetleri ve sahih hadisleri esas alarak, akıl ve ilim yoluyla kıyas yaparak, İÇTİHAT yöntemiyle çözmeyi öğrenin). Şayet Allah’a ve ahirete inanıyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır ve dönüp erişilecek netice olarak daha güzeldir.
https://www.mealikerim.com/4/nisa/59
Ezel ve Ebed Güneşi olan Cenab-ı Hakkın, gerçek Halifesi ve insanlığın son ve örnek rehberi olmak üzere, Hz. Muhammed (SAV) dünyaya teşrif buyurmuşlardı.
“Andolsun ki size kendi içinizden; (her türlü) sıkıntıya düşmeniz (ve zorluk çekmeniz) Onun gücüne gidip izzeti nefsine dokunan, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir Elçi gelmiştir.” (Tevbe Suresi 128. Ayet)
O; kıyamete kadar her konuda ve her topluma en güzel örnek, en mükemmel Peygamber, en gerekli ve gerçek rehber konumunda donatılmıştı.
“Andolsun sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredip (Rabbine bağlananlar ve Kur’ani gerçekleri ananlar) için Allah’ın Resulü’nde (her konuda uyulacak) en güzel (ve mükemmel) bir örnek vardır. (Demek ki; huzur ve şuurla yapılan devamlı zikir ve fikir sohbeti, insanı örnek alınacak bir tevekkül ve teslimiyet olgunluğuna ulaştıracaktır. Ve Hz. Peygamber, kıyamete kadar her konuda en güzel ve en mükemmel örnek konumundadır.)” (Ahzab Suresi 21. Ayet)
“(Elbette ve kesinlikle Hz.) Muhammed (SAV) Allah’ın Resulüdür; beraberinde bulunanlar (ve kıyamete kadar Onun yanında ve yolunda olanlar) da; inkârcı (zalimlere) karşı şiddetli (cesaretli, mert ve metin), kendi aralarında ise (gayet müsamahalı ve) merhametlidirler. Onları rükû ve secde ederek (her hizmet ve ibadetlerinde sadece) Allah’ın fazlını (lütfu ihsanını) ve rızasını ararken görürsün. Onların nişanları, (nurlu) yüzlerindeki secde izleridir. Bu onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları ise şöyledir: Sanki bir ekin (tohum kabuğunu) yarıp filizlerini çıkarmış, gittikçe onu (bitki fidesini ve gövdesini) kuvvetlendirerek kalınlaşmış, derken sapları üzerine doğrulup boy atmıştır. Ki bu durum (emek çeken) ziraatçıların da hoşuna gider. Allah’ın (mü’minleri ve İslami hareketleri böyle tedricen geliştirip güçlendirmesi) bunlarla kâfirleri öfkelendirmek (ve zalimleri kahretmek) içindir. (Ama onlardan, sonunda inadından ve inkârından dönüp) İman eden ve salih ameller işleyenlere Allah (yine de) mağfiret ve büyük mükâfat va’ad etmiştir.” (Fetih Suresi 29. Ayet)
İleriyi görür gibi oluyor ve diyorum ki, Hz. Muhammed’in yaymaya çalıştığı inanç, ahlâk ve hukuk sistemi yakın bir gelecekte Batı dünyası tarafından da hoş karşılanacak ve mecburen uyum sağlanacaktır. Hatta bugün bile Kendisini dinleyecek kulaklar bulunmaktadır .” Maxime Rodinson’un bu ifadeleri bizlere Merhum Erbakan Hocamızın fikriyatını ortaya koyduğu Milli Çözümün ise dert edinerek insanlığa deklare ettiği şu hakikat ve huzur prensiplerine (aklı selime, müspet ilime, tarihi tecrübe ve birikime, vicdani kanaat ve tatmin’e, evrensel hukuk kuralları ve ilahi dine dayalı adil ve yeni bir düzen ) kayıtsız kalmayacağı açıktır. Çünkü insanlık artık tıkanmış ve böylesine daha önceden görülmemiş bir adil düzene susamıştır. Ve yine Milli Çözüm’ün ilan ettiği gibi insanlar ya Dinde kardeşimiz yada yaratılışta eşitimizdir. Allah’ın her insana doğuştan vermiş olduğu haklara sahip olmak için insan olmak yeterlidir. Hristiyanından budis’tine, Afrikalısın’dan Amerikalısı’na tüm insanlığın insan olma izzetini tatması ve insanca yaşaması için böylesi muazzam ve İslam merkezli insan endexli büyük medeniyet projesi ile insanlık kısa zaman içinde tanışacaktır.
Elhamdülillah, Milli Görüş’ün kendisi olan Milli Çözüm ehli;
Kâinatın Efendisinin yolunda ve izindedir.
Sır perdelerinin aralanacağı o kutlu gün,
Bütün dünya Erbakan ve Milli Çözüm gerçeğini anlayacaktır!. Ve artık ya zafer ya şehadet zamanıdır!.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardı: “Bu işten vazgeçmem için Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim.”
Yahudi asıllı ve sol tandanslı Fransız tarihçi, sosyolog ve filozof Maxime Rodinson’un (ER-BAKAN çevirisi) “Muhammed’in İzinde” kitabının girişindeki şu tespit ve temennileri oldukça değerli ve ümitlendiricidir.
“Harika canlılığı ve her çağın ihtiyacını karşılayıcı kuralları yönünden Muhammed’in dinini takdir ediyorum. Bana öyle geliyor ki, asırlar boyunca değişen bütün hayat şartlarına en uygun gelen din, Onun Dini olmaktadır. Bu harika insanın hayatını dikkatle inceleyip araştırdım. Bence Ona “beşeriyetin kurtarıcısı” ismi takılmalıdır ve bu tavır asla Hz. İsa’yı dışlamak değil, Onun müjde ve mesajını amacına ulaştırmaktır. Şuna da inanıyorum ki, şu modern asrın idaresi, Onun gibi ve Onun takipçisi bir zatın eline teslim edilse, şüphesiz bugün herkesin muhtaç olduğu saadet ve huzuru temin ederek bütün müşkülleri en mükemmel bir usûl ve üslûpla çözmeyi başaracaktır. İleriyi görür gibi oluyor ve diyorum ki, Hz. Muhammed’in yaymaya çalıştığı inanç, ahlâk ve hukuk sistemi yakın bir gelecekte Batı dünyası tarafından da hoş karşılanacak ve mecburen uyum sağlanacaktır. Hatta bugün bile Kendisini dinleyecek kulaklar bulunmaktadır.”
ONLAR O TARAF, BİZ BU TARAF!.
Kur’an ve Resulullah’tır, ölçümüz
Milli Görüş çizgisinde, Milli Çözümcüyüz
Geneli karşı olsada, bellidir yönümüz
Dönüş yok artık, nettir sözümüz..
Evet insanoğlu çok garip bir yapıya sahiptir. Doğru söyleyeni doksandokuz köyden kovmak için çırpınır. Hakikati dile getirenlere kıskançlık ve haset damarı ile mesafeli yaklaşılır. Yaşadıkları ortama uyum sağlayarak, gücün ve güçlünün tesiri altına girerek dünyalık amaçlarına ulaşma mücadelesi verirler. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesiyle korkaklık ve kaypaklık yani acziyet içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. Evet, gerçek iman sahipleri tarih boyunca olduğu gibi bugünde azın azı kalmıştır. Milli Çözüm; bu şerefli mücadelenin baş yürütücüleri ve savunucularıdırlar..
Efendimizin (sav) ve Hakk dava mensuplarının mücadelesini okuyunca içerisinde bulunduğumuz Ramazan ayında tuttuğumuz orucun fakirlerin halinden anlamaktan daha derin manalarının olduğunu bir daha anlıyoruz. Ve bugün Gazze’yi de düşününce orucun bir manası da İslam uğrunda bedel ödeyenlerin haliyle hallenmek, örnek alıp aynı mücadeleyi vermek, zulümle ortaya çıkan fakirliği adil ekonomik sistem ve kurumlarıyla ortadan kaldırıp adil bir düzen kurmak manaları aklımıza geliyor. Düzenleri mutlaka bozulacak olanların karşı çıkmalarına rağmen düzen kurucuların en hayırlısı Allah mutlaka nurunu tamamlayacak ve Adil Düzen mutlaka kurulacaktır. Ne mutlu Hak hakim olsun, fitneden eser kalmasın, Adil Düzen kurulsun diyip gece gündüz nöbette olanlara…
Makalede ifade edilen şu hakikati yinelemek müjde babında ve ümit ve umutları artırıcı nitelikte olduğu için tekrarlıyorum:
“… Ve maalesef bütün bunlar toplumun kaderi sanılmaktaydı. İşte insanlığın böylesine yoldan çıktığı ve yozlaştığı bir çağda, bu karanlıkları aydınlatacak, toplumlara yaratılış amacını ve insanlık onurunu hatırlatıp, iman ve İslam huzurunu kazandıracak manevi bir güneşe, yani yeni bir elçiye şiddetle ihtiyaç vardı.
… ”
Evet şuan günümüzde insanlık hiç olmadığı kadar büyük bir buhran içinde… İnsanlık madden ve manen inim inim inlemekte, Maxime Rodinson’un ifadesiyle yok mu BEŞERİYETİN KURTARICISI bir zat seslerinin yükseldiği, en koyu karanlığın olduğu dönemlerdeyiz. İşte yükselen YOK MU sesine cevabımız şükürler olsun ki VAR MÜJDELER OLSUN VAR… İnsanlığın böylesine yoldan çıktığı ve yozlaştığı bir çağda, bu karanlıkları aydınlatacak toplumlara yaratılış amacını ve insanlık onurunu hatırlatıp iman ve İslam huzurunu kazandıracak manevi bir güneş yeni bir rehber ve bilge şahsiyet Milli Çözüm’e inanmış bir Cumhurbaşkanı ve Milli Çözüm’e inanmış bir hükümeti el birliğiyle Milli Mutabakatla kurma zamanı gelmiştir ve inşaallah bu kutlu döneme ramak kalmıştır.
******************
Makalede ifade edilen ve hiçbir alimden mürşitten Prof.tan duyamayacağımız sadece Milli Çözüm farkıyla öğrenebileceğimiz şu gerçeği hakikati de yinelemeyi yarar görüyorum:
“… Bu yüzden diğer peygamberlerin “Zelle” cinsinden bazı yanlışları ve hataları olsa da, Efendimiz Aleyhisselam’ın zellesi dahi bulunmamalıydı. Çünkü en son örnek ve en yüksek rehber olduğuna ve ardından gelip eksiğini tamamlayacak bir peygamber çıkmayacağına göre O, kusursuz donatılmalıydı.
Bu nedenle “İsmet” sıfatı, yani kötülük yapmaktan, günaha bulaşmaktan ve Allah’ın rızası dışında davranmaktan korunma vasfı Efendimizde tamamen tezahür ve tecelli etmiş durumdaydı.
… ”
Ne muhteşem bir tespit ve analiz değil mi?!!! Bu gerçeği haykıran ve yazan Milli Çözüm, şu tespiti de tescilliyor: Günümüzde Kur’an’ın Tercümanlığını ve Kur’an’ı iyi anlayan aynı zamanda son Peygamber Efendimiz SAV. ‘i de iyi ve doğru anlayacağı gerçeği tarihe kazınıyor tescilleniyor.
******************
Makaledeki şu ifade de insanlık için büyük bir ÇARE VE ÇÖZÜM yolunu işarete diyor:
“… Hz. Peygamberimizden sonra kıyamete kadar yeni bir nebi gelmemesinin boşluğu ise; İslam’da içtihad kurumuyla karşılanmıştır. Yani, ortaya çıkacak; iktisadi, içtimai, Dini, ahlâki ve hukuki sorunlar, Kur’ani temellere ve Sünnet öğretilerine uygun ve uygulanabilir nitelikteki içtihadlarla çözüme kavuşturulacak ve bunu elbette ilim adamları yapacaklardır.
… ”
Osmanlının yıkılışı malum 2 sebebe dayandırılır. Birincisi Cihad etmeyi bırakmaları, ikincisi problemlere sorunlara sıkıntılara çözüm üretecek Kur’an’dan Sünnet’ten yola çıkarak çözümler üretebilecek İçtihat Müessesesinin malesef çalışmaması…
Günümüzde hamdolsun bu 2 mefhumu bihakkın yerine getirme gayreti çabasını gösteren Milli Çözüm sayesinde inşaallah YENİ BİR DEVİR – YENİ BİR DÜNYA kurulacak, Adil Düzen projeleriyle hazırlıklarıyla inşaallah.
Maxime Rodinson’un Muhammed’in İzinde kitabının girişindeki şu tespitler, günümüzü aydınlatmaktadır:
“Bence Ona (Hz. Muhammed’e) “beşeriyetin kurtarıcısı” ismi takılmalıdır ve bu tavır asla Hz. İsa’yı dışlamak değil, Onun müjde ve mesajını amacına ulaştırmaktır.”
Evet, olayları akılla, vicdanla, bilimle değerlendirenlerin bu sonuca varmaması mümkün değil!
Peygamberimiz döneminde bu geçeği karşı çıkanlar ya istismarcı, yobazdı (gerçeğin anlaşılmasıyla rantları bozulacaktı…)
Ya da korkak kolaycı tiplerdi; Hz İsa’yı çarmıha germek isteyen azılı düşmanlarla karşılaşma riski yoktu bu nedenle Hz İsa’ya inanmak o dönemde kolaycılıktı. Korkaklıktı çünkü Hz. İsa’nın müjdesini, mesajını dile getiren Hz. Muhammet’in düşmanları Ebu Leheb, Ebu Cehil gibi azılıların hışmına uğrayıp üzerine taş konulmayacaktı!
Bugün de sadece Hz. İsa’ya veya Hz. Muhammed’e inandığını söylemek önemlidir fakat kolaydır, çünkü bunun bir riski yoktur.
Asıl zor ve gerekli olan, onların özde aynı olan mesajına ve müjdesine sahip çıkmaktır.
Çünkü Hz. İsa’yı çarmıha germek isteyenlerin-Ebu Cehil’in güncel versiyonlarını karşımıza almak demektir!
Günümüzde ise Aziz Erbakan Hocamızın mesajı, davası ve düşman profilleri Kutlu şahsiyetlerle aynıydı!
Zamanımızda O’nu en iyi temsil eden siyaset ve stratejine hâkim “Adil Düzen” projelerine tam vakıf olan Kutlu şahsiyetin mesajını ve müjdesini kabul etmek ise Feto’cuları, ABD’nin işbirlikçilerini, AB’den fonlanan yazarları, ırkçıları, devrim yobazlarını, sahte şeyleri, münafıkları, hainleri, pakradunileri, karşına almaktı.
İşte en önemli olan Hz. İsa döneminde Hz. İsa’ya, Maxime Rodinson’un dediği gibi “aynı mesajı ve müjde”yi veren Hz. Muhammet döneminde Hz. Muhammed’e ve aynı davayı sürdüren Aziz Erbakan döneminde Erbakan Hocamız taraf olabilmekti!
Bizim için en önemlisi ise aynı müjdeye sahip olan Aziz Erbakan Hocamızın siyaset ve stratejine sahip ve “Adil Düzen” (insanlığın kurtuluş) projelerine tam vakıf olan Kutlu Şahsiyeti tanımak ve taraf olmaktı!
Maxime Rodinson’un şu sözüyle bağlayalım:
Şuna da inanıyorum ki, şu modern asrın idaresi, Onun gibi ve Onun takipçisi bir zatın eline teslim edilse, şüphesiz bugün herkesin muhtaç olduğu saadet ve huzuru temin ederek bütün müşkülleri en mükemmel bir usûl ve üslûpla çözmeyi başaracaktır. İleriyi görür gibi oluyor ve diyorum ki, Hz. Muhammed’in yaymaya çalıştığı inanç, ahlâk ve hukuk sistemi yakın bir gelecekte Batı dünyası tarafından da hoş karşılanacak ve mecburen uyum sağlanacaktır. Hatta bugün bile Kendisini dinleyecek kulaklar bulunmaktadır.
“Çıkıp zuhur ettiği zaman Necm’e (Kutlu Yıldız Şahsiyete) yemin olsun ki; [Not: Necm: Bir konuyla ilgili inen toplu Kur’an ayetleri faslına; veya, yaratılış ve imtihan gayelerini açıklamak üzere çıkıp zuhur eden “Din Yıldızına” denir. “İza hevâ” kelimelerine “Battığı zaman” yerine; “Doğup aydınlattığı zaman” manası daha uygun düşmektedir. Burada zikredilen Necm; Hz. Peygamber Efendimizin zuhuruna ve tarihi medeniyet-Mehdiyet inkılabına da işaret olabilir.]
Allah Razı olsun.. Prof Necmettin Erbakan Hocamızın çevirisini yaptığı bu eşsiz eserin özetini, kaleme alan A.Akgül Hocamıza da ayrıca teşekkür ediyoruz.. Makaleyi okuyunca, ister istemez Mekke dönemi ile bugünkü yaşadığımız dönemi, karşılaştırma ihtiyacı hissettik..
♦️ Mekke!
Eğer Kabenin etrafında;
Fuhuş ve her türlü ahlâksızlık yayılmışsa..
Faiz alabildiğine yaygınsa..
Pazarların terazileri bozuksa..
Kadınlar, kızlar ölümden beter ahlaksızlığa ve haksızlığa diri diri terkedilmişse..!
Zalimlerin sesi, Mazlumların feryadına üstün geliyorsa..
Cehalet, Kin, Ayrımcılık, Düşmanlık, Tekasürcülük yaygınsa…
Hz Peygamber’in her sözü her çağrısı,aleyte bir yaygaraya dönüştürülüyorsa..
Para putu, Sermaye putu, Şehvet ve Şöhret putu Mescidi Haramın içini ve etrafındakilerin tamamını kuşatmışsa..
Artık orada, tabiri caizse Kurban kesmenin, Tavaf yapmanın, Merve ve Safaya çıkmanın, Kabeyi onarmanın, hacılara su dağıtmanın hiç bir kıymeti ve karşılığı yoktur…
Zira bütün bunlar yeterli olsaydı, ne Kur’an’a ne Hz Resulüllaha, ne de Adil bir Düzen’e, asla ihtiyaç olmazdı..
♦️ Türkiye!
Faiz, fuhuş ve her türlü sapkınlık, kanun yoluyla ülkede yaygın hale gelmişse..
Ticaretin, ekonomik sistemin bütün terazi ayarları temelden bozulmuşsa..
Kadınlar, modern köleler olarak sokakların, sosyal ve ekonomik ortamların, bir numaralı istismar unsuru halini almışsa..
Münafıkların sesleri Sadıkların feryadına baskın geliyorsa.
Cehalet, Kin, Nefret, kamplaşma ve kutuplaşmanın her türlüsü, kitlelerin amentüsü haline gelmişse.
Kısası gerektiren ağır suçlar devlet eliyle dolaylı özendirmeye müptela olmuşsa..
Pahalılık, Enflasyon, Haksızlık ve sistematik soygun, bizzat devlet ve devletin başına “bela edilen işbirlikçi dinciler” eliyle yapılıyorsa!
Bâtıl- bozuk bankacılık, Haksız Vergi, Karşılıksız para, Dalgalı Döviz ve Faiz; toplumun tüm fertlerinden kamu kurumlarına kadar, Ahlâki ve ekonomik yıkımın habercisi olmuşsa…
Devlet İslam Birliğinden, İslamın Pakt, Pasaport Pazar, Para ve Proğram esaslarından yoksun halde ise…
İnsanları hak ve adaletle kuşatacak Adil bir Düzenin kurulmasını bırakın, hayali dahi edilemiyorsa!….
Ayasofya içinde Kadir gecesini kutlamanın, orada kıraate uygun tilavetler okuyup okutmanın, Kuran’a göre hiçbir karşılığı ve anlamı yoktur.!
Unutmayalım ki Mabetlerimizi, mescitlerimizi, aziz kılan yegane sebep ;Hak ve Adalete dayanan Adil bir Düzenin yeryüzünde yerleşik kılınmış olmasıdır..
Aksi takdirde, haksızlığın ve hayasızlığın kol gezdiği bir sisteme alkış tutarak, Cami ve mecsitlerde ibadet riyakarlığına oturmak, içi putlarla dolu olan Kabe’ye tazim edip Allahın Peygamberine düşmanlık yapanlarla farksızdır
Kutsal olan ;Allahın bizzat Zat’ıdır..
Mübarek olan ise O’nun insanlığa beyan buyurduğu Kur’anı Hakimidir…
♦️ Cahiliye döneminde Kabede çıkan bir yangın sebebiyle, uzun süre Kabe kapalı kalmıştı.. Ebu Cehil’in büyük paralar harcayıp Kabe nin onarımına katkıda bulunduğu yazılır. Ama Faizi ve Fuhşu Mekkede yaygın hale getiren ifsat ve inkar ahlakını kuşandığı ve bu düzeni ölümüne savunup sahip çıktığı için ebedi cehenneme gitti..
♦️ Bugün ülkemizde başta Ayasofyanın ve bazı sosyal ihtiyaç alanlarının açılmasına ciddi imkanlar harcayan iktidar!
Peki Faiz, Zina, Sapkınlığın her çeşidi, AB uyum yasaları, Abd ve İsrail ile stratejik ortaklık, ve mutabakat metinlerinin sonuçları?
Bütün bunların açtığı derin tahribatlar ve maddi manevi yıkımlar….
Bütün bunların sonuçlarını acaba düşünen akıl ve ahlak sahipleri kaldı mı?
Ve Allahın lütfuyla Mekkenin Cahiliye karanlığı, nasıl ki Hz Muhammed Aleyhisselatü Vesselamın kutlu çıkışı ile kapanmış yepyeni bir Saadet devrimi yaşanmışsa…..
Şimdide yine Hz Peygamberin prensipleri ve Kuranın esasları ile, Müspet İlme, Aklı Selime, Tarihi deneyim ve birikimlere, Vicdani Tatmine, Evrensel Hukuka dayanan bir Adil Düzen İnkılabı bir Erbakan Devrimi inşallah çok kısa bir zamanda Milli Çözüm ruhu ile tüm insanlığa deklare edilecektir..
ALEMLERE RAHMETSİN!
Peygamberler bile Efendimize Ümmet olmak istemişti.. Bizler ümmetsek inşaAllah kıymetini bilenlerden oluruz…
Sonsuz salât ve selam Efendimize olsun..
Fetih 29
(Elbette ve kesinlikle Hz.) Muhammed (SAV) Allah’ın Resulüdür; beraberinde bulunanlar (ve kıyamete kadar Onun yanında ve yolunda olanlar) da; inkârcı (zalimlere) karşı şiddetli (cesaretli, mert ve metin), kendi aralarında ise (gayet müsamahalı ve) merhametlidirler. Onları rükû ve secde ederek (her hizmet ve ibadetlerinde sadece) Allah’ın fazlını (lütfu ihsanını) ve rızasını ararken görürsün. Onların nişanları, (nurlu) yüzlerindeki secde izleridir. Bu onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları ise şöyledir: Sanki bir ekin (tohum kabuğunu) yarıp filizlerini çıkarmış, gittikçe onu (bitki fidesini ve gövdesini) kuvvetlendirerek kalınlaşmış, derken sapları üzerine doğrulup boy atmıştır. Ki bu durum (emek çeken) ziraatçıların da hoşuna gider. Allah’ın (mü’minleri ve İslami hareketleri böyle tedricen geliştirip güçlendirmesi) bunlarla kâfirleri öfkelendirmek (ve zalimleri kahretmek) içindir. (Ama onlardan, sonunda inadından ve inkârından dönüp) İman eden ve salih ameller işleyenlere Allah (yine de) mağfiret ve büyük mükâfat va’ad etmiştir.
https://www.mealikerim.com/48/fetih/29
Peygamber Efendimiz
aleyhissalatu vesselam Kurani Kerim’de
de belirtildiği gibi bütün insanlığa en
güzel örnek olarak
gönderilmiştir
Dolayisiyla
kendisini her hususta örnek almak Saadet
yoluna ulaşmak için en güzel yoldur
kendisi yine Kurani Kerim’de
belirtildiği gibi bütün alemlere
rahmet olarak gönderilmistir sadece
Müslümanlar degil Sadece bütün insanlik degil hakikaten bütün âlemler onun
rahmetinden
yararlanmaktadır
Esasen Kurani Kerim ve peygamber
efendimize Salat ve selam sünneti
islam’i ögrenmemiz igin gönderilmistir
Çünkü cenab-i hak rahmandir rahimdir
bizleri yaratmis bu dünyada imtihan bizleri yaratmis bu dünyada imtihan
ediyor Ancak bu imtihani kazanmamizi
dünya ve ahiret saadetine ulasmamizi da
nasil adaletinden dolayi imtihan
ediyorsa Rahman ve Rahim sifati
dolayisiyla da islami göndererek bize
nasil adaletinden dolayı imtihan ediyor islamı göndererek yol gösteriyor Elbette cenab-i hak
yaptığı işi en mükemmel sekilde yapar
Bunun için bize yol gösterirken Bu yolu
bir taraftan her zaman bakıp göreceğimiz
bir kitapla kuran-i azimüşanda
göndermiş öbür taraftan da onu
anlayabilmemiz için en güzel bir örnekle Hz.Muhammed (sav) göstermiştir.
(Necmettin Erbakan Kutlu Doğum Haftası Konuşması 1997)
ASR-I SAADETTE YAŞANAN AYDINLIK DÖNEM, AHİR ZAMAN İNSANLIĞINI DA, ADİL DÜZEN MEDENİYETİ İLE KUŞATACAKTIR!
***
Elhamdülillah. Çok akıcı ve faydalı bir makale olmuş. Bir solukta, büyük bir heyecan ve ilgiyle okudum.
***
İslam dini son ve en mükemmel din, Hz. Muhammed de, alemlere rahmet olarak gönderilen, en son ve en mükemmel elçidir.
***
Onun yaşadığı dönem, günümüze ne kadar da benziyor.
O dönemdeki haksızlıklar ve ahlaksızlıklar, kat be kat günümüzde yaşanıyor maalesef.
O günleri anlamak için bugünü doğru tahlil etmemiz, günümüzdeki problemlere çare üretmek için de, Asr-ı Saadeti iyi bilmemiz gerekiyor.
***
Nasıl ki Hz. Peygamber Efendimiz, Kuran ile ve kuşatıcı adalet ve merhamet anlayışıyla, cahiliye toplumundan, örnek bir medeniyet inşa ettiyse, Onun yolundan ve izinden giden ahir zaman ümmeti de, bütün insanlığı kuşatacak, tüm zulümleri engelleyip, Hakka, Adalet ve Sevgiye dayalı, yeni bir nizam kuracaktır inşallah.
***
İşte bu yolda, Kuran merkezli ve insan endeksli, İlim ve Hikmetle, Adil Düzen temel esaslarını ve projelerini belirleyip insanlığa sunan Aziz Erbakan Hocamız ve onun öğretilerine sahip çıkarak geliştiren, dünya nizamı haline gelmesi için canla başla çaba ortaya koyan Milli Çözüm ve Üstad Ahmet AKGÜL Hocamızın varlığı, bizler ve tüm insanlık için en büyük şanstır.