YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6920e738a8095
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 4 9
Bugün : 1118
Dün : 41199
Bu ay : 895041
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45298862
IP'niz : 216.73.216.128

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

30 Mart 2013 tarihinde Hava Harp Akademisi tarafından düzenlenen Uluslar arası Hava ve Uzay Gücü Konferansı (ICAP’13) Harp Akademileri Komutanlığında yapılıyordu. Yahudi asıllı Dr. Benjamin Lambeth konferansta yaptığı konuşmada, MQ1 adlı silahlı Predatörlerin İncirlik’te konuşlu olduğunu söylüyordu. ABD Hava Kuvvetleri’nin geleceğini dizayn eden CIA kökenli Lambeth’in sunumu slaytlarla sinevizyona da yansıtılıyordu. Lambeth, “Türk hükümetinin hava sahasını Global Hawk olarak adlandırılan casus insansız hava araçlarına açtığını da” belirtiyordu. Bu uçaklar, kıtalar arası menzile sahip ve saatlerce havada kalarak istihbarat toplayabiliyordu.

Genelkurmay Başkanlığı’nca yapılan açıklamada, “ABD birliklerinin Irak’tan çekilmesi üzerine bölücü terör örgütü ile mücadele kapsamında oluşan istihbarat ihtiyacını karşılamak maksadıyla; ABD ile insansız hava aracı görevlendirmesine yönelik bir Mutabakat Muhtırası imzaladığı” doğrulanıyordu. Hayret PKK’nın silah bırakıp yurt dışına çekileceği konuşulan bir süreçte, bu mutabakat kime karşı yapılıyordu?

PKK’nın elindeki 8 kamu görevlisini kurtarmak için görevlendirilen J. Özel Harekâtçının itirafına göre: PKK’lıları 2 MOSSAD ajanı yönetiyordu. Şırnak Meteler Timi’nden bir asker, PKK tarafından kaçırılıp 1 buçuk yıl alıkonduktan sonra serbest bırakılan 8 kamu görevlisi olayının perde arkasını böyle anlatıyordu. Askeri görevli, “8 rehineyi burnu bile kanamadan kurtarabilirdik ancak nedense askeri yetkililer ve MİT engel oldu” diyordu. Askeri görevli kaçırma eylemlerinde PKK’lıları 2 MOSSAD ajanının yönettiğini ısrarla vurguluyordu.

Filistin’de çocukları öldüren İsrail, Türkiye’ye çocuk tiyatrolarıyla yeniden adım atıyordu!

Mavi Marmara saldırısından üç yıl sonra göstermelik özür dileyen İsrail, Türkiye’ye Kültür Bakanlığı üzerinden giriyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Gazze üzerindeki ambargo kalkmaz ve saldırılar durmazsa ilişkilerimiz eskisi gibi olmaz” sözlerini ciddiye almayan İsrail, Türkiye ile ilişkilerini çocuklar üzerinden geliştirmeye başlıyordu. Filistin’de bebekleri bile katleden İsrail, T.C. Kültür Bakanlığı’nın davetiyle 9. Uluslararası Çocuk Tiyatroları Festivali’ne katılıyordu. Ankara Devlet Tiyatroları’nın düzenlediği organizasyona İsrail’in yanı sıra Birleşmiş Milletler’de İsrail’e en büyük desteği veren Çek Cumhuriyeti, ABD ve Kanada da davet ediliyordu. Brezilya, İtalya, Sırbistan, Macaristan, Polonya, Çin, Hollanda, Singapur, Bulgaristan’ın da çağrıldığı 9. Uluslar arası Çocuk Tiyatroları Festivali’ne Filistinli çocukların davet edilmemesi dikkat çekiyordu.

Türkiye’deki çocuk tiyatro festivaline davet edilen İsrail’in çocuklardan yana sicili bozuktu ve İsrail, özellikle Filistinli çocukları hiç sevmiyor. İsrail’in çeşitli bahanelerle sadece son yıllarda Filistin’e düzenlediği saldırılarda öldürdüğü ve yetim bıraktığı çocukların hesabını AKP’nin soracağını sananlar aldanıyordu.

– İsrail’in 2009 Ocak ayında Gazze’ye düzenlediği saldırıda katledilen 1500 kişinin yarısından fazlası çocuk ve kadınlardan oluşuyordu.

– İsrail’in polis kontrol noktasında hastaneye gitmelerine izin verilmeyen 100’den fazla hamile kadın çocuklarıyla birlikte hayatını kaybediyordu.

– 2008 yılında İsrail Gazze Şeridi’ne düzenlediği iki günlük saldırılarda, biri bebek, sekiz kız çocuğun da bulunduğu 29 Filistinliyi aynı günlerde Cebeliye’ye attığı füzelerde, sahada top oynayan sekiz ve 12 yaşlarında dört çocuğu öldürüyordu.

Öte yandan, geçtiğimiz yıl İsrail’de çekildiği ortaya çıkan video görüntülerinde, ufacık çocukların askeri kamplara götürülerek, “öldürme ve işkence etme eğitimlerine tabi tutulduğu” yer alıyordu.

CIA ve MOSSAD’ın piyonu olan Abdullah Öcalan, hatırlanacağı gibi 1996 yılında da Papa 2. Jean Paul’a mektup yazıp himayesine sığınıyordu. Bunun gibi Fetullah Gülen’in de Papa’ya biat eder gibi mektup yazıp “Vatikan misyonunun aciz bir parçası olmaktan bahtiyarlık duyduğunu” herkes hatırlıyordu. Şimdi CIA ve MOSSAD’ın güdümündeki Öcalan’la, Sn. Erdoğan’ın uzlaşıp birlikte, barışın yol haritasını hazırlamaları ne anlama geliyordu? Bu arada İslam dünyasında kökten dinci radikal İslami hareketlerin ve grupların arkasında da İsrail istihbarat örgütü MOSSAD çıkıyordu. Bu gerçeklik bizzat MOSSAD eski ajanı Victor Ostrovsky’nin sözlerine dayanıyordu. Bu nedenle Gazze’ye ablukanın kaldırılmasının Türkiye’den özür dilemesi şartına bağlanması Erdoğan’ın son gelişmelerle nefret duyulan ismini Türkiye’de ve Arap dünyasında kurtarmak ve parçalatmak için olduğu sırıtıyordu.

Tam bu sırada New York Times, CIA’nın Ortadoğu’da silah trafiğini Türkiye ile organize ederek denetlediğini yazıyordu. Amerika’nın yarı resmi Yahudi gazetesi, ismini gizlediği Türk ve yabancı yetkililerle ile Suriyeli teröristlere dayandırdığı haberinde CIA-Türkiye-Suriye üçgenini masaya yatırıyordu. Ankara Esenboğa Havalimanı’ndaki Katar, Suudi Arabistan ve Ürdün askeri kargo uçaklarına dikkat çeken gazete, CIA’nın silah trafiğini Türkiye ile organize ederek denetlediğini yazıyordu. Ayrıca NYT CIA’nın Hırvatistan üzerinden Arap ülkelerine silah sağladığını belirtiyordu.

AKP’nin “Akil adamları” PKK’lı çıkıyordu!

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Genel Başkanı olan (51) numaralı sanık Lami Özgen, aynı zamanda Kürt sorununa çözüm bulmak amacıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi onayı ile oluşturulan Akil İnsanlar Heyeti’nde bulunuyordu. Özgen, “Akil İnsanlar”ın Güneydoğu Bölgesi’nden sorumlu grubunda yer alıyor, bu görevi kapsamında iki ay süreyle Güneydoğu’daki illeri dolaşarak toplumun barış sürecine ikna edilmesi için çaba göstermesi isteniyor ve akillerin her birine 50 bin Liracık “hayırlı hizmet ücreti” veriliyordu.

İddianamede Lami Özgen açık bir ifadeyle “terör örgütünün sorumlusu” olmakla suçlanıyordu. Savcı, metnin 632’nci sayfasında Özgen’e şu suçları yüklüyordu: “Şüpheli Lami Özgen’in, PKK/KCK terör örgütü TM yapısına bağlı olarak, çalışma alanında örgütün yerleşmesi ve yayılması amacıyla oluşturulan KCK/DEMEP (Demokratik Emek Platformu) yapılanmasının terör örgütü adına sorumlusu olduğu tespit edilmiştir. KCK/DEMEP yapısı içinde aşağıdaki eylem ve etkinliklere katılmış, bazılarının, konumu itibariyle karar sürecine doğrudan etki etmiştir…”

Bu nedenle Savcı, Özgen’in Türk Ceza Kanunu’nun “silahlı örgüt üyeliğine” ilişkin suçlara 5 yıldan 10 yıla kadar hapis öngören 314/2 maddesi ile Terörle Mücadele Kanunu’nun TCK’dan verilecek cezanın yarı oranında artırılmasını öngören 5’inci maddesi uyarınca cezalandırılmasını talep ediyordu. Yani PKK’lı olmak, “akil adam”lık için yeterli sayılıyordu.

Taraf Gazetesinin yazarlarından Mehmet Baransu, Roboski’ye giden ve çocukları öldürülen aileler ile görüşen Akil İnsanlar heyetini konu edindiği yazısında bir yandan Başbakan Erdoğan’ın korktuğunu ve Uludere’ye gidemediğini yazıyor, ardından da yayın yönetmeni Oral Çalışlar’a yanıt veriyordu. Toplumun akil adamlar ekibini ve girişimini ciddiye almadığını ve yararlı sonuç çıkacağını ummadığını söylüyordu. Çünkü bunlar, hükümetin kiralık elemanları gibi algılanıyordu.

Bazı siyasiler ve yazar-çizerler PKK taşeronuna kızıp, arkasındaki patronların elini öpüyordu!

Amerika, Irak hükümetinin PKK’ya karşı tutumuna “tam destek” verdiğini söylüyordu. Sanırsınız ki Irak Hükümeti PKK’ya karşı elle tutulur, gözle görülür bir takım önlemler almış da Amerika da buna “tam destek” verdiğini açıklıyordu! Oysa Irak hükümetinin PKK’ya karşı aldığı önlem-mönlem yoktu! Zaten adamlara ne zaman PKK konusu hatırlatılacak olsa “Kelin merhemi olsa başına sürer” kabilinden cevaplar veriyordu! Peki, bu durumda Amerika ne yapmış oluyordu? PKK’ya karşı olmayan bir tutuma, alınmamış bir önleme “Tam destek” verdikleri söyleniyordu. Koyunları bile kandıramayacakları aşikâr ama, onlar bu tür açıklamaları ile AKP’li “çoluk çocuğu” oyalıyordu.

Kiralık Çetelerden Önce “Küfrün Önderleriyle Savaşmak” Gerekiyordu!

Bir zamanlar “Talabani ile görüşmeyiz. Neden? Çünkü o, PKK’ya destek veriyor. Barzani ile de görüşmeyiz. Çünkü o da PKK’ya destek veriyor!?” diyen AKP’li kurmaylar, sonunda bunları devlet töreniyle karşılıyor ve bizzat kendileri PKK ile masaya oturuyordu. Peki, PKK’ya destek çıkan bunların karnını doyuran, cebine dolar koyan, eline silah tutuşturan, Talabani’yi Cumhurbaşkanı yapan, Kuzey Irak’ta devlet kurmaları için ön hazırlıkların hepsini tamamlayan, ama onlara karşı tavır alan Türk askerlerinin başına çuval takan Amerikalı yetkililere niçin ses çıkarılmıyordu? Amerika’nın Irak’a gönderdiği 370 bin silahın 360 bini güya kayıp olmuştu. Müfettişler iz sürmüşler üç yüz altmış bin silahın PKK’nın eline geçtiğini duyurmuştu. Hadi diyelim bir tane silah çalınabilir. Bir kamyonu da çalabilirler. Üç yüz altmış bin silahı çaldırdıysa, yerde gökte kıpırdayan her şeyi gördüğünü söyleyerek bizi korkutan Amerika’ya bu kahraman Erdoğan niye hesap sormuyordu? Çünkü “Her şeyi görüyorum. Silahları ben veriyorum. PKK’yı ben destekliyorum da sen gördüğünü görmek istemiyorsun. Cudi dağının tepesindeki PKK’ya helikopterle silah ve erzak ulaştırdığımı gördüğün halde görmeme numarasına yatıyorsun” derse verecek yanıtları bulunmuyordu!

Kartondan Hacivat’la Karagöz birbirlerine her ne söylerlerse söylesinler, o kartona kızmamak veya kartonu alkışlamamak gerekiyordu. Çünkü o kartonların iplerini elinde tutanlar başkaları oluyordu. Atalarımız “Taş atana değil, taşı attırana bak” “Söyleyene değil söyletene bak” buyurmuştu. Taş attıranlar binlerce taşeronu buluyordu, Öcalan taş atamaz hale gelince Karayılan’ı devreye sokuluyordu. Talabani giderilirse, Bistani yerine oturtuluyordu. Ve biz bir tanesiyle uğraşmaktan korktuğumuz için binlercesiyle uğraşmak durumunda kalıyorduk. Oysa Rabbimiz, bize hedefi gösteriyordu:

“Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerinden dönerler ve dininize dil uzatırlarsa, küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onların yeminleri yoktur (bu ciddi ve cesaretli tavrınız nedeniyle) Olur ki vazgeçerler.”[1]

Evet, PKK; ABD ve İsrail’in derin devleti olan Siyonist merkezlerin terör şebekesi ve uyuşturucu çetesi oluyordu. AKP de aynı Yahudi Lobilerinin “madalyalı stratejik ortağı” olduğuna ve Türkiye’deki Sabataycı cuntanın kontrolünde bulunduğuna göre, şimdi PKK ile uzlaşma senaryolarını: “Türkiye aleyhine, yeni bir Siyonist tertip ve tezgâhı” olarak değerlendirmek gerekmiyor muydu?

Şu Gerçeklerin Üzeri Niçin Örtülüyordu?

1996 yılında Başbakan Necmettin Erbakan Hocamızın yurtdışına yaptığı ilk gezi olan ve hala konuşulan İran seyahatinin, aslında Türkiye ekonomisi açısından çok büyük önem arz eden anlaşmalar için yapıldığını, IMF’nin bu anlaşmaların iptali için, Refahyol hükümetine baskıyı arttırdığını biliyor muydunuz?

Refahyol Hükümeti döneminde, Başbakan Erbakan, çıktığı İran seyahatinde, Türkiye’nin İran’dan 20 yıllık süre içinde 23 milyar dolarlık doğalgaz almasını öngören bir anlaşma imzalamış ve İran doğalgazını Türkiye’ye dünya fiyatlarının % 25 altında satmayı kabul etmişti. Bu anlaşma; İran doğalgazının Türkiye’ye nakli için, boru hattının kurulmasını da içeriyordu. Bu ülkeden 50 milyar kilovat saat elektrik enerjisi alınması konusunda da anlaşmaya varılmıştı. Bu gelişmeler üzerine, IMF heyeti apar topar Türkiye’ye gelerek, bu anlaşmanın iptali için, hükümete, 4,8 milyar dolar kredi adı altında çok cazip miktarda para teklif etmişti. Ancak Başbakan Erbakan bu teklifi kesin bir dille reddetmiş ve hükümet olduğu yaklaşık bir yıllık süre içerisinde de, IMF ile hiçbir anlaşma yapmamıştır. Maalesef Hoca’nın İran gezisinin içeriği basında gereken yeri almamış, olay çarptırılarak komşumuz İran’la olan münasebetler farklı bir boyuta taşınmış ve IMF ile sanki bir anlaşma yapılıyormuş gibi halka yansıtılmıştır.

Milli Güvenlik Kurulu 28 Şubat 1997 tarihli aylık olağan toplantısında, başkanlığını Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL yapmış, bu toplantıda Başbakan olarak Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN ve ayrıca Milli Güvenlik Kurulu’nun diğer üyeleri; Başbakan Yardımcısı, Genel Kurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Kara, Hava, Deniz Kuvvetleri Komutanları ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri de bu toplantıda bulunmuşlardır. 9 saat süren toplantının gündemi “İrtica ve Buna Karşı Alınacak Tedbirler” konusudur. Bu konuda Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri tarafından 18 maddelik bir tedbirler paketi teklifi kurula sunulmuştur. Bu paketin içinde (başörtüsü yasağı, sekiz yıllık kesintisiz eğitme geçilmesi ile birlikte imam hatip liselerinin, meslek liselerinin orta kısımlarının kapatılması ve Kur’an kurslarının kapatılması gibi….) teklifler yer almaktaydı. Yapılan uzun müzakere esnasında, Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen Devletin niteliklerini korumak için, getirilen tekliflerin; önce Anayasa’nın 2. maddesinin 1. ve 2. paragrafında yer alan niteliklere aykırı olmaması gerektiği, “Devletin niteliklerine uymayan tedbirlerle Devletin niteliklerinin korunamayacağı” saatler boyu münakaşa edilmiş ve sonunda bu tekliflerin Anayasa’nın 2. maddesinde Devletin nitelikleri olarak yer alan; Devletin adil olması, Devletin yönetiminin insan haklarına uygun olması, bu temellere dayanmak üzere Devletin demokratik, sosyal, laik bir hukuk Devleti olması, şartlarına uygun olup olmadıklarının tespiti için teklifin Bakanlar Kurulu’na gönderilmesine karar verilmiştir.

Tekliflerin altında, öneri sahibi olarak yer alan imza, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinin imzasıdır. Bu gerçekler bir takım çevreler tarafından yıllarca maksatlı olarak çarpıtılmıştır. Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde bu teklifler incelemeye alınmış, ama asla uygulanmamıştır. Bunları, başta dış güçler olmak üzere çeşitli mihrakların etkisiyle cereyan eden olaylar sonunda Erbakan’ın ardından iş başına getirilen Mesut YILMAZ Hükümetince yürürlüğe konmuşlardır.

Türkiye’nin 1949 yılında İsrail’i resmen tanımasından bugüne kadar, İsrail ile sürekli anlaşmalar yapılmıştır. Sadece 1996 Haziran ayı ile 1997 Temmuz ayları arasında, Erbakan Hükümeti döneminde hiçbir anlaşma imzalanmamış ve daha önce yapılan bütün anlaşmalarda ülkemiz lehine sınırlandırılmıştır. Refahyol Koalisyonu döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin teklifi üzerine, 60 adet Fantom uçağının yenilenmesi gerekince ABD, Türkiye’yi İsrail’e muhtaç etmek için “ben bu uçakların yenilenmesi teknolojisini İsrail’e verdim, bu yenilenmeyi ben yapmayacağım İsrail’e yaptırın” dediği için bunların yenilenmesi işlemi mecburen, başka çare olmadığı için, Amerika’ya verilecek olan yenilenme bedelinden çok aşağı bir meblağ İsrail’e ödenmek üzere 60 adet Fantom uçağımız oraya yollanmıştır. Yani bu zorunlu bir alış-veriştir, uçaklarımızı çöpe atacak halimiz yoktur. Bunun Türkiye-İsrail arasında siyasi bir anlaşma ile uzaktan yakından bir alakası bulunmamaktadır. İsrail ise bu alış-veriş olayını propaganda maksadı ile kullanarak, Türkiye ile anlaşma yaptığını ileri sürmüş ve bölgede bu propagandayı yayarak kendi lehine kullanmıştır. Bu noktada, Necmettin ERBAKAN hocamızın Büyük Türkiye Projesi içinde yar alan Milli Harp Sanayi ile Ağır ve Yaygın Sanayi Hamlelerini başlatmasındaki haklılığı ve onu engelleyenlerin alçaklığı da özellikle hatırlanmalıdır.

Başörtüsü yasağı, Türkiye’nin acil çözüm bekleyen bir meselesi iken, bu konuda AKP hükümetinin gerçek tavrını, AİHM’deki savunmaları ortaya koymaktadır.

— Dini tercihi sergilemek kişinin mutlak hakkı değildir.

— Başörtüsü kökten dinci grupların sembolü haline gelmiş olup, onların politik sonuçlar elde etmek için kullandıkları istismar vesilesidir.

— Başörtüsüne izin vermek, belli bir dini kesime ayrımcılık yapıp, kayırmak anlamına gelir ki bu da toplumda eşitliği bozacak bir girişimdir.

— Bazı üniversitelerde, başı örtülü gruplar, yani kökten dinciler (!) diğer öğrenciler üzerinde manevi baskı oluşturduğundan, başı açık öğrenciler bundan rahatsızlık hissetmektedir. Devlet, kamu alanında buna izin vermemelidir.

Bu ifadeler başörtüsü mağdurlarının Avrupa İnsan Haklan Mahkemesine (AİHM) açtıkları davalara, AKP’nin hükümet olarak verdiği cevaplardır. %98’i Müslüman olan bir ülkede, “Başörtüsü Allah’ın emridir ve dinimizin gereğidir” diyemeyen AKP hükümetine, meydanlarda “başörtüsü sorununu çözeceğim” diye oy isteyerek iktidar olduğunu hatırlatmak ve o makamda nasıl huzurla oturduğunu sormak istiyoruz.

Tayyip Erdoğan, The Washington Post gazetesinde; “Ortak Stratejik Vizyon” isimli kendi imzasıyla yazdığı makalesinde, “ABD’nin Irak’a müdahalesinin bir özgürlük operasyonu olduğunu kabul etmiş ve her türlü yardıma hazır olduğunu” belirtmiştir.

1 Mart 2003 tarihinde, TBMM de, ABD silahlı kuvvetlerinin, Türkiye’de bulunmasını talep eden (40 bin ABD askerinin ve 350 uçağın ülkemize indirilmesi) hükümet tezkeresi, meclisteki oylamada reddedilmiştir. Ancak 264 milletvekili evet demiştir.

Bunun üzerine, hükümetin değerlendirmesini ve daha sonraki olayların gidişini hatırlamamız gerekir; 58. Hükümet Başbakanı Abdullah Gül “Tezkere geçmediği için çok üzüldüm, istifa etmeyi bile düşündüm” demiştir. 59. Hükümet Başbakanı Erdoğan “Tezkerenin geçmesi için elimden geleni yaptım” demiştir.[2]

Erdoğan; “Türkiye, ABD’nin sadık dostu ve müttefikidir. ABD’nin; cesur, genç, kadın ve erkek askerlerinin en az kayıpla ülkelerine geri dönmeleri için dua ediyorum” demiştir. Halkın %94’ünün karşı çıkmasına rağmen, hava sahası açılmıştır ve ABD’nin emrine tahsis edilmiştir. Hükümet, 23 Haziran 2003’te gizli kararname imzalayarak, İncirlik Hava Üssünden ABD’nin transit geçişine izin vermiştir. Yani Irak’ta yaşanan insanlık dışı katliama kan ve gözyaşına ortak olmuştur. Savunma Bakanı, Irak üzerine, Türkiye üzerinden 4200 sorti yapıldığını itiraf etmiştir.

Dışişleri Bakanlığının, 1 Eylül 2004 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan tebliğinde, “ABD tarafından, ABD gemi ve uçakları ile Türkiye’ye ithal ve buradan ihraç edilecek olan askeri malzeme, teçhizat, silah ve mühimmatın giriş ve çıkışı aşağıdaki deniz ve hava limanları tarafından yapılacak” denilmektedir.

Deniz Limanları: İstanbul, İzmir, İskenderun, Yumurtalık, Antalya, Aksaz, Ağalar.

Hava Limanları: Ankara Esenboğa, İstanbul Atatürk, İzmir Çiğli, Adana İncirlik, Antalya, Muğla Dalaman

Amerika’dan; ithal edilecek silah, mühimmat ve askeri teçhizat, hangi ülkelere ne maksatla yollanacaktır? Bu durumda Türkiye, saldırgan bir ülkeye destek vermiş, dolayısıyla savaşa girmiş olmayacak mıdır? Türkiye böylece göz göre göre, bir tehlikenin içine atılmayacak mıdır? Irak’ta işgal, kan ve gözyaşı yok mu sayılmaktadır? Ebu Gruyb’ten, Telafer’den yükselen çığlıklar, yansıyan işkence görüntüleri yalan mıdır? İran niçin tehdit edilmektedir? Sırada Türkiye de var mıdır? Sorularımıza karşı o günden bugüne AKP yetkilileri hala suskun davranmaktadır.

Ancak bu sorularımızı kendileri için en büyük tehlike sayan yerli Sabataistler ve Siyonist güçler Erbakan’ı etkisiz kılmak için her türlü şeytani çabayı harcayıp 28 Şubat tezgâhıyla Refah-Yol’u yıktırıp AKP’yi parlatıp iktidara taşımışlardır.

Sabataycılık “Osmanlıya Hıyanet, Türkiye Cumhuriyetine Hâkimiyet” Hareketi Oluyordu!

Yahudilerin özelliklerinden biri, hangi devletin şemsiyesi altında yaşıyorlarsa o devlete sadık görünmektir. Osmanlı Yahudileri, kutsal günleri olan cumartesi günlerinde sinagoglarda yaptıkları ayin ve ibadetlerde devlete ve Padişah’a dua etmişlerdir. Bu duayı, sahte Mesih ve daha sonra sahte Müslüman Sabatay Sevi kaldırmış, kendisine bağlı Yahudilerin sinagoglarında kendisine dua ettirmiştir. Bu açıdan incelenecek olursa Sabataycılık Osmanlı devletine ve hilâfetine bir başkaldırı mahiyetindedir. Sabatay Sevi, Mesih olarak (kendince ve inananlarınca) dünya hükümdarlığı tahtına oturmuş, ayrıca kendisine tâbi olan birtakım krallar nasb (tayin) etmiştir ki, bunların bazısı Osmanlı devletine bağlı ülke ve vilâyetlerinin kralları idiler.

Bazı tarih-bilmezler, Sabatay Sevi’nin padişah huzurunda (Sultan onun sorgulanmasını kafes ardından dinlemiştir) sorgulanmış olmasını bir adaletsizlik ve baskı olarak göstermeye yeltenirler. Adam; devletin bazı vilayetlerini ve ülkelerini kendisine bağlı Yahudilere veriyor, onları kral yapıyor; Padişah ve devlet bunun üzerine harekete geçiyor, onu sorguluyor ve bu sorgulama Sabataycılara ve onların kendilerine benzettiği adamlara (ve kadınlara) göre adaletsizlik ve baskı oluyor… İşte onların adalet ve baskı anlayışları bu kadardır! Osmanlı mülkünü parçalamak istediği, Padişahın ve Halifenin ülke ve vilayetlerinden bazısını birtakım Yahudi krallara peşkeş çektiği için onun idam edilmesi gerekirken, yalancıktan Müslüman olması üzerine aff-ı şahaneye uğramış, Saray’da kendisine hizmet verilmiş, maaş bağlanmıştır. Padişah’ın sahte Mesih’e yaptığı bu muamele adaletin de üstünde çok yüksek bir kerem ve ihsandır.

Yakın tarihimizde Osmanlıya en büyük hakareti ve düşmanlığı birtakım Sabataycılar yapmıştır. Yazdıkları kitaplarda Hanedan-ı Al-i Osman’a sövüp saymışlar, en seviyesiz iftiralar savurmuşlardır. Meşhur Yahudi Tarihçi Profesör Gerschom Scholem (1897–1982) Sabbatai Zevi, the Mystical Messiah (1973) adlı büyük ve derin araştırmasında Sabatay Sevi’nin tayin ettiği kralların listesini aktarmaktadır. Sabataycılığın temel prensiplerinin biri de gizlilik kuralıdır. İki kimliklilik (takiyye) onlar için hayati önem taşır. Son yıllarda, bir kısmı çok doğru, bir kısmı şüpheli ve ihtilâflı, bir kısmı tartışılabilir, bir kısmı yanlış olmak üzere Sabataycılık konusunda ülkemizde hayli yazı kaleme alınmıştır. Bu neşriyat (yayınlar) Sabataycıları ve onların müttefiklerini hayli rahatsız etmiş durumdadır. Ortalığı karıştırmak, zihinleri bulandırmak için çeşitli şekillerde ve çeşitli metotlarla dezenformasyon yapılmakta, gerçekleri yazanlar susturulmaya çalışılmaktadır. “Bu kadarı da olmaz, bunlar da önüne geleni Sabataycı yapıyorlar…” gibi cümleler bu dezenformasyon kapsamındadır. Asırlarca gizli kalmış veya gizli bırakılmış bir konu birdenbire gün ışığına çıkarılınca elbette birtakım yanlışlar yapılacaktır. Sabataycılık, %1’i su üstünde, %99’u görünmeyen bir buz dağıdır. Onun tam manasıyla açığa çıkarılması, gizlenmiş taraflarının aydınlatılması elbette uzun yıllar alacaktır. Başlangıçta yapılan araştırmalarda, iddialarda, bilgilerde birtakım yanlışlar bulunması kaçınılmazdır. Lakin bu yanlışlar esası değiştirmez. Sabataycılık konusundaki esaslar şunlardır:

1- Sabataycılık ülkemizin en güçlü gizli lobisidir, baskı grubudur.

2- Onlar sinema, basın, medya, propaganda konusunda çok büyük güce sahip olmuştur.

3- Kemmiyete (kelle sayısına, nüfus çokluğuna) önem vermezler, keyfiyet, tesir (etki), güç üzerinde durulur.

4- Yakın tarihimizdeki bütün devrim, ilericilik, değişim, arıza, kopukluk, inkılâp hareketlerinde onların büyük payı, rolü, tesiri, tuzu biberi olmuştur.

5- Tarihimiz ve dilimiz konusundaki manipülasyonlar büyük ölçüde onlar tarafından yapılmış ve bozulmuştur.

6- Laikliği laikçilik haline getirenler (Masonik Kemalizmi icat ve istismar edenler) bu güruhtur.

7- Çok nadir istisnalar dışında bu cemaatten hiçbir fert gerçekten ve samimi Müslüman olmamıştır münafıkça durmuştur

8- Seçkin Sabataycılar çocuklarını, ellerinden geldiği, güçlerinin yettiğince iyi okutmuş, ülkenin ve dünyanın en güçlü okullarında ve üniversitelerinde yetiştirip sonra Devletimizin en etkili ve yetkili makamlarına oturtmuştur.

9- Köşe başlarını, stratejik makamları, hayati odakları ele geçirmişlerdir. Serbest ve demokratik seçimlerle değişmeyecek bir gizli iktidara sahip bulunmaları tehlikeli bir durumdur.

10- Kendilerini açığa çıkartan Müslümanları ve Türkleri affetmezler. Rakip gördükleri gerici, karanlık güç, Şeriatçı, Ulu Önder (bununla Sabatay’ı mı kasd ediyorlar?) düşmanı ilan ederler ve medyatik lince tâbi tutulur.

Sabatay Sevi ve Sabataycıları bilmek ve anlamak için tek çare ilmî ve ciddî araştırmalar yapmaktır. Bunun için de, yıllardan beri kurulmasını ve faaliyete geçmesini temenni ettiğim “Türkiye Yahudilerini ve Sabataycıları Araştırma Enstitüsü’nün” bir an önce kurulması önemli ihtiyaçtır. Tekrarlamakta yarar görüyorum. Sabataycılar hakkında söylenenlerin:

•      Bir kısmı doğrudur, hatta çok doğrudur.

•      Bir kısmı şüphelidir, kaynağı kuşkuludur.

•      Bir kısmı ihtilâflıdır, hatta dedikodudur.

•      Bir kısmı tartışma konusudur.

•      Bir kısmı yanlıştır ve uyduruktur.

Meselâ, niçin Üsküdar Bülbül Deresi’ndeki Dönmeler-Avdetîler mezarlığındaki bütün kabirlerin resimli bir kataloğu birkaç ciltlik bir külliyat halinde çıkartılmıyor? İşte mezarlık, işte taşlar… Böyle bir araştırma kitabı bütün ilim dünyası tarafından kabul görmez ve alkışlanmaz mı? Bizim Sabataycılık hakkındaki iddialarımız yanlış mıdır? Bunların hepsi ancak ilmî ve ciddî araştırmalarla ortaya çıkarılacaktır”[3]

Hizbullah’ın Elindeki RPG–29 Roketlerini kimler veriyordu? 

2007 saldırılarında Hizbullah, en azından İsrail ordusunun güvendiği yedi tank bölüğünden birini ortadan kaldırıyordu. Bu kayıplar, İsrail genelkurmayının oluşturduğu “blitzkrieg” stratejisini bozmuştu. Bu strateji uçak, tank ve panzerlerin yoğun olarak aynı anda harekete geçirilmesini öngörüyordu. İsrail’in bu kayıpları, İsrail ordusunun karadaki ilerleyişini piyadelerin ilerleyişiyle orantılı olarak sürdürme kararı almasına yol açıyordu. Lübnan direnişinin, en son teknoloji ürünü olan Rus tanksavarlarını kullandığı söyleniyordu. Bu tanksavarlar, İsrail’in “Merkava” tanklarını hatta Amerikan tanklarını da imha edebilme kapasitesine sahip biliniyordu.

Ria Novosti askeri yorumcusu Viktor Litovkin, bir yazısında Moskova ile Tel Aviv arasında bu konudaki tartışmayı ele alıyor ve şunları yazıyordu:

İsrail, Lübnan Başarısızlığından Rus Roketatarlarını, Hatta Türkiye’nin Parmağını Sorumlu Tutuyordu!

İsrail Genel Güvenlik Bakanı Avi Dichter ve İsrail Savunma Bakanı Amir Paretz’in, Hizbullah’ın Güney Lübnan’da son teknoloji ürünü tanksavar roketleri özellikle de art arda ateşlenen RPG–29 modeli Rus tanksavarlarını kullandığını ilan etmesi, Rus haber ajansı “Ria Novosti”nin sorularını cevaplayan askeri uzmanlarda şaşkınlık yaratmıştı. Uzmanlardan birisi “Her savaşta olduğu gibi, bazı çevreler sözlerimizi kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayabilir ve biz bunu istemeyiz” diyerek şunları aktarmıştı.

“Hizbullah’ın elinde RPG–29 model Rus tanksavarlarına benzer silahların bulunması, bunları Suriye’den, Suriye’nin de Moskova ile Şam arasındaki silah teknolojisi alanındaki dayanışma çerçevesinde Rusya’dan aldığını göstermez. Bu kuşkunun gerçekliği yoktur. Gerçekleri güvenilir belgelerle kanıtlamak gerekir ki bu tür bir kanıt da mevcut değildir. İsrail’in bize gönderdiği roket parçaları ve roketin arka kısımları hiçbir şeyin kanıtı olamaz. Gerçekten de bu parçalarda Rus Kril alfabesiyle yazılı ifadeler vardır. Ancak bu araştırma için yeterli değildir. Bu noktada silahların seri numaralarına bakılması gerekir ki “bunlar nerede üretildi, kim sattı ve kime satıldı?” bunları saptayabilelim. Yani Hizbullah’ın İsrail’e karşı kullandığı tanksavarlar, kesinlikle bize ait değildir. Sadece öyle bir görüntü verilmiştir”

Uzmanların verdiği bilgiye göre, tanklara aksi tesir yaratan zırh teknolojisinin eklenmesiyle birlikte “RPG–29 Vampir” roketinde de tanklara karşı şiddetli patlama yaratan ileri düzey sıcaklık teknolojisiyle üretilmiş G-29V savaş başlıkları 80’li yılların sonuna doğru konulmuştu. Sovyetler Birliği ordusu bu roketatara 1989 yılında sahip olmuştu. Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın dağılmasının ardından eski komünist ülkelerden bağımsızlığa kavuşan yeni devletlerin çoğunda bu roketatarlara ve mühimmatlarına rastlanıyordu. Nitekim bazı ülkelerde bu roketatarın benzer üretimi de yapılıyordu. Dolayısıyla İsrail tanklarını bu roketatarlardan hangisinin vurduğunu belirleme imkânı yoktu. Herhangi bir ülkeden herhangi bir kişi Ortadoğu’ya; Filistinlilere, Hizbullah’a, Hamas’a yahut herhangi bir silahlı gruba RPG–29 satabiliyordu.

Uzmanlara göre İsrailli politikacıların, Rusya’yı, dolaylı yoldan Hizbullah’ı desteklemekle suçlarken, bir şeyi gözden kaçırıyordu. Bu da, onların çaresizliği ve kendi silahlarına olan güvensizlikleri ve zayıf donanımları oluyordu. Merkava tankları İsrail’de her zaman “yenilmez” sanılıyor ve İsrailliler her zaman bunun tasarımıyla ve gelişmiş uygulama alanıyla gurur duyuyordu. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla bu tanklar artık, Hizbullah roketleriyle boşa çıkarılıyor ve çaresiz bırakılıyordu. Ayrıca uzmanlar, İsrail tanklarının İsrail’de değil Lübnan’da vurulduğuna dikkat çekiyordu!? Üstelik Hizbullah’a bu silahların Türkiye’den gönderildiği de, derin kulislerde konuşuluyordu.[4]

Sırası gelmişken hatırlatalım. Saldırgan İsrail’e silah yığan Amerika, bir yandan da PKK’yı silahlandırıyor ve kışkırtıyordu. Öyle ise İsrail’i hezimete uğratan tanksavarların ve pilotsuz uçakların Rusya’dan, hatta Türkiye tarafından sağlandığı iddiaları, bazılarına niye dokunuyordu? Ve kabuk AKP iktidarından öte, hangi Milli ve haysiyetli odaklar bu işleri kotarıyordu?



[1] Tevbe: 9/12

[2] Washington Post Pazar ilavesi

[3] 23.02.2007 / M. Şevket Eygi / Milli Gazete

[4] www.saafonline.com 09.02.2007 Victor Litovkin; Ria Novosti güvenlik editörü

 

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Subscribe
Bildir
0 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Picture of Nejat HAKKUL

Nejat HAKKUL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...